Tuesday, 6 July 2010

balenciaga calcaire box




Designer çanta takıntısı çok fena bir şey. Gerçekten. Bir çantaya asgari ücretin bilmemkaç katı para yatırdıktan sonra kullanmaya kıyamamak, aylarca bekleyip aldıktan sonra 1-2 haftada yeni ufuklara yelken açıp yeni bir çanta bekleyişine girmek çoğu insanın anlayamadığı bir şey. Ben de bu hastalığa yakalanmadan önce böyle şeyleri pek anlamazdım, ama artık ben de bir çanta bağımlısıyım. Hayatımın en büyük heyecanı kendime bir çantayı hedef belirlemek ve aylarca onu elde edebilmeye uğraşmak oldu.


Bu heyecanımı paylaşanlar "holy grail" terimini biliyorlardır. Her şeyden çok istenen, almak için deli olunan, alışverişin "ultimate" hedefi olan ve alındıktan sonra insana diğer tüm çantalardan çok bir tatmin hissi veren çantalara deniyor holy grail. Benim holy grail'im Calcaire renk bir Balenciaga idi. Wishlist'imin en tepesinde oturmakta olan bu çanta 1 yıllık arayışlarımdan sonra sonunda bugün elime ulaştı. Her ne kadar bütçemi fena zorlamış olsa da (ve Türkiye'de o kadar pahalı bir çantayı sokağa çıkarmaya cesaret edemeyeceğimi bilsem de) onu elime aldığım, ona dokunduğum an hissettiklerim paha biçilemezdi gerçekten. Kafam güzelmiş gibi bir high içerisindeyim şu an, anlatamam ne kadar mutlu olduğumu.

Sunday, 4 July 2010

i love lucy

Önceki gün Digiturk'e bakınırken karşıma Kate Moennig'in hastane dizisi Three Rivers çıktı. Diğer hastane dizilerine göre oldukça sıkıcı, ama Kate için izlenebilir bir dizi (zaten pek uzun ömürlü olmadı bildiğim kadarıyla). Yine de Kate bence uzun saçlı olmamalı. Gerçekten peruk takmış bir transwoman gibi görünüyor.

Ben "oha Türkiye'de televizyonda KM gördüm" diye bir süre sevindikten sonra laptop'uma geri dönmüştüm ki açık televizyondan gelen "I'm Lucy Lawless" sesi üzerine kafamın nasıl bir hızla televizyona geri döndüğünü anlatamam. Aynı gün içinde ruined-me-for-life dediğim hayatımın 1 numaralı kadını Lucy ve 2 numaralı kadını Kate'i Digiturk'te görebilmek süper gerçekten. Ama Lucy'nin de siyah saçlı halini seviyorum en çok. İşin garip kısmı doğal halinin sarı olması.


Neyse, Digiturk'ün yeni dizilerinden Legend of the Seeker'ın tanıtım videosunu sunuyor kendisi (dizide yok). Yeni Zelanda aksanını da çok garipsiyorum, İngiliz aksanıyla konuşan Ed Westwick/R-Pattz duymak gibi oluyor. Yine de o "epic adventure" deyişini yerim ben Lucy'nin.



Saturday, 3 July 2010

who would give a law to lovers? love is unto itself a higher law.

Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği (CİSED) adlı adını ilk kez duyuyor olduğum bir kurum Türkiye'de eşcinsel evliliğe bakış konulu bir anket yapmış. Ankette sürpriz olmayan bir şekilde Türk insanının eşcinsel evliliğe sıcak bakmadığı sonucu ortaya çıkmış. Habere buradan bakabilirsiniz.

Buraya kadar her şey normal. Ama kafama takılan bazı şeyler var:

-Ankete %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si "eşcinsel, biseksüel, travesti veya transseksüel" olmak üzere 5000 kişi katılmış.

Birincisi dünyada sadece Türkiye'de yapıldığını gördüğüm travesti ve transseksüel ayrımını çok saçma buluyorum. LGBT yerine LGBTT kısaltmasını kullanmak falan gerçekten başka ülkelerde olmayan bir şey. LGBT toplumunun bu TT olayını benimsemesini doğru bulmuyorum, çünkü bu ayrım travesti=seks işçisi önyargısını pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor. İnsan travestiyse mutlaka para karşılığı seks yapıyor olmalı miti travestileri transseksüellerden ayrı tutarak güçlendiriliyor. Travesti de gayet transseksüeldir, ikisine de trans denmesi en doğrusu bence.

İkincisi %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si LGBT ne demek ki? LGBT'ler kadın ya da erkek değil mi? Bu kadar salak bir sınıflandırma olabilir mi gerçekten?

-"Eşcinsel evliliğe ülkemizde izin verilmeli midir?" sorusuna ankete katılanların %8'i "evet", %86'ı "hayır" ve %6'ı ise "fikrim yok" yanıtı vermiş. %12'si LGBT olan anket insanlarının sadece %8'inin "evet" cevabı vermesi gerçekten üzücü. Hiç bir zaman evlenmeyi düşünmüyorum; evliliği genel olarak gereksiz ve heteroseksüel olduğunda kadını baskılayıcı, eşcinsel olduğunda eşcinselleri içinde istemeyen heteroseksist düzene dahil olma çabası olarak görüyorum. Ama bu eşcinsellerin evlenme seçeneğinin olmaması gerektiğini düşünmem anlamına gelmiyor, o seçenek kişiye ait olmalı. Kısacası evlenmek isteyen eşcinselleri ve evlilik kavramını anlamıyor olsam da eşcinsel evliliği sonuna kadar destekliyorum. Bu yüzden insanların nasıl LGBT bir birey olarak kendini tanımlayıp (ki o ankete katılan bir sürü insan hetero olmadığı halde kendini o şekilde tanımlamıştır ankette) eşcinsel evliliğe "evet" yanıtı vermediğini aklım almıyor. Kişinin kendi kimliğine yönelik bir homofobi söz konusu sanırım.

-Bu CİSED adlı kurumun genel başkanı Dr.Cem Keçe aşağıdaki lafları etmiş ayrıca habere göre, hiç birine yorum getirmeme bile gerek yok (ama yine de yorumlarımı parantez içinde belirttim), they're pretty self-explanatory ve everyone knows how I feel about homophobia:

"İzlanda Başbakanı Johanna Sigurdardottir'in birlikte yaşadığı kız arkadaşı Jonina Leosdottir ile evlenmesini medyanın en az Heteroseksüel evlilikler gibi doğal ve normal bir durum olarak sunması, toplum ruh sağlığı açısından sakıncalar doğurabilir, çocuklarımızın ve gençlerimizin kafasını karıştırabilir (eşcinsel evliliğin anormal olduğunu çocuklarımızın kafasına kazıyıp onları da minik homofoblar olarak yetiştirmeliyiz yani, god forbid eşcinsellerin normal insanlar olduğu gibi ahlaksız fikirler edinebilirler çünkü yoksa). Yurt dışındaki otoriteler ve ülkeler eşcinsellik hakkındaki görüşlerini bilimsel verilere göre değil tamamıyla ideolojik yaklaşımlarına ve kapitalist sistemin dayatmalarına göre oluşturmuştur (eşcinselliğin normal ya da doğal olmadığına dair bir bilimsel veri yoktur, "normal" kavramı zaten bilimsel bir kavram değildir, görecelidir). Sorumluluk taşıması gereken bir başbakanın yaptığı eşcinsel evlilik, eşcinselliğin toplum tarafından doğal ve normal bir durum olarak algılanmasını sağlamayacaktır (eşcinselliğin sorumsuzluk örneği olduğuna dair homofobik bir görüşe zaten mantık içinde denilecek bir şey bulamadım)."

-CİSED Genel Başkan Yardımcısı Psk. Gülüm Bacanak: "CİSED olarak yeni bir görüş ortaya atıyoruz: Biz eşcinselliğin tek bir durum olmadığını, birçok alt tipi olduğunu, tek bir yapı olarak ele alınmaması gerektiğini ve bazı alt tiplerinin tedavi edilebileceğini, eşcinselliğin bir tercih olmadığını ama eşcinsel ilişki yaşamanın bir tercih olduğu görüşünü savunuyoruz."

Niye kimse heteroseksüelliğin alt tiplerini falan araştırmıyor, for the love of god? Ayrıca "Bazı alt tipleri tedavi edilebilir" falan nedir ya? Hangi tarih öncesi dönemde yaşıyor bu insanlar? Kendilerini bilim insanı, araştırmacı falan olarak görüyorlar bir de; homofobik görüşlerine bilim adı altında kredibilite kazandırmaya çalışan bigot'lar is more like it.

Ayrıca "eşcinsellik tercih değildir ama eşcinsel ilişki yaşamak tercihtir" ne biçim bir laf öyle? Niye kimse heteroseksüel ilişki yaşama tercihinden bahsetmiyor o zaman? İnsanlar "eşcinsel" olmamak için hayatları boyunca hiç ilişki yaşamasınlar mı?

-CİSED Genel Sekreteri Psk. Dan. Fatma Ayrık: "Biz CİSED olarak, tedavi arayışında olan, tedavi olamayacaksa intihar etmeyi düşünen ve değişim isteyen eşcinsellere tedavi şansının verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kimseye zorla, istemediği halde "sen tedavi olmalısın" deme gibi bir hakkımız da olamaz. Bu ayrımın iyi yapılması gerekmektedir. "Ben eşcinsel bir hayat sürmekten mutluyum" veya "eşcinsel bir yaşamı tercih ediyorum" diyen bir arkadaşımıza "hasta" demek çok yanlıştır. Değişim isteyen eşcinsel arkadaşlarımızı ve ailelerini dinlemeden, aile, cinsel ve geçmiş hikâyelerini almadan "sen eşcinselsin ve bu durumla yaşamak zorundasın" demek de çok ama çok yanlıştır."

Eşcinselliğin bir hastalık olmadığını ve tedavi edilemeyeceğini ama homofobinin tedavi edilebilir bir sosyal hastalık olduğunu ne zaman öğrenecek acaba ülkem insanları? Bir sonraki milenyumda bu konuya geri dönelim.

Gender and Sexuality Studies'i meslek edinmek isteyen bir insan olarak ülkemizdeki cinsiyet ve cinsellik araştırmalarının böyle tiplere kaldığını görmek beni çok sinirlendiriyor.

Tuesday, 29 June 2010

travel is glamorous only in retrospect

Bu gece 22.05 uçağıyla İzmir'e dönüyorum. 19 Eylül'e kadar oralardayım.

Klimalı, kedili, temizlikçili, Digiturk'lü evimi; aklıma esince kum-deniz-güneş üçlüsünü yapabilmeyi (İngiltere'nin 27 derece olunca omg-bayılıcaz-sıcaktan dedirten güneşi ve gri denizi sayılmıyor) ve arkadaşlarımı özlemiştim, geri dönmek güzel o yüzden. Ama bir şey olur diye dandik çantayla sokağa çıkmayı, gece eve taksiyle dönmek zorunda olmayı, inci sözlük modeli tacizcileri, 3 ay sonunda insanda ciddi psikolojik rahatsızlıklara neden olabilecek derecede homofobik ve patriarchal toplumu özlemedim hiç; eminim bunlara sinir olup Londra'yı özleyeceğim orada olduğum zaman boyunca. İzmir'deki evimi, arkadaşlarımı, Yunanistan'a/Çeşme'ye vs. mega yakın oluşumu ve genel olarak oradaki hayatımı çok seviyorum gerçekten; ama toplum geneline hakim olan o kapalı zihniyete full time katlanabilmem mümkün değil. Bu da hayatımı Türkiye'de yaşayarak ve içimi bir huzursuzluk/restlessness/frustration kaplamadan sürdürebilme olasılığımı yok ediyor sanırım.

Son 5 yıldır şehirden şehire, evden eve, ülkeden ülkeye şeklinde yaşıyorum. İstanbul'da aynı evde yaşadığım 1,5 yılı saymazsak hiç bir evde/yurtta vs. 1 yıldan uzun yaşamadım. İzmir, İstanbul, Canterbury ve bu Eylül'den itibaren Londra ya da Brighton (hala belli değil) olmak üzere dolanıp duruyorum. ADD (attention deficit disorder) sahibiyim, onun semptomlarından biri olan bir sürü şeye heves etmek ama başladığı işi hiç bitirememek, bir şeyi bırakıp başka bir şeye başlamak ve aklına esip deli deli şeyler yapmaya bir anda karar vermek huyu bende fazlasıyla var. Kullandığım ADD ilaçları da bu dürtümü engelleyemiyor, bu iyi bir şey mi bilmiyorum, ama tatminsizlik ve Türkçe'sini bulamadığım bir restlessness hissi yaratıyor bu bende. Nerede, ne yapıyor olursam olayım yerimde duramıyorum kısacası zihinsel olarak. Sürekli yeni bir şeyler yapmak, yeni bir yerlere gitmek, yeni birileriyle tanışmak görmezden gelinemez bir ihtiyaç haline geliyor benim için. Aynı yer, aynı insanlar, aynı şeyi yapıyor olmaktan sıkılmak değil bu, değişim "zorunlu" benim için. Bir seçim değil, bir zorunluluk. Kimseyi arkamda bırakmayı ya da her elimi attığım şeyi yarım bırakmayı ben seçmiyorum, içime öyle bir kıpır kıpırlık/bir şey yapmazsa delirecek hissi geliyor ki kalkıp gitmek zorunda hissediyorum kendimi. Son 4 yıl içinde İstanbul'a taşınmam, sonra Hollanda'ya taşınmak istemem, ondan vazgeçip kendimi Canterbury'de bulmam, şu anda da Canterbury'i ve mezun olduğum bölümü bırakıp tamamen alakasız bir şey okumaya Londra'ya gidiyor olmam da bu yüzden.

En basiti ev taşımaya üşenmem olan bir sürü neden yüzünden artık bir yerde daha uzun süre kalabilmek istiyorum. Bir yere kök salabilecek bir insan olacağımı sanmıyorum hiç bir zaman, ama aynı şehirde 2 yıldan fazla bulunabilmeye hazırım sanırım artık. O bir yerde uzun süre kalınca daralma hissim azaldı, Londra ya da Brighton da bunu yapmak için mükemmel olacak bence.

"England you kick ass" diyerek valiz toplamaya geri dönüyorum, yarından itibaren İzmir'den bildiriyor olacağım.

Monday, 28 June 2010

what katie did

The L Word convention'ı L7'daydım bu haftasonu. Dünyanın en hızlı, en bir dakikası boş olmayan ve en ilginç haftasonunu geçirdim. Perşembe akşamı saat 9.30'a kadar falan Canterbury'deki evimi boşaltmakla uğraştıktan sonra Lisa'ya geldik. Cuma sabahı 5.45 gibi uyanıp 8'de evden çıktık. Sabahın o saatinde gidip bulabildiğim en büyük şişe cini alıp satıcıların alkolik-mi-ne bakışlarına hedef olduktan sonra Birmingham'a doğru normalde 3 saat sürmesi gereken ama 9 saate yakın süren yolculuğumuza başladık. Oxford yakınlarında yarı yolda bir Starbucks'ta mola verip otobüsler dolusu dyke gördüğümüzde içimdeki The L Word heyecanı iyice depreşmeye başladı, sanırım o ana kadar gerçekten olan bitenin farkına varamamıştım ev topla, eşya taşı falan derken. Birmingham'a yarım saat falan uzaklıktaki Cadbury World'ü gezip otele doğru yola çıkmıştık ki yer yön duygusu sıfır 2 insan olarak kaybolduk. Blackberry'de satnav olduğunu fark etmemiz üzerine oteli bulmak üzereydik, hatta yarım mil kalmıştı, ve tam o sırada Lisa'nın arabası bozuldu. Çekici arayıp "oh fuck çok geç kalıcaz" modunda araba tamircisine gittik. Tek kelimesini anlamadığım fena aksanlı (hatta bütün haftasonu şehrin yerlisi tek bir insanın ne dediğini anlamamış olabilirim) araba tamircisi amcaya The L Word'ün ne olduğunu anlatmaya çalışıp tamircide 2 saat kaybettikten sonra öğrendik ki araba tamamen ölmüş ve tamir olması için 1600 TL ve haftayı Birmingham'da geçirmemiz gerekiyor. Sonuç olarak Lisa arabasını tamir ettirmeyip orada bırakmaya ve bizi dönüşte alması için bir arkadaşını arayıp buradan yeni bir araba almaya karar verdi, arabayı bırakıp otele geldik. Glastonbury izleyerek vücutlarımızı cin doldurduktan sonra convention pass'larımızı almaya ve overpriced biralarımızı içmeye gittik. Ölü gibi uyuyup sabah 7.30'ta kalktık, yine convention'a gittik. Kesinlikle o kadar fazla kadını (ya da lezbiyeni) hayatımda bir arada görmemiştim. İlginç bir şekilde 5-10 erkek, hatta bir kaç tane bebek vardı (Kate: Is there a baby in the room or am I going totally crazy?). İlk guest talk sahibi Mei Melancon dizide göründüğünden çok daha güzel ve etkileyiciydi, fena halde iyi bir insandı (ayrıca fotolarından hiç belli olmayacak bir şekilde konuşması, ifadeleri, el kol hareketleri vs Ezgi'ye aşırı benziyordu). "Bir insanda ilk neye bakarsınız" sorusuna "Her smile" diyerek kendini bir güzel out'ladıktan sonra omg-naptım-ben moduna geçti, utandı falan, çok şirindi.

Daha sonra Leisha Hailey ve Kate Moennig'le soru-cevap session'ları vardı. İnanılmaz kaba sorular soran 2-3 insan dışında uygunsuz şeyler soran biri olmadı. Diğer konuklar iptal olduğundan Kate ve Leisha'nın session'ları oldukça uzundu. Ama ikisi hakkında da 29382 tane alakasız, minik şey öğrenmiş oldum böylece.

Kate'in bu aralar en sevdiği şarkı Phoenix-If I Ever Feel Better'mış, Florence and the Machine seviyormuş ayrıca. Blackberry Storm'u var, sigara içiyor. Haftada 3-4 gün gym'e gidiyormuş, personal trainer'ı varmış. Vintage araba delisiymiş. Barınaktan kurtardığı 2 köpeği varmış. Leisha ile birlikte yaşıyorlarmış eskiden. Şu anda sevgilisi yokmuş (ama people in her fan forums think otherwise). "Are you gay" sorusuna cevabı "You know what, this is so old, I'll be whoever you want me to be"'ymiş. Gözleri miyopmuş. Cenazesinde Led Zeppelin çalsın istermiş, Patti Smith seviyormuş. Favori designer'ı Hedi Slimane'miş, fotoğraflarına da bayılıyormuş. En saygı duyduğu gay insanlar Jane Lynch ve Tom Ford'muş. Dünyada en sevdiği şehirler Tokyo ve Paris'miş. Yazın New York ve Mexico City'de olacakmış. Laundry list, you bet ve for sure çok sık kullanıyor ayrıca.

Leisha'nın 10 yıllık bir sevgilisi varmış. O da köpek sahibiymiş. Kovboy botu koleksiyonu varmış, bir odası sırf onlarla doluymuş. Cenaze şarkısı Sufjan Stevens'tan olsunmuş. Axl Rose hayranıymış çok fena. Bir de her cümlesine totally koyuyordu.

Kate bir soruya cevap olarak "Shane'le alakam yok, fena insecure bir insanım, she's a slut, ben değilim" demişti, kesinlikle çok doğru. Shane'in o rahatsız edici kendine güveni onda yok, çok utangaç ve hatta birisi "You're so hot" vs dediğinde kızarıp "You too" diye cevap veren bir insan. İnanılmaz sıcaktı herkese, biriyle konuşurken herkesin adını öğrenip nasıl olduğunu soruyordu falan. Hatta gözlerimin içine bakıp "Nasılsın, tshirtün ne güzel, adın Leni mi okunuyor Laney mi" dediğinde heyecandan bayılasım geldi sanırım. Leisha Hailey kesinlikle öyle değil. Kate'le konuşurken çok konuşkan ve eğlenceli olmasına rağmen normalde çok soğuk ve suskundu. Biri bir şey imzalamasını istediğinde falan doğru düzgün yüzüne bakmıyordu bile insanın. Alice'in o dışa dönük halinden çok uzaktı kısacası. Alice'e benzetirdim kendimi obsesif karakteri yüzünden, karar değiştirdim, tanımadığı insanlara çok soğuk olan ve yakın arkadaşlarına bambaşka davranan biri olarak Leisha'ya daha çok benziyorum.

Haftasonunun en ilginç olaylarından biri Kate ve Leisha'ya soru sorulurken sahneye çıkan bir kadındı. "Ben aslında The L Word sevmiyorum, buraya kız arkadaşım için geldim" diye lafa başladığında herkes saçma bir soru bekliyordu, ama "Siz olsanız nasıl evlenme teklif ederdiniz diye sormak istedim, çünkü kız arkadaşıma evlenme teklif etmek istiyorum" diye sordu kendisi. O sırada bütün salonda herkes sustu, "Wait, did you just propose?" oldu Kate. Sonra kadının sevgilisi ağlamaya başladı falan. Tanık olduğum ilk evlilik teklifi ve inanılmaz tatlı bir andı.

Gerçekte ne kadar utangaç, kibar ve overall nice biri olduğunu gördükten sonra KM takıntım milyonlarca kez güçlendi bu haftasonu.




Thursday, 24 June 2010

L7!!


Bugün Canterbury'deki evimi boşaltıyorum. Yarın sabah Birmingham'a Cadbury World ve the L Word convention'ı L7'a gidiyoruz. Pazar gecesine kadar orada olacağım ve Türkiye'ye dönene kadar Lisa'da kalıyorum (İzmir'e Çarşamba dönüyorum). Lisa'nın wireless şifresini kendisi bile bilmediğinden orada laptop'umu kullanamayacağım, Blackberry'den de blog yazmak çok üşendirici, o yüzden Perşembe sabahına kadar bir şey yazamayacağım büyük ihtimalle.


Normalde Shane, Alice, Lara, Papi, Jamie ve Molly'den oluşan konuk listesinde son anda çok görmek istiyor olduğum Lara, Molly ve Papi iptal oldu. Yerine bu kadar kısa zamanda birini bulabilirler mi emin değilim, ama Shane ve Alice'in iptal olmadığına sevinmek lazım yine de. Zaten şu anda Londra'dalarmış, yarın Birmingham'a gideceklermiş.


Convention bileti: £90. Otelin geceliği: £82. Birmingham'ın arabayla uzaklığı: 3.5 saat. Kate Moennig ve Leisha Hailey'i dünya gözüyle görecek olmak: Paha biçilemez.

Sunday, 20 June 2010

why don't you play the game

İnanılmaz süper bir haftasonu geçirdim. Perşembe günü sabahın köründe (6'da) evden çıkıp 7.25 Eurostar'ı ile Fransa saatine göre 10 buçuğa doğru Paris'e ulaştım. Çok sevdiğim halde nedense uzun zamandır doğru düzgün göremiyor olduğum kuzenimle buluştuk otelde ve eşyalarımızı bırakıp direk Marc by Marc Jacobs'a gittik. Tam saat 12'de kapıya ulaştığımız anda "Üzgünüz kapatıyoruz" diyerek literally kapıyı üzerimize kilitleyen çalışana sinir olup Fransızlar'ın uyuz kapanış saatlerine küfrettikten sonra Cumartesi geri dönmeye karar verdik. Bilmiyorduk ki Cumartesi MbMJ Paris maceramız daha da sinir krizi geçirtici hale gelecek.

Cuma gününü Disneyland'de geçirdik. Çocukluğumdan beri 294829 kere gitmiş olduğum halde her seferinde 7-8 yaşında ilk gittiğimdeki heyecanı yaşadığım, hatta istisnasız her seferinde heyecandan önceki gece uyuyamamama neden olan bir yer Disneyland Paris. Orada yaşasam ve hiç çıkmayacak olsam sıkılmam sanırım, dünya üzerindeki favori yerim kesinlikle. Başka hiç bir şeye asla değişmem. Nedense daha önceki gidişlerimde hep tek park bileti almış ve hiç Walt Disney Studios kısmına gitmemiştim. Aslında orası da güzelmiş, ama sadece adult'lara göre şeylere binilen ve çok az sıra beklenilen bir günde bile 2 park tek güne sığmıyor.

Disneyland'de bazı insanların sırada bekleyenleri ittirerek öne geçmeleri dikkatimi çekti. Garip olan 10 kişilik grupların falan hiç utanmadan bunu yapması ve kimsenin kötü kötü bakmak dışında ağzını açmaması oldu. İngiltere ya da Türkiye'de böyle bir şey olmuş olsa kesinlikle susmazdım ben; otobüs sırasında bile öne geçen görgüsüzlere çok sinirlenirim, oradaki gibi 45 dakika-1 saat beklenen sıralarda öne geçilmesi daha da fena. İnsanlar kendilerini nasıl bu kadar herkes bekliyorken bekleyemeyecek kadar ayrıcalıklı görüyorlar ya da çok mu önemli bir iş sahibiler de yarım saat daha fazla bekleyemiyorlar merak ediyorum, o nasıl bir utanmazlık ayrıca, insan nasıl yüzü bile kızarmadan o kadar insanın önünden geçip gider, biri bana açıklasın lütfen. Umarım karmik adalet buluyordur böylelerini.


Cuma sanırım hayatta en çok yorulduğum gündü, sanırım değil hatta, eminim hayatımda hiç o kadar ayaklarımı kullanmadığıma. O yüzden Cumartesi günü benim ayaklarım çok kötü olduğu için asıl planımız olan Montmartre ve Pere Lachaise'i iptal edip sabah alışveriş, öğleden sonra otel, akşam Le Marais yapmaya karar verdik. Sabah deli bir azimle Marc by Marc Jacobs'a geri döndüğümüzde saat 10.55 idi. Biz üzerinde en ufak bir açılış saati yazmayan kapıya bakarak beklesek mi ne yapsak karar vermeye çalışırken kapının bir kaç metre ötesindeki bir güvenlik görevlisinin bize garip garip bakmaya başlaması, daha sonra bir kadının gelip MbMJ kapısını anahtarla açması, güvenlik görevlisinin gelip sanki konsolosluk önünde bekleyen tehlikeli bir şey yapma potansiyeli olan tiplermişiz gibi "Daha açılmadı, gidin" şeklinde bağırıp kaçta açılacağını sorma fırsatı bile vermeden kapıyı üzerimize kapatması gibi sinir bozucu olaylar ardından bir yerlerde gidip bir şeyler içtikten sonra dönmeye karar verdik. Oha denesi derecede pahalı kahvelerimizi içtikten sonra mağazaya geri döndüğümüzde gördük ki benim küçük bulduğum Londra MbMJ mağazasının 10'da biri falan boyutlardaymış Paris mağazası, ve gerçekten alınası bir bok yokmuş. Zaten olsa da mağaza çalışanlarının o davranışlarından sonra oradan değil Printemps gibi department store'lardaki MbMJ standlarındaki güler yüzlü, saygılı görevlilerden alınırmış.

Bu tür satış/güvenlik görevlileri beni fena halde sinirlendiriyor. Snobluk gibi olmasın ama orada asgari ücrete çalışan bir insanın kısmen lüks bir mağazada çalışıyor diye kendini üstün görüp müşteriye bok gibi davranma hakkı olduğunu sanması kabul edilemez bir şey. Eğer benden bir çantaya 500 euro ödemem bekleniyorsa ben de o mağazada bulunduğum her saniye boyunca muhatap olduğum görevlinin yüzünde bir gülümseme görmeyi bekliyorum, evet. Suratsız eleman görmemiş değilim, ama bu kadar kabalık ilk kez başıma geldi ve kesinlikle uzun ve abartılı bir şikayet maili yollamayı planlıyorum en kısa zamanda.

Bu kaba ve suratsız davranış biçiminin Fransızlar'ın çoğunda var olduğuna inanmış bulunuyorum artık. Genellemelerden hoşlanmam, ama öyle gerçekten. İngiliz insanına soğuk derler bir de, gayet yalan. Gittiğim hiç bir yerde Fransızlar kadar uyuz, garsonu bile kendini müşteriden üstün gören, turistlerin ekmeğini yediği halde yabancılardan nefret eden, inatla herkesin kendilerinden başka kimsenin konuşmadığı Fransızca'yı konuşmasını bekleyen ve konuşulmayınca normalden de ters davranan bir millet görmedim. "Pardon çekilir misiniz"den "Ateşiniz var mı acaba"ya kadar her konuda terslenmediğim durum sayısı 2-3'ü geçmedi sanırım bu hafta. Gözünü-sevdiğimin-İngilteresi modunda eve geldim bugün dolayısıyla.

Son olarak, dün son derece mülayim ve "iyi çocuktur" şeklinde bildiğim bir arkadaşımın boş vakitlerinde gay sohbet odalarına girip yavşadığı insanların bilgilerini, fotoğraflarını vs. ele geçirdikten sonra "Eşine/ailene söylerim" şeklinde şantaj yaparak geçirdiğini öğrendim. Kendisi de kesinlikle böyle beyinsiz işlerle uğraşacağını düşünmeyeceğiniz, ÖSS'de derece yapmış, iyi aile çocuğu modunda bir insan. O kadar şaşırdım ve o kadar tiksindim ki anlatamam, eğer bunu kendisinden duymuş olsam ya da karşıma çıksa kendimi tutamaz ağzıma gelen lafı ederdim. Demek ki 7 yıldır tanıyor olsa bile aslında birini hiç bir zaman gerçekten tanıyamıyor insan.

Wednesday, 16 June 2010

what do you mean you saw the stars?

Yarın sabah kuzenimle buluşmaya Paris'e gidiyorum. Paris'e en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum, geçen dönemdi. Özledim, Paris'i yılın bu döneminde seviyorum en çok, gayet güneşli ve şirin oluyor. Pazar'a kadar orada olacağımdan ve otelde internet var görünüyor olmasına rağmen büyük ihtimalle pek zamanım olmayacağından bloglarıma yazabileceğimi pek sanmıyorum.


Bir de zamanınız varsa Hormonlu Domates Homofobi Transfobi Ödülleri için oy kullanın lütfen. O kadar çok ödül hak eden insan/kurum var ki seçmekte zorlandım.


Everything Everything-Schoolin' takıntım son hızıyla devam ediyor.


Akşam son kez okula gidiyorum. Yeditepe'ye hiç son kez gittiğimi bilerek gitmediğime hep üzülmüşümdür, University of Kent için öyle olsun istemiyorum. Mezuniyetime gitmeyeceğimden ve Canterbury'den taşındıktan sonra İngiltere'de bile olacak olsam buraya geri döneceğimi sanmadığımdan son kez gitmek istedim bugün. O yüzden akşam fajita ve bira için okula gidiyorum. Havanın akşam 10'a doğru karardığına seviniyorum, okuldan katedrali son bir kez görmek istiyorum çünkü, çok güzel ve hiç unutmayacağım bir manzara.



İstanbul'a hiç doğru düzgün hoşçakal dememiş olmamdan mı ne, orayla bağlarımı hiç koparamıyorum, hep yarım kalmış bir şeyler var İstanbul'daki hayatıma dair. İstanbul aklıma geldikçe hüzünleniyorum, belki de hiç tamamlanamayacak olan o şeyler için. Canterbury'i de öyle hatırlamak istemiyorum, geçmişi düşündüğümde buruk bir nostalji hissiyle dolmak istemiyorum, eskiden burada ne kadar mutlu olduğum aklıma gelsin istiyorum. O yüzden güzel bir kapanış lazım bu şehirdeki zamanıma.

Tuesday, 15 June 2010

more msn weirdos

Msn'de çok garip insanlarla karşılaşıyorum bugünlerde. Mesela dün bir adet ekledikten-2-dk-sonra-cam-açalım-diyen-insanla karşılaştım. Açmayacağımı söyledikten sonra karşılıklı birbirimizi engelleyip sildik. Bir de "ee hiç selam vermiyorsun" yapan biri var listemde. Ben kimseye selam vermem ki, msn'e girince bakmıyorum bile kim online diye. Açıyorum bir kenarda duruyor, biri mesaj atınca bakıyorum. Bazen şu anda olduğu gibi bir şeylerle uğraşıyor oluyorum, altta mesaj ışığı yanıp sönüyor, işim bitince bakıyorum. Anında cevap vermek zorunda değil kimse kimseye. Son iki gündür de listemdeki birisi sürekli "Sen meşgulsün galiba" diyip duruyor, 30 saniye geç cevap veriyorum çünkü. "Hayır meşgul değilim" dediğimde de bana kelimesi kelimesine "Ben bişi yazınca cvbın hemen gelmesini dilerim, aksi olunca başka bişeyle alakalı olduğunu düşünürüm" cevabını verdi. Ne garip insanlar var cidden. İşsiz güçsüz bir insan mıyım ben ki her nete girdiğimde sadece MSN açık olsun, bana kim mesaj atacak diye bekleyeyim? Onu yapacak bile olsam MSN'i sadece onunla konuşmak için mi açıyorum ben? Çok süper muhabbetlere girdiğim biri olsa neyse hani. Gerçekten böyle insanlara tokat atasım geliyor, konuşmayı kesiyorum zaten genelde. Bir şey yazınca "cvbın" hemen gelmesini dilermiş de bilmemneymiş, her dilediğimiz olmuyor değil mi hayatta? Ne kadar küçük dağları ben yarattım modunda bazı insanlar, sanki herkesin hayattaki tek işi sana msn'de cevap yazmak.

Monday, 14 June 2010

i'll get off my soapbox now

Dün Brighton'daydım. İngiltere için alışılmadık derecede sıcak ve güneşli bir gündü. TK Maxx'e gidip Mango indiriminden daha da çılgın bir kalabalık arasında yüzlerce güneş gözlüğü içinde Stella McCartney arayıp sonunda bulduktan sonra oradaki favori pub'ımda bir şeyler içmeye gittik. İngiltere'deki tüm gay barlarda ücretsiz dağıtılan dergilerden alırım her gittiğimde, bu kez de favorim olan G3'yi almış okuyordum ki ben finallerimle kafayı bozmuşken gay dünyada olup bitenlerden habersiz kaldığımı fark ettim. Lady Sovereign came out and I had no idea! Gerçi onun gay olduğunu en gaydar'ı bozuklarımız bile biliyordu ama neyse, official olarak açıklamış kendisi.

Bir diğer ?! olduğum haber ise şu oldu: http://www.independent.co.uk/news/world/americas/antigay-baptist-minister-took-male-prostitute-on-holiday-1964506.html. Amerika'da eşcinsel karşıtı bilmemne derneğinin kurucusu dedem yaşındaki bir adam rentboy.com sitesinden bulduğu 20 yaşındaki bir adet male prostitute ile tatil dönüşü yakalanmış. Çok güldüğüm üzere de yakalandıktan sonra "Ben onu çantalarımı taşısın diye tutmuştum" demiş. Lol yani. Bazen cidden bütün homofobiklerin içinde bu kadar olmasa da gizli eşcinsellik olduğuna gönülden inanıyorum. Böyle olaylar çok duyuyorum çünkü.

Akşam zorla maç izledim. İnsanların canlı olarak maç izleme sevdasını fena anlamsız buluyorum. 3-5 saat beklesen, banttan izlesen ne olur? Bunu Lisa'ya söylediğimde bana "E sen sevdiğin grubun konserine niye gidiyorsun o zaman CD'den dinlemek varken" cevabını verdi. Kanlı canlı konser izlemekle televizyonda canlı yayında maç izlemek aynı şey mi ki? Hani stadyumda izliyor olsan neyse, ama televizyon bu ya.

Zaten futbol maçı izlemek tamamen anlamsız bulduğum bir şey. Orada dünyanın parasını alan herifler top peşinde koşturuyor, sen evinde oturup izlemekten zevk alıyorsun. Tenis maçı gibi olsa, oyuncunun yeteneğine hayran olup onu izlesen neyse, ama bir takımla sıradan bir vatandaş arasında kurulan bağ bambaşka saçmalıkta bir şey. Sokaklarda, evlerde milli takım renklerine bürünmüş oturan, kazanmayı ya da kaybetmeyi sanki kendi başarısı/başarısızlığıymış gibi gören insanlar, onları tanımayan ve kazandığı para dışında taraftarını en ufak bir şekile umursamayan futbolculara fanatik bir sevgiyle bağlanan taraftarlar. Normalde futbolla alakası olmayıp maç günü milli takım ve ülke aşığı şeklinde gezenler. Türk olmaktan, İngiliz olmaktan, bilmemnereli olmaktan, 10 kuşak önce tamamen tesadüfi bir şekilde kendi yaşadığı topraklardaki insanların kazandığı bilmemne savaşından, yine tamamen tesadüfi bir şekilde x ülkesinde doğduğu için yattığı yerden haksız bir gurur duyanlar. Hiç birini anlamıyorum. Milliyetçilikten, fanatiklikten hazzetmiyorum.

Brighton yolunda Lisa'ylayken feminizm konusu açıldı. İnsan nasıl kadın olup feminist olmaz aklımın almadığını söyledim. O da bana kendisini feminist olarak tanımlamadığını söyledi. "Kadın erkek eşitliğine inanan herkes feministtir, feminizme çok anlam yüklendiği için kendine o etiketi yapıştırmaya korkuyor insanlar" dedim ben de, sonra Lisa bana "Kadınlar ve erkeklerin her konuda eşit olması gerektiğini düşünmüyorum, kaçınılmaz biyolojik farklarımız var, belki aynı seviyede olmalıyız evet, ama aynı değiliz" cevabını verdi. Bu biyoloji muhabbeti çok karşıma çıkıyor ve en sinir olduğum argümanlardan biri. İnsanlar bu "aynı değiliz"in erkek egemen zihniyetin kadını baskılama unsurlarından biri olarak kullanılan bir bahane olduğunu göremiyorlar nedense. Bu argümana bahane dememin iki nedeni var. Birincisi sex ve gender ayrımını yaparsak; sex'i biyolojik cinsiyet, gender'ı da toplum tarafından yaratılmış cinsiyet rolleri olarak tanımlarsak, biyolojik farklılığın hiç bir zaman sex'te kalmadığını ve gender sahasına taştığını görebiliriz. Gender da kadınlara "feminenlik" adı altında onların erkekler tarafından kontrol edilmelerine neden olan özellikler yükleyen bir kavramdır. Erkeğe güçlü, mantıklı, sert vs. gibi sıfatlar yakıştırılırken kadınlara hep hassas, duygusal, zayıf gibi negatif anlamlar yüklenen sıfatlar layık görülür. Kim bilir, belki kadınlar onlara duygusal olmak, caring olmak dayatılmasa (erkekler annelerinden, sevgililerinden vs. care ihtiyacı içinde olmasalar) öyle olmayacaklar.

Biyolojiyi kadın-erkek eşitliği karşıtı bir argüman olarak öne sürenler genelde kadının anne olabilitesinden bahsederler tüm süper özellikler erkeğe verildi diye kadınlar ağlamasın diye. Bu da bizi bunun aslında erkek egemenliğin bir bahanesi oluşunun ikinci nedenine getiriyor: Sanki her kadının annesel içgüdüleri doğuştan varmış gibi insana o içgüdünün olmamasının anormal olduğu dayattırıldıktan sonra o içgüdü kutlanmaya başlanıyor, "Ne kadar şanslı kadınlar, anne olabiliyorlar" şeklinde. Anne olduğu için hayatı evde kocasına yemek pişirip çocuk bakmaktan ibaret hale gelenlerden, çocuğu yüzünden iş saatleri flexible olmadığı için annelerin işverenler tarafından tercih edilmemesinden, doğru düzgün doğum izni alınamamasından, çocuğunu kreşe vermenin garipsenmesinden, baba ne kadar ilgili olursa olsun çocuğun her zaman en çok anne üzerinde bir yük olacağından, çocuk gayrimeşruysa toplumun kadına hayatı zindan edeceğinden bahsedilmiyor. İkisi de kadın ya da erkek de olsa A ve B kişisi arasında da biyolojik farklılıklar var, kimse A ve B bu yüzden eşit olmamalı demiyor. Bu kadınlar Venüs'ten, erkekler Mars'tan türü "Kadınlarla erkeklerin beyni/biyolojik yapısı bilmemnesi farklı" gibi şeyler tamamen kadını ezmek için justification, başka bir şey değil. Bana böyle şeylerle gelmeyin o yüzden.