Wednesday, 17 November 2010

play me sideways, it don't matter

Lip Service'in son bölümü dün yayınlandı. Sevdiğim diziler bitmesin istediğim için son bölümleri izlememe huyum var (Xena'nın son 3-4 bölümünü aylarca izlememiştim bitmesin diye, The L Word finalini de izlememek için bütün bahanelerim bitince izledim), yine aynen öyle yaptım. Son bölümü hala izlemedim, sondan öncekini de 1 hafta gecikmeli olarak şimdi izledim. Bu kadar eğlenceli başlayıp bu kadar depresif biten bir bölüm daha olamazdı.

Zaten sabahtan beri kapalı hava yüzünden alacakaranlıkta olan Londra'da hava kararmak üzere (ve saat daha 4). Uyanalı 3 saat bile olmamışken havanın kararmasının dünyadaki en depresif şey olduğunu bir kez daha vurguluyorum. Buna bir de bölüm sonunda çalan şarkı eklenince insanın kendine depresyonlardan depresyon beğenesi geliyor.



Bu benim depresyonumdan sonra antidepresan kullanmadan ve yalnız başıma (sevgilisiz) geçirdiğim ilk kışım. Arkadaşlarım var, kendimi çok yalnız hissetmiyorum, ama yine o karanlığa çekilecek olsam bunu fark edecek kadar sık görüştüğüm birileri yok. Biraz korkutucu, ama bir daha kendimi ruhen o kadar alçak bir noktada bulmamaya kararlıyım.

Tez konumu cinselliğin neden reklam stratejisi olarak kullanıldığı ve neden sattığı olarak belirlediğimi önceki post'larımdan birindeki yorumlarda söylemiştim, bu hafta tez outline'ımı hazırlamam gerekiyor. Yarın, Cuma ve Cumartesi akşamları dışarıda olacağımdan o iş bugün bitse süper olacak.

Yarın akşam GB forumlarından birileriyle D'nin çalıştığı yere gideceğim. Cuma sabah okula gidip outline'ımı vermem ve Theories of the Culture Industry dersimin notlarını almam lazım, sonra da dersim var. Okuldan sonra yine D'nin çalıştığı mekanda aynı forumdan farklı insanlarla buluşmaya gideceğim. 1-2 saat orada takıldıktan sonra başka bir siteden insanlarla yine Soho'da başka bir LGBT mekana gideceğim. Cumartesi öğleden sonra LSE'de (mekandan emin değilim) transfobi karşıtı bir buluşma var, akşam da bir BDSM sitesinin buluşmasına gidiyorum. Bu hafta en az 4 farklı siteden tanıdığım insanlarla olacağım yani. Bir an hayatımın ne kadar internet üzerinden yürüdüğünü fark ettim.

don't let it end



Ne zaman gecelerin insanlığına bürünsem uyuyamadığım gecelerde aklıma hep bu şarkı gelir. "Keşke uyuyabilsem" diye düşünerek dinlerim. Keşke uyuyabilsem, ama ilaçla uyumak istemiyorum. Uyku ilacıyla uyuyunca ertesi gün bütün gün uyuyup sersem gibi uyanıyorum çünkü.

Bütün yaz boyunca evde boş oturuyor olduğum halde 1'de uyuyup 10'da kalkmayı alışkanlık haline getirdikten sonra gayet ironik bir şekilde okulun en yoğunlaştığı dönemde yine bütün gece oturur hale geldim. Ama bu kez önceki gece insanı dönemlerimin aksine bütün gün uyumuyorum, 12 gibi uyanıyorum en geç. Uyku saatlerim azaldı yani, ama eksikliğini hissetmiyorum. 9 saatten az uyuyunca bütün gün oturduğu yerde uyuyakalan biri olarak bu benim için çok alışılmadık bir durum.

Geçen gün Dide'yle konuşuyorduk ayrılığın bir yordamı olmalı mı diye, evet, kesinlikle olmalı. Ben birinden ayrılırken (gerçi hayatımda hiç birinden ayrılmadım denebilir bir kişi dışında) ASLA gerçek nedeni söyleyebilecek bir insan değilim. Asla "Ben bilmemkaç aydır seni aldatıyordum zaten, başkasına aşık oldum, ayrılalım" türü muhabbetler yapılmamalı diye düşünüyorum; "İlişkimiz süresini doldurdu, ayrılmak istiyorum" demek en doğrusu ayrılırken. Sevgilisini başkası için terk ediyorsa bile nezaketen yeni ilişkisini göz önünde olmayan bir şekilde yaşamalı bir süre insan. Vicdan ve görgü sahibi birisi öyle yapar yani en azından.

Aldatmadığım sevgili sayısını bir elimle sayabilirim, ama bir kez bile yakalanmadım (eski sevgililerimin burayı okumadığını bildiğimden bunu yazıyorum). En kötü kavgalarda bile, hatta "Seni aylardır aldatıyorum, kusura bakma" lafını duyduktan sonra bile "E ben de seni aldatıyordum zaten" gibi bir şey söylemedim. Eğer bir ilişki bitirilmek isteniyorsa, mümkün olduğu kadar zararsız bir şekilde beyaz yalanlarla bitirilmesi gerektiğine inanıyorum. Böyle her kirli çarşafı nasıl olsa ilişki bitti diye ortaya dökmek gereksiz drama/sıkıntı/sinir/kalp kırıklığından başka bir şey yaratmıyor.

Evet, ayrılıkların bir yolu yordamı olmalı.

Bu aralar polyamory kavramına merak sarmış durumdayım. Kendimi kıskanma ve sahiplenme potansiyeli çok olan bir insan olarak gördüğümden böyle bir şey yapamam diye düşünürdüm hep, ama en son kıskanma/sahiplenme belirtimin üzerinden neredeyse 3 yıl geçtiği için şu anda poly bir yaşam tarzının bana göre olabileceğini düşünüyorum. Tek eşlilik zaten yapmakta zorlandığım bir şeydi, bir daha asla kendimi aldatma/aldatılma durumunda bulup stres olmak istemiyorum. Ve şu anda tek bir insanla birlikte olabileceğimi sanmıyorum. O yüzden gizli gizli yapacağıma aleni olsun istiyorum bu sefer. Poly insanlarla konuşmaya başladım deneyimleri hakkında. Hadi bakalım.

Tuesday, 16 November 2010

hipster-hating



Tumblr'da yukarıdaki fotoyu gördükten sonra bir süredir aklımda olan bir şeyden bahsetmek istedim: Hipster kitle fena halde sinirime dokunuyor.

Hipster'lık günlerini 20'li yaşlara gelmesiyle arkasında bırakmış bir insan olarak benden yaşça büyük bir sürü insanın "Çok farklıyım" adı altında üniforma gibi aynılaşmış bir halde geziyor olmasını çok garipsiyorum. İnsanların "stil sahibi" oldukları için kendilerini üstün görmelerini, dış görünüşün bir tür "başarı" halini almasını ve dolayısıyla baba parası yiyen işsiz güçsüz tiplerin görünüşleriyle sosyal statü sahibi olma çabalarını daha da garipsiyorum.

Geçen gün Shoreditch'in mainstream'leşmesiyle Londra'nın yeni hipster semti haline gelen Dalston'daydım. Soho'dan otobüsle giderken Central London'dan Doğu Londra'ya geçmeye başladığını gayet kolay anlayabiliyor insan sokaktaki tiplere bakarak: Gözleri bozuk olmadığı halde Wayfarer ya da türevi gözlükler takan, çocuk reyonundan alınma daracık kotlar giyen, saçlarının yarısı kazınmış yarısı uzun bu pek entel insanlar Doğu Londra'da metrekare başına 30 tane düşüyorlar.

Türkiye'de de bu kadar rahatsız edici olmasa da bu nüfus mevcut. Facebook listem 20'li yaşlarında olmalarına rağmen parantez bıyık ya da at hırsızı sakalı bırakma salgınına yakalanmış bir kitleyle doldu. Türkiye'ye döndüğümde çantamda bir traş makinesi ile dışarı çıkıp bu gençlerin aklını başına getiresim geliyor: Gerçekten sakalsız/bıyıksız çok daha yakışıklıydınız.


Monday, 15 November 2010

tabe kıyamet

Bugün Trendyol'da Tabe Kıyamet satışına denk geldim. Bir süredir bahsini duyuyor olduğum Tabe Kıyamet'le oldukça ilgileniyordum. Sözlük'teki başlıklarında "300 liraya elbise satıyorlar" modunda bir şey okuduktan sonra "hm?" diye düşünmüştüm.

Reset'ten aldığıma göre Tabe Kıyamet'te aşağıdakileri bulabiliyormuşuz:

Koleksiyonumuzda Paris ve Amerika’dan seçilmiş orijinal vintage kıyafetler ve Türkiye’de üretilen sınırlı sayıda ve her birinden tek kopya bulabileceğiniz tasarım T-Shirtler yer alıyor. Bunun yanında oyuncak, takı ve gözlükler var. Çalıştığımız tasarımcılardan Miray Atacan geri dönüştürülebilir atık malzemelerden takı tasarlıyor. Sushi şeklinde küpeler, gazoz kapaklarından yaka iğneleri ve saç tokaları… Özellikle Türkiye’de büyük eksikliğini yaşadığımız eldiven, papyon, kravat gibi aksesuarlar özenle seçiliyor.

Trendyol'da aksesuar satışları var bu hafta. "Özenle seçilmiş" aksesuarlar 289 liradan 169 liraya düşmüş "Swarosky" eldivenlerden, fiyatı yine bir o kadar tuzlu "hoporlör" küpelerden, 2 sene önce modası geçmiş Oxford'umsu ayakkabılardan oluşuyor. Retro gözlük diye sattıkları şeylerin orijinallerini Balenciaga, Chloe ve türevlerinde; 220TL'ye sattıkları altın kaplama Casio'yu ASOS'ta £40'a ve genel olarak çoğu ürünlerinin benzerlerini eBay'de milyonda biri fiyatına bulabilirsiniz.

Tabe Kıyamet'e olan ilgim de burada böylece sona erdi.

Saturday, 13 November 2010

don't you wish your hair was made of glue?

Bu akşam Riot Cabaret var. Trans ve homofobi karşıtı bir gece, ve bir sürü insan aylardır bunu bekliyor. Scala gibi büyük bir mekanda olacak bir de, 3 kat dolusu queer yani. İlginç bir gece olacak kesinlikle.

Billy Talent aklıma esti birden şimdi. Yıllardır dinlemediğim, ama 15 yaşlarındayken tapınırcasına sevdiğim bir gruptu. Sabah sabah açtım, dinliyorum. Özlemişim.

Sözlük'te birinin intihar girişimini konuşuyor bugün herkes. "İntihar edecek olan adam bunu söylemez" diyen belli ki hayatında hiç intiharı düşünecek kadar low bir noktaya gelmemiş idiotlar mı ararsınız, "Trafiğin içine etti, ölür umarım" diyen mallar mı, her türlü gerizekalı kendini göstermiş direk bugün.

Ben intihar girişiminde bulunacak olsaydım ve kesinlikle en ufak bir kurtarılma isteği taşımıyor olsaydım, bunu Sözlük gibi son derece public bir şekilde açıklamazdım. İntihar mektubu yazmak ve görmesi gereken insanların bulacağı bir yere bırakmak neyse, ama bu kadar uluorta "Ben intihar edeceğim" diyen insan mutlaka nihayetinde kurtarılma düşüncesiyle yapıyordur bunu. Tabii gerçekten ölmek istiyor ve bunu "Madem öleceğim bari görkemli bir şekilde gideyim" modunda yapmayı tercih ediyor olma ihtimali de var. "İntihar edecek olan adam bunu söylemez"cilere hak vermediğim nokta da bu. Birkaç kez intihar girişiminde bulunup sonunda başarılı olan bir çok insan önceki girişimlerinde intihar etmeyi düşündüklerini başkalarına söylemiş oluyorlar.

İntihar girişimi videosunu izledim Hürriyet sitesinde. Anlam veremediğim nokta, adam orada köprünün demirlerine tutunmuş, yanda bir polis ikna etmeye çalışıyor atlamasın diye, arkada köprüden arabalar geçiyor. Twitter'da birisi "Bono için köprü kapatılıyor, biri intihar etmeye kalkınca kapatılmıyor, yazık" yazmış, aynen katılıyorum. Köprünün tamamen trafiğe kapatılması gerekirdi, ya da en azından adamın olduğu taraftaki tüm şeritler kapatılmalıydı diğer yönün trafiği akmaya devam etse bile. İntiharın son derece "entertainment" haline gelmesini ve köprüden gelip geçenin merakla bakmasını geçtim, akan trafik yüzünden adam irkilir ve istemeden düşer diye akıl edemiyor mu kimse? Yok zaten İstanbul'un trafiğinin içine edilmişmiş de, bu olay yüzünden ambulansla hastaneye yetiştirilmeye çalışılan insanlara ya birşey olduysaymış da, bilmemne. Birincisi İstanbul trafiği her zaman içine edilmiş durumda, ayrıca insanların bu kadar kesinlikle geç kalamayacakları mega önemli ne işleri olabilir Cumartesi öğlen vakti? Bu kadar trafik bık bık yapacaksanız İstanbul'da yaşamayın kardeşim. İkincisi Avrupa yakasından Anadolu yakasına ambulansla acil hasta yetiştirilmesi bana pek mantıklı gelmiyor, eminim gerçekten acil hastalara aynı yaka üzerinde daha yakın bir hastane bulunabiliyordur.

Bu da böyle işte.

My heart is in the right place
So wipe that smirk right off your face
Don't make me feel like that
Cause that's just plain not nice

We don't always see the bright side
And I lied when I said I was fine
You slapped my face today
But I have licked my wounds and carried on

Everybody needs some sympathy
Santa seemed to miss my chimney
You stole my luck from me
And now my fortune cookie's empty

Friday, 12 November 2010

no, you don't move me anymore

Hayatımda hiç şu anda hissettiğim gibi hissetmemiştim.

Hava 4.30 gibi kararmaya başladığından beri Londra'da hayat çok garipleşti. 12 gibi uyanmak ve uyandıktan 2-3 saat sonra havanın kararmaya başlaması fena depresif bir durum.

Neyse, cesaret viskimi içtikten sonra Gaydar'dan tanıştığım kızla buluşmaya gittim. Buluştuğumuz yer D'nin çalıştığı mekandı, ve normalde hep üst katta çalışan D'nin bugün bizim oturduğumuz alt katta çalışacağı tutmuştu nedense. Yanımdaki insan birden beni öpmeye başladı, ve D direk gözümün içine bakıyordu falan o sırada, o derece garip bir şey. Yanımdaki kıza "Önce arkadaş olsak, birbirimizi biraz tanısak falan" modu hayatta yapmayacağım muhabbetler uydurmak zorunda kaldım D'nin önünde başkasıyla öpüşüyor olmamak için.

Fena.

Sevgili D, senden hala çok etkileniyorum, ama sinirlerimi son sınırına kadar zorladın malesef. Böyle salak şeylerle uğraşacak kadar da etkilenmedim açıkçası (gerçi mega mega etkilensem bile böyle çoluk çocuk muhabbetleriyle yine de uğraşmam diye tahmin ediyorum). Hakkımda ne düşündüğün de artık pek umrumda değil. Keşke umrumda olsa, keşke birine karşı 1 ayda silinip gitmeyen bir şeyler hissedebilsem.

One's not enough
I won't stop 'til I've given you up
Clear-eyed as I am, it's hard having fun
It's much easier said than it's done

Hold me like before
Hold me like you used to
Control me like you used to

No
You don't move me anymore
And I'm glad that you don't
Cause I can't have you anymore
But I thought you should know
You don't move me anymore
And I'm glad that you don't
Because I can't take it anymore
Oh

It feels like being tranquilized
I know the separation kills us so
But I won't stop falling like raindrops
Because I like it when you lose control

Wednesday, 10 November 2010

madder red

Bugün Londra'da 1-2 post önce bahsettiğim sanat ve humanities eğitimine ayrılan bütçenin kesilmesi ve okul ücretlerinin £9000'a yükseltilmesi olayı protesto edilecekti. Ben okulda olmam gerektiği için gidemedim ama 50.000 öğrenci varmış yürüyüşte, ve ana gruptan ayrılan bir grup öğrenci Conservative Party ana binasını basıp lobinin içine etmişler. İzleyin.









PS. Ev arkadaşımın bir arkadaşı tutuklanmış gösteride bugün. Lol.

a day in the life of

Bu post'ta bugün ne yaptığımdan bahsetmeye karar verdim başlıktan da anlaşılacağı üzere ("Bana ne" diyorsanız boşuna okumayın diye söylüyorum).

Sabaha karşı şu anda ne olduğunu hatırlamadığım ama garip olduğundan emin olduğum bir rüya yüzünden uyandım, saat 10.00'a kurmuş olduğum saatimi 10.30 yaparak geri uyudum. Alarm çaldı, 10 dakika snooze'ladım, 10.40'ta uyandım. Bir adet Ham and Cheese Melt (ev arkadaşımın tepkisi: "Don't eat that unhealthy shit Leni") yiyip yanında Capri Sun içtim (ev arkadaşımın tepkisi: "How old are you Leni, five?"). Babam aradı, tam benim Brighton'a The L Word convention'ına gideceğim haftasonu iş için Londra'ya geleceğini söyledi. Convention'ı iptal etme olasılığım olmadığından babamı nasıl araya sıkıştıracağımı düşünerek stres oldum, ve geç kalma korkusuyla apar topar evden çıktım.



436 numaralı otobüse binerek okula gittim. Normalde bu hafta reading week nedeniyle okul tatil olmasına rağmen bugün bölümdeki öğrenciler, bölüm sekreteri ve bölüm başkanıyla birlikte tezlerle ilgili bir toplantı vardı. Ben daha konumu bile seçememişken bazı insanlar "Ben x konusunda empirical research yapmak istiyorum, en erken ne zaman başlayabilirim" falan gibi sorular soruyordu, iyice stres oldum. Bu arada bölümdeki öğrencilerin supervisor olarak 2 hocadan birini seçebileceğini ve hocaların birinin adının Kate Nash olduğunu öğrendim, eğlendim. Toplantı bitti, kütüphaneye gidip konu seçmeme yardımcı olabilecek birkaç (6) kitap aldım.

Eve dönmek için 436'ya bindim, kitabımı açtım tam okuyordum ki bir sonraki durakta otobüs "This bus terminates here" nidaları eşliğinde durdu. Londra'da otobüs şoförleri gecikince ya da saatinden çok önce gidiyorsa böyle yarı yolda durup "Bir sonraki otobüse binin" yapabiliyorlar, hem beklemek hem de 2 kere para ödemek zorunda kalıyor insan, sinir bozucu. Neyse, yarım saat bekledikten sonra gelen 36'ya bindim, fena trafik vardı. Normalde 1 saat olan yol otobüs değiştir, bekle, trafik vs derken 2 buçuk saat sürdü neredeyse.



Otobüsten inince durağın yanındaki Boots'a girdim, aradığım hiç bir şeyi bulamadan çıktım. Makyaj malzemelerinde marka olarak sadece 17 vardı, onun da ne bir dudak kalemi ne de kırmızı ruju vardı. Makyaj temizleme mendili bile yoktu ayrıca, o kadar minik bir Boots (sarı ve kahverengi dışında saç boyası satılmadığından bahsetmiyorum bile). Sinir olup çıktım, Superdrug'a gittim. Schwarzkopf Live Color XXL Real Red aldım diplerim için, ilk kez deneyeceğim, bakalım nasıl olacak. Bu aralar kirpiklerimi direk takmaymış gibi gösteren çok çılgın bir L'Oréal maskara kullanıyorum, o kadar mükemmel ki dandik makyaj temizleme mendilleri kesinlikle çıkaramıyor. O yüzden Garnier'ninkini aldım, onu da ilk kez deniyorum, umarım çıkarabilir ve kirpiklerimi koparmak zorunda kalmam her makyaj temizlediğimde. Bir de her zamanki fondötenim Rimmel Stay Matte Ivory ve günlerdir içimden atamadığım kalıcı koyu kırmızı ruj can çekmesi için bir adet Rimmel Lasting Finish ruj aldım. Ne kadar kalıcıdır bilemiyorum, ama Rimmel seviyorum, umarım kalıcıdır yeterince. Rengin adı da Tantrum, renk tonlarına böyle çılgın isimler veriyorlar bayılıyorum.



Eve geldiğimde saat 5.15 ve hava çoktan kararmıştı (artık 4.30 gibi kararıyor). Saat 11'de 1 saatlik bir toplantı için evden çıkıp nasıl bu saatte eve gelebildiğime hala şaşırıyorum. O da değil, saat 7.10 olmuş. Zaman çok fena hızlı geçiyor bugünlerde, nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde bilgisayarı açıyorum, biraz sonra bir bakıyorum 4 saat geçmiş, "Naptım ben de o kadar çabuk geçti zaman" diye sorum kendime, hiç bir şey de yapmamışım. İlginç.

Laptopumu açıp Gaydar'a baktım, hem çok hoşuma giden o tatlı kızdan hem de yarın buluşacağım kızdan mesaj gelmişti, mutlu oldum. Yarınki kızla eğlenirim umarım.

Evde yemek kalmamıştı, dolapta gördüğüm Camembert'i fırında eriterek yedim, mükemmel oldu. Capri Sun çılgınlığım devam ediyor.


Günümün yarısı da bitti böylece.

Tez konusu seçmeme yardımcı olsun diye bir şeyler okumaya gidiyorum şimdi.

Bu arada tez konusu olarak aklımdan geçenler:

-Pornografide tecavüz, kadınların buna bakışı (izlerken zevk alıyorlar mı, alıyorlarsa neden, tecavüz kurbanları bu tür şeyler izliyor mu, izlerken ne düşünüyorlar, zevk alıyorlarsa kendilerini kötü hissediyorlar mı bu yüzden)

-Xena'ya feminist bir bakış (bir erkeğe bağlı olmayarak sadece iki kadının başrolde olması ama yine de yarı çıplak bir şekilde gezmeleri vs)

-Popüler kültürün giderek pornografik bir hal alması, herşeyin "sex sells" türü reklam stratejileri üzerinden yürümesi (peki ama seks neden satıyor? insanlar en batılı toplumlarda bile cinselliklerini içlerinden geldiğince yaşayamadığı için mi?)

Önerisi olan?

Monday, 8 November 2010

the drummer goes on, the drama goes on

Sözlük'te I Love You Phillip Morris başlığına bakıyordum bugün tesadüfen. Filmi izlemediyseniz, Jim Carrey ve Ewan McGregor'ın iki sevgiliyi canlandırdığı bir film (film bundan ibaret değil tabii ama bahsedeceğim şey filmdeki bu temayla ilgili).

Bir kaç tane "Eşcinsellerin de aşık olabileceğini anladım bu filmi izleyince" konseptli entry gördüm. Her ne kadar eşcinselliğin romantik olamaması düşüncesini moronik bulsam da, bazı insanların hiç eşcinsel birini tanımadıkları (ya da tanıdıklarının farkında olmadıkları) ve toplumun kafalarına doldurduğu deli saçmalarından başka referans noktaları olmadığını düşünerek o entry'leri kötülemedim: En azından sonunda ışığı görmüşler, değil mi?

Elimi "çok kötü" butonuna götürenler "Eşcinsellik içeren sahneler çok uzun tutulmuş, rahatsız ediciydi, eşcinsellik çok ön plandaydı" vs. konseptli entry'ler oldu.

İzlemeyenler için, filmdeki öpüşme/sevişme/seks sahneleri ortalama bir Hollywood filmindeki kadar. Daha fazla değil. İnsanlar homofobik olduklarından rahatsız oluyorlar yani. Olmalılar da, olsunlar hatta, evet. Gerçek hayatta ve popüler kültürün her alanında %98 her şey heteroseksüel zaten. Bu hetero istilasına "Çok uzattınız, bu kadar ön planda olmasın" diyor muyum ben? İzlemiyorum, bitiyor. O kadar ki, sırf bu yüzden sinemaya 40 yılda bir giden, kitap okuma seviyesi günde bir kitaptan ayda bir kitaba inen biri haline geldim. Her şey heteroseksüel çünkü.

İnsanlar eşcinsellik gözlerine sokulunca rahatsız olma hakkına sahipler, ben de heteroseksüellik gözüme sokulunca rahatsız oluyorum, ama o durumdan uzak durmak (filmi izlememek, eşcinsel bir çift görünce bakmamak vs.) yerine gidip de bik bik edenler beni sinir ediyor. Rahatsız olacaksanız gitmeyin kardeşim. Eşcinsellik kavramı zaten yüzyıllardır bastırıldığı yerden güç bela bir nefeslik kafasını çıkartmışken gidip de "Çok eşcinsel, olmadı bu" deme hakkını nerden buluyorsunuz kendinizde? Tuzunuz kuru tabii. Rahatınıza edeyim mümkünse.

i'll find my way tonight, so i can find my way to you

Bu aralar eski şeyler dinliyorum hep. Geçen gün Soho'dan Twat Boutique'e giderken otobüste The Presets-My People dinliyordum, o zamandan beri şarkıyı kafamda kendi kendime remixledim nedense, La Roux-In For the Kill'in Skream remixi gibi biraz yavanlaştırılmış bir halde çalıyor şarkı beynimde. Çok arasam da benzer bir remixini bulamadım, keşke biri yapmış olsa da "I'll find my way tonight, so I can find my way to you" cümlesini hadi-dans-ediyoruz modunda değil de daha içli bir şekilde duyabilsem.

The Presets demişken, The Killers ve Bright Eyes ile birlikte canlı izleyemediğime en çok sinir olduğum gruplardan the Presets. O listenin direk başında hatta. Bir türlü Avrupa konserleri denk gelmiyor, son 2 yıldır aklıma geldikçe bakıyorum.

My People remixlerini dinlerken This Boy's In Love'a atladım Youtube sağolsun. Bu şarkıyı İstanbul'dan ayrılırken çok dinlerdim, hep oradaki evimdeki son kışımın gecelerini ve Cansu'yu
hatırlatır bana o yüzden ("Goodbye this town, these streets, your friends, we'll never see this place again").


Bu hafta reading week olması sebebiyle ders yok. Cuma gecesi eve geldiğimden beri dışarı adım atmadım. Haftaya Salı'ya kadar okulum yok (Salı da okulu ekmeyi planlıyorum, haftaya Cuma diyelim). Hava artık 5'e doğru kararıyor. Londra zaten kışın genelde gri, karanlık ve yağmurlu. Bu üç element bir araya gelince fena halde seasonal affective disorder durumları basıyor bana. İçime kapanıyor ve depresifleşiyorum. Yine geç yatmaya başladım, ama eskisi gibi öğleden sonralara kadar uyumuyorum buna rağmen.

Ah, melankoli.

PS. Bir de tez konusu seçmem gerekiyor bu hafta. Aman.