Thursday, 5 January 2012

wanderlust

Bir süre öncesine kadar "İngiltere'ye gidip ailemden uzak kalacağıma, iş arama ve ev taşıma + o evi çekip çevirme derdiyle uğraşacağıma, İzmir'de kendi evimin rahatlığında yaşamak ne güzel" türü bir düşünce vardı kafamda. Boş oturmanın, sabahtan akşama dizi izleyecek vaktimin olmasının, ailemin ve genel olarak el bebek gül bebek ev ortamımın tadını çıkarıyordum. Ama son zamanlarda içimdeki İngiltere özlemi bambaşka olmaya başladı. Londra'yı, oradaki yaşamımı ve İzmir'e göre çok sınırlı sayıda olsalar da arkadaşlarımı deli gibi özlüyorum. Bir metroyla şehrin her yerine gidebilmeyi, 2-2.5 saatte Galler'de ya da Paris'te olabilmeyi, evde sıkıldığım zaman Time Out London'ı açıp gay & lesbian event'lere baktığımda her gün en az 5-6 şey bulabilmeyi özlüyorum. Galerilerin, konserlerin, diğer kültür-sanat etkinliklerinin, dünya mutfağının ve kaliteli şarapların elini sallasan ellisi modunda olmasını özlüyorum. İnternetten alışveriş yapılacak milyon tane site olmasını özlüyorum. Londra'ya dönme ihtiyacı duyuyorum deli gibi ve bir an önce.

Uzun süre aynı yerde kaldığımda içime fena bir yerinde duramama hissi doluyor. Orada ne kadar güzel zaman geçirmiş olursam olayım, başka bir yere gitme zamanımın geldiğini hissediyorum. Beni 17 yaşındayken İzmir'den İstanbul'a, oradan Canterbury'e, son olarak da Londra'ya taşıyan his. "Wanderlust".

Türkçe karşılığı olmayan, çok, çok güzel bir kelime. Wanderlust: Yolculuk ve gezmek için duyulan güçlü tutku, dayanılmaz dürtü.

Şu ana kadar içimdeki bu dürtünün ortaya çıkmadığı tek yer Londra oldu. Belki zamanla ortaya çıkar, belki de Samuel Johnson'ın o ünlü sözü doğrudur: "Londra'dan bıkan, hayattan bıkmış demektir. Ne de olsa, hayatın sunabileceği her şey, Londra'da bulunur."

PS. Geçenlerde Masterchef'in Amerikan versiyonunda Cat Cora diye bir şefin konuk olduğu bölümü izlemiştim. Eşcinsel stereotipi bir görünüşü olmamasına rağmen kadını gördüğüm anda "Bu kadın kesin gay" demiştim aklımdan. Wikipedia'dan öğrendiğime göre gayet öyleymiş. Gaydar'ım süper, baktığım gibi anlıyorum valla. Kendimi tebrik etmek istedim buradan.

this is how sue sees it

Glee maratonuma devam ederken aşağıdaki replikleri duydum ve nedense salak salak gülmemi durduramadım birkaç dakika. Sue Sylvester karakterine bayılıyorum. O aksiliği, kötü niyeti, herkesi terslemesi ve çılgın mizah anlayışı beni benden alıyor. Hayatımda bir Sue Sylvester istiyorum.

Will: I just want you to know, you can lean on me right now.
Sue: Oh William, I wouldn't dare lean on you—so much grease in your hair I'd probably slide right off.




Bu videoyu daha önce paylaşmıştım, ama bayılıyorum, o yüzden bir daha.

Wednesday, 4 January 2012

what a shame

Bu aralar yine internet alışverişine sardım. Kargoculara kapıyı açmaya üşendiğim için de paketleri annemin iş adresine yollatıyorum. Annem bu sabah işe gittiğinde masasının üzerinde Bimeks'ten bir koli bulmuş. Ben bir şey sipariş verdim sanıp eve getirmiş. Ama ben Bimeks'ten bir şey almamıştım. Kolinin üzerinde annemin adı yazıyor, içinde de 3000 liralık falan 2 tane laptop var. Ben üzümü yiyip bağını sormama taraftarıydım ama annem "Ne alaka" şeklinde Bimeks'i aradı. Kargo için adres etiketi basılırken bir hata yapıldığı ortaya çıktı. Hayallerim yıkıldı.

**

Gündüz Glee izlemediğim zamanlarda Hercule Poirot filmleri eşliğinde örgü örüyorum. Yıllardır arada bir örgü örmeye heves ederim, ama başladığım hiçbir şey bitmez. Bu sefer kazağımı bitirmeye kararlıyım.

**

İngiltere çalışma/iş arama vizesine başvurmak için okuldan bir belgeye ihtiyacım var. 10 Şubat'taki Justice ve Marina and the Diamonds konserine yetişebilmem için belgenin bu hafta gelmesi gerekiyor. PTT'yle gelmesi de üç hafta sürüyor. O yüzden okula email attım kurye ayarlasam ona verebilir misiniz diye. Bugün Noel tatilinden sonraki ilk iş günüydü. Bütün gün bekledim, mailime cevap gelmedi. Kabul, bu işle uğraşan ofis 2 haftalık bir tatilde pek çok mail alıyordur. Ama yüzlerce bile olsa, koca bir iş gününde o kadar insan hepsine cevap verebilir, değil mi?

İşini doğru düzgün yapmayanlar beni sinir ediyor.

Sunday, 1 January 2012

a room of one's own

Dün birisi bana 4 yıl önce gerçekleşmiş bir olaydan bahsetti. Söz konusu olayın başımdan geçtiğini düne kadar tamamen unutmuştum. Hafızamın o kadar derinlerinde kalmış ki, "Gerçekten böyle bir şey olmuş muydu ya" diye sordum kendime, o anı abartısız bir yabancının başından geçmiş gibiydi.

Erken ve gayet ayık sonlandırdığım yılbaşı partisinden sonra eve gelip yatağıma girdiğimde uyku ve uyanıklık arasında gidip gelirken aklıma şu geldi: "O olay şu anda üzerinde yattığım yatakta olmuştu". Bu da hafızam için pek bir şey ifade etmedi. Ama bir kere o düşünce aklıma girdikten sonra bu yatakta yaşadığım şeyleri düşündüm (odasında hiç bir zaman sandalye, koltuk vs bulunmamış biri olarak hayatımın tamamı yatakta geçiyor denebilir). Son derece nostaljik biri olmama rağmen bu düşünce beni sentimental ruh hallerine sürüklemedi. Nedenini düşündüm. İstanbul'da yaşarken aldığım bu yatağım benimle birlikte İzmir'e geldi. Ama sanırım yatağın anıları İstanbul'daki odamda kaldı. Önemli anılarımla ilişkilendirdiğim için benim için değerli olan ve İstanbul'dan getirdiğim objeleri düşündüm. Hiçbiri beni İstanbul'daki odamı kafamda canlandırmak kadar duygusallaştırmadı. O yüzden anıların eşyalarda değil, mekanlarda yaşadığına karar verdim. Ya da belki eşyaları gittiğimiz yere götürebilirken, mekanları arkada bırakmak zorunda kaldığımız için, ulaşılamayan/kaybedilmiş şeyler olarak mekanlar nostalji hissini daha fena tetikliyordur. Bilemiyorum.

Odaların kendi enerjileri olduğuna sonuna kadar inanıyorum. Şu ana kadar bir sürü evde yaşadım ve bazı evler nedensiz bir şekilde bana korkutucu, soğuk ve rahatsız edici geliyordu. Bazılarında da aynı şekilde kendimi çok rahat ve huzurlu hissederdim. Eğer ev ve odaların enerjileri varsa ve o enerjiyi hissedebiliyorsak, neden o etkileşim çift taraflı olmasın? Neden his ve anılarımız o enerjinin bir parçası haline gelmesin?

creature of the night

Bugünlerde sabahtan akşama Glee izliyorum. Dün de Digiturk'te 2. sezon maratonu vardı. Rocky Horror Picture Show'u konu alan bölümü yeniden izledikten sonra bütün akşam kafamda Touch-a Touch-a Touch-a Touch Me çaldı hiç durmadan. Rocky Horror Picture Show çocukluğumdan beri hayatta en sevdiğim müzikal olmuştur, eğer izlemediyseniz mutlaka izleyin. Glee'yi zaten izlemeniz gerektiğinden bahsetmiyorum bile :)

Neyse, şarkının Glee versiyonu bence süper olmuş. Jayma Mays'in "I wanna be dirty" deyişine bayıldım özellikle. Kalp.

Thursday, 29 December 2011

you can tell everybody this is your song

Çocukken en sevdiğim bilgisayar oyunlarından olan RollerCoaster Tycoon, geçenlerde National Geographic'te rollercoaster yapımıyla ilgili bir program izledikten sonra aklıma gelmişti. Baktım üçüncüsü falan çıkmış, oynamaya başladım. Manyak gibi sabahtan akşama bununla uğraşıyorum. Bağımlılık yapıcı gerçekten.

Böyle uzun süre evde oturduğum dönemlerde sıkıntıdan bir şeylere sarıyor ve bütün günümü onunla geçiriyorum. Bu takıntım her zaman kısa ömürlü oluyor, hevesim kısa sürede geçiyor. Başladığım iş de yarım kalıyor o yüzden genelde. İlgi alanlarım konusunda böyle daldan dala bir yaklaşımımın olmasına yakın çevrem "Maymun iştahlısın/Hiçbir şeyi bitirmiyorsun" şeklinde bakıyor. Bilmiyorlar ki gerçekten elimde değil, gerçekten ilgim birden pat diye başka bir şeye kayıyor. Aynı şeyi ilişkiler konusunda da yaşıyorum. Yeni bir arkadaşla/sevgiliyle deli gibi zaman geçirirken, birden ilk günlerde hissettiğim o coşku yok oluyor. Şu ana kadar çocukluğumdan beri hala arkadaş olduğum tek bir insan var, o derece (hep 93290 tane çocukluk arkadaşı olan tipleri kıskanmışımdır hatta).

**

Son birkaç gündür tanımadığım 543'lü farklı numaralar arayıp duruyor. Hem de insanın tanımadığı birini aramasının kaba ötesi kaçtığı abuk saatlerde. Normalde zaten bilmediğim numara arayınca açmam, bir de böyle görgüsüz gibi saçma sapan saatlerde aramalarına iyice sinir oldum, her kim(ler)se. Sattığım çantayla ilgili konuşmak isteyen bir kadına email adresimi ve telefon numaramı vermiş, mesajımın sonuna da "Emaille haberleşmeyi tercih ediyorum, lütfen mail atın" yazmıştım. Onun olabileceğinden şüpheleniyorum. Eğer oysa, özellikle aramak yerine mail atmasını söylediğim halde aradığı için sinir olacağım.

İnsanlar neden cep telefonu sahibi olmamın her an ulaşılmak istediğim anlamına gelmediğini anlamıyorlar? Güzelim Facebook ve email varken, insanlarla telefonla iletişmeyi sevmiyorum gerçekten. Telefonumu da ailemle konuşmak ve buluşacağımız zaman arkadaşlarımla haberleşmek dışında kullanmıyorum. Tanımadığı insanları gecenin 10'unda arayan ya da sabah 9'da arayıp uzun uzun çaldırarak uyandıran insanlar neyin kafasını yaşıyor merak ediyorum o yüzden. Tanımadığın birinin evine gidip, o saatte 10 kere zilini çalar mısın? Probably not. E o zaman niye telefonla rahatsız ediyorsun?

**

Birkaç hafta önce televizyonda kahvaltıma eşlik edecek bir şeyler ararken The Glee Project'e denk geldim. O günden sonra kaçırmadan izlemeye başladım. Bilmeyenler için, The Glee Project, Glee dizisinin yeni sezonunda rol alacak insanın yetenek yarışması modunda bir elemeyle seçildiği bir reality show. Programda Glee'nin yaratıcısı Ryan Murphy'nin "Paul Smith modellerine benziyorsun" şeklinde tanımladığı, Cameron adlı bir yarışmacı vardı. Erkeklere zerre ilgim olmamasına ve dizinin ilerleyen bölümlerinde hardcore Hristiyan olduğunun ortaya çıkmasına rağmen, onun olduğu sahnelerde gözümü ekrandan alamadığımı fark ettim. Tam bir o-kadar-şirinsin-ki-en-yakın-arkadaşım-ya-da-erkek-kardeşim-falan-ol-istiyorum anı yaşıyorum bu çocuğa bakarken. The OC'deki Seth'in daha utangaç ve daha yakışıklı hali gibi. Kalp.



**

Bu da 10 yaşındayken falan deliler gibi sevdiğim bir şarkıydı, bu aralar yine aklımda.

Friday, 23 December 2011

Balenciaga Chevre Calcaire Box'umu satıyorum :(

Evin kullanılmayan çantalar cenneti haline gelmesi ve odamdaki iki kapılı dolaplardan birinin sadece çantadan oluştuğunu fark etmem üzerine kullanmadığım çantalarımı satmaya karar verdim.

Son derece orijinal Balenciaga çantalarımdan birini satıyorum. Rengi Calcaire (hafif pembemsi bir tonu olan çok açık bir bej). Modeli Box; First ile aşağı yukarı aynı boyda görünüyor, ama eni daha büyük olduğundan daha çok şey sığıyor.

Bu model ve bu renk artık üretilmiyor, o yüzden çok nadir rastlanan bir çanta olduğunu Balenciaga delisi biri olarak güvenle söyleyebilirim. Çok yumuşak keçi derisinden yapılma. Aynası, toz çantası ve çıkabilen omuz askısı var. Yeni gibi, kullanıldığı hiç belli olmuyor. Belirgin bir lekesi, izi vs. yok.

İki yıl önce İngiltere'den almıştım, aldığımdan beri sadece 2-3 kez kullanmış olduğum için satıyorum. Ben kullanmıyorsam bari başkası kullansın.

Kesinlikle orijinaldir, sahte çantaya elimi bile sürmem. İstediğiniz mağazada ya da Purse Forum'daki Authenticate This Balenciaga bölümündeki uzmanlara onaylatabilirsiniz.

İlgilenenler yorum atarak ulaşabilirler.

Fiyat 900 TL. İzmir'de elden de teslim edebilirim. Çantanın satış fiyatı bunun bilmem kaç katı olduğundan maalesef daha ucuza satmam mümkün değil.





Wednesday, 21 December 2011

don't leave me here with only mirrors watching me



Bu şarkıyı henüz dinlemediyseniz, mutlaka dinleyin.

Conor Oberst'in sesinin 2:50'de aldığı hale bayılıyorum. "Don't leave me here" derken nasıl bir çaresizlik, ne kadar çıplak bir acı var sesinde. Sadece bu şarkı için konuşmuyorum; hislerini sesine bu adam kadar iyi yansıtabilen bir başka kişi yok bu dünyada kesinlikle. Bu şarkıda ya da Haligh, Haligh, A Lie, Haligh'da falan bazen öyle bir titriyor ki sesi, yüzünü bile görmeden "Ağlıyor" diyor insan.

**

Staj bitişi neye uğradığını şaşırmış, fazla boş vakitten kafayı yemiş bir ruh halindeydim. Şimdi hayatım yine fena halde rutine bağladı. Ve yine "Zaman yetmiyor" moduna geçtim. Sabah 9.25'e saatimi kuruyorum. Uyanıp ilaç içiyor, bir yarım saat daha kedimle birlikte uyukluyorum. 10.10'da "The Glee Project" eşliğinde kahvaltı ediyorum. O bitince maillerime, Facebook'uma ve diğer hesaplarıma bakıyorum. Kitap okuyorum. Sonra Digiturk'teki dizilerimi izleyerek öğle yemeği yiyorum. Ruh halime göre Wii oynuyor ya da Agatha Christie romanlarının TV uyarlamalarını izliyorum. Yazdığım online dergi için İngiliz basınını takip edip, birkaç haber derliyorum. Çocukluğumun favori oyunlarından RollerCoaster Tycoon'u yeniden buldum bu aralar, biraz onu oynuyorum. Akşam yemeği yiyorum, Digiturk'te izlemek istediğim dizi ya da film varsa izliyorum, yoksa kitap okuyorum. Gece 1'de National Geographic'te yurtdışında yasadışı işlere bulaşıp hapse giren insanları konu alan Banged Up Abroad diye bir program oluyor; televizyonu o bittikten sonra kapanacak şekilde ayarlayıp yatağımda onu izliyor ve uyuyakalıyorum. Ertesi gün yine aynı şeyler baştan.

Peki sıkıcı mı, hayır, değil.

Tuesday, 20 December 2011

battle for the sun

Blogger'a birkaç gündür bir şey yazmıyordum, yokluğumda değişmiş mi, yoksa benim bilgisayarım mı kafayı yedi? Yukarıda foto ekle ve spellcheck imgelerinden başka şey kalmamış, yazı yazılan sayfada. İlginç.

**

İstanbul'dan geleli 5 gün oldu. Alışılmadık bir biçimde 5 gündür aralıksız, sular seller gibi yağmur yağıyor. Hava öyle kapalı ki, öğleden sonra 2 gibi falan ışık yakma ihtiyacı duymaya başlıyorum, hatta bazen daha erken. İnsanın ruhunu karartıcı bir hava gerçekten. Ve bunu ne zaman dile getirsem, "E Londra'da hep böyle değil mi, sen orada ne yapıyorsun o zaman" türü bir laf ediyor karşımdaki insan. Neden bilmiyorum, Londra'da havanın günler boyunca gri olması beni çok rahatsız etmiyordu. Belki genelde güneşli olan İzmir'in aksine Londra çoğu zaman gri olduğu için ve yaz dışında güneş çok nadir görüldüğü için havanın kapalı olması sıradan bir şey haline geliyordu, bir tür "blasé" olma durumu. Ya da belki insan öyle bir şehirde başka türlü yaşamanın mümkün olmadığını bildiği için kendini ruh halinin havadan olabildiğince az etkilenmesi için şartlıyor. Bilmiyorum.

İzmir'de (ya da Türkiye'nin çoğunda diyelim) güneşin değerini bilmiyoruz. Ancak olmadığı zaman onun bizim için ne kadar önemli olduğunu fark ediyoruz. Kış günü bile güneş gözlüğümüz çantamızdan, arabamızdan eksik olmuyor. Hiç hazzetmediğim bir insan modeli olan "otobüste/uçakta yüzüne güneş geldiği anda perdeyi çeken cam kenarı insanları"na dönüşüyoruz.

İngiltere'ye ilk taşındığımda hava yağmurlu ya da buz gibi bile olsa, güneş yüzünü gösterdiği an yarı çıplak bir şekilde parklara akın eden insanları hep garipsemiştim. Ya da "Bugün hava güneşli, dersten sonra mutlaka bahçesi olan bir pub bulmalıyız" diyen sınıf arkadaşlarımı. Ama bir süre sonra onları anlamaya başladım. Güneşli günlerde laptop'umun ekranı görünmez hale gelse bile *asla* odamın perdesini çekmez hale geldim. "Daha güneşin batımına bir saat var" diye mutlu olup, o son bir saati kendimi 10 kez arkamı dönüp güneşe uzun uzun bakmak zorunda hissederek geçirdim. Güneş ne kadar gözlerimi rahatsız ederse etsin, asla güneş gözlüklerimi takmadım; dünyayı güneşin parlaklığı altında görmektense koyulaşmış, grileşmiş bir şekilde görmek, bana bir tür "günah" gibi göründü. Hava güneşliyken mutsuz olamazmışım gibi hissediyor ve gözlük takarsam bir şekilde güneşin bu ruh halimi koruyucu etkisini kaybedeceğimi düşünüyordum. O yüzden havanın günlerdir kapalı olması ve birkaç gün daha bu şekilde devam edeceğini bilmek hoşuma gitmiyor.

Öte yandan, tam olarak rengini bilemediğim bej bir Balenciaga Day çanta sahibiyim artık. Day'lerde çantanın hangi sezona ait olduğunu belirten metal etiket olmadığından çantanın sezonunu ve dolayısıyla renginin adını bilemiyorum. Praline, Sahara ve Granny adlı 3 renkten biri olduğunu sanıyorum. Ama bu üç rengin hiç birini gerçek hayatta görmediğimden, sadece internetteki fotoğraflara bakarak tahminde bulunmaya çalıştığımdan ve Balenciaga çantaların renkleri ışığa/kameraya/flaşa vs bağlı olarak deli gibi oynayabildiğinden emin olamıyorum. Çantamın fotoğraflarını çekip Purse Forum insanlarına sormayı planlıyordum, ama hava gri olduğu için rengi fotoğraflarda olduğundan daha gri çıkıyor. Normalde biraz daha yeşilimsi/sarımsı bir tonu var, o ton fotoğrafa yansımıyor nedense. Güneşli havada çekersem yansıyacağını ve çantamın renginin adını bulacağımı umuyorum. Böyle yazınca baktım ki bir renk ismi için bu kadar kasmam saçma geliyor göze, ama çok kafaya taktım cidden.



PS. 5 gündür bir de aralıksız balık yiyorum. Hala sıkılmış değilim. Her gün deniz ürünü yesem hayat ne güzel olur.

Friday, 16 December 2011

sic transit gloria (glory fades)

Çok, çok hızlı birkaç gün geçirdim yine. Çarşamba sabahın köründe kalktım, ojemi sürdüm, duşumu aldım, saçlarımı yaptım ve İstanbul'a gitmek üzere hazırlanmaya başladım. Tam arabaya binerken kimliğimi almadığımı fark ettim. Bütün evi aradım, bulamadım. Pasaportumu almak zorunda kaldım, o yüzden tüm İstanbul gezim pasaportum yerinde mi diye çantamı yoklayarak geçti. Bu kimlik koşuşturmacası sırasında havaalanına giden treni kaçırdım. Bir Türkiye klasiği olarak tabii ki bir sonraki tren olması gerektiği saatte gelmedi. Süperannem beni arabayla havaalanına bıraktı, uçağıma rahat rahat yetiştim. Arkadaşımın evine gittim, bir sürü Schweppes Mandalina + Smirnoff içtikten sonra Junior Boys konserine gittim. Vaktinde başlaması pek çok insan için beklenmedik bir şey olmuş olacak ki, sahneye çıktıklarında içeride 30 kişi falan vardı. Çok güzel geçen bir konserden sonra arkadaşıma gidip direk sızdım. Sabahı hiç hoşlanmadığım, ancak Starbucks'sızlıktan gitmek zorunda kaldığım Caffè Nero'da geçirdim. Oradan da staj yaptığım gazeteye uğradım, çok özlemişim. Orada yemek yiyip bir çay içtikten sonra yine havaalanına doğru yola çıktım. Uçakta tam yerime oturmuştum ki, arkada herifin teki "Kardeşim ben senin telefonla konuşmanı dinlemek zorunda mıyım" diye bağırmaya başladı. Bildiğiniz bağırıyor ama, abartmıyorum. Neymiş, önünde oturan kadın telefonla konuşuyormuş. Kendisi de kadına medeni bir biçimde "Kusura bakmayın, biraz sessiz konuşur musunuz" demek yerine, "Burası kıraathane mi, ben senin telefonla konuşmanı dinlemek zorunda mıyım" diye bağırmayı tercih etmiş. Sinir oldum. Ben de tanımadığı birine "Sen" diye hitap eden, onun telefonla konuşmasından 10 kat daha yüksek bir sesle kabadayı gibi bağırıp bütün uçağı ayağa kaldıran bir tipi dinlemek zorunda değilim çünkü. Asıl "kıraathane" davranışı bu olmuyor mu?

Bunu demişken, uçaktan inip trene bindiğimde yanımda oturan adam 10 dakika boyunca telefonla konuştu. 1- Gayet normal sesle konuşuyor, "Bu bir toplu taşıma aracı, herkes sessiz sakin takılıyor, bari alçak sesle konuşayım" da demiyor. Ya da konuştuğu insana "Şu anda dışarıdayım, acil değilse eve gidince arayayım" demek aklına gelmiyor. 2- Yanında oturan kadın, sıkılmış bir halde görüşmesini bitirmesini bekliyor. Bu nasıl bir kabalıktır? Zaten dışarıda telefonla konuşmayı (ya da genel olarak telefonla konuşmayı) hiç sevmem, biri bir arkadaşımın/sevgilimin vs. yanındayken beni ararsa da olabildiğince kısa keser, sonra da karşımda oturan insandan özür dilerim. Aynı şekilde buluştuğum biri karşımda bu kadar uzun süre telefonda konuşursa, bunun inanılmaz bir kabalık olduğunu düşünür ve "Demek ki bana saygı duymuyor, bana değer vermiyor" olarak algılarım. İnsanların mı algısında bir gariplik var, bende mi?

**

"Sing me something soft, sad and delicate" diye giden şarkı sözleri takıldı aklıma bugün. Lisedeyken çok dinlediğim bir şarkı olan Existentialism on Prom Night olduğunu hatırladım sonra. Taking Back Sunday ve Straylight Run çok dinliyordum o zamanlar.


Sonra aklıma Brand New geldi. O zamanlar en çok dinlediğim gruplar listesinde rahat ilk 3'e girer herhalde.


O zaman en en en çok dinlediğim grup ise kesin olarak Saosin. Deliler gibi dinlerdim bu şarkıyı. Myspace profilim açılınca çalmaya başlıyor, o güçlü davul sesi profilime bakanları deli ediyordu. Bir sürü insan "Nolur şu profil şarkını değiştir artık, profiline bakınca ürküyoruz" demişti hatta bu yüzden. Yine de seviyorum.