Saturday, 3 July 2010
who would give a law to lovers? love is unto itself a higher law.
Buraya kadar her şey normal. Ama kafama takılan bazı şeyler var:
-Ankete %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si "eşcinsel, biseksüel, travesti veya transseksüel" olmak üzere 5000 kişi katılmış.
Birincisi dünyada sadece Türkiye'de yapıldığını gördüğüm travesti ve transseksüel ayrımını çok saçma buluyorum. LGBT yerine LGBTT kısaltmasını kullanmak falan gerçekten başka ülkelerde olmayan bir şey. LGBT toplumunun bu TT olayını benimsemesini doğru bulmuyorum, çünkü bu ayrım travesti=seks işçisi önyargısını pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor. İnsan travestiyse mutlaka para karşılığı seks yapıyor olmalı miti travestileri transseksüellerden ayrı tutarak güçlendiriliyor. Travesti de gayet transseksüeldir, ikisine de trans denmesi en doğrusu bence.
İkincisi %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si LGBT ne demek ki? LGBT'ler kadın ya da erkek değil mi? Bu kadar salak bir sınıflandırma olabilir mi gerçekten?
-"Eşcinsel evliliğe ülkemizde izin verilmeli midir?" sorusuna ankete katılanların %8'i "evet", %86'ı "hayır" ve %6'ı ise "fikrim yok" yanıtı vermiş. %12'si LGBT olan anket insanlarının sadece %8'inin "evet" cevabı vermesi gerçekten üzücü. Hiç bir zaman evlenmeyi düşünmüyorum; evliliği genel olarak gereksiz ve heteroseksüel olduğunda kadını baskılayıcı, eşcinsel olduğunda eşcinselleri içinde istemeyen heteroseksist düzene dahil olma çabası olarak görüyorum. Ama bu eşcinsellerin evlenme seçeneğinin olmaması gerektiğini düşünmem anlamına gelmiyor, o seçenek kişiye ait olmalı. Kısacası evlenmek isteyen eşcinselleri ve evlilik kavramını anlamıyor olsam da eşcinsel evliliği sonuna kadar destekliyorum. Bu yüzden insanların nasıl LGBT bir birey olarak kendini tanımlayıp (ki o ankete katılan bir sürü insan hetero olmadığı halde kendini o şekilde tanımlamıştır ankette) eşcinsel evliliğe "evet" yanıtı vermediğini aklım almıyor. Kişinin kendi kimliğine yönelik bir homofobi söz konusu sanırım.
-Bu CİSED adlı kurumun genel başkanı Dr.Cem Keçe aşağıdaki lafları etmiş ayrıca habere göre, hiç birine yorum getirmeme bile gerek yok (ama yine de yorumlarımı parantez içinde belirttim), they're pretty self-explanatory ve everyone knows how I feel about homophobia:
"İzlanda Başbakanı Johanna Sigurdardottir'in birlikte yaşadığı kız arkadaşı Jonina Leosdottir ile evlenmesini medyanın en az Heteroseksüel evlilikler gibi doğal ve normal bir durum olarak sunması, toplum ruh sağlığı açısından sakıncalar doğurabilir, çocuklarımızın ve gençlerimizin kafasını karıştırabilir (eşcinsel evliliğin anormal olduğunu çocuklarımızın kafasına kazıyıp onları da minik homofoblar olarak yetiştirmeliyiz yani, god forbid eşcinsellerin normal insanlar olduğu gibi ahlaksız fikirler edinebilirler çünkü yoksa). Yurt dışındaki otoriteler ve ülkeler eşcinsellik hakkındaki görüşlerini bilimsel verilere göre değil tamamıyla ideolojik yaklaşımlarına ve kapitalist sistemin dayatmalarına göre oluşturmuştur (eşcinselliğin normal ya da doğal olmadığına dair bir bilimsel veri yoktur, "normal" kavramı zaten bilimsel bir kavram değildir, görecelidir). Sorumluluk taşıması gereken bir başbakanın yaptığı eşcinsel evlilik, eşcinselliğin toplum tarafından doğal ve normal bir durum olarak algılanmasını sağlamayacaktır (eşcinselliğin sorumsuzluk örneği olduğuna dair homofobik bir görüşe zaten mantık içinde denilecek bir şey bulamadım)."
-CİSED Genel Başkan Yardımcısı Psk. Gülüm Bacanak: "CİSED olarak yeni bir görüş ortaya atıyoruz: Biz eşcinselliğin tek bir durum olmadığını, birçok alt tipi olduğunu, tek bir yapı olarak ele alınmaması gerektiğini ve bazı alt tiplerinin tedavi edilebileceğini, eşcinselliğin bir tercih olmadığını ama eşcinsel ilişki yaşamanın bir tercih olduğu görüşünü savunuyoruz."
Niye kimse heteroseksüelliğin alt tiplerini falan araştırmıyor, for the love of god? Ayrıca "Bazı alt tipleri tedavi edilebilir" falan nedir ya? Hangi tarih öncesi dönemde yaşıyor bu insanlar? Kendilerini bilim insanı, araştırmacı falan olarak görüyorlar bir de; homofobik görüşlerine bilim adı altında kredibilite kazandırmaya çalışan bigot'lar is more like it.
Ayrıca "eşcinsellik tercih değildir ama eşcinsel ilişki yaşamak tercihtir" ne biçim bir laf öyle? Niye kimse heteroseksüel ilişki yaşama tercihinden bahsetmiyor o zaman? İnsanlar "eşcinsel" olmamak için hayatları boyunca hiç ilişki yaşamasınlar mı?
-CİSED Genel Sekreteri Psk. Dan. Fatma Ayrık: "Biz CİSED olarak, tedavi arayışında olan, tedavi olamayacaksa intihar etmeyi düşünen ve değişim isteyen eşcinsellere tedavi şansının verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kimseye zorla, istemediği halde "sen tedavi olmalısın" deme gibi bir hakkımız da olamaz. Bu ayrımın iyi yapılması gerekmektedir. "Ben eşcinsel bir hayat sürmekten mutluyum" veya "eşcinsel bir yaşamı tercih ediyorum" diyen bir arkadaşımıza "hasta" demek çok yanlıştır. Değişim isteyen eşcinsel arkadaşlarımızı ve ailelerini dinlemeden, aile, cinsel ve geçmiş hikâyelerini almadan "sen eşcinselsin ve bu durumla yaşamak zorundasın" demek de çok ama çok yanlıştır."
Eşcinselliğin bir hastalık olmadığını ve tedavi edilemeyeceğini ama homofobinin tedavi edilebilir bir sosyal hastalık olduğunu ne zaman öğrenecek acaba ülkem insanları? Bir sonraki milenyumda bu konuya geri dönelim.
Gender and Sexuality Studies'i meslek edinmek isteyen bir insan olarak ülkemizdeki cinsiyet ve cinsellik araştırmalarının böyle tiplere kaldığını görmek beni çok sinirlendiriyor.
Tuesday, 29 June 2010
travel is glamorous only in retrospect
Klimalı, kedili, temizlikçili, Digiturk'lü evimi; aklıma esince kum-deniz-güneş üçlüsünü yapabilmeyi (İngiltere'nin 27 derece olunca omg-bayılıcaz-sıcaktan dedirten güneşi ve gri denizi sayılmıyor) ve arkadaşlarımı özlemiştim, geri dönmek güzel o yüzden. Ama bir şey olur diye dandik çantayla sokağa çıkmayı, gece eve taksiyle dönmek zorunda olmayı, inci sözlük modeli tacizcileri, 3 ay sonunda insanda ciddi psikolojik rahatsızlıklara neden olabilecek derecede homofobik ve patriarchal toplumu özlemedim hiç; eminim bunlara sinir olup Londra'yı özleyeceğim orada olduğum zaman boyunca. İzmir'deki evimi, arkadaşlarımı, Yunanistan'a/Çeşme'ye vs. mega yakın oluşumu ve genel olarak oradaki hayatımı çok seviyorum gerçekten; ama toplum geneline hakim olan o kapalı zihniyete full time katlanabilmem mümkün değil. Bu da hayatımı Türkiye'de yaşayarak ve içimi bir huzursuzluk/restlessness/frustration kaplamadan sürdürebilme olasılığımı yok ediyor sanırım.
Son 5 yıldır şehirden şehire, evden eve, ülkeden ülkeye şeklinde yaşıyorum. İstanbul'da aynı evde yaşadığım 1,5 yılı saymazsak hiç bir evde/yurtta vs. 1 yıldan uzun yaşamadım. İzmir, İstanbul, Canterbury ve bu Eylül'den itibaren Londra ya da Brighton (hala belli değil) olmak üzere dolanıp duruyorum. ADD (attention deficit disorder) sahibiyim, onun semptomlarından biri olan bir sürü şeye heves etmek ama başladığı işi hiç bitirememek, bir şeyi bırakıp başka bir şeye başlamak ve aklına esip deli deli şeyler yapmaya bir anda karar vermek huyu bende fazlasıyla var. Kullandığım ADD ilaçları da bu dürtümü engelleyemiyor, bu iyi bir şey mi bilmiyorum, ama tatminsizlik ve Türkçe'sini bulamadığım bir restlessness hissi yaratıyor bu bende. Nerede, ne yapıyor olursam olayım yerimde duramıyorum kısacası zihinsel olarak. Sürekli yeni bir şeyler yapmak, yeni bir yerlere gitmek, yeni birileriyle tanışmak görmezden gelinemez bir ihtiyaç haline geliyor benim için. Aynı yer, aynı insanlar, aynı şeyi yapıyor olmaktan sıkılmak değil bu, değişim "zorunlu" benim için. Bir seçim değil, bir zorunluluk. Kimseyi arkamda bırakmayı ya da her elimi attığım şeyi yarım bırakmayı ben seçmiyorum, içime öyle bir kıpır kıpırlık/bir şey yapmazsa delirecek hissi geliyor ki kalkıp gitmek zorunda hissediyorum kendimi. Son 4 yıl içinde İstanbul'a taşınmam, sonra Hollanda'ya taşınmak istemem, ondan vazgeçip kendimi Canterbury'de bulmam, şu anda da Canterbury'i ve mezun olduğum bölümü bırakıp tamamen alakasız bir şey okumaya Londra'ya gidiyor olmam da bu yüzden.
En basiti ev taşımaya üşenmem olan bir sürü neden yüzünden artık bir yerde daha uzun süre kalabilmek istiyorum. Bir yere kök salabilecek bir insan olacağımı sanmıyorum hiç bir zaman, ama aynı şehirde 2 yıldan fazla bulunabilmeye hazırım sanırım artık. O bir yerde uzun süre kalınca daralma hissim azaldı, Londra ya da Brighton da bunu yapmak için mükemmel olacak bence.
"England you kick ass" diyerek valiz toplamaya geri dönüyorum, yarından itibaren İzmir'den bildiriyor olacağım.
Monday, 28 June 2010
what katie did
Daha sonra Leisha Hailey ve Kate Moennig'le soru-cevap session'ları vardı. İnanılmaz kaba sorular soran 2-3 insan dışında uygunsuz şeyler soran biri olmadı. Diğer konuklar iptal olduğundan Kate ve Leisha'nın session'ları oldukça uzundu. Ama ikisi hakkında da 29382 tane alakasız, minik şey öğrenmiş oldum böylece.
Kate'in bu aralar en sevdiği şarkı Phoenix-If I Ever Feel Better'mış, Florence and the Machine seviyormuş ayrıca. Blackberry Storm'u var, sigara içiyor. Haftada 3-4 gün gym'e gidiyormuş, personal trainer'ı varmış. Vintage araba delisiymiş. Barınaktan kurtardığı 2 köpeği varmış. Leisha ile birlikte yaşıyorlarmış eskiden. Şu anda sevgilisi yokmuş (ama people in her fan forums think otherwise). "Are you gay" sorusuna cevabı "You know what, this is so old, I'll be whoever you want me to be"'ymiş. Gözleri miyopmuş. Cenazesinde Led Zeppelin çalsın istermiş, Patti Smith seviyormuş. Favori designer'ı Hedi Slimane'miş, fotoğraflarına da bayılıyormuş. En saygı duyduğu gay insanlar Jane Lynch ve Tom Ford'muş. Dünyada en sevdiği şehirler Tokyo ve Paris'miş. Yazın New York ve Mexico City'de olacakmış. Laundry list, you bet ve for sure çok sık kullanıyor ayrıca.
Leisha'nın 10 yıllık bir sevgilisi varmış. O da köpek sahibiymiş. Kovboy botu koleksiyonu varmış, bir odası sırf onlarla doluymuş. Cenaze şarkısı Sufjan Stevens'tan olsunmuş. Axl Rose hayranıymış çok fena. Bir de her cümlesine totally koyuyordu.
Kate bir soruya cevap olarak "Shane'le alakam yok, fena insecure bir insanım, she's a slut, ben değilim" demişti, kesinlikle çok doğru. Shane'in o rahatsız edici kendine güveni onda yok, çok utangaç ve hatta birisi "You're so hot" vs dediğinde kızarıp "You too" diye cevap veren bir insan. İnanılmaz sıcaktı herkese, biriyle konuşurken herkesin adını öğrenip nasıl olduğunu soruyordu falan. Hatta gözlerimin içine bakıp "Nasılsın, tshirtün ne güzel, adın Leni mi okunuyor Laney mi" dediğinde heyecandan bayılasım geldi sanırım. Leisha Hailey kesinlikle öyle değil. Kate'le konuşurken çok konuşkan ve eğlenceli olmasına rağmen normalde çok soğuk ve suskundu. Biri bir şey imzalamasını istediğinde falan doğru düzgün yüzüne bakmıyordu bile insanın. Alice'in o dışa dönük halinden çok uzaktı kısacası. Alice'e benzetirdim kendimi obsesif karakteri yüzünden, karar değiştirdim, tanımadığı insanlara çok soğuk olan ve yakın arkadaşlarına bambaşka davranan biri olarak Leisha'ya daha çok benziyorum.
Haftasonunun en ilginç olaylarından biri Kate ve Leisha'ya soru sorulurken sahneye çıkan bir kadındı. "Ben aslında The L Word sevmiyorum, buraya kız arkadaşım için geldim" diye lafa başladığında herkes saçma bir soru bekliyordu, ama "Siz olsanız nasıl evlenme teklif ederdiniz diye sormak istedim, çünkü kız arkadaşıma evlenme teklif etmek istiyorum" diye sordu kendisi. O sırada bütün salonda herkes sustu, "Wait, did you just propose?" oldu Kate. Sonra kadının sevgilisi ağlamaya başladı falan. Tanık olduğum ilk evlilik teklifi ve inanılmaz tatlı bir andı.
Gerçekte ne kadar utangaç, kibar ve overall nice biri olduğunu gördükten sonra KM takıntım milyonlarca kez güçlendi bu haftasonu.


Thursday, 24 June 2010
L7!!
Sunday, 20 June 2010
why don't you play the game
Cuma gününü Disneyland'de geçirdik. Çocukluğumdan beri 294829 kere gitmiş olduğum halde her seferinde 7-8 yaşında ilk gittiğimdeki heyecanı yaşadığım, hatta istisnasız her seferinde heyecandan önceki gece uyuyamamama neden olan bir yer Disneyland Paris. Orada yaşasam ve hiç çıkmayacak olsam sıkılmam sanırım, dünya üzerindeki favori yerim kesinlikle. Başka hiç bir şeye asla değişmem. Nedense daha önceki gidişlerimde hep tek park bileti almış ve hiç Walt Disney Studios kısmına gitmemiştim. Aslında orası da güzelmiş, ama sadece adult'lara göre şeylere binilen ve çok az sıra beklenilen bir günde bile 2 park tek güne sığmıyor.
Disneyland'de bazı insanların sırada bekleyenleri ittirerek öne geçmeleri dikkatimi çekti. Garip olan 10 kişilik grupların falan hiç utanmadan bunu yapması ve kimsenin kötü kötü bakmak dışında ağzını açmaması oldu. İngiltere ya da Türkiye'de böyle bir şey olmuş olsa kesinlikle susmazdım ben; otobüs sırasında bile öne geçen görgüsüzlere çok sinirlenirim, oradaki gibi 45 dakika-1 saat beklenen sıralarda öne geçilmesi daha da fena. İnsanlar kendilerini nasıl bu kadar herkes bekliyorken bekleyemeyecek kadar ayrıcalıklı görüyorlar ya da çok mu önemli bir iş sahibiler de yarım saat daha fazla bekleyemiyorlar merak ediyorum, o nasıl bir utanmazlık ayrıca, insan nasıl yüzü bile kızarmadan o kadar insanın önünden geçip gider, biri bana açıklasın lütfen. Umarım karmik adalet buluyordur böylelerini.
Cuma sanırım hayatta en çok yorulduğum gündü, sanırım değil hatta, eminim hayatımda hiç o kadar ayaklarımı kullanmadığıma. O yüzden Cumartesi günü benim ayaklarım çok kötü olduğu için asıl planımız olan Montmartre ve Pere Lachaise'i iptal edip sabah alışveriş, öğleden sonra otel, akşam Le Marais yapmaya karar verdik. Sabah deli bir azimle Marc by Marc Jacobs'a geri döndüğümüzde saat 10.55 idi. Biz üzerinde en ufak bir açılış saati yazmayan kapıya bakarak beklesek mi ne yapsak karar vermeye çalışırken kapının bir kaç metre ötesindeki bir güvenlik görevlisinin bize garip garip bakmaya başlaması, daha sonra bir kadının gelip MbMJ kapısını anahtarla açması, güvenlik görevlisinin gelip sanki konsolosluk önünde bekleyen tehlikeli bir şey yapma potansiyeli olan tiplermişiz gibi "Daha açılmadı, gidin" şeklinde bağırıp kaçta açılacağını sorma fırsatı bile vermeden kapıyı üzerimize kapatması gibi sinir bozucu olaylar ardından bir yerlerde gidip bir şeyler içtikten sonra dönmeye karar verdik. Oha denesi derecede pahalı kahvelerimizi içtikten sonra mağazaya geri döndüğümüzde gördük ki benim küçük bulduğum Londra MbMJ mağazasının 10'da biri falan boyutlardaymış Paris mağazası, ve gerçekten alınası bir bok yokmuş. Zaten olsa da mağaza çalışanlarının o davranışlarından sonra oradan değil Printemps gibi department store'lardaki MbMJ standlarındaki güler yüzlü, saygılı görevlilerden alınırmış.
Bu tür satış/güvenlik görevlileri beni fena halde sinirlendiriyor. Snobluk gibi olmasın ama orada asgari ücrete çalışan bir insanın kısmen lüks bir mağazada çalışıyor diye kendini üstün görüp müşteriye bok gibi davranma hakkı olduğunu sanması kabul edilemez bir şey. Eğer benden bir çantaya 500 euro ödemem bekleniyorsa ben de o mağazada bulunduğum her saniye boyunca muhatap olduğum görevlinin yüzünde bir gülümseme görmeyi bekliyorum, evet. Suratsız eleman görmemiş değilim, ama bu kadar kabalık ilk kez başıma geldi ve kesinlikle uzun ve abartılı bir şikayet maili yollamayı planlıyorum en kısa zamanda.
Bu kaba ve suratsız davranış biçiminin Fransızlar'ın çoğunda var olduğuna inanmış bulunuyorum artık. Genellemelerden hoşlanmam, ama öyle gerçekten. İngiliz insanına soğuk derler bir de, gayet yalan. Gittiğim hiç bir yerde Fransızlar kadar uyuz, garsonu bile kendini müşteriden üstün gören, turistlerin ekmeğini yediği halde yabancılardan nefret eden, inatla herkesin kendilerinden başka kimsenin konuşmadığı Fransızca'yı konuşmasını bekleyen ve konuşulmayınca normalden de ters davranan bir millet görmedim. "Pardon çekilir misiniz"den "Ateşiniz var mı acaba"ya kadar her konuda terslenmediğim durum sayısı 2-3'ü geçmedi sanırım bu hafta. Gözünü-sevdiğimin-İngilteresi modunda eve geldim bugün dolayısıyla.
Son olarak, dün son derece mülayim ve "iyi çocuktur" şeklinde bildiğim bir arkadaşımın boş vakitlerinde gay sohbet odalarına girip yavşadığı insanların bilgilerini, fotoğraflarını vs. ele geçirdikten sonra "Eşine/ailene söylerim" şeklinde şantaj yaparak geçirdiğini öğrendim. Kendisi de kesinlikle böyle beyinsiz işlerle uğraşacağını düşünmeyeceğiniz, ÖSS'de derece yapmış, iyi aile çocuğu modunda bir insan. O kadar şaşırdım ve o kadar tiksindim ki anlatamam, eğer bunu kendisinden duymuş olsam ya da karşıma çıksa kendimi tutamaz ağzıma gelen lafı ederdim. Demek ki 7 yıldır tanıyor olsa bile aslında birini hiç bir zaman gerçekten tanıyamıyor insan.
Wednesday, 16 June 2010
what do you mean you saw the stars?
Bir de zamanınız varsa Hormonlu Domates Homofobi Transfobi Ödülleri için oy kullanın lütfen. O kadar çok ödül hak eden insan/kurum var ki seçmekte zorlandım.
Everything Everything-Schoolin' takıntım son hızıyla devam ediyor.
Akşam son kez okula gidiyorum. Yeditepe'ye hiç son kez gittiğimi bilerek gitmediğime hep üzülmüşümdür, University of Kent için öyle olsun istemiyorum. Mezuniyetime gitmeyeceğimden ve Canterbury'den taşındıktan sonra İngiltere'de bile olacak olsam buraya geri döneceğimi sanmadığımdan son kez gitmek istedim bugün. O yüzden akşam fajita ve bira için okula gidiyorum. Havanın akşam 10'a doğru karardığına seviniyorum, okuldan katedrali son bir kez görmek istiyorum çünkü, çok güzel ve hiç unutmayacağım bir manzara.

İstanbul'a hiç doğru düzgün hoşçakal dememiş olmamdan mı ne, orayla bağlarımı hiç koparamıyorum, hep yarım kalmış bir şeyler var İstanbul'daki hayatıma dair. İstanbul aklıma geldikçe hüzünleniyorum, belki de hiç tamamlanamayacak olan o şeyler için. Canterbury'i de öyle hatırlamak istemiyorum, geçmişi düşündüğümde buruk bir nostalji hissiyle dolmak istemiyorum, eskiden burada ne kadar mutlu olduğum aklıma gelsin istiyorum. O yüzden güzel bir kapanış lazım bu şehirdeki zamanıma.
Tuesday, 15 June 2010
more msn weirdos
Monday, 14 June 2010
i'll get off my soapbox now
Bir diğer ?! olduğum haber ise şu oldu: http://www.independent.co.uk/news/world/americas/antigay-baptist-minister-took-male-prostitute-on-holiday-1964506.html. Amerika'da eşcinsel karşıtı bilmemne derneğinin kurucusu dedem yaşındaki bir adam rentboy.com sitesinden bulduğu 20 yaşındaki bir adet male prostitute ile tatil dönüşü yakalanmış. Çok güldüğüm üzere de yakalandıktan sonra "Ben onu çantalarımı taşısın diye tutmuştum" demiş. Lol yani. Bazen cidden bütün homofobiklerin içinde bu kadar olmasa da gizli eşcinsellik olduğuna gönülden inanıyorum. Böyle olaylar çok duyuyorum çünkü.
Akşam zorla maç izledim. İnsanların canlı olarak maç izleme sevdasını fena anlamsız buluyorum. 3-5 saat beklesen, banttan izlesen ne olur? Bunu Lisa'ya söylediğimde bana "E sen sevdiğin grubun konserine niye gidiyorsun o zaman CD'den dinlemek varken" cevabını verdi. Kanlı canlı konser izlemekle televizyonda canlı yayında maç izlemek aynı şey mi ki? Hani stadyumda izliyor olsan neyse, ama televizyon bu ya.
Zaten futbol maçı izlemek tamamen anlamsız bulduğum bir şey. Orada dünyanın parasını alan herifler top peşinde koşturuyor, sen evinde oturup izlemekten zevk alıyorsun. Tenis maçı gibi olsa, oyuncunun yeteneğine hayran olup onu izlesen neyse, ama bir takımla sıradan bir vatandaş arasında kurulan bağ bambaşka saçmalıkta bir şey. Sokaklarda, evlerde milli takım renklerine bürünmüş oturan, kazanmayı ya da kaybetmeyi sanki kendi başarısı/başarısızlığıymış gibi gören insanlar, onları tanımayan ve kazandığı para dışında taraftarını en ufak bir şekile umursamayan futbolculara fanatik bir sevgiyle bağlanan taraftarlar. Normalde futbolla alakası olmayıp maç günü milli takım ve ülke aşığı şeklinde gezenler. Türk olmaktan, İngiliz olmaktan, bilmemnereli olmaktan, 10 kuşak önce tamamen tesadüfi bir şekilde kendi yaşadığı topraklardaki insanların kazandığı bilmemne savaşından, yine tamamen tesadüfi bir şekilde x ülkesinde doğduğu için yattığı yerden haksız bir gurur duyanlar. Hiç birini anlamıyorum. Milliyetçilikten, fanatiklikten hazzetmiyorum.
Brighton yolunda Lisa'ylayken feminizm konusu açıldı. İnsan nasıl kadın olup feminist olmaz aklımın almadığını söyledim. O da bana kendisini feminist olarak tanımlamadığını söyledi. "Kadın erkek eşitliğine inanan herkes feministtir, feminizme çok anlam yüklendiği için kendine o etiketi yapıştırmaya korkuyor insanlar" dedim ben de, sonra Lisa bana "Kadınlar ve erkeklerin her konuda eşit olması gerektiğini düşünmüyorum, kaçınılmaz biyolojik farklarımız var, belki aynı seviyede olmalıyız evet, ama aynı değiliz" cevabını verdi. Bu biyoloji muhabbeti çok karşıma çıkıyor ve en sinir olduğum argümanlardan biri. İnsanlar bu "aynı değiliz"in erkek egemen zihniyetin kadını baskılama unsurlarından biri olarak kullanılan bir bahane olduğunu göremiyorlar nedense. Bu argümana bahane dememin iki nedeni var. Birincisi sex ve gender ayrımını yaparsak; sex'i biyolojik cinsiyet, gender'ı da toplum tarafından yaratılmış cinsiyet rolleri olarak tanımlarsak, biyolojik farklılığın hiç bir zaman sex'te kalmadığını ve gender sahasına taştığını görebiliriz. Gender da kadınlara "feminenlik" adı altında onların erkekler tarafından kontrol edilmelerine neden olan özellikler yükleyen bir kavramdır. Erkeğe güçlü, mantıklı, sert vs. gibi sıfatlar yakıştırılırken kadınlara hep hassas, duygusal, zayıf gibi negatif anlamlar yüklenen sıfatlar layık görülür. Kim bilir, belki kadınlar onlara duygusal olmak, caring olmak dayatılmasa (erkekler annelerinden, sevgililerinden vs. care ihtiyacı içinde olmasalar) öyle olmayacaklar.
Biyolojiyi kadın-erkek eşitliği karşıtı bir argüman olarak öne sürenler genelde kadının anne olabilitesinden bahsederler tüm süper özellikler erkeğe verildi diye kadınlar ağlamasın diye. Bu da bizi bunun aslında erkek egemenliğin bir bahanesi oluşunun ikinci nedenine getiriyor: Sanki her kadının annesel içgüdüleri doğuştan varmış gibi insana o içgüdünün olmamasının anormal olduğu dayattırıldıktan sonra o içgüdü kutlanmaya başlanıyor, "Ne kadar şanslı kadınlar, anne olabiliyorlar" şeklinde. Anne olduğu için hayatı evde kocasına yemek pişirip çocuk bakmaktan ibaret hale gelenlerden, çocuğu yüzünden iş saatleri flexible olmadığı için annelerin işverenler tarafından tercih edilmemesinden, doğru düzgün doğum izni alınamamasından, çocuğunu kreşe vermenin garipsenmesinden, baba ne kadar ilgili olursa olsun çocuğun her zaman en çok anne üzerinde bir yük olacağından, çocuk gayrimeşruysa toplumun kadına hayatı zindan edeceğinden bahsedilmiyor. İkisi de kadın ya da erkek de olsa A ve B kişisi arasında da biyolojik farklılıklar var, kimse A ve B bu yüzden eşit olmamalı demiyor. Bu kadınlar Venüs'ten, erkekler Mars'tan türü "Kadınlarla erkeklerin beyni/biyolojik yapısı bilmemnesi farklı" gibi şeyler tamamen kadını ezmek için justification, başka bir şey değil. Bana böyle şeylerle gelmeyin o yüzden.
Friday, 11 June 2010
you matter not
Londra'da okusam bile acaba Brighton'da mı yaşasam diye düşünüyordum zaten (Sussex Brighton'a 8 km). Londra'yı Taksim gibi (daha düzenli, daha az karmaşık ve daha güvenli bir Taksim) düşünürsek, Brighton Alsancak gibi. Daha sakin, daha küçük, deniz kıyısında ve sayfiye yeri havasında, kitapçısından restaurantına kadar her yerin kapısında gökkuşağı çıkartmaları bulunan, elinizi sallasanız gay birine çarpacağınız, Londra'dan daha ucuz ve nedense pek bir sempati duyduğum bir şehir. Eğer ortalamam beklediğimden yüksek gelirse ve bu üçü arasında seçmem gerekirse ne yaparım bilmiyorum.
Artık beni tanımayan insanların hakkımdaki düşüncelerinin hiç kafamı meşgul etmediğini, sözlerinin üzerimden akıp gittiğini fark ettim. Geçenlerde Alternatip'te inci sözlük başlığına "abaza yuvası iğrenç yer" yazmam üzerinde birinin bana "çakma İngiliz asilzadesi, kompleksli ve kendi bir şey başaramadığı için inci sözlük'e saldıran insan" modu bir şeyler demesi ve çoğu insanın "aa süper laf koydu" demesi üzerine oldu bu.
-Bu edilen lafa konu dahilinde verilecek cevap bulamayınca karşındakinin kişiliğine saldırarak kendini tatmin etmek Türk insanında çok olan bir olay nedense.
-Bu bahsettiğim insanın inci sözlük'teki "Amk olm gideri yok bu orospunun" türü lafların bana kadınları aşağılayıcı olmadığını ısrarla iddia edip durmasından sonra cevap verme gereği duymadım. Bu bahsettiğim laflarla kendini ifade eden insanları, onları okuyup eğlenenleri ve dolayısıyla inci sözlük'ü ciddiye alınası bir yer olarak kabul etmem kesinlikle mümkün değil. O yüzden çocuğun yazdığı şeye oturup ciddi ciddi cevap vermemin bir şey değiştirmeyeceğini düşünerek cevap vermedim, buna da "süper laf koydu" tepkisi verdi insanlar.
-İşin komik yanı çocuğun bana "Ufuklarını genişletmeye çalışıyorum ben sadece" demiş olması. Lol gerçekten. O dediğim lafların sırf haksız olmamak için inatla kadınlara hakaret olmadığını iddia edecek kadar sabit fikirli bir insanın ufkumu genişletmesi imkansız, ufkum inci sözlük'teki aklı sikinde insan modellerine doğru genişlesin de istemem ayrıca.
-Her ne kadar herkes gibi benim de komplekslerim olsa da inci sözlük'teki insanlar gibi olmak isteyip olamadığımdan bok atıyor olmam gibi bir durum kesinlikle yok. O derece küçümsediğim, tiksindiğim bir zihniyete dahil olmak isteyip olamamam gibi bir şey olamaz yani. Ayrıca "asilzade"lik gibi olmasın ama, özellikle şu son 1-2 yıldır kendimi kesinlikle "bir şey başaramamış" bir insan olarak görmüyorum. İnsanın çaba gösterip hak ettiği şeyi başarması ve bundan gurur duyması ukalalık ya da asilzadelik değildir; ben çoğu insanın gösteremediği bir cesaretle 17 yaşımdan beri ailemden ayrı yaşayabildiğim için, kalkıp tek başıma kimseyi tanımadığım bir ülkeye taşınabildiğim için, bütün çocukluk ve ergenliğimi İngilizce'yle uğraşarak geçirip ana dili gibi kullanabilen biri haline gelebildiğim için, şiddetli bir depresyonun etkisinden tek başıma olduğum halde kurtulmayı başardığım için, üniversite yıllarıma denk gelen o depresyona ve dikkat eksikliği bozukluğuna rağmen 21 yaşında yüksek lisans sahibi bir insan olacağım için, hayatta her zaman kendi seçimlerini yapan ve en aykırı fikirlerini bile bas bas bağırarak açıklayan biri olduğum için kendimle gurur duyuyorum. Hiç bir başarısı olmadığı halde kendini herkesten üstün gören biri değilim. Gününü inci sözlük'te noktalama işareti yerine amk kullanarak geçiren birinin hakkımdaki fikirleri "kaale alınası eleştiriler" kategorimin uzağından bile geçemiyor bu yüzden.
-Bu olayın bana "Artık tanımadığım insanların sinirimi bozma çabaları kesinlikle işe yaramıyor" dedirten kısmı ise bunların hepsine kayıtsız kalışım, eskiden sinirimi bozacak bir olayken şu andaki tepkimin whatevsss oluşu oldu.
Thursday, 10 June 2010
lgbt societies and italian bmts
Kent'teki LGBT Society'nin buraya ilk taşındığımda gayet asosyal bir insan olarak bana ne kadar faydası olduğunu anlatamam. Okula ilk geldiğimde çekine çekine standlarına gidip tanışmıştım çoğuyla, okuldaki ilk arkadaşlarımın hepsi o klüptendi. Buradaki ilk yılımdaki LGBT Society çok güzeldi, partileri süperdi, iki haftada bir event organize ediyorlardı neredeyse. O seneki LGBT komitesi mezun olduktan sonra yerine geçenler malesef society'nin içine sıçtılar, hiç bir şeyin altından kalkamadılar, sene başındaki 1-2 parti dışında başka tek bir event bile organize edemediler (ki ilk komiteyi parti ortamlarından başka event pek organize etmedikleri için eleştirirdim). Fena halde kapalı, belirli insanların takıldığı bir ortam halini aldı bu sene LGBT Society. Hatta bu seneki başkan mail atmış herkese geçenlerde, "Bu seneki yönetimden çoğunuzun şikayetçi olduğunu biliyorum bu yüzden istifa ediyorum" diye. Bütün sene bekleyip okulun bitmesine 2 hafta kala istifa etmek de ayrı bir saçmalık tabii. Neyse, her ne kadar beceriksiz insanlar tarafından yerlerde süründürülse de LGBT Society'nin varlığı insana okuldaki diğer LGBT'lerin varlığını bilmek açısından bir güven duygusu veriyordu. Yüksek lisansta okula sadece haftada 2 gün 3'er saat falan uğrayacağımın farkındayım, ama yine de bu sene daha sosyal olmak istiyorum. Ve her ne kadar kimseyi gay diye otomatik olarak sevmesem de LGBT insanlarla daha çok ortak noktam ve dolayısıyla daha çok anlaşabilitem var. Bu yüzden kimseyi tanımadığım yeni bir okula başladığımda kendime yakın hissedeceğim insanlarla tanışabilme imkanımın ortadan kalkma ihtimali beni sinir ediyor.
Bunun Italian BMT ile alakası da bugün onun Subway'de Sub of the Day olması ve birazdan gidip alacak olmam.