Nette tanıştığım ve muhabbetim 2-3 cümleden ibaret olan bir insanla sadece çarşamba günü beğendiğim garsonun çalıştığı bara gitmeye bahanem olsun diye buluştum dün. Hayatımın en felaket buluşmalarından biriydi. Ne karakter, ne de görünüş olarak internetteki haliyle alakası olmayan birisi çıktı karşıma. İnanılmaz derecede kaba, ters, ve acayipti. Hani dikkat çekmek için abartılı, aşırı ve saçma sapan davranan, "Çok sorunluyum" insan modeli olur ya, öyleydi. Ağzımdan çıkan her lafta tersleyecek bir şey arıyordu, abartmıyorum. Sürekli yarı tartışır durumdaydık. Kendi başarısızlıklarını inanılmaz kompleks haline getirmiş, o yüzden ağzımdan hiç onu ima edecek bir laf çıkmadığı halde sürekli "Sen şimdi yurtdışında okumuş paralı aile çocuğusun ya, beğenmezsin beni/evimi/işimi" falan deyip duran biriydi. Birden sesini yükseltip garip garip el kol hareketleri yapıyordu, bütün bar bize dönüp bakınca da "Ben oyuncuyum, ondan" diyordu. Sonra bana "Kilo vermen lazım" falan dedi, "Yok, kalsın" dedim. Daha saçma bir laf edemeyeceğini düşünüyordum ki, "Sen nesin, ha? Nesin sen?" diye sormaya başladı ısrarla. Neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim olmadığını söyledim. "O zaman demek ki sen gerçekten eşcinsel değilsin" dedi bana. Görünen o ki, "Nesin sen" sorusunun neyi refere ettiğini bilmeyenler "gerçek eşcinsel" değilmiş. Kendi kelimeleri.
Neyse, söz konusu insan en son garsonlardan birinin yüzünü elledi, ve garsonun yüzündeki o "WTF?!" ifadesini görünce yer açılıp beni içine alsın istedim. İçkimi çabucak bitirip, eve kaçtım. 3 tane bol alkollü romun üzerine bile kafam kaldırmadı. Zaten beğendiğim kız da üst kata bakıyordu dün akşam.
Allah'a inanan biri olsam, "Allahım, madem yarattın, takip et" derdim şu olayın üstüne.
Dönem filmlerinden gidiyorum yine. Az önce Sarah Waters'ın romanlarından uyanlanan son film The Night Watch'u izledim. Tüm Waters uyarlamaları gibi bana çok dokundu, ama bununla diğerlerinden daha çok özdeşleştirdim kendimi kesinlikle. Ve Sarah Waters'ı bilenleriniz varsa spoiler olmayacak: Tabii ki mutsuz bir son.
Ya da belki değil.
Tam "mutsuz son" diye düşünürken, filmin son cümleleri beni duraksattı:
“Someone once said that a happy ending depends on where you decide to stop your story. Then again, it could be when you realise your story is not yet over; that you are only at the end of the beginning.”
Ne kadar da doğru.
Gay, straight, whatever, ne olursanız olun, bu filmi izleyin.
Bazen fena impulsive hareketlerim oluyor. Mesela bugün evde otururken birden saçımı koyu kahverengiye boyayasım geldi. Migros'un sitesine baktım, paralı getiriyorlarmış. Carrefour bedava getiriyor diye oradan alayım dedim, ama köpük boya yoktu internet sitelerinde. Belime kadar gelen saçlarımı tek başıma normal boyayla boyamaya da cesaret edemedim, arada kızıllar kalır diye. O yüzden hala kızıl saçlıyım.
**
Bugün çamaşır günüydü. İşim bittikten sonra hem çamaşır, hem de kurutma makinesine ısrarla ikişer kez bakmama rağmen yine çoraplarımdan birinin teki kayboldu. Hep böyle oluyor. Nasıl oluyor hayret ediyorum gerçekten. Nereye gidiyor bu çoraplar? Çorap canavarından şüpheleniyorum.
**
Bu aralar boğazım ağrıyor yine. İngiltere'de geçen kış 3 hafta falan sürekli hasta olduğum için alkol alamamış ve deli olmuştum. Bu derdime BFI'daki restoranlardan birinde denk geldiğim sıcak viski süper bir çözüm olmuştu. Hem tadı mükemmel, hem de boğaz ağrısına ve gribe süper geliyor. Türkiye'de yapan yer var mı, biliyor musunuz? Çok canım çekti.
**
Crush insanımın birden bana bir garip davranmaya başlaması, içimde "Acaba burayı mı okuyor" türü bir paranoyaya neden oldu.
**
Affinity izlediğimden beri dönem filmi izleme modundaydım. 1800'ler İngilteresi'nde geçen bir film olan The Secret Diaries of Miss Anne Lister'ı izleyeceğim şimdi. LLGFF'in açılış filmiydi geçen sene.
Alt katta yaşayan çift, taşındığımdan beri haftada bir falan gecenin bir yarısı kavgaya başlayıp, bütün gece devam ediyor. Fena halde tiz sesli ve sesinden benden kısa boylu olduğu izlenimini edindiğim (ve bu kompleksini aşmak için maçoluğa başvurduğunu sandığım) adam, sesini çıkarmayan kadına saatlerce aralıksız avaz avaz bağırıyor. Önceki gece oldu en son, 2-3 gibi uykumdan uyandım bağırış çağırış yüzünden, arada tam dalıyorum, adam "Seni öldüreceğim" diye bağırıyor, pat küs sesler geliyor, kadın "İmdat" diye bağırıyor, polise mi haber versem diye düşünüyorum uyku uyanıklık arasında, ama genelde böyle durumlarda kadınlar "Sana ne" diye karışana küfrettiği için bir şey yapmıyorum. Ama hava aydınlanıyor, bakıyorum bunlar hala devam ediyor ve ben bütün gece doğru düzgün uyuyamamışım, apartman görevlisine şikayet ediyorum. Tiplerin 15 gündür evli olduğu, yani evlenmeden önce de gayet böyle avaz avaz kavga ettiği ortaya çıkıyor. İnsanların bazen daha kötü koşullardan kaçmak için evlendiğini biliyorum, ama gerçekten bu kadın bu adamla isteyerek evlendiyse kendisine akıl fikir diliyorum. İlişkileri beni bile yordu gerçekten.
Bir de işin garip yanı, bazı insanlar böyle sarsıntılı ilişkileri seviyor, "Bağırması/dövmesi hiç yoktan iyidir" ya da "Kıskanıyorsa demek ki seviyor" gibi saçma sapan düşüncelere kapılıyor. Şahsen benim sevgilim beni fiziksel şiddet uygulayarak, bağırıp çağırarak, ya da kıskançlık krizlerine girerek kontrol etmeye ya da ezmeye çalışsa, o kadar hızlı kapının önüne koyarım ki başı döner. O yüzden bazı insanları anlamakta güçlük çekiyorum. Güçlük çekiyorum değil de, neden "mantık" denen şeyle en ufak bir alakaları olamadığını anlayamıyorum diyelim. Yoksa zihniyetlerinin nasıl işlediğini az çok tahmin edebiliyorum.
İşin özeti, kavgacı ve kıskanç olmak bence birer karakter kusuru; yani düzeltilmesi gereken şeyler, benimsenmek yerine.
O kadar agresyon üzerine bu bana huzur veriyor:
Tam uyku öncesi, loş ışıklandırılmış bir salonda, elde bir kadeh şarapla dinlenesi bir şey. Mümkünse saten bir gecelikle.
Epifani: Aniden bir şeyin özünü anlama ve anlamını bulma duygusu.
**
Bu sabah bir epiphany ile uyandım. Rüyamda eski sevgilimi gördüğümü ve hoşlandığım insanı Facebook'ta eklediğimi hatırlıyorum. Detaylar kafamdan silindi, ama ne gördüysem sabah birden o insanın "O da ilgileniyor" olarak yorumladığım hareketlerinin aslında hepsinin herkese gösterdiği arkaşça davranışlar olduğuna dair bir izlenimle uyandım. Son birkaç günkü hareketleri zaten bende "İyi, sen bu kadar umursamazsan ben de seni umursamam" türü çocukça bir hırsa neden olmuştu. Bu epifani, gerçek ya da değil, beni iyice soğuttu. İnsan birini takmayınca zorla umursayamıyor, ama kendisini "Bu insanı umursamayacağım" diye şartlaması daha kolay. Yani benim için öyle en azından. Bir sabah uyanıyorum, gayet takmıyor buluyorum kendimi.
Bu bahsettiğim insan kesinlikle sokakta görsem dikkatimi çekecek biri değildi. İlgimi çeken, o ortamda gaydar'ımı ping'leten tek kadın olmasıydı. Sonra da sesinin güzelliği. Çıktığım insanlarla asla, asla bu kadar heyecanlanmıyorum. Sadece uzaktan hoşlandıklarım beni bu kadar etkiliyor. Sanırım bu, uzun süre onlar hakkında hayal kuracak zamanım olmasından ve onları elde edemedikçe daha da hayal kurmaktan, ve o hayaller hiç gerçeğe dönüşmediği için hiç sıkılmamaktan kaynaklanıyor. Eminim bu insanla da aramda bir şey olsaydı, hayallerimdeki gibi öpüşmediğini fark edip ondan soğumam an meselesi olurdu.
Zaman zaman üzücü olsalar bile karşılıksız hoşlanmaları seviyorum.
**
Son birkaç gündür saçmalayan hormonlarım ve bayram nedeniyle içimi kaplayan melankoli, sonunda gitti. Gidişini Florence and the Machine - Shake it Out ile kutlayalım hadi.
Farkına vardım ki tek başıma yaşamak bana iyi gelmiyor. Tek başıma olmak beni depresifleştiriyor. Depresifleştiriyor derken Bağdat Caddesi'ndeki evimde yaşarkenki gibi değil, sadece regl dönemimde falan akşamları evde tek başıma otururken iyice duygusala bağlıyorum. Şu ana kadar ne zaman tek başıma yaşasam, ya da ev arkadaşım eve uğramayan bir tip olsa, böyle oldum. Evde birinin varlığı inanılmaz etkiliyor insanın ruh halini. Tek kelime muhabbeti olmayan biri bile olsa yan odada birinin olduğunu bilmek, onun MSN ya da müzik seslerini duymak insanın kendini yalnız hissetmesine engel oluyor.
Londra'daki ev arkadaşım, o Amerikalı çocuk, süper iyi geliyordu bana. Ne zaman moralim bozulsa yanına giderdim, "Ben bugün biraz kötüyüm derdim", işini gücünü bırakır ve "Sana bir içki lazım" diyerek elime bir bardak Gentleman Jack tutuştururdu. Beni dinlerdi, sonra bana saçma sapan şeyler anlatırdı uzun uzun, müzik dinletirdi, Youtube'da bir şeyler izletirdi. Onu gay bara götürecektim ama yalan oldu. Çok özlüyorum hem onu, hem Londra'yı. Hayatımda hiç o kadar iyi anlaştığım bir ev arkadaşım ya da kendimi o kadar ait hissettiğim bir şehir olmadı.
Bundan sonra tek başıma yaşamak falan istemiyorum kesinlikle.
Dün yine uzun süredir izlemeye niyetlendiğim ama izlemediğim bir filmi izledim: Sarah Waters'ın aynı adlı romanından uyarlanan Affinity.
Ben normalde mutlu sonla bitmeyen filmleri pek izlemem. Sarah Waters'ın hiç bir romanı pek mutlu olmadığından bunun da mutlu biteceğini sanmıyordum, ama bu kadar depresif bir film beklememiştim. Yine de tavsiye ederim izlemeyenlere.
PS. Başroldeki kadın çok, çok güzeldi. Uzun boylu brunette'lere fena zaafım var. Ve çıkık elmacık kemiklerine. Sert yüz hatlarına.
Dün akşam izlediğim film beni baya etkiledi. Bugün en olmadık anlarda ağlarken yakaladım kendimi. PMT modunda olmam, bayramı tek başıma geçiriyor olmamla birleşince birden bir kötü oldum. Ve staja başladığımdan beri Cumartesi akşamı işten eve gelip Pazartesi sabahına kadar hiç çıkmamak üzere insan yüzü görmeden tüm zamanımı evde geçirdiğim olmamıştı.
Beni crush insanıma bağlayan bir ip var ve ben uzaklaştığım zaman o ip rahatsız edici derecede geriliyor gibi hissediyorum, aklım hep onu göreceğim yerlerde kalıyor o yüzden. Onu görme ihtimalim olmayan her dakika boşa geçiyor gibi geliyor, o yüzden gayet ev kuşu olan ben, evde oturmak istemiyorum hiç.
Eğer bir tür ilahi güç varsa evrende, rica ediyorum şu işe bir el atsın, istediğimi oldursun.
Taksim'e "Women Club" adlı yeni bir yer açılmış. Her ne kadar infosunda "kadınlar için" falan türü bir şey yazmasa da ben isimlerinden hedef kitlelerinin kadınlar olduğunu çıkardım. Sonra Facebook'ta mekanda çekilen fotoğraflara baktım, go-go boy'lar falan vardı. Gay kadınlar için açılan bir mekanda neden erkekler dans ediyor bilemiyorum. Ayrıca fotoğraflarda en az 5-6 tane orta yaşlı kel erkek gözüme çarptı. Kadınlara hitap eden gay bir mekanda, hetero ya da gay, erkeklerin ne işi var anlamıyorum. Kadın arkadaşlarıyla gelenlere bir lafım yok da, gerisi ne yapıyor? Bir tür reverse fag hag'lik (sürekli gay erkeklerle takılan, "ayy canım ne şekersin sen" yapan hetero kadın modeli) örneği mi? Ya da saçma sapan bir "Olur da belki birini eve götürürüm" mantığı mı? Hayal mı görüyor bu adamlar? Oradaki kadınlardan birinin size dönüp bakma olasılığı dirseğinizde birden bir adet göt deliği belirme olasılığından daha düşük, farkında değilsiniz herhalde.
Bir de nedense bu ülkede gay mekanlar kendilerine "marjinal" diyor. Yok marjinal eğlence, yok marjinal gece kulübü falan. Ve içerideki kitle de, snobluk gibi olmasın ama, hayatta yaptığı en marjinal şey Serdar Ortaç'ın son şarkısının sözlerini henüz ezberleyememiş olmak olan bir insan grubu. Butchluğu maçoluk zanneden mi ararsınız, hala aktif-pasif roller gibi salak salak şeylerle uğraşan mı, maço kız arkadaşına "kocacım" diye hitap eden turuncu fondötenli kadınlar mı. Heteroseksizm ve heteronormativite heteroseksüel bile olmadıkları halde hepsinin içine işlemiş. Ne marjinalliği, LOL demek istiyorum kendilerine. Açık açık "gay bar" demek yemiyor herhalde.
İstanbul'a acilen fena halde upscale bir gay bar lazım. Cuma ya da cumartesi gecesi içeri erkek alınmayan (ya da bir bölümü sadece kadınlar için olan), girişi şöyle 30-40 lira olan, dolayısıyla içeride kariyer sahibi, düzgün insanlar barındıran bir mekan (evet, snob alert). Ve diğerleri gibi eski bir binanın bilmemkaçıncı katında olmayan, giriş katında olan ve girişinde alnının akıyla kocaman bir gökkuşağı dalgalandıran. Doğru düzgün müzik çalan.
Çünkü ben hiç alternatif olmadığı için binaların üst katlarına gizlenen, Tekel vodka içilen, Demet Akalın dinlenen ve cinsel yönelimimden başka en ufak bir ortak nokta sahibi olmadığım, sosyokültürel olarak ayrı dünyaların insanı olduğum tiplerle dolu mekanlara gitmek zorunda kalmak istemiyorum.