Saturday, 17 May 2008

kin + yas

Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendi­me ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan mi­dem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabili­rim. Benim adım Neron. Geceleri, çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gram kokain karşılığında bilek­lerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyo­rum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şi­ir yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazan­dım böylece. Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor:

Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.

Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekan ve zamandan ko­palı yıllar oluyor. Bir kıza aşık olmuştum. Onu görmek için altı sa­at yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Aşık olmak­tan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi­lirim. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmek­ten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem ge­rekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz...

Az yedim, çok içtim. Hala içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılık­tan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir mad­deye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, aşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumla­rımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri işe yaramadı...

Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sa­yısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Bagajına ce­set sığdırabileceğim arabayı seçtim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına va­rılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıya­madım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperoni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım bo­yunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçin­de boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...

Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar in­sanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde be­nim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak...

Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delirdim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı incele­dim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabii ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe ya­ramak. Hiçbirine inanmadım.

i need you like i need an asshole on my elbow

Takıntılı ve aşık insan rolünün bana uygun olmadığına karar verdim. Duygulu, düşünceli insan switch'imi off hale getirip, skorlarımın listesini tuttuğum yaşam tarzıma geri dönüyorum bu geceden itibaren. Birisiyle 1 hafta çıktıktan sonra aşkımlar canım cicimler yapıp, kusurlarını görmezden gelip hayatımın insanı oymuş gibi davranabilecek kadar ikiyüzlü değilim ben. Yalnız olmamak için, eski sevgilimi unutmak ya da kıskandırmak için biriyle çıkmayı reddediyorum. Kafamdaki ideale %100 uymayan bir insanla asla yetinmeyeceğim. Kimseye bağlanmama kararımın ne kadar yerinde olduğunu da anlamış bulunuyorum şu an. Daha dün bana karşı hangi durumda olduğunu unutup benim üzerimden ego yapan insanların bana üstünlük taslamasına izin vermem de yapacağım en son şey. Bu hatayı bir daha yapmam.

Wednesday, 14 May 2008

love without pain isn't really romance

"Karar ver" dedi Elise, "ben miyim beklediğin? Mutlu sevgilerle, zorlanmış aşkınla yerimi mi dolduracaksın benim?". Isobel soğuk gözlerle baktı ona. İçindeki Elise'i çoktan öldürmüş gibiydi. Acısını onunla paylaşabileceği binlerce olası gelecekten vazgeçmek karşılığında satmıştı. "Bunu sen seçtin" dedi Isobel, "üzgünüm". Gözlerinde üzüntüden başka bir şey gördüğünden emindi oysa Elise. "Kalbimde büyüdün sen, içime sığmıyorsun artık, ne olur al onu" dedi Isobel'e, "ne olursun, kalbimi koparıp aldığında bile o güzel ellerine bulaşan kanım için özür dileyeceğim senden". Isobel ona döndü, maskesini çıkardı. "Ben artık sandığın insan değilim" dedi maskenin ardındaki yabancı yüz, "kalbini yerlere atıp çiğnesem bile yaşarsın sen, insan olduğuna bile inanmıyorum artık". Sertleşmiş kalbi sanki cammış gibi bir anda çatlamaya başlarken Elise, gözlerini sıkıca yumdu, başını ellerinin arasına aldı ve tüm gücüyle hiç var olmamış olmayı diledi. Isobel'in içinde taşıdığı parçasıyla birlikte yok oldu.

Monday, 12 May 2008

what the frickin' frack??

Gece 4 olduğunda hala uyuyamamıştım. Kalktım, Digiturk'ün klasik müzik radyosunu açıp televizyonu 1 saat sonra otomatik kapanması için ayarladım, ve tekrar uyumaya çalıştım. Saat 5 olup televizyon kapandığında hala uyanıktım. Uyku haplarıyla ilgili okuduğum bir yazıda hapların sadece bilinci kapattığından, bu yüzden aslında yatarak geçirdiğimiz saatlerin uyku olmadığından bahsediliyordu. Aynı yazıya göre uykusuzluğun nedeni kafamızdaki düşüncelermiş, bu yüzden kafamız çok meşgul olduğunda uyuyamıyormuşuz. Bu sefer ilaçsız uyumakta kararlı olan ben, olabildiğince sakin bir fon müziği eşliğinde sadece notalara konsantre olmaya çalıştım, ancak yine de bütün haftasonu yaşadığım şeyleri kafamdan atamadım. Kalktım, bilgisayarımı açmaya çalıştım, açılmadı. Hayatla olan tek bağımın, bilgisayarımın bozulması gerçekten olabilecek en kötü şeydi sanırım. Dün geceyi nasıl atlatabildim bilmiyorum, gerçekten olanları düşünmemek için beynimi aldırabilmeyi dilediğim anlar oldu. Ezgi'nin telefonuyla gayet mutlu bir şekilde uyanmamın 24 saat sonrasında, ilahi güç ya da karma ya da her ne varsa, "Bring it on" diyorum kendisine. Hiçbirşeyin bundan daha kötü gidemeyeceğini bilmenin de garip bir rahatlığı oluyormuş meğer. Eğer gerçekten daha kötü gidebilirse de, her zaman 5 kutu uyku ilacı içip hepsini arkamda bırakabilirim,

Sunday, 11 May 2008

don't apologize, i hope you choke and die

Dünyadaki en değer verilmeyi hak etmeyen insanları seçmekteki üstün başarımdan çok sıkıldım, ya da ben mi değer verilmeyi hak etmiyorum, bilmiyorum. Aylarca hiç uyanmadan uyumak istiyorum. Biri ya hemen beni kurtarsın ya da hemen beni öldürsün istiyorum şu an. Eğer bunları kaldırabileceğimi düşünen, üstesinden gelebileceğim için bu kadar kalp kırıklığını bana gönderen bir güç varsa ciddi şekilde yanılıyor, gerçekten bu kadarı çok fazla çünkü. Dayanamıyorum artık. İçimdeki ağırlığı taşıyamıyorum ben.

Remember when I said I love you
Well forget it I take it back
I was just a stupid kid back then
I take back every word that I said

Saturday, 10 May 2008

not over yet

I'll live for you, I'd die for you. Do what you want me to, I'll cry for you. My tears will show that I can't let you go. It's not over, not over yet. You still want me, don't you? It's not over, not over yet cause I can see through you. It's not over, not over yet. Don't let me down. Don't make a sound. Don't throw it all away. Remember me, so tenderly. Don't let it slip away. It's not over, not over yet. You still want me, don't you?

Mutluluğum yaklaşık 1 saat sürdü. Şimdi mutlu değilim. Kafam karışık, kararsızım. Ezgi'yle konuştum, bye bye deyip kapattı. Belki o soğuk konuşmamıştı, bana öyle geldi, ama yine de beklediğim gibi değildi. Çarşamba günü çok güzeldi, neden böyle oldu bilmiyorum. Daha fazla ne verebilirim bilmiyorum, ona güvenemedikçe kendimi açamıyorum, hissetmemeye zorluyorum kendimi, Cansu'dan sonra bir kalp/hayal kırıklığı daha kaldıramam çünkü. Yine aynı hataları yapmak istemiyorum.

the lovecats

We're so wonderfully wonderfully wonderfully wonderfully pretty!

Dünya üzerindeki en mutlu insan olarak uyandım sanırım. I'm so glad to be able to finally move on yazmak istedim, ama moving on fiilinin Türkçe karşılığını bulamadım. Yok galiba. Neyse. Sonunda yeni ufuklara yelken açma isteğimi kendimi yeni sevgilime karşı birşeyler hissetmeye zorlayarak değil, onu düşündüğüm anda heyecandan içim bir fena olup salak salak gülümsemeye başlayarak gerçekleştirdiğim için mutluyum. Bugün güzel bir gün, ve ben mutluyum. Dışarıda güneşli bir gün var, ben evimdeyim, mutluyum. Cumartesi günlerini seviyorum. Huzurluyum. İstanbul'daki son olmasa bile sona yaklaşan günlerim. Umutsuz değilim. Pembe ojelerimi, yeşil elbisemi, kızıl saçlarımı, pembe yatağımı ve odamı, Digiturk'ümü, parayı sorun etmem gerekmemesini, ailemi, kedimi, Bağdat Caddesi'nde oturmayı ve dışarı çıkmaya karar verirsem eğer, Starbucks kahveleriyle Cadde'de gezen güzel insanları ve güneşi göreceğimi bilmeyi seviyorum. Ezgi'nin hayatımda olmasını, çok şirin ve mükemmel birşeyin başlangıcı olması olasılığını seviyorum. Mutlu halimi seviyorum.

I haven’t got a clue if you’re the one
But I like you
And oh I like how you make me feel
I wanna do this right
Don’t wanna waste this night
But I’m drowning
Drowning in your love
Bring me flowers
And talk for hours
And oh I like you
And oh I like how you make me feel
Kiss my face
Your warm embrace
And oh I like you
And oh I like how you make me feel


I’m a little scared to hold you close
Cause I just might never ever let you go
Caught up in your smile
I’m happy as a child
But I’m still drowning
Drowning in your love


Bring me flowers Ezgi? :)

Sunday, 4 May 2008

hitler went to heaven because there is no other place to go

I only want to love you. It's not because I need to, but because I want to. To me, you are perfect, and you deserve all my love. In my eyes, you can do no wrong, and to love you is something I have to, need to and want to do. I will always be with you. I will only be a breath away when you whisper my name. I will be everything you need, a helper in your times of need, a friend when you need a shoulder to cry on, a guide when you need advice and always your lover. I will never refuse when you call. And even if you refuse, I will always be within your reach. I cannot leave you because of my promise. I swore by the rainbows after the rain, to never get angry at you no matter what you've done, what you do and what you will do. You will always be perfect to me. You deserve only the best. I am delighted in you, and my love pours out to you and those around you. I want to help you. I want to make all the wrongs in your life right. I will give you only the best and hold you dear, apart from everyone else, because you are special to me. I don't need anything from you. I just want you to be happy, always. Whatever your weaknesses or mistakes, they don't bother me. Because I can see deep inside your soul and I know. I know, so I don't and will never ask. You can only do one thing for me. What makes me happy is for you to let me love you, to see you at peace, happy, whole and complete. Let my love do this for you. Let me make you happy. Always. People will say things about you, bad things will happen around you, your feelings of depression, doubt, insecurity and worry will surround you, but I will never let them come near you.

I will not leave you, I cannot leave you, for you are my creation and my product, my daughter and my son, my purpose and my... Self. Call on me, therefore, wherever and whenever you are separate from the peace that I am. I will be there. With Truth. And Light. And Love.

Neale Donald Walsch'un Conversations with God kitabının ona ihtiyacınız olduğu zaman hayatınıza girdiğine dair bir rivayet varmış. Doğru mudur bilemiyorum, ama hayat grafiğimin en düşüşe geçip dibe vurmuş döneminde televizyonu açıp Conversations with God'ın filminin yeni başladığını görmem, Cuma sabahından itibaren hayatıma giren ve yıllardır tanıdığım çok yakın arkadaşlarımın bile yapamadığı şekilde beni çok mutlu eden 3 insan, Perşembe gecesi ve öncesinin tamamen kafamdan silinmiş oluşu, Kurtulacaksın Hissim'i aradığımı buraya yazmamın ertesi günü bana hayatımda ilk kez yalnız olmadığımı hissettiren biriyle tanışmam bence tesadüf olamaz. Tanrı ya da benden çok daha büyük bir enerji, ya da belki eşzamanlılık, ne bilmiyorum, ama tesadüf değil.

Friday, 2 May 2008

kurtulacaksın hissi

Yeni hayatımın ilk günü oldukça garip bir şekilde başladı. Kapı çaldı, açtığımda 20 yaşlarında şirin bir kız duruyordu karşımda. "Merhaba, birşey sorabilir miyim?" dedi gülümseyerek. "Sor" diye cevapladım. "Bu arada çok güzelsiniz" dedi. Teşekkür ettim. Daha sonra da öğrenci olduğunu ve harçlığını çıkarmak için oda parfümü sattığını, denemek isteyip istemediğimi sordu. İstemediğimi söyledim. Gitti. O kadar apartman arasında bizimkini bulması, ve apartmanda sormak için beni seçmesi garip geldi. Harçlık ihtiyacı olan bir tipe de benzemiyordu. Bence o benim Kurtulacaksın Hissi'mdi.

Kurtulacaksın Hissi: perihan mağden'in iki genç kızın romanı kitabında çok fazla bahsi geçen, bir insanın bir diğer insanda kurtuluşunu bulması olarak tanımlanan his. ancak insan beyni kötü zamanlarda hep bu hisse tutunmaya bir süre sonra bağışıklık geliştirdiğinden asla kurtulamama hissi gibi bir ümitsizlik kaynağı da olabilmektedir zamanla.
(slackerbitch, 21.10.2003)

14 yaşındayken Kurtulacaksın Hissi başlığına yazdığım entry. 5 yıldır aradığım, hep bulduğumu sanıp daha da kurtarılamaz hale geldiğim, çok uğraşıp hiç kimsede olduramadığım hissim.

KURTULACAKSIN HİSSİ : Hissin adı, bu. Bir şeyler olacak. Üç vakte, beş vakte, yedi vakte kadar bir şeyler. Çok üzüldün. Çok bekledin. Dur şimdi bu bedende. Gitme bir yere. Sana çok güzel bir şey gelecek. Çok güzel, iyi, tatlı bir şey.

Başı dönüyor. Evden hemen, hemen çıkmalı. Otobüs geldi. Atladı otobüse. TAKSİM. Evet orası iyidir. Orayı biliyor zaten.

Evden çıkarkenki Kurtulacaksın Hissi’ni hatırlamaya çalışıyor. İyi gelsin içine. Bugün, artık bugün iyi olmak istiyor.

Aklına Çiğdem geliyor. Beşiktaş’taki dershanenin önünde buluşacaklardı. Bu yıl işte, aynı okulu bitirdiler. Aynı liseyi. Süper Kız Lisesi. Gidip bir Sarıyer minibüsüne atlıyor Behiye. Dershanenin tam önünde iniyor.

Dershaneye çıkan merdivenin oralarda yok Çiğdem. Dershanenin kapısında da yok. Hemen girişte soldaki kayıt bürosuna girip bakınıyor biraz. Derken bir kız görünüyor. Ona doğru gülümseyerek geliyor. Allahım bu ne güzel bir yaratık! Behiye’ye doğru geliyor! El sallıyor Behiye’ye. Behiye’nin yüzünü allar basıyor. Sıcaklıyor.

Bu bebek hırkalı kız onu nerden tanıyor ki? Bacakları orta yerinden kesildi. Tir tir titriyorlar. Birbirine vuruyor bacakları. Çok heyecanlandı. Neden ki? ‘’Merhaba Behiye’’ diyor bebek hırkalı kız.

Kurtulacaksın Hissi ayaklarından pompalanmış gibi alnının tepesine kadar çıkıyor. İnanılmaz bir sevincin ruhunu istila edişini kaydediyor Behiye. Teslim alışını. Onun adı : Handan. Onun adı : KURTULACAKSIN HİSSİ. Beni kurtarmaya geldi. Daha göreli beş dakika olmadı kızı. Delirdin galiba sen. Kucakladığı gibi, kaçırmak geliyor içinden. Saçmalama Behiye. Kendine gel. Ama gülümsemesine engel olamıyor işte. Burnu kırış kırış; nasıl da sevinçli, mutlu. Durduğu yerde zıplamak geliyor içinden. Bağırmak geliyor bas bas.

Bir mutluluk çemberinde Behiye. Artık kimse girip kıramaz bu çemberi. Yarın görecek Handan’ı. YARIN ve her gün. Artık her Allah’ın günü, her Allah’ın günü Handan’ı görecek. Artık Handan’sız bir gün dahi geçmeyecek. Bunu biliyor adı gibi. Adı gibi biliyor Behiye.

Ne yapacağımı bilmiyorum. Oturmuş 14 yaşındayken çok sevdiğim bir şarkıyı dinliyor, o zamanlar hayatımı değiştiren kitabı okuyor, hala Kurtulacaksın Hissi'mi arıyorum.

bil ki sen sevmek istersen
her şeyi kurtarırsın
orda durma, eğer beklersen
hiçbir şey olmaz

gerçek uzak koş, koş geç kalma sakın
tokken hiç doymadın sen, dur artık


önünde bir hayat var
gücün yettiği kadar
yaşa artık istersen

zaman tükendi artık


Biri bana bağırarak bu sözleri söylesin.

Monday, 28 April 2008

la musique

Geçen Cuma iPod'umun şarj aletini İzmir'de unuttuğumu fark ettim. Ve aynı zamanda ne kadar iPod bağımlısı bir insan olduğumu. Müzik olmadan asla yürüyemeyen ben, sigara almak için 2dk yürümem gereken yolu yürürken sıkıntıdan krizler geçirdim. Cuma akşamı sipariş verdiğim iPod şarj aleti Cumartesi akşamı hala elime ulaşmamış olduğundan, akşam Taksim'e giderken yolda dinleyebileceğim birşeyler bulmam gerekiyordu. Bütün odamı arayıp eski Discman'imi bulduktan sonra, birisi giderken dinleyeceğim geceye-hazırlanıyorum-bebeğim modu şarkılardan, diğeri de bir-cumartesiyi-daha-geride-bıraktım-elime-hiçbişey-geçmedi-ve-ağlayasım-var şarkılarından oluşan 2 cd yapmaya karar verdim. Sevgili Vaio laptopımın ilk 5 cd'yi yazdırırken hata vermesinin ve benim sinir krizleri geçirmemin ardından, laptopla mantık çerçevesi içinde sakin sakin konuşmaya karar verdim. "Bak canım" dedim ona, "seni çok seviyorum, ama senin ağzına sıçarım, ona göre". İkna edici olan şey kibar tavrım mıydı yoksa içten dualarım mıydı bilmiyorum ama laptop bu kez cd'yi hata vermeden yazdı. -Sigara alıp geliyorum- Geldim. Sonuç olarak saçım başım felaket bir halde geç-kaldımmmm şeklinde evden çıkıp dolmuşa bindim. Çılgın dolmuşçu sayesinde yarım saatte karşıya geçtik, böylece sadece fashionably late olarak durumu kurtardım.

Yol boyunca düşündüğüm şeylerden birisi "şarj aleti" kelime öbeğiydi. Normalde alet ya da cihaz yerine makine kelimesini kullanan biz insanlık, neden konu şarja gelince alet ya da cihazı tercih ediyorduk acaba? Pek tabii şarz diyen cehalet kurbanları da vardı aramızda, o halde alet kabul edilebilir bir ayrıntıydı.

Diğer kafama takılan şey ise yarım saat boyunca kafamda yankılanan "thank god there's music" cümlesiydi. Britanya'nın köpeği olduğumdan İngilizce düşünüyorum, evet. Gün içinde kendi kendime konuşurken İngilizce konuşur, rüyalarımı bile bazen İngilizce görürüm. Bir yerime birşey olduğunda ouch der, bardak kırınca oh shit tepkisini veririm. Konuya dönersek, müzik olmadan tek bir saat bile geçiremediğimi fark etmiş oldum bu sayede. Ayrıca mp3 player'ım adaya düşsem götüreceğim üç şeyden biri olurdu kesinlikle. Tanrı iPod'u korusun!!