Bu aralar hem 9-5 ofis işlerini bırakıp evde serbest çalışan biri olmanın, hem de arkadaşlarımdan uzaklaşmış olmanın etkisiyle iyice münzevi hayatı süren biri haline geldim. Ve bu münzevilik durumu uzadıkça daha da asosyalleşiyorum, daha da içe kapanık hale geliyorum, daha da depresif oluyorum, bunun sonucunda da içinde bulunduğum yarı depresyon hali beni daha da münzevileştiriyor. Böyle fena bir döngü içine girdim.
Geçen hafta saatlerin geri alınması ve havanın artık 4.15 gibi kararıyor olması zaten hassas olan ruhsal durumumun tamamen içine etti. Alt tarafı bir saat diye düşünen olabilir ama gerçekten bu sefer çok etkilendim. Eskiden kışın hava kararırken hep dışarıyı pek göremediğim bir ofiste olurdum, kışın bana tek etkisi 5'te işten çıktığımda havanın karanlık olması olurdu. Saat daha 4 iken havanın kararıyor olduğunu görmek çok depresif.
Yedi yıl önce bu blog'a başladığımda klinik depresyonla cebelleşiyordum ve blog'un asıl amacı antidepresanlarımın ruh halim üzerindeki etkisini takip etmekti. Becoming Zero adını seçme nedenim antidepresanların beni "hissiz" hale getireceğini düşünmemdi. Bir süreliğine getirdiler de. Ancak daha sonra o duygusal uyuşmadan kurtulayım diye İstanbul sokaklarında saçma sapan anlık hazlar peşinde koştura koştura iyice dibe vurdum. İngiltere'ye taşındım, büyük şehir hayatını ve depresyonumu iyice azdıran insanları geri bıraktıktan sonra iki yıldır kullandığım ilaçları ancak bırakabildim.
Bir daha asla o duruma düşmek istemiyorum. Tekrar depresyona girmek, en çok da burada ailem ve tüm diğer savunma mekanizmalarımdan uzakta yalnız hissederken depresyona girmek hayattaki en büyük korkularımdan biri. O yüzden moralim bozuksa oturup bunun üzerinde uzun uzun düşünme izni vermiyorum kendime, iyice moralimi bozacak şarkılar dinlemiyorum, canım istemese de dışarı çıkıp bir şeyler yapıyorum. Kimseye bir kelime etmeyecek olsam, sadece Starbucks'ta kitabımı okuyup tek başıma bir kahve içecek olsam bile her günün bir kısmını ev dışında geçirmeye çalışıyorum.
Gerçekten hayatımda ilginç bir şeyler olmasına ihtiyacım var bu aralar.
Saturday, 1 November 2014
Monday, 29 September 2014
pride
Bu aralar Londra Pride organizasyonu olarak iç savaş modundayız. Özetlemem gerekirse Pride'in organizasyonunda rolü olan 3-4 farklı takım var. Bu takımların birinin başında Pride'ı diktatör gibi yönetmek isteyen, kendini ne dese tamam diyecek yavşak genç çocuklarla çevrelemiş ve nedense Pride'ın Yönetim Kurulu Başkanı'nın bile ses çıkarmaya cesaret edemediği leş gibi bir adam oturuyor. Bu adam geçen sene kimsenin yardımı olmadan süper bir iş çıkarmamıza rağmen benim içinde bulunduğum takımı Pride organizasyon komitesinden çıkarmak ve kendi "adamlarını" yerimize koymak istiyor. Kendinden başka herkesin başarısız olmasını isteyen, birilerinin ondan bağımsız olarak iyi bir şeyler başardığını görmeye tahammülü olmayan bir insan.
Bu sırada bu adam ve ekürisi arasında bizim yaptığımız işleri çalıp kendi yapmış gibi gösterme, Yönetim Kurulu'na yalan söyleyerek insanlara çamur atmaya çalışma, ne kadar kendinden 20 yaş küçük erkek varsa hepsiyle kimin eli kimin cebinde oynayıp bunun karşılığında komitede rol vaat etme türü şeyler oluyor. Torpilcilik, yaranmacılık, çıkarcılık ve sırttan bıçaklayıcılık had safhada anlayacağınız. Herkes kendi çıkarı için, "Bunu ben yaptım" diye Pride günü böbürlenebilmek için hareket ediyor, Pride'a ne olduğu ve Pride ruhunun ne anlama geldiği kimsenin umrunda değil. Yönetim anlayışı böyle olduğu için de 3-5 senede bir belediyenin ihaleyle verdiği Onur Haftası'nı organize etme hakkını kazanan her grup başarısız oluyor.
Haftasonu bu konuda yaşanan pek çok grup içi tartışmadan sonra dün akşam sonunda Pride filmini izledim. 1984 İngilteresinde uzun süreli bir madenci grevi sırasında "Polis, hükümet, medya, bize düşman olan herkes aynı zamanda grevde olan maden işçilerine de düşman" diye düşünen bir grup Londralı eşcinselin Galler'deki küçük bir madenci kasabasıyla dayanışmasını anlatan, gerçek hikayeye dayalı bir filmdi. Hem madenciler, hem de büyük şehirli eşcinsellerin ilk başta birlik olmak istememelerine rağmen insanların bireysel hislerini, şüphelerini, çıkarlarını bir kenara bırakarak ortak bir amaç için bir araya gelmesini izlemek gerçekten çok moral vericiydi. O birlik ve beraberlik hissinin yerini kişisel çıkarların aldığını, o eski Pride ruhunun yok olduğunu görmek ise çok üzücü.
Cumartesi günü tüm bunlar olurken Pride gönüllülerinin bir araya geldiği bir buluşma gerçekleştirdik. Daha 19-20 yaşlarında, yeni yeni açılan, hiç LGBT ortamlarda bulunmamış bir sürü insan vardı. Hepsi bizimle ve birbirleriyle buluşmanın, yalnız olmadıklarını hissetmenin onlar için ne kadar önemli olduğunu söylediler giderken; akşam eve geldiğimde de buluşmada ona destek olduğumuz için ailesine açılma cesaretini bulabildiğini söyleyen birinin teşekkür maili bekliyordu beni.
Bir yanda gerçekten Pride'a ve Pride organizasyonunun onlara sağladığı destek mekanizmalarına ihtiyacı olanlar, bir yanda da kişisel hırsları peşinde koşarak Pride'ı duvara toslatan organizatörler. Gerçekten çok üzülüyor insan.
Bu sırada bu adam ve ekürisi arasında bizim yaptığımız işleri çalıp kendi yapmış gibi gösterme, Yönetim Kurulu'na yalan söyleyerek insanlara çamur atmaya çalışma, ne kadar kendinden 20 yaş küçük erkek varsa hepsiyle kimin eli kimin cebinde oynayıp bunun karşılığında komitede rol vaat etme türü şeyler oluyor. Torpilcilik, yaranmacılık, çıkarcılık ve sırttan bıçaklayıcılık had safhada anlayacağınız. Herkes kendi çıkarı için, "Bunu ben yaptım" diye Pride günü böbürlenebilmek için hareket ediyor, Pride'a ne olduğu ve Pride ruhunun ne anlama geldiği kimsenin umrunda değil. Yönetim anlayışı böyle olduğu için de 3-5 senede bir belediyenin ihaleyle verdiği Onur Haftası'nı organize etme hakkını kazanan her grup başarısız oluyor.
Haftasonu bu konuda yaşanan pek çok grup içi tartışmadan sonra dün akşam sonunda Pride filmini izledim. 1984 İngilteresinde uzun süreli bir madenci grevi sırasında "Polis, hükümet, medya, bize düşman olan herkes aynı zamanda grevde olan maden işçilerine de düşman" diye düşünen bir grup Londralı eşcinselin Galler'deki küçük bir madenci kasabasıyla dayanışmasını anlatan, gerçek hikayeye dayalı bir filmdi. Hem madenciler, hem de büyük şehirli eşcinsellerin ilk başta birlik olmak istememelerine rağmen insanların bireysel hislerini, şüphelerini, çıkarlarını bir kenara bırakarak ortak bir amaç için bir araya gelmesini izlemek gerçekten çok moral vericiydi. O birlik ve beraberlik hissinin yerini kişisel çıkarların aldığını, o eski Pride ruhunun yok olduğunu görmek ise çok üzücü.
Cumartesi günü tüm bunlar olurken Pride gönüllülerinin bir araya geldiği bir buluşma gerçekleştirdik. Daha 19-20 yaşlarında, yeni yeni açılan, hiç LGBT ortamlarda bulunmamış bir sürü insan vardı. Hepsi bizimle ve birbirleriyle buluşmanın, yalnız olmadıklarını hissetmenin onlar için ne kadar önemli olduğunu söylediler giderken; akşam eve geldiğimde de buluşmada ona destek olduğumuz için ailesine açılma cesaretini bulabildiğini söyleyen birinin teşekkür maili bekliyordu beni.
Bir yanda gerçekten Pride'a ve Pride organizasyonunun onlara sağladığı destek mekanizmalarına ihtiyacı olanlar, bir yanda da kişisel hırsları peşinde koşarak Pride'ı duvara toslatan organizatörler. Gerçekten çok üzülüyor insan.
Tuesday, 19 August 2014
the langham
Dün akşam hayatımın en garip akşamlarından birini geçirdim. Netten tanıştığım biriyle akşamüstü bir şeyler içmek için buluştuk. İlk görüşmemiz olduğundan ve ertesi günü İzmir'e gidiş için hazırlanmam gerektiğinden en fazla iki kadeh şarap içer dönerim diye düşünüyordum. Laf lafı açtı, şaraplar viskilere dönüştü, bir baktık dört saattir aynı masada oturuyoruz, bar kapanmak üzere. Bazen fiziksel temasa ne kadar ihtiyaç duyduğumuzdan, birine sarılarak oturup televizyon izlemenin, uyumanın ne güzel şey olduğundan bahsetmiştik; konu oradan oraya nasıl geldi hatırlamıyorum ama birden hadi bir otel odası tutalım ve sarılalım diye karar verdik.
Sarılma arkadaşımın otel masrafını iş yerine takmayı teklif etmesi ve Lady Gaga'nın Londra'ya geldiğinde kaldığı otelde kalmakta ısrar etmesi üzerine gecenin bir vakti Londra'nın en lüks beş yıldızlı otellerinden birine gidip iki odalı, iki banyolu geceliği 400 küsür pound'luk dev bir süit tuttuk. Hayatımda o kadar lüks ve büyük bir otel odası görmemiştim, tamamen masal gibiydi. Minibarı boşaltıp bütün gece sarılarak Family Guy izledik, ufak tefek bir sürü şeyden konuştuk, sonra da sabaha karşı birbirimizi spoon'layarak uyuduk. Sabah uyandık, yine konuştuk, birkaç saat daha sarıldık otelden çıkana kadar.
Kimsenin kimseye değil dokunmak, göz göze gelmekten bile kaçındığı metropol yaşantısında böyle bir deneyim yaşamanın ne kadar insanın içini acıtacak derecede güzel bir şey olduğunu kelimelere dökemiyorum. Bir daha görüşmesek bile hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri olacak kesinlikle.
İşin acayip yanı, aşağı yukarı 12 yaşından beri kendimi "ruh ikizi" türü bir insanla hayal ettiğimde, onu rüyamda gördüğümde hep böyle herkesi geride bırakıp sadece bize ait bir mekana çekilip saatlerce konuşmanın, sarılmanın, sadece ikimiz olmanın tadını çıkardığımızı hayal ederim. Dün gece hayatımda ilk kez gerçek hayatta o hissin aynını tatmış oldum. Çok güzeldi. Bu insanın "ruh eşim" falan olduğu düşüncesinde değilim, ama bu his kesinlikle o rüyadaki his. Daha istiyorum.
Sarılma arkadaşımın otel masrafını iş yerine takmayı teklif etmesi ve Lady Gaga'nın Londra'ya geldiğinde kaldığı otelde kalmakta ısrar etmesi üzerine gecenin bir vakti Londra'nın en lüks beş yıldızlı otellerinden birine gidip iki odalı, iki banyolu geceliği 400 küsür pound'luk dev bir süit tuttuk. Hayatımda o kadar lüks ve büyük bir otel odası görmemiştim, tamamen masal gibiydi. Minibarı boşaltıp bütün gece sarılarak Family Guy izledik, ufak tefek bir sürü şeyden konuştuk, sonra da sabaha karşı birbirimizi spoon'layarak uyuduk. Sabah uyandık, yine konuştuk, birkaç saat daha sarıldık otelden çıkana kadar.
Kimsenin kimseye değil dokunmak, göz göze gelmekten bile kaçındığı metropol yaşantısında böyle bir deneyim yaşamanın ne kadar insanın içini acıtacak derecede güzel bir şey olduğunu kelimelere dökemiyorum. Bir daha görüşmesek bile hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri olacak kesinlikle.
İşin acayip yanı, aşağı yukarı 12 yaşından beri kendimi "ruh ikizi" türü bir insanla hayal ettiğimde, onu rüyamda gördüğümde hep böyle herkesi geride bırakıp sadece bize ait bir mekana çekilip saatlerce konuşmanın, sarılmanın, sadece ikimiz olmanın tadını çıkardığımızı hayal ederim. Dün gece hayatımda ilk kez gerçek hayatta o hissin aynını tatmış oldum. Çok güzeldi. Bu insanın "ruh eşim" falan olduğu düşüncesinde değilim, ama bu his kesinlikle o rüyadaki his. Daha istiyorum.
Sunday, 17 August 2014
holiday, our republic on the beach
Son birkaç ay o kadar hızlı geçti ki... Haziran ayının tamamını Pride için koşturarak geçirdikten ve 28 Haziran'da Londra'nın süper bir Pride geçirmesine katkıda bulunduktan sonra İzmir'e dönerek Çeşmeli, Marmarisli, Sakız Adalı uzun bir tatil yaptım. Sakız'ın en sevdiğim yerlerinden birinde dünyadaki en sevdiğim olan annemle deniz kıyısında, ay ışığı altında bir Browni kekin üzerine diktiğim mumu üfleyerek 25 yaşımı doldurdum.
Haftaya yine Türkiye'ye gidip bir tatil daha yapacağım, birkaç haftalığına iş kurma muhabbetlerimi halletmek için Londra'ya geldim. Bilmiyorsanız özetle durumum şu: İngiltere'ye taşındığımdan beri çalışma vizelerine başvurmak için gereken koşulların çok sıkılaşması sonucu ülkede kalabilmemin tek yolu olan Ankara Anlaşması'na başvurmak durumunda kaldım. İki kilo belge hazırladıktan ve iş planım için bir sürü para bayıldıktan sonra vizeye başvurdum ve dört buçuk aylık bir bekleyiş sonucu vizem çıktı. Bu vizeyle sadece serbest çalışan olarak iş yapabiliyorum, o yüzden işten ayrılmak zorunda kaldım.
Buraya geldiğimden beri muhasebeydi, websitesiydi, kartvizitti, vergi kayıtlarıydı, bilmem neydi şeklinde uğraşıp duruyorum. Hepsini hallettim, ama bir türlü serbest meslek kulvarındaki ilk işimi bulup siftah edemedim. Şu ana kadar ajans türü bir yerde çalışmadığım, hep kurum içi iletişim bölümlerinde çalıştığım için müşterilerimi alıp götürme şansım da olmadı. eBay gibi insanların işlere teklif verdikleri siteler sayesinde iş bulmaya çalışıyorum. Saatlik ücretimi ne kadar düşürürsem düşüreyim işleri hep Pakistanlı, Bangladeşli, doğru düzgün İngilizce konuşamayan ve benim bir saatlik ücretim karşılığı 10 saatlik iş yapan tipler kapıyor. Benim onların çalıştığı fiyata iş yapmam mümkün değil, kimseye de kendimi sömürttürmem zaten o şekilde.
İş bulmanın alternatif bir yolunu bulmam gerek. Freelance çalışan ve tavsiyesi olan varsa lütfen bir comment bıraksın!
Haftaya yine Türkiye'ye gidip bir tatil daha yapacağım, birkaç haftalığına iş kurma muhabbetlerimi halletmek için Londra'ya geldim. Bilmiyorsanız özetle durumum şu: İngiltere'ye taşındığımdan beri çalışma vizelerine başvurmak için gereken koşulların çok sıkılaşması sonucu ülkede kalabilmemin tek yolu olan Ankara Anlaşması'na başvurmak durumunda kaldım. İki kilo belge hazırladıktan ve iş planım için bir sürü para bayıldıktan sonra vizeye başvurdum ve dört buçuk aylık bir bekleyiş sonucu vizem çıktı. Bu vizeyle sadece serbest çalışan olarak iş yapabiliyorum, o yüzden işten ayrılmak zorunda kaldım.
Buraya geldiğimden beri muhasebeydi, websitesiydi, kartvizitti, vergi kayıtlarıydı, bilmem neydi şeklinde uğraşıp duruyorum. Hepsini hallettim, ama bir türlü serbest meslek kulvarındaki ilk işimi bulup siftah edemedim. Şu ana kadar ajans türü bir yerde çalışmadığım, hep kurum içi iletişim bölümlerinde çalıştığım için müşterilerimi alıp götürme şansım da olmadı. eBay gibi insanların işlere teklif verdikleri siteler sayesinde iş bulmaya çalışıyorum. Saatlik ücretimi ne kadar düşürürsem düşüreyim işleri hep Pakistanlı, Bangladeşli, doğru düzgün İngilizce konuşamayan ve benim bir saatlik ücretim karşılığı 10 saatlik iş yapan tipler kapıyor. Benim onların çalıştığı fiyata iş yapmam mümkün değil, kimseye de kendimi sömürttürmem zaten o şekilde.
İş bulmanın alternatif bir yolunu bulmam gerek. Freelance çalışan ve tavsiyesi olan varsa lütfen bir comment bıraksın!
Sunday, 8 June 2014
i love this house, gives me the greatest peace i've ever known
Şu an çalıştığım yerdeki insan kaynakları formlarından biri için 6-7 yıl önce İstanbul'da yaşadığım evin adresi lazım oldu. Hatırlamadığımdan anneme sordum, o vesileyle yakın zamanda o binanın yıkıldığını öğrendim.
Ben mekanlara çok bağlanan bir insanım. Ne zaman okuduğum bir okuldan, çalıştığım bir işyerinden, yaşadığım bir evden ayrılsam çok fena hüzünlenirim, çıktığımda hep arkamı dönüp son bir kez bakasım gelir. Bunun da ötesinde hayatımın en önemli anlarının çoğu o evde geçti. İlk kez kendi ayaklarım üzerinde durmaya başladığım ve yalnız yaşamanın tadını aldığım, şiddetli bir depresyonla boğuştuğum, ilk kız arkadaşımla ilk tanıştığım gün onu getirip ilk kez öptüğüm, İngiltere'ye taşınma kararı verdiğim, cinsel yönelimimle ilk kez barıştığım evdi. Bunların hepsi karakterimi ve kimliğimi büyük ölçüde şekillendiren anlardı, ve onları o evle bağdaştırmıştım.
Geçmişe ve içimde hala ukte kalan ilk kız arkadaşımla olan ilişkime özlem duyduğumda o ev ve çevresinde yaşadıklarımı düşünmek beni rahatlatıyordu. Geri döneceğimden değil belki, ama aklımda şöyle çılgınca bir düşünce vardı: Bir yerlerde, paralel bir evrende benim o evdeki, o ilk kız arkadaşla olan yaşantım devam ediyor. Bu evrende yaptığım hataları yapmadığım farklı bir zaman diliminde benim farklı bir versiyonum hala orada, hala onunla, ve mutlu. Evin yıkıldığını öğrenmek beni çok sarstı o yüzden.
Keşke yerlere bu kadar bağlanmasam.
Ben mekanlara çok bağlanan bir insanım. Ne zaman okuduğum bir okuldan, çalıştığım bir işyerinden, yaşadığım bir evden ayrılsam çok fena hüzünlenirim, çıktığımda hep arkamı dönüp son bir kez bakasım gelir. Bunun da ötesinde hayatımın en önemli anlarının çoğu o evde geçti. İlk kez kendi ayaklarım üzerinde durmaya başladığım ve yalnız yaşamanın tadını aldığım, şiddetli bir depresyonla boğuştuğum, ilk kız arkadaşımla ilk tanıştığım gün onu getirip ilk kez öptüğüm, İngiltere'ye taşınma kararı verdiğim, cinsel yönelimimle ilk kez barıştığım evdi. Bunların hepsi karakterimi ve kimliğimi büyük ölçüde şekillendiren anlardı, ve onları o evle bağdaştırmıştım.
Geçmişe ve içimde hala ukte kalan ilk kız arkadaşımla olan ilişkime özlem duyduğumda o ev ve çevresinde yaşadıklarımı düşünmek beni rahatlatıyordu. Geri döneceğimden değil belki, ama aklımda şöyle çılgınca bir düşünce vardı: Bir yerlerde, paralel bir evrende benim o evdeki, o ilk kız arkadaşla olan yaşantım devam ediyor. Bu evrende yaptığım hataları yapmadığım farklı bir zaman diliminde benim farklı bir versiyonum hala orada, hala onunla, ve mutlu. Evin yıkıldığını öğrenmek beni çok sarstı o yüzden.
Keşke yerlere bu kadar bağlanmasam.
Sunday, 25 May 2014
i love you all
En son işsizlik üzerine yazdığım yazıdan iki gün sonra kayıtlı olduğum bir iş bulma ajansından arayarak bana kısa süreli eleman arayan bir devlet kurumundan bahsettiler. Aynı ajans aracılığıyla daha önce başvurduğum işlerin hiç birinden dönüş olmadığından hiç işi alacağım beklentisinde olmadan başvurdum. Birkaç gün sonra görüşmeye çağırdılar.
Görüşmeyi yapan insanlar çok tersti ve onların bu negatif enerjisi, soru sorma tarzları vs. beni çok demoralize ettiğinden biraz panikledim ve istediğim cevapları veremedim. Görüşmeden çıktıktan sonra ajanstan arayıp nasıl geçtiğini sordular, kötü geçti dedim. Hayatım boyunca gittiğim en kötü iş görüşmelerinden biriydi hatta. Buna moralim bozulmuş bir halde arkadaşımla buluştum, sinemada izleyeceğimiz filmin saatinin gelmesini bekliyorduk. Tam o sırada ajans aradı, görüşmeyi yapanların en çok beni beğendiğini ve işi bana teklif ettiklerini söyledi. Hem az önce "çok kötü geçti" dediğim ajans çalışanı hem de ben çok şaşırdık. Görüştüğüm ve müdürüm olacak insanlardan iyi bir enerji almamama rağmen nasıl olsa altı hafta çalışacağım diye işi kabul ettim ve pazartesi günü başladım.
Bu işin tek olumlu yanı Westminster'da parlamentonun dibinde, nehir kıyısında, yemyeşil bir parkın tam karşısında çalışıyor olmam. Onun dışında ilk haftam çok boktandı. Bir iki kişi dışında birlikte çalıştığım herkes inanılmaz derecede soğuk ve ters. Normalde yeni gelenlere oryantasyon yapılır, hiç öyle bir şey yapmadan beni işin ortasına attılar. En temel şeylerin bile ne/nasıl/nerede olduğunu ben sormadan kimse söyleme gereği duymadı. Kurumun yaptığı iş zaten inanılmaz teknik ve sıkıcı, o teknik bilgiye sahip olmadığımdan duyduğum ve okuduğum şeylerin çoğunu anlamıyorum, toplantılarda bahsedilen projelerin ne olduğunu açıklamayı da akıl edemiyor kimse. Bir de devlet kurumu olduğundan her şey ve herkes çok resmi; eski iş yerlerimde olduğu gibi kot-spor ayakkabı işe gidemiyorum, her şey %100 prosedürüne göre yapılıyor, çok katı kurallar var. O yüzden bütün hafta çok dışlanmış hissetmenin yanında bir hata yapacağım diye çok fena diken üstündeydim. Hem fiziksel, hem de ruhen bu kadar yorulduğum başka bir hafta daha hatırlamıyorum son yıllarda.
Bir daha hayatta kamu sektörüne adımımı dahi atmam. Hiç bana göre bir ortam değil.
**
Mayıs ayı boyunca izlediğim, bende iz bırakan ve yeniden izlemek için buraya kendime not düştüğüm filmler:
- The Great Beauty (Blue is the Warmest Colour'dan sonra en sevdiğim filmler listesinde anında iki numaraya oturdu)
- Princess Mononoke
- Paris, Texas
- WALL-E
- Frank
- The Two Faces of January (ve hatta BFI'daki özel gösterimde dünya gözüyle Kirsten Dunst, Viggo Mortensen, Oscar Isaac ve Hossein Amini görmüş oldum)
The Great Beauty hakkında uzun uzun yazmam gerek zamanım olduğunda.
Sizi Michael Fassbender'lı Frank şarkısıyla bırakıyorum:
Görüşmeyi yapan insanlar çok tersti ve onların bu negatif enerjisi, soru sorma tarzları vs. beni çok demoralize ettiğinden biraz panikledim ve istediğim cevapları veremedim. Görüşmeden çıktıktan sonra ajanstan arayıp nasıl geçtiğini sordular, kötü geçti dedim. Hayatım boyunca gittiğim en kötü iş görüşmelerinden biriydi hatta. Buna moralim bozulmuş bir halde arkadaşımla buluştum, sinemada izleyeceğimiz filmin saatinin gelmesini bekliyorduk. Tam o sırada ajans aradı, görüşmeyi yapanların en çok beni beğendiğini ve işi bana teklif ettiklerini söyledi. Hem az önce "çok kötü geçti" dediğim ajans çalışanı hem de ben çok şaşırdık. Görüştüğüm ve müdürüm olacak insanlardan iyi bir enerji almamama rağmen nasıl olsa altı hafta çalışacağım diye işi kabul ettim ve pazartesi günü başladım.
Bu işin tek olumlu yanı Westminster'da parlamentonun dibinde, nehir kıyısında, yemyeşil bir parkın tam karşısında çalışıyor olmam. Onun dışında ilk haftam çok boktandı. Bir iki kişi dışında birlikte çalıştığım herkes inanılmaz derecede soğuk ve ters. Normalde yeni gelenlere oryantasyon yapılır, hiç öyle bir şey yapmadan beni işin ortasına attılar. En temel şeylerin bile ne/nasıl/nerede olduğunu ben sormadan kimse söyleme gereği duymadı. Kurumun yaptığı iş zaten inanılmaz teknik ve sıkıcı, o teknik bilgiye sahip olmadığımdan duyduğum ve okuduğum şeylerin çoğunu anlamıyorum, toplantılarda bahsedilen projelerin ne olduğunu açıklamayı da akıl edemiyor kimse. Bir de devlet kurumu olduğundan her şey ve herkes çok resmi; eski iş yerlerimde olduğu gibi kot-spor ayakkabı işe gidemiyorum, her şey %100 prosedürüne göre yapılıyor, çok katı kurallar var. O yüzden bütün hafta çok dışlanmış hissetmenin yanında bir hata yapacağım diye çok fena diken üstündeydim. Hem fiziksel, hem de ruhen bu kadar yorulduğum başka bir hafta daha hatırlamıyorum son yıllarda.
Bir daha hayatta kamu sektörüne adımımı dahi atmam. Hiç bana göre bir ortam değil.
**
Mayıs ayı boyunca izlediğim, bende iz bırakan ve yeniden izlemek için buraya kendime not düştüğüm filmler:
- The Great Beauty (Blue is the Warmest Colour'dan sonra en sevdiğim filmler listesinde anında iki numaraya oturdu)
- Princess Mononoke
- Paris, Texas
- WALL-E
- Frank
- The Two Faces of January (ve hatta BFI'daki özel gösterimde dünya gözüyle Kirsten Dunst, Viggo Mortensen, Oscar Isaac ve Hossein Amini görmüş oldum)
The Great Beauty hakkında uzun uzun yazmam gerek zamanım olduğunda.
Sizi Michael Fassbender'lı Frank şarkısıyla bırakıyorum:
Monday, 5 May 2014
slave to the wage
En son çalıştığım yerdeki kontratım bir ay önce sona erdiğinden beri bahar zamanı işsiz olmanın tadını çıkarıyorum. Son bir ayı British Museum'un altını üstüne getirerek, bol bol yürüyerek, öğleden sonraları Starbucks'ta kitabımla güneşlenerek ve haftada 3-4 kez sinemaya giderek geçirdim. En güzeli de bunları ya para ödemeden ya da olabildiğince az para harcayarak yapmış olmam.
Bundan önceki işsizlik dönemim yüksek lisansımı bitirdikten sonra ilk kez iş arıyor olduğum dönemdi. O zamanlar çalışıp para kazanmanın nasıl bir his olduğuna dair en ufak bir fikrim olmadığından rahatlıkla anne parası yiyor ve evde sıkıldıkça eBay'e sararak bir sürü gereksiz harcama yapıyordum. Bu sefer de boş olduğumdan yine abartılı bir tüketim döngüsüne gireceğimden endişe ediyordum, ama tam tersine harcamalarımı büyük oranda kıstım bu aralar. Parasızlıktan değil, sadece emek verip kazandığım parayı gereksiz şeylere harcamak içime oturduğundan.
Bu tutumluluk döneminde iyice farkına vardım ki, Londra'da beleşe yapılabilecek milyon tane şey var, özellikle de merkezi bir yerde yaşıyorsanız. Müzeler ücretsiz, evimin dibindeki British Museum'da her gün yarım saatte bir bedava galeri turları düzenleniyor. Yine yakınlardaki British Library'de bedava mesleki gelişim seminerleri düzenleniyor bir sürü. Üniversite semtinde yaşadığımdan birkaç üniversiteye yürüme mesafesindeyim, çoğunda öğlen ve akşamları çok ilgi çekici konuşma ve seminerler oluyor. Eskiden üşenip metroyla gittiğim Leicester Square'e 25 dakikada yürüyebildiğimi keşfettiğimden beri haftada birkaç kez gidiyorum, Prince Charles sinemasında gündüz gösterimleri çok ucuz ve her hafta bir seansa £1 bilet satıyorlar. Ayrıca Leicester Square'deki film premiere'lerinin yapıldığı büyük sinemalarda çoğu filmin vizyona girmeden bedava ön gösterimleri oluyor, bedava yemeli içmeli falan, eğer nereye bakacağınızı bilirseniz. Tüm bunlardan sonra güneş kremim, Kindle'ım ve iPad'imle birlikte Starbucks'ın dış masalarından birine kurulup güneşin tadını çıkarmak istediğimde de bir filtre kahve aldıktan sonra devamı bedava.
İlkbaharda Londra işsiz olmak için güzel bir ortam kesinlikle.
Bundan önceki işsizlik dönemim yüksek lisansımı bitirdikten sonra ilk kez iş arıyor olduğum dönemdi. O zamanlar çalışıp para kazanmanın nasıl bir his olduğuna dair en ufak bir fikrim olmadığından rahatlıkla anne parası yiyor ve evde sıkıldıkça eBay'e sararak bir sürü gereksiz harcama yapıyordum. Bu sefer de boş olduğumdan yine abartılı bir tüketim döngüsüne gireceğimden endişe ediyordum, ama tam tersine harcamalarımı büyük oranda kıstım bu aralar. Parasızlıktan değil, sadece emek verip kazandığım parayı gereksiz şeylere harcamak içime oturduğundan.
Bu tutumluluk döneminde iyice farkına vardım ki, Londra'da beleşe yapılabilecek milyon tane şey var, özellikle de merkezi bir yerde yaşıyorsanız. Müzeler ücretsiz, evimin dibindeki British Museum'da her gün yarım saatte bir bedava galeri turları düzenleniyor. Yine yakınlardaki British Library'de bedava mesleki gelişim seminerleri düzenleniyor bir sürü. Üniversite semtinde yaşadığımdan birkaç üniversiteye yürüme mesafesindeyim, çoğunda öğlen ve akşamları çok ilgi çekici konuşma ve seminerler oluyor. Eskiden üşenip metroyla gittiğim Leicester Square'e 25 dakikada yürüyebildiğimi keşfettiğimden beri haftada birkaç kez gidiyorum, Prince Charles sinemasında gündüz gösterimleri çok ucuz ve her hafta bir seansa £1 bilet satıyorlar. Ayrıca Leicester Square'deki film premiere'lerinin yapıldığı büyük sinemalarda çoğu filmin vizyona girmeden bedava ön gösterimleri oluyor, bedava yemeli içmeli falan, eğer nereye bakacağınızı bilirseniz. Tüm bunlardan sonra güneş kremim, Kindle'ım ve iPad'imle birlikte Starbucks'ın dış masalarından birine kurulup güneşin tadını çıkarmak istediğimde de bir filtre kahve aldıktan sonra devamı bedava.
İlkbaharda Londra işsiz olmak için güzel bir ortam kesinlikle.
Friday, 11 April 2014
flare 2014 pt.2
Önceki hafta sona eren Londra LGBT Film Festivali BFI Flare kapsamında izlediğim Violette Leduc, In Pursuit Of Love (Violette Leduc, La Chasse à L'amour) filmi için büyük umutlarım vardı. Simone de Beauvoir'ın kanatları altına aldığı, daha sonra de Beauvoir'a aşık olan ama aşkına karşılık bulamayan yazar Violette Leduc'ün biyografisi çok daha ilgi çekici olabilirdi, ama maalesef Leduc'ün kendisinden çok hayatındaki insanların onun hakkındaki görüşleri üzerine kurulmuş, kendini zor izleten bir filmdi (4/10). Şansım ise filmin Extrasystole adlı bir kısa filmle birlikte gösterilmesiydi. Fransız liseli bir kızın edebiyat öğretmenine olan platonik aşkını anlatan, beklenmedik güzellikteki Extrasystole'ün, tam da ekstra kalp atışları (ekstrasistol) ile cebelleşmekte olduğum şu günlerde karşıma çıkması ve başroldeki kızın benim o günkü siyah Balenciaga Day çantamın birebir aynısını taşıyor olması acayip bir histi.
Edebiyat temasıyla devam ederek aynı akşam Amerikalı şair Elizabeth Bishop ile Brezilyalı mimar Lota de Macedo Soares'in aşkını anlatan Reaching for the Moon filmini izledim. Yazarlığın yalnızlığı, alkolizm, depresyon gibi konuların işlendiği, bitince yerinizden kalkamadığınız, sinema salonu boşalırken birkaç dakika koltuğunuzda oturup kendinize gelme ihtiyacı duyduğunuz filmlerdendi. İçimde deli gibi bir her şeyi bırakıp Rio'ya gitme ve Flamengo Parkı'nı görme, şiir insanı olmasam da Elizabeth Bishop okuma isteği uyandı (7.5/10).
Bir sonraki gösterimim You're the One, Aren't You? adlı bir kısa film koleksiyonuydu. Arka arkaya bir sürü kısa film izlemeye bayılıyorum, insan asla neyle karşılaşacağını bilemiyor. "Bu da neydi öyle" dedirtecek acayiplikte ve "Oha buna bayıldım" dedirtecek güzellikte filmleri keşfetme fırsatı süper bir şey. Bu seneki kısa filmler arasında hem acayipler, hem güzeller vardı, hepsi de izlemeye değerdi (özellikle What's Your Sign, Dream Date ve Neighbours'ı çok beğendim). Olur da gelecekte Youtube ve türevlerinden bulup izlemek istediğim olursa diye buraya isimlerini not ediyorum.
Kısalardan sonraki filmim Who's Afraid of Vagina Wolf, Guinevere Turner delisi olarak en heyecanla beklediğim filmlerdendi. Eğlenceli ancak iz bırakmayan filmle biraz hayal kırıklığına uğradıktan sonra The L Word ve Go Fish'ten tanıyor olabileceğiniz, American Psycho'nun senaristi olan ve festivalde 2010 yılında The Owls filmi gösterilen ancak kendisi gelmeyen Guinevere Turner'ı bu kez bir metre öteden dünya gözüyle görme şansı yakalamak benim için festivalin en heyecan verici anlarındandı (film 7/10, Guinevere 10/10).
Son olarak festivalin kapanış filmi 52 Tuesdays'e gittim. 16 yaşında cinsel kimliğini yeni yeni keşfetmeye başlamış olan Billie'nin erkekliğe geçiş yapmakta olan trans annesi tarafından babasıyla yaşamaya gönderilmesi ve annesiyle bir yıl boyunca sadece Salı günleri görüşmeleri üzerine kurulu olan filmin çekimleri bir yıl boyunca sadece Salı günleri yapılmış. Hepsi amatör olan aktörlere her seferinde sadece o bir haftanın ve sadece kendi sahnelerinin metni verilmiş, ve alışılmadık bir şekilde kronolojik olarak yapılan çekimler sayesinde bir yıl boyunca hem Billie'yi hem de annesini canlandıran oyuncuların fiziksel değişimi takip edilebiliyor. Çok değişik, düşündürücü ve mutlaka izlenesi bir filmdi (8.5/10). Bulsam da tekrar izlesem.
Özetlemem gerekirse festivaldeki favori filmlerim bunlar oldu:
1. Dual (Dvojina)
2. 52 Tuesdays
3. My Prairie Home
2015 festivalini sabırsızlıkla bekliyorum şimdiden.
Elizabeth Bishop'un One Art şiiriyle bitireyim:
The art of losing isn't hard to master;
so many things seem filled with the intent
to be lost that their loss is no disaster.
Lose something every day. Accept the fluster
of lost door keys, the hour badly spent.
The art of losing isn't hard to master.
Then practice losing farther, losing faster:
places, and names, and where it was you meant
to travel. None of these will bring disaster.
I lost my mother’s watch. And look! my last, or
next-to-last, of three loved houses went.
The art of losing isn't hard to master.
I lost two cities, lovely ones. And, vaster,
some realms I owned, two rivers, a continent.
I miss them, but it wasn't a disaster.
—Even losing you (the joking voice, a gesture
I love) I shan't have lied. It's evident
the art of losing's not too hard to master
though it may look like (Write it!) like disaster.
Tuesday, 8 April 2014
you could try sears
Biraz önce (Türkiye'deki) bir online dating sitesinde hayatımda hiç görmediğim, konuşmadığım ve kim olduğuna dair en ufak bir fikrim olmayan alakasız bir insandan "Çok kilo almışsın" diye bir mesaj aldım. Yıllardır İzmir'e ayda yılda bir gittiğimden beni nerede gördü de kilo hesabı yaptı bilmiyorum, kendisi fotoğraf koyacak cesareti dahi gösteremediğinden kimdir nedir bilemeyeceğim.
17 yaşındayken İstanbul'a taşınmamın hemen ardından bana depresyon tanısı konuldu ve üç sene kadar yüksek dozda antidepresan kullanmak zorunda kaldım. O antidepresanların bir yan etkisi olarak da çok kısa zamanda çok fazla kilo aldım. O zamandan beri ailemden, arkadaşlarımdan, arkadaş diyemeyeceğim tanıdıklardan ve hatta hiç görmediğim ve beni sadece internette gördüğü fotoğraflardan bilen insanlardan "Çok kilo almışsın" lafını yüzlerce kez işitmişimdir ("Biraz kilo verirsen tekrar birlikte olmayı düşünebilirim" diye lütfeden eski sevgilime selam olsun). Bu mesaj da o sitede alakam dahi olmayan birinden aldığım ilk kilo almışsın mesajı değil.
Birkaç sene önce böyle bir laf benim günlerce moralimi bozar, belki beni oturup ağlatırdı. Ama şu anda bir insanın nasıl tanımadığı birine gidip görünümü hakkında bu tür bir yorum yapmayı "normal" bir davranış olarak gördüğü ve neden böyle bir şey yapma gereği duyduğunu merak etmenin ötesinde bir tepkim olmadı. Sinirlenmek ya da üzülmek yerine "Wtf?!" diye düşündüm. O yüzden kendime tebrik amaçlı bir blog yazısı yazmak istedim.
Doruk noktasındayken intiharvari düşüncelere kadar uzanacak derecede vücut imajı problemleri olan bir insandım, hala da bunların üstesinden gelmiş sayılmam. Ama belli ki vücudumla barışmaya sonunda başlamışım.
Darısı bunun gibi fotoğrafsızların başına.
17 yaşındayken İstanbul'a taşınmamın hemen ardından bana depresyon tanısı konuldu ve üç sene kadar yüksek dozda antidepresan kullanmak zorunda kaldım. O antidepresanların bir yan etkisi olarak da çok kısa zamanda çok fazla kilo aldım. O zamandan beri ailemden, arkadaşlarımdan, arkadaş diyemeyeceğim tanıdıklardan ve hatta hiç görmediğim ve beni sadece internette gördüğü fotoğraflardan bilen insanlardan "Çok kilo almışsın" lafını yüzlerce kez işitmişimdir ("Biraz kilo verirsen tekrar birlikte olmayı düşünebilirim" diye lütfeden eski sevgilime selam olsun). Bu mesaj da o sitede alakam dahi olmayan birinden aldığım ilk kilo almışsın mesajı değil.
Birkaç sene önce böyle bir laf benim günlerce moralimi bozar, belki beni oturup ağlatırdı. Ama şu anda bir insanın nasıl tanımadığı birine gidip görünümü hakkında bu tür bir yorum yapmayı "normal" bir davranış olarak gördüğü ve neden böyle bir şey yapma gereği duyduğunu merak etmenin ötesinde bir tepkim olmadı. Sinirlenmek ya da üzülmek yerine "Wtf?!" diye düşündüm. O yüzden kendime tebrik amaçlı bir blog yazısı yazmak istedim.
Doruk noktasındayken intiharvari düşüncelere kadar uzanacak derecede vücut imajı problemleri olan bir insandım, hala da bunların üstesinden gelmiş sayılmam. Ama belli ki vücudumla barışmaya sonunda başlamışım.
Darısı bunun gibi fotoğrafsızların başına.
Sunday, 6 April 2014
flare 2014 pt.1
Bütün bir yıl heyecanla beklediğim BFI Flare: London LGBT Film Festival geçen Pazar sona erdi. Programı ilk gördüğümde biraz hayal kırıklığına uğramıştım, ama izlediğim filmlerin biri dışında hepsinden çok memnun kaldım. Bu festivale altı yıldır katılıyorum, denk geldiğim en başarılı programlardan biriydi.
Festivalin açılışını 'gay best friend' anlamına gelen G.B.F. ile yaptım. Mean Girls gibi kült statüsüne erişecek bir film olmamakla beraber uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Özellikle filme girerken verilen ve aşağıda görmekte olduğunuz argo sözlüğü süperdi. Lise filmlerini seviyorsanız, political correctness kavramını boşverip kahkahalarla gülmek istiyorsanız ve zaman zaman yüz buruşturtacak derecede kötü olan oyunculuklar sizi rahatsız etmeyecekse izlemenizi tavsiye ederim (benim gibi fanatik Mean Girls hayranıysanız filmin sonundaki prom sahnesi ile Mean Girls'ün sonundaki prom sahnesinde aynı şarkının çaldığını fark edeceksiniz). (7/10)
İkinci filmim Valencia: The Movie/S idi. 90'lar San Francisco'sunda yaşayan Michelle adlı queer bir kadının otobiyografisinin her bir bölümünün birbirinden tamamen bağımsız çalışan 20 farklı yönetmen tarafından kısa film haline getirilmesiyle oluşan bir projeydi. Geçen yıllarda filmlerini festival kapsamında büyük zevkle izlediğim Cheryl Dunye o 20 yönetmenden biri olduğundan bu filmi sabırsızlıkla bekliyordum. Karakterlerin her bir filmde değişmesi ve Michelle'in karşımıza kadın, trans erkek, bufalo ve hatta şişme bebek olarak çıkması bazıları için hikayeyi takip etmeyi zorlaştırsa da benim için narratif kavramının altını üstüne getiren, film yapımına yepyeni bir açıdan bakan bir yaklaşımdı, izlemekten büyük zevk aldım. En kısa zamanda Michelle'in otobiyografisini okumayı planlıyorum. Bu arada izlerken karşınıza Lynn Breedlove, ve The Real L Word izlediyseniz Whitney'nin eski sevgililerinden biri çıkacak. (7.5/10)
Bir sonraki filmim Dual'a (orijinal adıyla Dvojina) beni ziyaret etmekte olan ve yalnız bırakmak istemediğim annemi götürdüm. İkimiz de hem filme, hem karakterlere, hem de açılış şarkısına bayıldık. Festivalde en sevdiğim ve hatta Blue is the Warmest Colour'dan sonraki favori lezbiyen filmim diyebilirim, inanılmaz tatlı bir filmdi. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim, o yüzden spoil etmemek için konudan bahsetmeyeceğim. Bulabilirsem tekrar izlemek istiyorum bu aralar. (9/10)
Daha sonra Rae Spoon'un My Prairie Home filmini ve filme eşlik eden canlı performansını izledim. Geçen seneki festivalde Youtube'da butch olmak ve femme sevmek temalı monologlarına denk gelmiş olabileceğiniz Ivan Coyote ile olan Gender Failure performansını izlediğimden beri Rae Spoon iPod'umda kendine büyük bir yer edinmişti. Uzun zamandır izlemek istediğim filmini bizzat kendisinin de katılımıyla izlemek bambaşka bir histi; filmdeki memleketine sığamadığı için daha büyük şehirlere yelken açmak ama bir yandan da hep yolun doğup büyünen yere düşmesi teması bana çok dokundu. Rae Spoon'un 18-19 yaşlarındaykenki ilk aşkına şarkı söylediği sırada festival programcılarının sahne önünde ayağa fırlayıp dans etmeye başladığı an benim için festival tarihinin en unutulmazlarından. (8.5/10)
Extrasystole, Violette Leduc: In Pursuit of Love, Reaching for the Moon, You're the One Aren't You, Who's Afraid of Vagina Wolf ve 52 Tuesdays'den yarın bahsedeceğim.
Festivalin açılışını 'gay best friend' anlamına gelen G.B.F. ile yaptım. Mean Girls gibi kült statüsüne erişecek bir film olmamakla beraber uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Özellikle filme girerken verilen ve aşağıda görmekte olduğunuz argo sözlüğü süperdi. Lise filmlerini seviyorsanız, political correctness kavramını boşverip kahkahalarla gülmek istiyorsanız ve zaman zaman yüz buruşturtacak derecede kötü olan oyunculuklar sizi rahatsız etmeyecekse izlemenizi tavsiye ederim (benim gibi fanatik Mean Girls hayranıysanız filmin sonundaki prom sahnesi ile Mean Girls'ün sonundaki prom sahnesinde aynı şarkının çaldığını fark edeceksiniz). (7/10)
İkinci filmim Valencia: The Movie/S idi. 90'lar San Francisco'sunda yaşayan Michelle adlı queer bir kadının otobiyografisinin her bir bölümünün birbirinden tamamen bağımsız çalışan 20 farklı yönetmen tarafından kısa film haline getirilmesiyle oluşan bir projeydi. Geçen yıllarda filmlerini festival kapsamında büyük zevkle izlediğim Cheryl Dunye o 20 yönetmenden biri olduğundan bu filmi sabırsızlıkla bekliyordum. Karakterlerin her bir filmde değişmesi ve Michelle'in karşımıza kadın, trans erkek, bufalo ve hatta şişme bebek olarak çıkması bazıları için hikayeyi takip etmeyi zorlaştırsa da benim için narratif kavramının altını üstüne getiren, film yapımına yepyeni bir açıdan bakan bir yaklaşımdı, izlemekten büyük zevk aldım. En kısa zamanda Michelle'in otobiyografisini okumayı planlıyorum. Bu arada izlerken karşınıza Lynn Breedlove, ve The Real L Word izlediyseniz Whitney'nin eski sevgililerinden biri çıkacak. (7.5/10)
Bir sonraki filmim Dual'a (orijinal adıyla Dvojina) beni ziyaret etmekte olan ve yalnız bırakmak istemediğim annemi götürdüm. İkimiz de hem filme, hem karakterlere, hem de açılış şarkısına bayıldık. Festivalde en sevdiğim ve hatta Blue is the Warmest Colour'dan sonraki favori lezbiyen filmim diyebilirim, inanılmaz tatlı bir filmdi. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim, o yüzden spoil etmemek için konudan bahsetmeyeceğim. Bulabilirsem tekrar izlemek istiyorum bu aralar. (9/10)
Daha sonra Rae Spoon'un My Prairie Home filmini ve filme eşlik eden canlı performansını izledim. Geçen seneki festivalde Youtube'da butch olmak ve femme sevmek temalı monologlarına denk gelmiş olabileceğiniz Ivan Coyote ile olan Gender Failure performansını izlediğimden beri Rae Spoon iPod'umda kendine büyük bir yer edinmişti. Uzun zamandır izlemek istediğim filmini bizzat kendisinin de katılımıyla izlemek bambaşka bir histi; filmdeki memleketine sığamadığı için daha büyük şehirlere yelken açmak ama bir yandan da hep yolun doğup büyünen yere düşmesi teması bana çok dokundu. Rae Spoon'un 18-19 yaşlarındaykenki ilk aşkına şarkı söylediği sırada festival programcılarının sahne önünde ayağa fırlayıp dans etmeye başladığı an benim için festival tarihinin en unutulmazlarından. (8.5/10)
Extrasystole, Violette Leduc: In Pursuit of Love, Reaching for the Moon, You're the One Aren't You, Who's Afraid of Vagina Wolf ve 52 Tuesdays'den yarın bahsedeceğim.
Subscribe to:
Posts (Atom)