Haftaya D ve ben doğumgünümü kutlamak için Belçika'ya gidiyoruz. Göreceğimiz yerlerden, yemek yiyeceğimiz mekanlara kadar her şey ayarlandı. Ama içimde bu gezinin gerçek olamayacak kadar güzel olduğuna ve her an iptal olabileceğine inanan, kendimi çok umutlandırmamamı söyleyen bir ses var bu planlar yapıldığından beri. Bu aralar kafam o kadar meşgul ki bahsettim mi hatırlamıyorum, D'nin lenf bezinde bir kütle bulundu, doktoru tehlikeli bir şey olabileceğinden korkuyor, henüz ne olduğu belli değil. Onunla ilgili bir sorun çıkmasından korkuyorum.
Aynı zamanda D'nin annesinin sağlık durumu kötü, çok bencilce biliyorum ama ona bir şey olacağından ve her şeyin iptal olacağından endişe duyuyorum.
Bir de bunların üzerine şu anda diğer kız arkadaşla ilişkilerinin geleceği üzerine bir konuşma yapıyorlar. Ne konuşulduğunu deli gibi merak ediyorum. Ayrılırlarsa gerçekten Londra'nın dört bir yanında kına arayıp bulup bir taraflarıma yakacağım. Ve hatta buraya fotoğrafını koyabilirim.
Son iki haftada 20 tane falan iş başvurusu yaptım. Hiçbirinden cevap yok. Otomatik cevap falan gönderir insan. Sinir oluyorum.
Boğazı ağrıyınca "Boğazlarım ağrıyor" diyen insanlara da sinir olduğumu belirtmek istiyorum. Boğazın o, bir tane.
Bu aralar bedava ıvır zıvırlara takmış durumdayım. Parasını ödeyebilecek durumda olduğum halde bir şeyleri bedavaya getirmekten çok büyük bir zevk alıyorum, beleşin tadı bir başka oluyor gerçekten.
Showfilmfirst diye bir site var, sinema/tiyatro/komedi vs. türü etkinliklere sınırlı sayıda bedava bilet veriyor. O kadar sınırlı ki, anında kapmak gerekiyor. Ve nedense bu etkinliklerin çoğu evime yürüme mesafesinde denk geliyor. Geçen hafta Old Vic'te Democracy diye bir tiyatro oyununa gittim. O sıkıcı ötesi oyuna 25 pound ödeyenlere acımama rağmen evde boş boş oturmaktan iyiydi. Oyun sonrası TGI Fridays'te bedava yemek yedim. Şu anda az önce aldığım altı kutu bedava Grolsch'tan birini içiyorum. Çarşamba akşamı yine evin dibinde biletleri 25 pound'a satılan Saturday Night Live konsept sinemasına bedava gittim. Waterloo tren istasyonunun altındaki tünelleri 70'ler New York sokaklarına çevirmişlerdi. Çöp tenekelerinin içinde yanan ateş üzerinde marshmallow kızartan, New York aksanıyla hot dog satan tipler vardı. Mekanın barı o geceye özel The Pussy Lounge adında bir striptiz kulübüydü, ayaküstü striptiz de izlemiş oldum. Kesinlikle evde nette takılmaya tercih edeceğim bir akşamdı.
Paramı ise tahmin edebileceğiniz gibi çanta ve türevi gereksiz şeylere harcıyorum. Beşinci Balenciaga çantam gelecek yarın. Aynı modelde (Day) üçüncü çantam oldu bu. Hadi bakalım.
Friday, 13 July 2012
Tuesday, 10 July 2012
there's something in your eyes
Cumartesi sabahı 9'da kendimi yataktan sürükleyerek çıkardıktan sonra Pride yürüyüşünün başlayacağı Baker Street'e doğru yol aldım. Üzerinde "Throw me to the lesbians" yazan t-shirt'üm, dünyanın en büyük lezbiyeni Justin Bieber'ı anmak için takmış olduğum Bieber Fever rozetim ve sabahın o saatinde fena halde göze batan simlerle dolu mavi göz makyajımla turistlerin meraklı bakışları altında metroya bindim, yürüyüş alanına ulaştım. Hayal bile edemeyeceğim kadar büyük bir kalabalıktı, yürüyüş için toplanan grubun başı ve sonu arasında kilometreler vardı. Belediyenin yürüyüşe verdiği bütçeyi kesmesi ve daha az insan gelsin diye başlangıç saatini iki saat öne alması anlaşılan tam bir ters tepkiye yol açmıştı: Yıllardır görülmemiş, rekor boyutta bir kalabalık.
10 bin kişi beklendiği halde yürüyüşe en az 25 bin kişinin katılması nedeniyle geçit geç başladı. Gökkuşağı renklerine ayrılmış grubun başı 11.30 gibi yürümeye başladı, benim de içinde bulunduğum ve sonlara doğru olan mavi bölüm hareket etmeye başladığında saat 12.30 falandı. Önümüzde Lady Gaga çalan bir senfoni orkestrası, arkamızda çek çekli bir bavula monte edilmiş bir iPod ve anfi eşliğinde 3 kilometre yürüdük. İki buçuk saat süren yürüyüş öyle coşku doluydu ki, içimi ancak "Kafam güzel" lafıyla özetleyebildiğim acayip bir yükselme hali kapladı. Kilometreler boyunca iki tarafımızda sıralanmış ve geçerken bizleri alkışlayan, çığlıklar atan, "Süpersiniz" yapan insanlar;o insanların vücutlarındaki her boş noktaya LGBT hakları sloganlı çıkartmalar yapıştırarak yürüyenler; yüzlerce çıkartmayla kaplanmış ve kendilerini o coşkuya kaptırdıkları yüzlerinden okunan polisler; yürüyüşe katılan pek çok ünlü isim; inanılmaz bir deneyimdi. Birlikte yürüdüğüm insanlara sanki kimsenin bilmediği bir sırrı paylaşıyormuşuz gibi yakın hissettim.
Favorilerim Amnesty International'ın "Love is a human right" pankartları, Google'ın "Legalise love" çıkartmaları ve rastgele birinde gördüğüm, Londra Belediye Başkanı Boris Johnson'a "Boris you suck, but do you swallow" diyen pankarttı.
Yürüyüş sonrası Trafalgar Square'de toplanan kalabalık arasında Stephen Fry, Gok Wan, Boy George ve Syd Blakovich gözüme çarptı. Ve hatta Syd B ile bildiğiniz çarpıştık, birlikte fotoğraf çekilmek istedim ama cesaret edemedim.
Arkadaşlarımla yemek yiyip ayaklarıma kara sular inmiş bir biçimde eve geldiğimde saat 18.30'du. İki saat sonra D'den diğer kız arkadaşıyla sabahtan beri tartıştıkları, birlikte yaşadıkları evden taşınmaya karar verdiği ve arkadaşlarıyla Soho'ya içmeye gittiği şeklinde bir mesaj geldi. Tüm yorgunluğuma rağmen kalkıp tekrar Soho'ya gittim. Arkadaşlarıyla tanıştım, birer içki içtikten sonra gruptakilerden birinin evine gitme muhabbeti başladı. Ev bana çok uzak olduğundan gitmek istemedim, ama sonunda beni ikna ettiler. Bir taksiye atlayıp kadınlardan birinin evine gittik, bütün akşam içtik, muhabbet süperdi. Çook uzun zamandır o kadar eğlenceli bir gruba denk gelmemiştim. Daha sonra evine gittiğimiz kadın gitarını alıp şarkı söylemeye başladı. Sıradan bir şeyler bekliyordum, melek gibi sesini duyunca çok şaşırdım. Kadının zamanında İngiltere garage listelerini silip süpüren şu şarkıyı söyleyen insan olduğu ortaya çıktı:
Sonunda taksi çağırıp eve geldiğimizde saat sabaha karşı 4'e geliyordu. Mükemmel bir haftasonuydu.
Pride fotoğrafları
Biliyorum çok fazla fotoğraf var, ama 10 dakikanız varsa bakmanızı tavsiye ederim. Çok güzel olanlar var.
10 bin kişi beklendiği halde yürüyüşe en az 25 bin kişinin katılması nedeniyle geçit geç başladı. Gökkuşağı renklerine ayrılmış grubun başı 11.30 gibi yürümeye başladı, benim de içinde bulunduğum ve sonlara doğru olan mavi bölüm hareket etmeye başladığında saat 12.30 falandı. Önümüzde Lady Gaga çalan bir senfoni orkestrası, arkamızda çek çekli bir bavula monte edilmiş bir iPod ve anfi eşliğinde 3 kilometre yürüdük. İki buçuk saat süren yürüyüş öyle coşku doluydu ki, içimi ancak "Kafam güzel" lafıyla özetleyebildiğim acayip bir yükselme hali kapladı. Kilometreler boyunca iki tarafımızda sıralanmış ve geçerken bizleri alkışlayan, çığlıklar atan, "Süpersiniz" yapan insanlar;o insanların vücutlarındaki her boş noktaya LGBT hakları sloganlı çıkartmalar yapıştırarak yürüyenler; yüzlerce çıkartmayla kaplanmış ve kendilerini o coşkuya kaptırdıkları yüzlerinden okunan polisler; yürüyüşe katılan pek çok ünlü isim; inanılmaz bir deneyimdi. Birlikte yürüdüğüm insanlara sanki kimsenin bilmediği bir sırrı paylaşıyormuşuz gibi yakın hissettim.
Favorilerim Amnesty International'ın "Love is a human right" pankartları, Google'ın "Legalise love" çıkartmaları ve rastgele birinde gördüğüm, Londra Belediye Başkanı Boris Johnson'a "Boris you suck, but do you swallow" diyen pankarttı.
Yürüyüş sonrası Trafalgar Square'de toplanan kalabalık arasında Stephen Fry, Gok Wan, Boy George ve Syd Blakovich gözüme çarptı. Ve hatta Syd B ile bildiğiniz çarpıştık, birlikte fotoğraf çekilmek istedim ama cesaret edemedim.
Arkadaşlarımla yemek yiyip ayaklarıma kara sular inmiş bir biçimde eve geldiğimde saat 18.30'du. İki saat sonra D'den diğer kız arkadaşıyla sabahtan beri tartıştıkları, birlikte yaşadıkları evden taşınmaya karar verdiği ve arkadaşlarıyla Soho'ya içmeye gittiği şeklinde bir mesaj geldi. Tüm yorgunluğuma rağmen kalkıp tekrar Soho'ya gittim. Arkadaşlarıyla tanıştım, birer içki içtikten sonra gruptakilerden birinin evine gitme muhabbeti başladı. Ev bana çok uzak olduğundan gitmek istemedim, ama sonunda beni ikna ettiler. Bir taksiye atlayıp kadınlardan birinin evine gittik, bütün akşam içtik, muhabbet süperdi. Çook uzun zamandır o kadar eğlenceli bir gruba denk gelmemiştim. Daha sonra evine gittiğimiz kadın gitarını alıp şarkı söylemeye başladı. Sıradan bir şeyler bekliyordum, melek gibi sesini duyunca çok şaşırdım. Kadının zamanında İngiltere garage listelerini silip süpüren şu şarkıyı söyleyen insan olduğu ortaya çıktı:
Sonunda taksi çağırıp eve geldiğimizde saat sabaha karşı 4'e geliyordu. Mükemmel bir haftasonuydu.
Pride fotoğrafları
Biliyorum çok fazla fotoğraf var, ama 10 dakikanız varsa bakmanızı tavsiye ederim. Çok güzel olanlar var.
Friday, 6 July 2012
we recruit
En son yazdığımdan beri yine bir sürü şey oldu.
Geçen haftasonu D buradaydı. Cuma günü evde takıldık, yemek yaptık, şarap içtik, Jeux d'Enfants izledik. Sabah uyandık, full English kahvaltı edelim diye evden çıktık. Hava çok güzeldi, kahvaltıdan sonra nehir kıyısına gidip biraz hava almaya karar verdik. Nehir kıyısı dediğim South Bank: bilmeyenler için, London Eye'a gelen turistlerden para koparmak için acayip kostümler giyip heykellik yapan, gösteri yapan, enstrüman çalan vs. insanların olduğu bir yer. Tam çimlere yayılmıştık ki, önümüzde bir grup insan gitar çalmaya ve "İsa hepinizi çok seviyor" konseptli şarkılar söylemeye başladı. Gelen geçen dalga geçiyordu, tiplere acıdım gerçekten. Ama komiktiler. Bir tanesi yanımıza gelip Hristiyanlık propagandası yapan bir broşür vermeye kalktı, "İsa gay çiftleri de seviyor mu dostum" diye sormak istedim.
Bunun üzerine nehir turu yapmaya karar verdik. Yanımda çanta bile yok, sadece anahtarlarım ve cüzdanım var, sıfır makyaj, saç baş fena, üzerimde uyurken giymiş olduğum t-shirt, o halde tekneye binip Greenwich'e gittik. Sıfır meridyeni üzerinde bir mekanda oturup Belçika birası içtik. Belçika birasını çok sevdiğimden bahsederken konu tabii ki Belçika'dan açıldı. Sonuç olarak doğumgünümü Belçika'da geçirmeye karar verdik. Londra'dan arabayla 20 Temmuz sabahı yola çıkıp 22 Temmuz akşamı döneceğiz. Toplam iki buçuk saat araba + bir buçuk saat feribot sürüyor.
Amele yanığı olmuş bir halde South Bank'e geri döndük. Eve uğrayıp üstümüzü değiştirdik ve Oxford Street tarafına doğru yola koyulduk. Güney Afrikalı çok şirin bir deniz ürünü mekanında yemek yedik. İngiltere'deki pek çok restoranda %50 indirim yapan Tastecard'ım sayesinde birer bütün ıstakoz, bebe kalamar ve midye kişi başı 20 pound'a geldi!
O akşamı evde sakin bir şekilde geçirdikten sonra sabah uyandık, canımız sushi çekti. YO! Sushi'de 20 pound'a sınırsız sushi yapacaktık, ama daha açılmamıştı. Onun yerine güne sabahın köründe acılı acılı burrito yiyerek başladık. Daha sonra D evine gitti. O gittiği zaman içimi birkaç saat süren, fena bir ağırlık kaplıyor. O da aynı şekilde hissediyormuş.
Hayatımın rahat en güzel haftasonlarından biriydi.
**
Belçika'ya gitmek için sabırsızlanıyorum. Ama yanlış gidebilecek pek çok şey var. D'nin annesi kötü durumda, ona bir şey olur da gidemeyiz ya da erken dönmemiz gerekir diye otel, feribot vs. her şeyi ekstra para ödeyerek flexible ayırttık. D boynunda bir şişlik fark etti, doktoru kötü bir şey olabileceğinden şüpheleniyor ve test sonuçları henüz gelmedi. Ayrıca D'nin diğer kız arkadaşı birlikte tatile gideceğimiz için çıldırmış durumda, her gün gitmemizi istemediğini söyleyip D'ye benden ayrılması için baskı yapıyor. Baskılarının işe yaramayacağını biliyorum, ama her gün D'nin başının etini yemesine üzülüyorum. Benim için dua edin ve her şey yolunda gitsin, nolur nolur nolur.
**
Yarın London Pride var. Göt zekalı Pride komitesi işi fena halde batırdı. Ve üstelik bu seneki World Pride ve bu olayı organize etmeye dört yıl önce başlamışlar. Para sıkıntısı nedeniyle güvenlik firmasının işi bıraktığı ve bu nedenle Pride'ın tehlikeye girdiği açıklandı. Bunun aylardır bilinmesine rağmen açıklamanın yürüyüşe 1 hafta kala yapılması insanları ayağa kaldırdı. Sonuç olarak yürüyüşe katılan, dekore edilen ve üzerinde insanların falan durduğu float denilen araçlar iptal edildi. İki bin pound verip bunları kiralayan dernek ve türevi charity'ler çok ihtiyaçları olan o parayı boşuna ödemiş oldu. Ayrıca araçların yürüyüşe katılması yasaklandığı için engelliler ve 3 km yürüyemeyecek olanlar yürüyüşe katılamıyor. Yürüyüş iki saat öne alındı, bu nedenle ülkenin diğer ucundan gelenler başlangıcına yetişemeyecekler ve tren/uçak biletlerini buna göre alanlar yürüyüşe katılamayacak. Resmi Pride partileri de iptal edildi. Soho'da sokakta içki içme izni de bu sene olmayacak, insanlar barlara akın edeceğinden her yer tıklım tıkış olacak. Pek çok grup organizasyonu protesto etme amacıyla yürüyüşe katılmayacak. Yürüyüş iki saat öne alındığı için o iki saati yürüyüşün başlayacağı noktada oturma eylemi yaparak geçirmeyi planlayan insanlar var. Ve sırf bunun için dünyanın pek çok yerinden gelen yüzlerce, belki binlerce insan bekledikleri coşkulu kutlama ve karnaval havası yerine birkaç bin insanın ellerinde 3-5 pankartla caddeden aşağı yürümesini seyredecek.
Özetle yarın Londra'da yapılacak olan Dünya Eşcinsel Onur Yürüyüşü Londra için tam bir utanca dönüştü.
Önde gelen bazı LGBT hakları aktivistleri para sıkıntısının nedeninin Londra Belediyesi'nin komiteye söz verdiği 100 bin pound yerine çok daha az bir miktar vermesi ve ayrıca komiteyle imzaladığı bir anlaşmayla komitenin para bulma/medyaya resmi açıklamada bulunma hakkını ciddi anlamda kısıtlaması olduğunu öne sürdü. Homofobik olduğunu sağır sultanın bile duyduğu muhafazakar Belediye Başkanı Boris Johnson'un komitenin önünü bilerek kestirdiği iddia edildi.
İddialarda doğruluk payı gerçekten olabilir, çünkü geçen hafta Gaydar ve Smirnoff'un gereken parayı ödeyerek Pride'ı kurtarma teklifleri belediye tarafından "çok geç olduğu" gerekçesiyle reddedildi. Eski komite görevlilerinden biri aslında çok geç olmadığını, belediye isteseydi Smirnoff ve Gaydar'ın katkısıyla Pride'ın kurtarılmış olabileceğini söyledi.
Nedir ne değildir bilemiyorum. Ama organizasyon komitesi günlerce en ufak bir özür bile dilemedi ve kendi başarısızlıklarını "Köklerimize dönüyoruz, Pride'ın amacı eğlenmek değil dünyanın diğer yerlerinde yürüyemeyenler için yürümektir" gibi sikko bir açıklama yaparak gizlemeye çalıştı. Gereken parayı denk getiremeyeceklerini aylardır bilmelerine rağmen böyle bir açıklamayı son anda yaptılar. Eminim böyle bir çözüm bulmak yerine birkaç ay öncesinden sıkıntıda olduklarını söyleseler ve katılacaklardan birkaç pound ücret talep etseler bu iş bu noktaya gelmezdi. Dört senede insan nasıl bunu organize edemez?
Yarın yürüyüşte nasıl bir atmosfer olacak en ufak bir fikrim yok. İnsanlar -haklı olarak- çok sinirli.
Geçen haftasonu D buradaydı. Cuma günü evde takıldık, yemek yaptık, şarap içtik, Jeux d'Enfants izledik. Sabah uyandık, full English kahvaltı edelim diye evden çıktık. Hava çok güzeldi, kahvaltıdan sonra nehir kıyısına gidip biraz hava almaya karar verdik. Nehir kıyısı dediğim South Bank: bilmeyenler için, London Eye'a gelen turistlerden para koparmak için acayip kostümler giyip heykellik yapan, gösteri yapan, enstrüman çalan vs. insanların olduğu bir yer. Tam çimlere yayılmıştık ki, önümüzde bir grup insan gitar çalmaya ve "İsa hepinizi çok seviyor" konseptli şarkılar söylemeye başladı. Gelen geçen dalga geçiyordu, tiplere acıdım gerçekten. Ama komiktiler. Bir tanesi yanımıza gelip Hristiyanlık propagandası yapan bir broşür vermeye kalktı, "İsa gay çiftleri de seviyor mu dostum" diye sormak istedim.
Bunun üzerine nehir turu yapmaya karar verdik. Yanımda çanta bile yok, sadece anahtarlarım ve cüzdanım var, sıfır makyaj, saç baş fena, üzerimde uyurken giymiş olduğum t-shirt, o halde tekneye binip Greenwich'e gittik. Sıfır meridyeni üzerinde bir mekanda oturup Belçika birası içtik. Belçika birasını çok sevdiğimden bahsederken konu tabii ki Belçika'dan açıldı. Sonuç olarak doğumgünümü Belçika'da geçirmeye karar verdik. Londra'dan arabayla 20 Temmuz sabahı yola çıkıp 22 Temmuz akşamı döneceğiz. Toplam iki buçuk saat araba + bir buçuk saat feribot sürüyor.
Amele yanığı olmuş bir halde South Bank'e geri döndük. Eve uğrayıp üstümüzü değiştirdik ve Oxford Street tarafına doğru yola koyulduk. Güney Afrikalı çok şirin bir deniz ürünü mekanında yemek yedik. İngiltere'deki pek çok restoranda %50 indirim yapan Tastecard'ım sayesinde birer bütün ıstakoz, bebe kalamar ve midye kişi başı 20 pound'a geldi!
O akşamı evde sakin bir şekilde geçirdikten sonra sabah uyandık, canımız sushi çekti. YO! Sushi'de 20 pound'a sınırsız sushi yapacaktık, ama daha açılmamıştı. Onun yerine güne sabahın köründe acılı acılı burrito yiyerek başladık. Daha sonra D evine gitti. O gittiği zaman içimi birkaç saat süren, fena bir ağırlık kaplıyor. O da aynı şekilde hissediyormuş.
Hayatımın rahat en güzel haftasonlarından biriydi.
**
Belçika'ya gitmek için sabırsızlanıyorum. Ama yanlış gidebilecek pek çok şey var. D'nin annesi kötü durumda, ona bir şey olur da gidemeyiz ya da erken dönmemiz gerekir diye otel, feribot vs. her şeyi ekstra para ödeyerek flexible ayırttık. D boynunda bir şişlik fark etti, doktoru kötü bir şey olabileceğinden şüpheleniyor ve test sonuçları henüz gelmedi. Ayrıca D'nin diğer kız arkadaşı birlikte tatile gideceğimiz için çıldırmış durumda, her gün gitmemizi istemediğini söyleyip D'ye benden ayrılması için baskı yapıyor. Baskılarının işe yaramayacağını biliyorum, ama her gün D'nin başının etini yemesine üzülüyorum. Benim için dua edin ve her şey yolunda gitsin, nolur nolur nolur.
**
Yarın London Pride var. Göt zekalı Pride komitesi işi fena halde batırdı. Ve üstelik bu seneki World Pride ve bu olayı organize etmeye dört yıl önce başlamışlar. Para sıkıntısı nedeniyle güvenlik firmasının işi bıraktığı ve bu nedenle Pride'ın tehlikeye girdiği açıklandı. Bunun aylardır bilinmesine rağmen açıklamanın yürüyüşe 1 hafta kala yapılması insanları ayağa kaldırdı. Sonuç olarak yürüyüşe katılan, dekore edilen ve üzerinde insanların falan durduğu float denilen araçlar iptal edildi. İki bin pound verip bunları kiralayan dernek ve türevi charity'ler çok ihtiyaçları olan o parayı boşuna ödemiş oldu. Ayrıca araçların yürüyüşe katılması yasaklandığı için engelliler ve 3 km yürüyemeyecek olanlar yürüyüşe katılamıyor. Yürüyüş iki saat öne alındı, bu nedenle ülkenin diğer ucundan gelenler başlangıcına yetişemeyecekler ve tren/uçak biletlerini buna göre alanlar yürüyüşe katılamayacak. Resmi Pride partileri de iptal edildi. Soho'da sokakta içki içme izni de bu sene olmayacak, insanlar barlara akın edeceğinden her yer tıklım tıkış olacak. Pek çok grup organizasyonu protesto etme amacıyla yürüyüşe katılmayacak. Yürüyüş iki saat öne alındığı için o iki saati yürüyüşün başlayacağı noktada oturma eylemi yaparak geçirmeyi planlayan insanlar var. Ve sırf bunun için dünyanın pek çok yerinden gelen yüzlerce, belki binlerce insan bekledikleri coşkulu kutlama ve karnaval havası yerine birkaç bin insanın ellerinde 3-5 pankartla caddeden aşağı yürümesini seyredecek.
Özetle yarın Londra'da yapılacak olan Dünya Eşcinsel Onur Yürüyüşü Londra için tam bir utanca dönüştü.
Önde gelen bazı LGBT hakları aktivistleri para sıkıntısının nedeninin Londra Belediyesi'nin komiteye söz verdiği 100 bin pound yerine çok daha az bir miktar vermesi ve ayrıca komiteyle imzaladığı bir anlaşmayla komitenin para bulma/medyaya resmi açıklamada bulunma hakkını ciddi anlamda kısıtlaması olduğunu öne sürdü. Homofobik olduğunu sağır sultanın bile duyduğu muhafazakar Belediye Başkanı Boris Johnson'un komitenin önünü bilerek kestirdiği iddia edildi.
İddialarda doğruluk payı gerçekten olabilir, çünkü geçen hafta Gaydar ve Smirnoff'un gereken parayı ödeyerek Pride'ı kurtarma teklifleri belediye tarafından "çok geç olduğu" gerekçesiyle reddedildi. Eski komite görevlilerinden biri aslında çok geç olmadığını, belediye isteseydi Smirnoff ve Gaydar'ın katkısıyla Pride'ın kurtarılmış olabileceğini söyledi.
Nedir ne değildir bilemiyorum. Ama organizasyon komitesi günlerce en ufak bir özür bile dilemedi ve kendi başarısızlıklarını "Köklerimize dönüyoruz, Pride'ın amacı eğlenmek değil dünyanın diğer yerlerinde yürüyemeyenler için yürümektir" gibi sikko bir açıklama yaparak gizlemeye çalıştı. Gereken parayı denk getiremeyeceklerini aylardır bilmelerine rağmen böyle bir açıklamayı son anda yaptılar. Eminim böyle bir çözüm bulmak yerine birkaç ay öncesinden sıkıntıda olduklarını söyleseler ve katılacaklardan birkaç pound ücret talep etseler bu iş bu noktaya gelmezdi. Dört senede insan nasıl bunu organize edemez?
Yarın yürüyüşte nasıl bir atmosfer olacak en ufak bir fikrim yok. İnsanlar -haklı olarak- çok sinirli.
Sunday, 24 June 2012
watch the throne
BBC Radio 1 Hackney Weekend'den yeni eve geldim. Hayatımın en acayip ve hatırlanası günlerinden birini geçirdim. Hala inanamıyorum. Bütün gün oradaydım ve fena yorgunum, o yüzden uzun uzun yazmak yerine her şeyi unutmadan listeleyesim var:
- Güne Example ile başladım. Radyoda duyup sevdiğim şarkılardandı Changed The Way You Kiss Me, Example şarkısı olduğunu bilmiyordum. Güzel bir sürpriz oldu.
- Daha sonra The Maccabees'in olduğu sahneye geçtim. No Kind Words ile başladılar, mutlu oldum.
- The Maccabees sonrası devekuşu etli hamburger yemek istedim, ama milyon kişilik sırayı görünce vazgeçtim. Devekuşu eti yemeyi gelecekte yapılacaklar listeme ekledim.
- Will.i.am'in olduğu çadıra gittim. Çoğu insan Calvin Harris'e gittiği için pek kalabalık değildi, en önden izledim. Hayatımda izlediğim en iyi canlı performanslardan biriydi (Jay-Z'yi izledikten sonra bu lafımı geri aldım, az sonra değineceğim). Konuk sanatçılardan biri Eva Simons idi. Daha sonra will.i.a.m Red Hot Chili Peppers'dan girip Gotye'den çıktı.
- Ondan sonra aynı sahnede Flo Rida vardı. Bir düzine gülle gelip onları izleyicilere dağıtan Flo Rida daha sonra kendini iyice kaptırıp üstünü ve çıkarıp imzaladığı spor ayakkabılarını seyircilere fırlattı. Şarkılarını sevdiğimi söylediğimde arkadaşlarımdan "ıyy" tepkisi aldığım guilty pleasure'larımdan biriydi, izlediğime sevindim.
- Kasabian'ın vokali kesinlikle bir şeylerin kafasını yaşıyordu. Sürekli yeterince eğlenmiyorlar diye seyirciyi azarlayıp durdu, sevdiğim bir grup olmalarına rağmen sinir bozucuydu. Daha sonra vokal abi sahneden inmek istemedi, süreleri dolunca grubun diğer üyeleri hala enstrümansız bir şekilde şarkı söylemekte olan abiyi çekiştirerek götürdüler (hayır, şaka değil).
- Kasabian'dan sonra gün boyunca arada çiseleyen yağmur birden bastırdı. Jay-Z'nin de bir saat gecikeceği tuttu. Tam küfretme moduna geliyor ve Jay-Z'yi beklemeyip dönme hayalleri kurmaya başlıyordum ki, Jay-Z ve Rihanna sahnede belirdi. Rihanna'yı görmenin şaşkınlığını üzerimden atamadan birden Paper Planes çalmaya başladı ve M.I.A. ortaya çıktı. Daha sonra Justice - D.A.N.C.E. sample'ı eşliğinde biraz daha Jay-Z. Sahne önünde mosh pit içinde kendinden geçen bir adet Beyonce. Birden sahneye atlayan Kanye West. Acayipti dediğim gibi. Müziğin en önemli insanlarından bir kısmı, hepsi bir arada.
Ve bunların hepsi bedavaydı.
Bu Jay-Z ve insanüstü konukları performansının üzerine çıkabilecek bir grup/insan/vs. sanmıyorum ki olsun.
Saturday, 23 June 2012
you are so magnetic, you pick up all the pins
Bu aralar ne kadar acayip insan varsa beni buluyor.
Salı günü Londra'nın Soho'yla birlikte en gay semti olan Vauxhall'da bir gay bar'da tek başıma oturmuş içkimi içiyordum. Yanımdaki masaya takım elbiseli bir adam oturdu, göz göze geldik, gülümsedi, gülümsedim. Sonra adam yanıma geldi ve "Çok sarhoşum, arkadaşlarımı kaybettim, oturabilir miyim" dedi. Oturabileceğini söyledim. Adamın iş arkadaşlarıyla içmeye gittiği, sonra arkadaşlarından ayrıldığı ve karşısına çıkan ilk pub'a giren hetero biri olduğu ortaya çıktı. Muhabbeti de oldukça eğlenceliydi. Daha sonra bana sarılıp "Çok güzelsin" falan filan demeye başladı. 30 kere falan aynı şeyi tekrarladıktan sonra beni Ascot'a at yarışı izlemeye davet etmesinin üzerine "Gay barda olduğunun ve benim de gay olduğumun farkındasın değil mi" dedim adama. Zavallım nasıl üzüldü, nasıl şaşırdı anlatamam. Özür diledi ve kalktı gitti. Oysa ben gitmesini falan söylememiştim. Çok da iyi adamdı. Bir yandan gay olduğum açıklamasını "Ama nasıl olur, sen çok güzelsin" gibi önyargılı ve saçma bir tepkiyle karşılamasına sinir oldum, bir yandan da kendini kötü hissetmesine neden olduğum için üzüldüm. Bir yanım ise bir pub'a adım atalı 10 dakika geçmeden güzel bulduğu birinin masasına giderek onunla tanışma cesaretine sahip olmasına imrendi. Hayatımda hiçbir zaman öyle bir şey yapmadım, ne zaman birilerinden hoşlansam sadece bol bol bakıyor ve onların adım atmasını bekliyorum. Ve %99.9 ihtimalle atmıyorlar, kalkıp gidiyorlar ve onlarla birlikte bir şeyler olması potansiyeli de gidiyor. Onu geçtim, birinin benden hoşlandığını anlama konusunda tam bir odunum. Ne zaman birilerinin benden hoşlandığını düşünsem sadece arkadaşça davranıyor çıkıyorlar. Ve şu anki sevgilimden öğrendiğime göre insanlar benden bariz şekilde etkilendiğinde de ruhum duymuyor. Neredeyse umutsuz vakayım yani.
**
Geçen cumadan beri üçüncü kez otobüs durağında alakasız herifler tarafından rahatsız edildim. Bunların üçü de saat 23.00 civarı Londra'nın en canlı, merkezi bölgesindeydi. Otobüs durağında tanımadığı kadınların yanına gidip "Çok güzelsiniz bik bik bik" yapmak, aynı otobüse binip aynı durakta inmeye kalkmak, ısrarla konuşma başlatmaya çalışmak nasıl bir taktiktir? İşe yaradığı görülmüş müdür? Bunları yapanlar gerçekten taciz ettikleri insanı elde etme şansları olduğuna inanıyorlar mı? Bu neyin kafası cidden?
Çok sinirleniyorum.
**
Yarın BBC'nin düzenlediği Hackney Weekend'e gideceğim. Biletleri bedava olan ama bulmak için bilmem kaç deveye hendek atlatmak gereken, über bir festival. Line-up mükemmel, ama nasıl olsa ikisini de izledim diyerek Lana Del Rey ve Florence and the Machineli Pazar gününe bilet almadığıma yanıyorum (herkesin tek bir güne bilet alma hakkı vardı).
Lana Del Rey takıntım geçen hafta canlı izlediğimden beri abartı boyutlara ulaştı. Evimde yaşasın istiyorum.
Salı günü Londra'nın Soho'yla birlikte en gay semti olan Vauxhall'da bir gay bar'da tek başıma oturmuş içkimi içiyordum. Yanımdaki masaya takım elbiseli bir adam oturdu, göz göze geldik, gülümsedi, gülümsedim. Sonra adam yanıma geldi ve "Çok sarhoşum, arkadaşlarımı kaybettim, oturabilir miyim" dedi. Oturabileceğini söyledim. Adamın iş arkadaşlarıyla içmeye gittiği, sonra arkadaşlarından ayrıldığı ve karşısına çıkan ilk pub'a giren hetero biri olduğu ortaya çıktı. Muhabbeti de oldukça eğlenceliydi. Daha sonra bana sarılıp "Çok güzelsin" falan filan demeye başladı. 30 kere falan aynı şeyi tekrarladıktan sonra beni Ascot'a at yarışı izlemeye davet etmesinin üzerine "Gay barda olduğunun ve benim de gay olduğumun farkındasın değil mi" dedim adama. Zavallım nasıl üzüldü, nasıl şaşırdı anlatamam. Özür diledi ve kalktı gitti. Oysa ben gitmesini falan söylememiştim. Çok da iyi adamdı. Bir yandan gay olduğum açıklamasını "Ama nasıl olur, sen çok güzelsin" gibi önyargılı ve saçma bir tepkiyle karşılamasına sinir oldum, bir yandan da kendini kötü hissetmesine neden olduğum için üzüldüm. Bir yanım ise bir pub'a adım atalı 10 dakika geçmeden güzel bulduğu birinin masasına giderek onunla tanışma cesaretine sahip olmasına imrendi. Hayatımda hiçbir zaman öyle bir şey yapmadım, ne zaman birilerinden hoşlansam sadece bol bol bakıyor ve onların adım atmasını bekliyorum. Ve %99.9 ihtimalle atmıyorlar, kalkıp gidiyorlar ve onlarla birlikte bir şeyler olması potansiyeli de gidiyor. Onu geçtim, birinin benden hoşlandığını anlama konusunda tam bir odunum. Ne zaman birilerinin benden hoşlandığını düşünsem sadece arkadaşça davranıyor çıkıyorlar. Ve şu anki sevgilimden öğrendiğime göre insanlar benden bariz şekilde etkilendiğinde de ruhum duymuyor. Neredeyse umutsuz vakayım yani.
**
Geçen cumadan beri üçüncü kez otobüs durağında alakasız herifler tarafından rahatsız edildim. Bunların üçü de saat 23.00 civarı Londra'nın en canlı, merkezi bölgesindeydi. Otobüs durağında tanımadığı kadınların yanına gidip "Çok güzelsiniz bik bik bik" yapmak, aynı otobüse binip aynı durakta inmeye kalkmak, ısrarla konuşma başlatmaya çalışmak nasıl bir taktiktir? İşe yaradığı görülmüş müdür? Bunları yapanlar gerçekten taciz ettikleri insanı elde etme şansları olduğuna inanıyorlar mı? Bu neyin kafası cidden?
Çok sinirleniyorum.
**
Yarın BBC'nin düzenlediği Hackney Weekend'e gideceğim. Biletleri bedava olan ama bulmak için bilmem kaç deveye hendek atlatmak gereken, über bir festival. Line-up mükemmel, ama nasıl olsa ikisini de izledim diyerek Lana Del Rey ve Florence and the Machineli Pazar gününe bilet almadığıma yanıyorum (herkesin tek bir güne bilet alma hakkı vardı).
Lana Del Rey takıntım geçen hafta canlı izlediğimden beri abartı boyutlara ulaştı. Evimde yaşasın istiyorum.
Wednesday, 20 June 2012
anyone who lives within their means suffers from a lack of imagination
Üç saatlik bir alışveriş çılgınlığı sonucu keyfim yerine geldi. Bo Derek'in sözleriyle:
"Whoever said money can't buy happiness simply didn't know where to go shopping."
İşte benimle birlikte eve gelen güzeller:
Marc by Marc Jacobs yüzük
Marc by Marc Jacobs kolye
Marc by Marc Jacobs çanta
House of Holland külotlu çorap
MICHAEL Michael Kors elbise
Selfridges sonrası Mango Frappuccino'mu alıp Hyde Park'ta güneşin tadını çıkarmayı planlıyordum, ama hazır oraya kadar gitmişken Marc by Marc Jacobs'a uğrayayım dedim. Tabii ki indirim yoktu, ama aşağıdaki gay ötesi şapkayı görünce (£11) kendimi tutamadım.
UPS bir aksaklık yapmazsa iki senedir arayıp bulamadığım ve sonunda İtalya'daki bir mağazanın internet sitesinde denk geldiğim Marc by Marc Jacobs güneş gözlükleri yarın gelecek. Yaşasın!
Tuesday, 19 June 2012
with a heavy heart
Manchester sonrası başlayan depresif ruh halimi havanın bombok oluşuna ve PMT çılgınlığı yaşayan hormonlarıma vermiştim, ancak bu faktörlerin ortadan kalkmış olmasına rağmen "Kalbimde bir ağırlık var"dan başka şekilde tanımlayamadığım bir duygu içindeyim. Hava günlük güneşlik ve ben bütün gün sadece yiyecek/içecek bir şeyler almak ve tuvalete gitmek için yataktan çıkıyorum, onun dışında tüm zamanım nette geçiyor; kendimi dışarı çıkmaya zorladığımda aklım evde oluyor, bir an önce dönesim geliyor. Sürekli uyuyasım var. Ev arkadaşım gitti, birkaç hafta yalnızım. Sevgilim sevgili ailesiyle bilmem nereye tatile gitti ve süper zaman geçiriyor. Günde sadece birkaç kez mesajlaşabiliyoruz ve bir daha ne zaman doğru düzgün görüşebileceğimiz belli değil. Güzelim Haziran günlerini geçmesini dileyerek, bir bok yapmadan ve tadını çıkarmadan geçirmek sinirime dokunuyor. Çok, çok yalnız ve boktan hissediyorum. Ve bu hissin iki haftadır geçmemiş oluşu depresyonum geri mi dönüyor korkusu uyandırıyor içimde. Tüm bunların üzerine dün gece Facebook'ta arkadaşlarımdan birinin şu fotoğrafı like'ladığını gördüm. Fotoğrafa mı üzüleyim, sayfanın adına mı bilemedim.
"Don't make someone a priority if they only make you an option." Bu bir işaret mi acaba?
Beni mutlu edecek ve kafamı içinde bulunduğum gittikçe ruh emici hale gelen ilişki durumundan uzaklaştıracak birileriyle zaman geçirmeye ciddi halde ihtiyacım var.
"Don't make someone a priority if they only make you an option." Bu bir işaret mi acaba?
Monday, 18 June 2012
no fear of the homophobe
En son yazımın üstüne yine bir sürü şey oldu.
D'nin annesinin durumunun kötüye gitmesi üzerine haftasonu planlarımız iptal oldu. Sadece dün öğle yemeği için buluşabildik. Bugün D, T ve çocukları birlikte tatile gidiyorlar. Cuma günü tatil dönüşü D direk annesinin yanına gidecek, yine görüşemeyeceğiz. Tam ben ondan sonraki haftasonunu birlikte geçiririz diye kendimi avutuyordum ki, o haftasonunu T ile ilişkilerini düzeltme amacıyla baş başa geçirmeyi planladıklarını öğrendim. Bizim haftasonumuz iptal olduğu için o haftasonu o planı iptal edip benimle olmak istediğini ve T ile konuşacağını söyledi, ama T'nin uyuzluk yapacağını tahmin ediyorum. Bu durumda Haziran ayı boyunca bir tek günü bile baş başa geçirememiş ve sadece haftada bir öğle yemeği için buluşmuş olacağız.
Görüşemiyor olmamızın kesinlikle onun suçu olmadığının farkındayım, ve içimdeki bencil çocuğu tüm gücümle bastırmaya çalışıyorum, ama yine de bir parçam tüm bu olanlara fena halde içerliyor. Manchester ve sonrasında olanlardan sonra onunla iki gün de olsa yalnız zaman geçirmeye ve ilişkimizi sorgulamaya başlayan iç sesimi susturmaya ihtiyacım vardı. Onu göremedikçe Büyük Manchester Drama Rüzgarları sonrası ortaya çıkan o ses daha da güçleniyor ve ona olan hislerimden şüphe duymaya başlıyorum. Ya da yanlış oldu, hislerimden değil de, ilişkimizin geleceğinden diyelim. Geçen hafta T'nin Manchester'da yaptığı ve haberim olmayan birkaç şeyi daha öğrendim, gerçekten kimsenin sevdiği birine yapmayacağı leş hareketler. Kadının D ile tamamen çocuğunu tek başına büyütemeyeceği için maddi amaçlı birlikte olmak istediği ve aralarında artık aşk maşk kalmadığı çok belli (T işsiz, çalışmak gibi bir isteği de yok, hem onun hem de çocuğun her masrafını D karşılıyor). D de bunun farkında. Bunu bilmesine ve T'nin kendisini bilmem kaç kez aldatmış olmasına, daha bir sürü pislik yapmasına rağmen hala o ilişkiyi sürdürmekte kararlı olması benim D'ye olan saygımın azalmasına neden oluyor. D'nin ortada sırf bir çocuk var diye böyle leş bir insanla zamanının %90'ını geçirmesine, benim her zaman kıyıda köşede kalmama ve bana bunun değişeceğine dair en ufak bir izlenim vermemesine ciddi içerlemeye başladım. Ayrılmak istemiyorum, ama 5 sene sonra hala onu arada bir haftasonları gören, akşamlarını sevgilisiyle romantik bir yemek yiyerek geçireceğine tek başına evde şarap içerek geçiren yalnız kadın modeli olma düşüncesi bu aralar kafamı fena halde rahatsız etmeye başladı. O yüzden başka insanlarla görüşmeye karar verdim. D ile başkalarıyla birlikte olmak istediğimde bunu ona söyleyeceğim ve kurallar belirleyeceğimiz konusunda anlaşmıştık, ama bu kadar şeyin ortasında "Ha bu arada, ben bana verdiğin zamanın yetmediğine ve başkalarıyla da birlikte olmak istediğime karar verdim" demenin zaten hassas olan dengemizi daha da bozacağından korkuyorum. O yüzden ikinci bir sevgili bulma çabalarım şu anda ondan habersiz devam ediyor.
**
Haftasonu Lovebox'taydım. Hot Chip, Crystal Castles, Lana Del Rey, The Rapture, Patrick Wolf ve Mika'yı canlı izleme fırsatım oldu. Lana Del Rey takıntım gittikçe büyüyor; sesine, şarkılarına, güzelliğine, tavırlarına, her şeyine bayılıyorum.
Düne kadar gay olduğunu bilmediğim Patrick Wolf'un Bermondsey Street'in şarkı sözlerini "Love knows no boundaries, no fear of the government, no fear of the homophobe" olarak değiştirmesi de aklımda yer etti.
Sahnede onun kadar komik ve şirin olan çok az insan var. Siz de benim gibi işsiz güçsüzseniz konser kayıtlarına bir göz atın.
Wednesday, 13 June 2012
i knew that you meant it
Tam hayatımda her şey normale döndü ve yoluna girdi derken D'nin annesi yoğun bakıma alındı. İyi olmasını, ameliyatının iyi geçmesini ne kadar istiyorum anlatamam. Bu konu o kadar daraltıyor ki beni, yazmak bile istemiyorum. Belki daha sonra.
Geçen gün D benden kendisine mektup yazmamı istedi. Aklımdan geçen her şeyi kağıda döküp dört sayfalık bir mektup yazdım. Mektubu okurken karşımda oturuyor olacağını bilmekten mi, yoksa email yazar gibi her yazdığımı silememekten mi bilmiyorum, ama emaille asla olamayacağım kadar dürüst oldum. Davranışlarının bana nasıl hissettirdiğini, onu 2. plana alma kararı verdiğimi, sonra bu kararımdan vazgeçtiğimi, her şeyi yazdım. Teker teker hepsi hakkında konuştuk. İletişim kopukluğumuz giderilince ve herkes düşüncelerini ve hislerini sakin kafayla açıklayınca ortada bir sorun kalmadı.
Onunlayken bir balon içinde yaşıyormuşuz, dünyada bizden başka kimse yokmuş ve hiçbir şey kötü gidemezmiş gibi hissediyorum. Birlikte zaman geçirdiğimizde sıradan bir pub'da sıradan bir öğle yemeği bile yiyor olsak hayatımın en önemli anlarından birini yaşıyormuş gibiyim, ama o anın geçmişte kalacak olduğunu düşünmek içimi sinir bozucu bir hüzünle dolduruyor ("This memory will fade away and die"). Hangi insan hayatının en mutlu anlarından biri olarak tanımlayabileceği bir şeyi yaşarken "Yarın bu an geçmişte kalacak ve bir daha bunu yaşamayacağım" diye hüzünlenir? Görünüşe bakılırsa ben, Brian Molko ve Chris Carrabba.
Aşk kesinlikle acayip bir kafa. Üç ay geçti, böyle mükemmel birinin bana aşık olduğuna inanmakta hala güçlük çekiyorum.
Çok fena emoluk edecek ve bu şarkının sözlerini paylaşacağım. İstesem hislerimi o kadar güzel ifade edemem çünkü.
Breathe in for luck,
Breathe in so deep,
This air is blessed,
You share with me.
This night is wild,
So calm and dull,
These hearts they race,
From self control.
Your legs are smooth,
As they graze mine,
We're doing fine,
We're doing nothing at all.
My hopes are so high,
That your kiss might kill me.
So won't you kill me,
So I die happy.
My heart is yours to fill or burst,
To break or bury,
Or wear as jewelry,
Whichever you prefer.
The words are hushed, let's not get busted;
Just lay entwined here, undiscovered.
Safe in here from all the stupid questions
"Hey did you get some?"
Man, that is so dumb.
Stay quiet, stay near, stay close they can't hear
So we can get some.
My hopes are so high that your kiss might kill me.
So won't you kill me, so I die happy.
My heart is yours to fill or burst,
To break or bury, or wear as jewelry,
Whichever you prefer.
Hands down this is the best day I can ever remember,
Always remember, the sound of the stereo,
The dim of the soft lights,
The scent of your hair that you twirled in your fingers
And the time on the clock when we realized it's so late
And this walk that we shared together.
The streets were wet and the gate was locked so I jumped it,
And let you in.
And you stood at your door with your hands on my waist
And you kissed me like you meant it.
And I knew that you meant it, that you meant it,
That you meant it, and I knew,
That you meant it, that you meant it.
#containyourself
Yaz indirimi sezonu açıldı. Harvey Nichols, Matches ve Liberty indirimleri bugün başladı; Selfridges'de ise indirim yarın başlayacak. En heyecanla beklediğim indirim Selfridges'inki, ama yine kendimi tutamayarak indirim sezonunu Selfridges'den önce açtım. İşte bu hafta elime geçirdiğim güzel şeyler (Aquascutum etek maalesef kalçasız insanlar için tasarlandığı için geri dönecek):
Sonia Rykiel Velour Heart Tank £206 £33
Balenciaga RH Murier Day £745 £207
Aquascutum Askham Smart Skirt £175 £35
DKNY Navy Polo £50 £14
Bu da böylece 4. Balenciaga çantam oldu. Çok, çok güzel bir çanta ve satış fiyatının çok altına aldım, ama yine de vicdan azabı duyuyorum. O yüzden ilk Balenciagam olan Calcaire Box'u satma çabalarım yeniden başladı. Bana 2 yıl önce ödediğim fiyatı ödemeyi kabul eden birini buldum, ama nakit ödeme istediğimi söyleyince kadın ortadan kayboldu.
Bu aralar sıkıntıdan fena halde The Purse Forum bağımlısı oldum. Üç yıldır üye olmama rağmen kırk yılda bir alacağım çantaların sahte olup olmadığını onaylatmak dışında pek girmediğim bir siteydi. Eğer internetten alışveriş yapan biriyseniz ve vaktiniz varsa sitenin eBay forumundaki en çok cevap yazılan konuları okumanızı tavsiye ederim. Macera filmi/Brezilya dizisi kıvamında gerçekten. Birkaç gündür günde en az 4-5 saatimi onları okuyarak geçiriyorum, bağımlılık yaptı cidden. Chanel çanta satın alıp "Kutu boş çıktı" diyerek Paypal'den parasını iade alanlar, aynı çantayı 50 kişiye satanlar, gerçek çantayı teslim alıp sahtesiyle değiştiren ve "Satıcı bana sahte çanta gönderdi" diye eBay'e şikayet edenler, çantayı aldıktan sonra "Gelmedi" diyerek bankalarını arayıp kredi kartlarından çekilen parayı geri aldıranlar, her türlü sahtekarlık öyküsüne denk geldim. Paypal'in bariz sahtekar olsa bile hep alıcıyı koruduğunu gördükten sonra kesinlikle satıcı olarak Paypal ile muhatap olmak istemediğime karar verdim. Çok korkunç gerçekten. Sadece nakit, almayan almasın.
Subscribe to:
Posts (Atom)