Sunday, 23 October 2011

i'll confess all of my sins after several large gins

Birkaç gün önce bir post yazmış, ama sonra kendimi biraz arkadan konuşur gibi hissettiğim için kaldırmıştım. Bugünden sonra yayınlamanın bir zararı yok sanıyorum ki.

"Şu anda aşık olmadığım ve bana aşık olmayan biriyle daha yeni olmasına rağmen sallantıya girmiş bir ilişkideyim. Birine karşı duyduğum heyecanın 3-4 ayda geçtiğini sanarken bu sürenin 1 ay civarına inmiş olması kafamda bazı soru işaretleri oluşmasına neden oldu.

1- Her ilişkim bittiğinde "Bu ilişkiden bunu öğrendim" dediğim bir şey bularak onca zamanı yanlış biriyle harcamış olan kendimi avuturum. Bu ilişkiden öğrendiğim ne olacak? Sanırım bu: İnsanın kafasında "Şu şu şu özelliklere sahip olan/olmayan biriyle asla birlikte olamam" diye oluşturduğu kriterlere uymayan biriyle karşılaşınca "Neyse, çok seçici olmayayım, ona bir şans vereyim" dememesi gerekiyor bence. İnsan birinden ilk aşamada ne kadar hoşlanırsa hoşlansın, bazı farklılıklar zamanla onu karşısındakinden uzaklaştırıyor. Bu kesinlikle kaçınılmaz bir şey. Ben bu ilişkide ideal sevgili modelimden çok daha farklı olan, yaşam biçimi ve prensipleri bir çok noktada bana çok ters olan biriyle olmayı denedim. Ve iki insan o kadar zıtken spark mpark kalmıyor ortada. Ha belki insan çılgınlar gibi aşık olur, aşkın gözü kör olur falan, bilemem. Ama ben olduramıyorum bunu.

2- Gerçekten bundan sonra her ilişkim 1 ayda heyecanını kayıp mı edecek? Her ayrılığında ilk birkaç gün aklına geldikçe "Kötü oldu" diyen, ama onun dışında üzülmeyen ve etkilenmeyen bir insan mı olacağım hep? Şu ana kadar aşık olmaya en çok yaklaştığım insandan ayrıldığımda aylarca kendime gelememiş olmamın sebebi o an yaşça çok küçük olmamdan kaynaklanıyordu da artık duygusal olarak "büyüdüğüm" için bir daha öyle hissetmeyecek miyim; yoksa yaş maş dinlemeden aşık olabilir miyim günün birinde? Bazen kendimi asla tamamen hislerime bırakamayacak kadar gerçekçiymişim gibi hissediyorum çünkü.

3- Hayallerindeki sevgili gelene kadar oturup beklemeli mi insan, yoksa karşısındaki insanın onun için yanlış olduğunu bile bile sırf güzel zaman geçirmek ya da sıkılmamak adına onunla birlikte mi olmalı?

Bunları buraya şu anda birlikte olduğum insanın blog'umu okumadığını bildiğimden yazıyorum (arkasından yazmak gibi bir saygısızlık yapmak istemezdim, ama paylaşmam gerekiyordu aklımdan geçenleri). İdeal sevgili modelim kesinlikle düzenli olarak burayı okuyan biri. Bir insan nasıl birini sevdiğini iddia eder ve yazdıklarını okumaz aklım almıyor. Ben birini seviyor olsam, birine aşık olsam, onun hakkında olabilecek en ufak detayları bile bilmek isterim. Neler geçiyor aklından, ne hissediyor, neler yaşıyor bilmek isterim. Birini "sevip" de bunları merak etmemeyi hayal bile edemiyorum."


Bugün bu bahsettiğim insandan ayrıldım. Şu ana kadar bitmesini istediğim ilişkilerde hep saçma-sapan-davranayım-da-o-benden-ayrılsın stratejisi izlemiştim. Kendim "Ayrılalım" dediğim tek bir insan olmuştu bugüne kadar, bugünkü ikinci oldu. Ama iki durumda da ancak karşı taraf "İlişkimiz nereye gidiyor" temalı bir lafla konuyu açtıktan sonra ayrılmak istediğimi belirtme cesaretini bulabildim. İnsanları kırmaktan, üzmekten o kadar çekiniyorum ki, istemediğim halde ilişkilerimi sürdürüyorum. İnsanların yerine sevgililerinden ayrılan şirketlere gerçekten hak veriyorum. İlişki bitirmek fena bir şey.

Az önce yatağıma oturmuş yeni yıkanmış çamaşırlarımı katlarken aklıma bu ilişkiden aldığım ders gelmişti, bir-daha-bu-hataya-düşmeyeceğim dedirten bir şey. Ama ne olduğunu unuttum. Hatırlarsam söyleyeceğim.

Hatırlayana kadar aldığım ders şu olsun: Kafandaki ideal sevgili modeline uymayan biriyle birlikte olmaya çalışmaktansa, yalnız kalmak daha iyi. "Yetiniyor" oluyorsun yoksa.

Aldığım ikinci ders: Ben şu anda *kesinlikle* tek eşli olmak isteyen biri değilim. Ciddi ilişki isteyen biri de değilim. Gözünü sevdiğimin single hayatı.

PS. Bu hatırlayamadığım şey beni deli edecek şimdi sabaha kadar.

PPS. Bugün öğlen depremi öğrendiğimden beri içim bir fena. Ve sağda solda "24 şehidimiz, pis Kürtler, ilahi takdir" modu yorumlar gördükçe hayrete düşüyorum. İnsanlıktan çıkmış gerçekten bazıları. Kendilerine de birer doz ilahi takdir mümkünse.

Friday, 21 October 2011

i'm giving you a night call to tell you how i feel

Fena, fena halde işkolik oldum. İki gün arka arkaya toplum içine çıkamayan, bir gün sosyal olunca ertesi günü evde pilini yeniden şarj ederek geçirmek zorunda hisseden ben, haftanın 6 günü sabahtan akşama zevkle çalışan bir insan haline geldim. "Ben bu huyumla nasıl her gün işe giden bir insan olacağım" diye düşünüp korkardım hep, ama insan zevk aldığı bir iş yapıyorsa gerçekten böyle şeyleri sorun etmiyormuş. Ve gerçekten insanın "Sabah olsa da işe gitsem" demesi mümkünmüş.

Bir de blog'uma gelen biri "Heather Peace eşcinsel mi" diye aratmış. E günaydın.

Sunday, 16 October 2011

tomboy

Dün bildiğim kadarıyla Filmekimi'ndeki tek LGBT'imsi temalı film olan Tomboy'a gittim. Geçen hafta gittiğim yine bir Filmekimi filmi olan Uyuyan Güzel'de ölümüne sıkıldıktan sonra, bu film konusunda pek heyecanlı değildim. Hata etmişim. Aylardır beni bu kadar etkileyen, güldüren; bana bu kadar dokunan bir film izlememiştim. Kesinlikle tavsiye ederim, bulursanız izleyin.

Bir filmi çok beğenirsem ilk fırsatta hakkında yazılanları okurum. Biraz önce Tomboy review'lerini okurken gördüm ki Tomboy, Water Lilies'in yönetmeninin ikinci filmiymiş. Water Lilies'i 2007'de !f Istanbul çerçevesinde Caddebostan'da izlemiştim. Üzerimde beyaz bir gömlek ve siyah bir kravat vardı. İyice içimi sıkan film bittikten sonra o zamanlar yeni ayrıldığım ilk kız arkadaşımın evine gitmiştim. Yatağında oturup konuşmuş, birlikte webcam'le fotoğraf falan çekmiştik. Tomboy bir insan olan eski sevgilimin o gün ilk kez tanıştığım annesi odada yalnız kalmamıza fena uyuz olmuş, sürekli bir şey ister misiniz bahanesiyle kapıyı açıp durmuştu.

Dün Tomboy'a gittiğimde yanımda birlikte ayrılma-devam etme çizgisinde zigzag çiziyor olduğum şu anki sevgilim vardı.

Yeniden İstanbul'a döndüğümden beri o eski sevgilim aklıma geliyor her akşam.

Water Lilies'i izlediğim o geceye dönebilmek için neler vermezdim, size anlatabilmem mümkün değil.

Geçmişi deli gibi özlüyorum. Yağmurlu hava ve Pazar ruh hali bana yaramıyor.

Friday, 7 October 2011

paranızı çöpe atma yolu olarak Reeder

Aldığımdan beri topu topu 4-5 kere kullandığım Reeder'ım son zamanlarda 6-7 dakika işe yürümem dışında dışarı bile çıkmadığı halde bozuldu. Bozuldu dediğim, ekranın camı gayet normal olmasına rağmen ekranın altındaki e-ink muhabbetinin olduğu adını bilemediğim kısım çatlamış gibi görünüyor.

Bunun üzerine müşteri hizmetlerini aradım, ve daha 2 ay önce aldığım şeyin 2 yıl garantisi olmasına rağmen benden tamir için "150 lira + KDV" istediler. Yenisi zaten 240TL. Bunu duyunca fena halde tepem attı. Abartısız 1,5 saat önce bunu duyduğumdan beri burnumdan solur haldeyim.

- İlk olarak garantisi olan, alalı 2 ay geçmiş bir şeyi tamir için nasıl para istersiniz?

- İnsanlara "Hesap numaramız şu, 150 TL + KDV gönderin, 3-5 gün içinde tamir edeceğiz" diye mail atmadan önce "Şu şu şu nedenlerden garantiniz geçerli değil" demeyi akıl edemiyor musunuz?

- Bu ürün bomboş bir çantada, kılıf içinde, hiç bir darbe almadan 10 dakika gezdi diye bozulacak kadar hassassa, neden satmadan önce insanlara böyle bir uyarıda bulunmuyorsunuz? Zaten yüklediğim çoğu e-kitabın bir sayfasını 3 dakikada açtığını, hatta bazılarında direk kilitlendiğini fark ettiğim ve aldığıma zaman zaman pişman olduğum bu ürününüzün bir de sokağa çıkarılamayacak kadar hassas olduğunu bilsem, kesinlikle almazdım. İnsan dışarı çıkaramayacaksa, ne yapsın e-kitap okuyucuyu?

Eğer bunu alıp paramı tamamen iade etmezlerse, ya da ücretsiz tamir etmezlerse yemin ediyorum Ekşi Sözlük'ten başlayarak (ve hatta yıllardır açmamakta ısrar ettiğim halde bir Twitter hesabı açarak) aklıma gelen her türlü sosyal medya sitesinde ve tüketici hakkı sitesinde bu olayı duyuracak ve bir tüketici hakları derneğine başvurup yasal haklarımı öğreneceğim. 300TL'ye yakın para ödediğim bir şeyi iki ay geçmeden çöpe atmaya hiç niyetim yok, gerekirse hiç acımam bir o kadar daha parayı bir avukata verir ve bu işin peşini bırakmam. Çok uyuz oldum cidden.

Bir de işin en sinir bozucu kısmı, bana "Şu şu şu ürünümüzü alırsanız elinizdeki bozuk Reeder'ı bedavaya tamir ederiz" gibi 3-4 farklı teklifle gelmeleri. "Eğer bize 1000TL daha verirseniz onu bedavaya tamir ederiz" şeklinde. Tam bir enayi muamelesi. Müşterinize verdiğiniz değerin 0 olduğunu, müşteri memnuniyetine önem vermek yerine ne-yapsam-da-daha-çok-para-kazansam zihniyetinde olduğunuzu gördükten sonra ben niye gidip bir daha sizin ürünlerinizi satın alayım ki? Madem böyle hassas şeyler yapıyorsunuz, bozulunca da sorumluluk üstlenmiyorsunuz, garantiyi anında yok sayıyorsunuz, niye bir daha o riski alayım ki?

Bu ürünü ilk aldığımda 4-5 ayrı kişiye birden tavsiye etmiştim ve hepsi yurtdışından Kindle ve türevlerini almak yerine Reeder'ı tercih etmeyi düşünüyordu bu yüzden. Bundan sonra ne o insanların, ne benim Reeder'ın yanına bile yaklaşma ihtimalimizin olmadığını kesin olarak belirteyim.

Eğer Reeder almayı düşünen ve Google'dan Reeder diye aratıp blog'uma ulaşanlar varsa, size tavsiye: Kesinlikle gidin Kindle alın. E-ink ekranlarda bu şikayet çok sık görülüyor araştırdığıma göre, ve Amazon böyle bir durumla karşılaşan müşterilerine sorgusuz sualsiz yeni Kindle veriyor. Kindle'ının üzerine oturup ekranını kıran insanlara bile bedavaya yeni Kindle veriyorlar, o derece. Amazon'dan gönül rahatlığıyla alışveriş yapmak varken böyle şark kurnazlıklarına kanmayın.

Tuesday, 4 October 2011

the cnn effect

Hayatımda hiç bu kadar meşgul olmamıştım. Cuma sabahı İzmir'den Ljubljana'ya doğru yola çıktım, orada süper bir haftasonu geçirdikten sonra Pazar akşamı İstanbul'a geldim. Dün de bir gazetede staja başladım. Sabah kalk, işe git, kafanı kaldırama, eve gel, biraz nete gir, uyu şeklinde geçiyor günlerim.

Şu son 2 günde aldığım 3 ders:

1- 'Seks satar' muhabbeti her yerde olduğu gibi burada da geçerli. Bir yerinden seksle alakalı haberler mutlaka kendine yer buluyor.

2- Dış kaynaklardan haber derlemek kesinlikle haberi çevirmekle bitmiyormuş, bunu anladım.

3- Sürekli ajansları takip edip dünyada olan biten önemli her şeyden televizyon kanallarına ya da gazetelere düşmeden haberdar olmak, akşama haber bülteninde bir şey görünce "Ben bunu sabahtan beri biliyordum" diyebilmek insana sapıkça bir zevk veriyor.

Şimdi izninizle gidip kendimi yatağa atacağım.

Tuesday, 27 September 2011

the one behind the wheel

Yıllardır birlikte olan, ve yıllardır her görüşmemde mutlaka kavga modunda olan bir çift tanıyorum. Bu çiftle ne zaman aynı ortama denk gelsem ya kavga ediyor ya da "ayrılmış" oluyorlar. En son birkaç gün önce milyonuncu kez ayrılıp arkadaş ortamlarındaki herkesi de olaya dahil edip gerdikten sonra yine barışmışlar, "Sana nasıl aşığım biliyor musun" ruh haline geçmişler.

Böyle haftada bir kavga eden, ayda bir ayrılıp "Bu kez kesin bitti" yapan, sonra yeniden canım cicim olan insanlarla çok ayrı dünyalarda yaşıyoruz sanırım. Benim insanlarla ilişkilerimde bir kavga kavramı vardır, bir de tartışma. Tartışma, tarafların fikir ayrılığına düştüğü, ve sonra her tarafın fikrini karşısındakine insan gibi medeni bir şekilde açıklarken aynı zamanda diğer fikirleri de ne kadar kendine ters görünürse görünsün kafasında tarttığı; duygulara rağmen yine de mantık çerçevesi dahilinde olan bir durumdur. Kavga, insanların fikir ayrılıklarını mantıktan uzak ve kapalı zihinli bir şekilde düşüncelerini karşı tarafa zorla/duygu sömürüsüyle/triple/manipülasyonla bilmemneyle kabul ettirerek çözmeye çalıştığı bir durumdur. Bir ilişkide tartışmalar olur, ama kavgalar olmamalıdır bana göre. Dolayısıyla ilişkilerde kendine saygısından taviz vermeyen biri haline geldiğimden beri kavgalar benim için ilişkiyi tamamen bitirme sebebidir.

Bir önceki sevgilimle bir gün çok kötü bir kavga etmiştik, ve ben bunu ilişkimizin sonu olarak yorumladığımdan baya üzülmüştüm. Ben bu kadar üzgünken neden bu kadar tepkisiz olduğunu sorduğumda, olaya "Kavga ettik ama aramız ertesi güne düzelir" diye baktığını ve benim niye tek bir kavgayı ilişki bitirecek bir şey olarak gördüğümü anlayamadığını öğrenmiştim. Çoğu insan onun kafadan sanırım.

Monday, 26 September 2011

whatever you've planned for me, i'm not the one

İlginç bir haftasonu geçirdim. Haftasonu sezonun son deniz faslını yapma adına Karaburun'a gittik. Annemin birkaç arkadaşı ve onların arkadaşları vardı. Akşam hep birlikte rakı sofrasına oturuldu. Masada çoğu bir gazetede ya da internet sitesinde yazan, hepsi son derece kültürlü ve ilgi çekici 10 kadar insan vardı. Muhabbeti keyifle dinliyordum ki, bu insanlardan biri -yaş, konum vs. açısından masa hiyerarşisinde en üstte olan insandı göründüğü kadarıyla- son derece homofobik laflar etmeye başladı. Karşımda oturan insanlarla karşılıklı yüz buruşturmamız sırasında göz göze geldik o laflar edilirken, yani masada o cümlelerden hazzetmeyen tek insan ben değildim kesinlikle. Ama kimse bir şey demedi, kimse "Böyle bir dille konuşmayın lütfen" demedi. Bu muhabbet birkaç kez daha tekrarlandı aynı insan tarafından. Anneme hem adamın laflarından, hem de kimsenin tepki vermeyişinden rahatsızlık duyduğumu söyledim. "Boşver şimdi, bir şey deme, içkili zaten çok" tepkisi verdi annem.

Bir insanın alkollü olması, bilmemnerenin saygıdeğer yazarı olması, dedem yaşında olması, "ibne" kelimesini mizahi bir bağlamda kullanması, falan filan olması homofobik laflarının hoş görülmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Homofobiye her yerde, her zaman meydan okunması gerekiyor. Ve ben o anda hem 1-2 kişi dışında kimseyi tanımadığım bir ortamda bulunduğumdan, hem yaşça herkesten küçük olduğumdan, hem de aralarına sırf annem yüzünden dahil olduğum bir insan grubunun keyfini kaçırmak istemediğimden bir şey diyemedim o anda. Gece boyunca bir daha adamla muhatap olmamaktan başka şey yapamadım. Kendime saygı seviyem 10 puan azaldı bu yüzden. Bir daha asla kimsenin homofobisini tolere etmek zorunda kalacağım bir duruma düşmek istemiyorum.

**

Pazar günü Karaburun dönüşü ben Arby's'e gitmek istiyorum diye Balçova'ya gittik. Yazın baktığımda Arby's Balçova Kipa'da diye gördüğümü hatırlıyorum. Baktık değilmiş, Asma Çatı'daymış. "Asma Çatı" gibi adını bile bilmediğim bir yerde olsa hatırlardım kesinlikle, Balçova Kipa'yı tamamen sallamış olmam mümkün değil. Arby's hep Asma Çatı'da mıydı, yoksa bir ara Kipa'da da oldu mu?

Neyse, Arby's'i bulup beklemekten soğumuş ve sertleşmiş ekmekli yemeğimizi yedikten sonra Ikea'ya gittik eve bir şeyler bakmak için. Pazar günü Ikea'ya gitmek inanılmaz bir hataymış, bunu anladım. İçerideki 1500 insanın hepsi birbirini ittiriyor, birbirinin önüne falan atlıyordu. Bazı insanlar yol ortasında durmuş laflarken insan trafiğini tıkıyordu, biraz sert bir şekilde "Pardon, geçebilir miyim" deyince de küfretmişim gibi yüzüme bakıyorlardı. Üstüne üstlük çıkışta park yasak olan yükleme alanına araba park edip içeri giren dangoz insanları görünce bu ülkeye dair umudumu biraz daha yitirdim.

Eve gelirken trafikte salağın teki saçma sapan makaslayıp dururken öyle bir önümüze fırladı ki, az kalsın kaza yapıyorduk. Anneme "Niye kornaya basıp uyuz olduğumuzu belirtmedin" diye sordum. "Şehir eşkiyası bi tipe denk geliriz başımıza bişey gelir aman boşver" cevabı verdi. Geçenlerde iş arkadaşlarından bir tanesi saçma sapan hareketler yapan bir adama korna çaldıktan sonra adam kadına yanaşıp arabasını bariyerlerle kendisinin arasına sıkıştırmış. Kadının arabasında oluşan hasar bariz olmasına rağmen polis "Eğer şikayetçi olursanız ifade vereceksiniz, mahkemeye gideceksiniz falan, uzun iş, emin misiniz, uğraşabilecek misiniz bunlarla" falan demiş. Yine ülkem insanıyla ilgili sosyal tespitlere daldım bunu duyunca.


Friday, 23 September 2011

i shall avenge the death of all the romance

Taksim'de meydana 5 dakika uzaklıkta bir evi idare eder bir fiyata bularak ev sorununu çözmüş bulunuyorum. Stres katsayım oldukça azaldı.

**

Bugünlerde kime email atsam cevap gelmiyor. Yunanca kursuna gitmek istiyorum, veren kuruma mail attım cevap yok. Yanında staj yapacağım insana mail atalı 5 gün oldu, cevap yok. 2 gün önce Ekşi Duyuru'da ev ilanı veren birine mail atmıştım, cevap yok.

İnsanların iş-güçlerinde emailin yeri çok büyük olduğu halde maillerine bakmıyor olması mı, yoksa bakıp da kaale almıyor olması mı daha sinir bozucu bilmiyorum. Ben ki bir iş sahibi olmadığı halde günde 500 kere emaillerine bakan, önemliyse mutlaka o gün cevap veren bir insanım. Aklım almıyor bu işi.

**

Ben İzmir'de olduğumdan ve İstanbul'daki evi görmeden tutmak istemediğimden kız arkadaşım gidip benim yerime görme iyiliğinde bulundu. Meydandan evi tarif etsinler diye ona bir telefon numarası vermiştim. Neyse, eve gidip bakmış, genç bir çocuk tarafından gezdirilmiş. Buraya kadar normal. Ama evi gösteren çocuk yol tarif etsinler diye aradığı sırada telefon numarasını gördükten sonra gece mesaj atmaya başlamış "Facebook'un var mı, akşam dışarı çıkalım mı" falan şeklinde. Sabah da arayıp mesajlarına devam ediyormuş çocuk duyduğuma göre, ve hatta cevap vermiyor diye trip atıyormuş. Hayatta böyle bir şey başıma gelmemişti, inanamadım da zaten duyduğumda. Ne biçim insanlar var bu ülkede.

Hayretler içinde kalıyorum.

**

Facebook'ta bugün yeniden karşıma çıkan eski bir şarkı gelsin o zaman:



Sözlük'te "22'nizdeyseniz ve başkalarının kollarında ağlayamıyorsanız, the dears'ın bu şarkısı biçilmiş kaftandır sizin için" yazmış birisi. 22 ve başkasının kolunda ağlayamayan biri olarak duygulandım fena halde.

Wednesday, 21 September 2011

if columbus was wrong, i'd drive straight off the edge

Fena, fena bir stres içindeyim.

Yanında staj yapacağım gazeteci bana başlangıç tarihim olarak 1 Ekim'i söylemişti. 1 Ekim'in Cumartesi'ye geldiğinin farkında olmadığını varsaydım ben, ama bazı arkadaşlarım "Medya sektöründe belli olmaz, gerçekten Cumartesi başlamanı istemiş olabilir" falan diye düşünüyor. Yine de beş kuruş para vermedikleri, yemek ya da yol masraflarını bile ödemedikleri, sigorta falan etmedikleri, son derece gayriresmi çalışan bir stajyeri haftasonu çalıştıracaklarını sanmıyorum. Neyse, yine de 1 Ekim'de giderim diye düşünüyordum ki, 2 Ekim Pazar akşamı İstanbul'a dönecek şekilde Slovenya'ya gitme şansı çıktı karşıma; ve 10 dakika içinde gidip gitmeyeceğime karar vermem gerekiyordu. Yeni yerler görme şansını asla kaçırmayan bir insan olduğumdan gitmeyi kabul ettim. Sonra da bu bahsettiğim insana Pazartesi başlayıp başlayamayacağımı soran bir email attım. 2 gün oldu, cevap gelmedi. Panikledim.

Bir diğer panik sebebim ise kendim hiç görmeden, Pazar akşamı Slovenya dönüşü bana tertemiz bir şekilde hazır olacak bir ev bulmak zorunda olmam. Normal koşullar altında Taksim tarafında bir 1+1 ya da stüdyonun kirası 800TL falan civarındayken, sırf iki ay kalacağım diye ve eşyalı eve ihtiyacım var diye bana 30-40 metrekarelik evleri turist fiyatına aylığı 2.000TL'ye falan kiralamaya çalışan fırsatçı tiplerle uğraşıyorum günlerdir. Ne kadar bıktım anlatamam. 800'e Cihangir'in arka sokaklarında asansörsüz eski bir binadaki banyosuz, mutfaksız, televizyonsuz bir oda kiralamaya çalışanlar; Elmadağ'da 1.500'e "full eşyalı" her şey dahil ev kiraladığını iddia edip sonra eve bir fırın ve mikrodalga koymayanlar, temizliğe de ekstra para isteyenler; aynı fiyata mutfaksız, banyolu bir odayı "stüdyo" diye kakalamaya çalışanlar; bilmemne ara sokağındaki 60 yıllık apartmanda 1+1 bir dairenin içini yenileyip ayda 3.500TL isteyenler; "Normalde kiramız 900 ama siz sadece 2 ay kalıyormuşsunuz diye 1.500 olur" diyenler; hiç bir detaya yer vermediği bir ev ilanı verip sonra "Biraz evden bahseder misiniz" diye arayan insanları "Neyinden bahsedeyim" diye tersleyenler; her türlü şeyle karşılaştım. Arkadaşlarım aracılığıyla bulduğum ev arkadaşı arayan insanların da evleri ya Taksim'e her gün gidilip gelinemeyecek kadar uzak; ya da benim rahat edemeyeceğim kadar eski, dökülen apartmanlarda.

Londra'da Oxford Street'e 10 dakika uzaklıkta bir ev bulmam hem bundan çok daha kısa sürmüş, hem de bana çok daha ucuza mal olmuştu. Zamanında Taksim'de ev alıp, içini IKEA'dan döşeyip sonra normal kira fiyatının 2 katına kiralayıp insanları kazıklamak ne kolay hayatmış gerçekten.

Yemin ediyorum o kadar bıktım ki, çok kıymetli şehrinize de size de deyip bu sonbaharı İzmir'de güzelim evimde geçiresim var.

Monday, 19 September 2011

rolling in the deep

Dünya kesinlikle çok küçük.

İstanbul'da stajım süresince kalacak yer arayışımda ailem ve arkadaşlarım aracılığıyla karşıma çıkan iki insanla da aynı ortamda ve sosyal çevredeymişiz orada eskiden yaşadığım süre içinde. Bunlardan bir tanesi annemin üniversiteden arkadaşının kızı. Facebook'ta gördüğüme göre de son derece gay. Dünya küçük işte.

**

Cuma günü sonunda kaydımı sildirmeye Yeditepe'ye gittim. 3.5 yıl sonra, hayatım 180 derece değişmiş bir halde okula gitmek çok garip ve hüzünlüydü. O zamandan beri hem ben, hem de okul baya değişmişiz.

Kayıt sildirme ne zahmetli işmiş, bunu fark ettim. Önce Öğrenci İşleri'nden bir form almak, sonra onu okulun farklı binalarındaki 7 ayrı kişiye imzalatmak gerekiyor. Mali İşler'deki kadının "E sen 3 yıldır okula gelmemişsin, kaydın da dondurulmamış son 2 yılda" diye bana sinir olup imzalamasının ardından imza faslım başladı. Hukuk Binası'na gittim bölüm ofisi için, ve öğrendim ki Siyaset Bilimi Güzel Sanatlar Binası'na taşınmış (o binanın adını bari Sosyal Bilimler ve Sanat falan yapsalarmış). Oradan da imzamı alıp Hukuk'a geri gittim fakülte dekanına imza attırmak için. Adam "Tebrikler" cümlesi eşliğinde imzayı attı, Öğrenci İşleri'ne gittim, kayıt sildirme işlemini tamamlayıp lise diplomamı ve YÖK denkliği için gereken belgeleri aldım.

Yeditepe'yi bazen çok özlüyorum, ama asıl özlediğim okul mu yoksa orada okuduğum zaman dilimi mi bilemiyorum.

**

Salondaki Digiturk receiver'ımız kafayı yedi, en çok izlediğim dizi ve film kanallarının çoğunu göstermiyor birkaç haftadır. O yüzden Türk kanallarına bakmak zorunda kalıyorum odamda televizyon izlemek istemediğim zamanlarda. Şu ana kadar farklı kanallardaki dört dizinin birer bölümünü izlemiş bulundum. Karşıma çıkanlar kızını döven babalar, buna ses çıkarmayan sinmiş anneler, çocuğunun dışarı çıkmasına bile izin vermeyen aileler, bir sürü iğrenç taciz ve tecavüz sahnesi, ve kadına yönelik yapılan "namus" ve "şeref" muhabbetleri oldu. O kadar tiksindim, o kadar rahatsız oldum ki anlatamam. Böyle aile modellerinin örnek olarak gösterilmesi gerçekten midemi bulandırdı. Özellikle İffet'i yarım saat izledikten sonra beynimi çamaşır suyuyla yıkayıp o deneyimi aklımdan silmek istedim hiç abartmıyorum. Bu ülke nereye gidiyor temalı endişem iyice arttı şu son bir haftada.

Bu konu bir tek benim dikkatimi çekmemiş ayrıca. (bkz. televizyon kanallarında artan namus temalı diziler)