Thursday, 9 January 2014

saint laurent sl/02h

Zaman yine indirim zamanı. Eskiden Noel'de başlayan indirimleri yıl boyunca heyecanla beklerdim, ama hem dolaplarımda iki fazladan kazak dahi alacak yer kalmaması sebebiyle, hem de "Olur da Türkiye'ye dönmek zorunda kalırsam bu kadar eşyayı ne yapacağım" düşüncesiyle bu sene indirimlere pek ilgi göstermedim. Ama yine de dün akşam bir Selfridges'e uğrayayım dedim. Zamanlamam mükemmelmiş gerçekten, tam %50 indirimli olan şeylerin daha da düştüğü güne denk gelmişim. 99 pound'a Alexander McQueen babetler, 100 küsür pounda Balenciaga ve Burberry ayakkabılar, 50 pound'a Michael Kors elbiseler vardı. İki saat kararsız kaldıktan sonra 425 pound'dan 125 pound'a düşen bir çift Saint Lauren spor ayakkabı ile evin yolunu tuttum. Çok da rahatlar.

Bu kadar ucuza Saint Laurent ayakkabı alabildiğime hala inanamıyorum.


Sunday, 5 January 2014

post-izmir blues

18 Aralık'ta öğleden sonra 2'de başlayan sınırsız alkolle gecenin geç saatlerine kadar devam eden iş yeri Noel partisinde fena yamulduktan sonra iş ortamından uzaklaşmak bana süper geldi. On günlüğüne İzmir'e geldim.

**

Ilıca'da denize girme denemesinde bulunmak için Çeşme'ye giderken şunu fark ettim ki, ben İzmir'i çok seviyorum. İnsanlarına ya da başka bir şeyine değil de, İzmir denen toprak parçasına, şehrin havasına suyuna hiçbir yere olmadığım kadar bağlıyım.

İzmir'imi o kadar çok seviyorum ki; kokusu ve pelikanlarıyla güzelim körfezi, Çeşme'ye giderken otobanın kıvrımları arasında birden görünen muhteşem deniz manzarasını ve yeşil tepeleri, İzmir'den gelenlere merhaba diyen Alaçatı rüzgar türbinlerini, kışın ıssız bir sessizliğe bürünen Ilıca'nın bembeyaz kumlarını, yatak odamdaki camdan baktığımda gördüğüm derenin körfeze karıştığı yerde yüzen karabatakları, Karşıyaka-Alsancak vapuruna bindiğimde bütün şehrin çevremde ışıl ışıl oluşunu her gördüğümde kalbim sevgiden patlayacakmış gibi oluyor. İzmir'in en sıradan köşesine bile aşkla bakar oldum Londra'ya taşındığımdan beri, doğma büyüme İzmirli olduğum halde yıllardır gözümün önünde duran pek çok güzelliği yeni yeni fark ediyorum. Ve o kadar güzel şeyler var ki İzmir'de, baktıkça içim acıyor, kalbim sıkışıyor.

Genelde benim için duygulanıma sebep olan şeyler sanattan çok film ve müzik olduğundan Stendhal sendromu konseptini aklım almazdı. Artık insanı ağlatacak kadar ezici bir güzelliğin varlığını anlayabiliyorum.

Türkiye'ye döndüğümde asla İzmir'den başka yerde yaşamak istemem.

**

1 Ocak'ta İstanbul aktarmalı olarak Londra'ya dönecektim. Havaalanına gittiğimde İzmir-İstanbul uçuşunun 35 dakika gecikmeli olduğunu öğrenmem, o 35 dakikanın 1.5 saatlik bir gecikmeye dönüşmesi ve sonuç olarak daha İzmir'den uçağa binemeden Londra uçağını kaçırmam sebebiyle havayolunun yaptığı "İstanbul'da sizi otele götüreceğiz, ertesi gün uçarsınız" teklifini kabul etmeyerek birkaç gün daha İzmir'de kaldım ve dün direk uçuşla Londra'ya döndüm.

Londra'ya geri dönüşler her seferinde benim için zor oluyor. İzmir'de annemin, kedimin ve süper yemeklerin olduğu kocaman evimden ve "Armut piş ağzıma düş" usulü yaşantımdan buradaki yalnızlığıma, "odacık" boyutundaki evime ve hayatımla ilgili her şeyden tek başıma sorumlu olmaya dönüş kolay değil. Birkaç gün ve birkaç hafta arasında değişen bir alışma ve özlem sürecini atlatmam gerekiyor her seferinde. Bu sefer bir de vizemin bitmesine 2 hafta falan kaldığı için ve  yeni vizeye başvurmam gerektiği için iyice stresliyim. Türkiye'deyken ailemin de desteğiyle her zorluğu aşabileceğime olan inancımın verdiği güvenlik hissi yok buradayken, her şey tamamen benim sorumluluğumda. Büyümenin gereği bu olsa da, kolay bir şey değil.

Saturday, 14 December 2013

vroulidia

Dün Murat'ın öldüğünü öğrendiğimden beri çok sarsılmış durumdayım. Akşam kafamdaki rahatsız edici düşüncelerden sonra geç saatlere kadar uyuyamadım, sonunda uykuya dalabildiğimde de sabaha kadar kabus gördüm.

Sabah telefon alarmım beni uyandırdığında Sakız Adası'nın en güney ucundaki Vroulidia plajındaydım. Annem ve teyzemler birlikte tatile gitmiştik, ama nedense ada terk edilmiş görünüyordu. Plaja inip oturduğumuzda şnorkelimi evde unuttuğumu fark edişim, bunun beni uyanık kafayla tarif edemeyeceğim kadar sinir edişi ve denize gireceğim anda gördüğüm korkunç su canlıları zaten başından beri bir acayiplik hissi taşıyan rüyamı tam bir kabusa dönüştürdü.

Vroulidia dünyadaki en sevdiğim yerdir. Ne zaman bir şeye canım sıkılsa orada olduğumu hayal ederim. Kindle kılıfımın cebinde taşıdığım Vroulidia kartpostalı bana güç verir. Benim için huzur ve moral kaynağı olan bir yerin rüyamda böyle rahatsız edici hisler uyandırması sabah sabah sinirlerimi bozdu baya.

:(


Friday, 13 December 2013

bye for now

İşten keyfim yerinde bir şekilde eve gelip bilgisayarımı açtığım gibi Fadime Ayvalıtaş'ın aramızdan ayrıldığını öğrendim. İçim acıdı. Facebook feed'imde biraz daha aşağı indikten sonra İzmir'de lise yıllarımda Alsancak'taki arkadaş çevremden tanıdığım birinin ölüm haberini gördüm. Yaklaşık 40 gün önce mide kanseri teşhisi konduktan sonra çok genç bir yaşta hayata veda etmiş bugün.

Arkadaşım değildi,  yıllarca sağda solda karşıma çıkmasına ve zaman zaman aynı arkadaş ortamında bulunmamıza rağmen en fazla 3-4 kere selamlaşmışızdır herhalde. O zamanlar hiç hazzetmediğim insanlar listesinde üst sıralarda bulunan biriyle yakın arkadaş olduğundan belki, o karşılaşmalarımızda da hep bana soğuk davrandığı izlenimini edinmiştim. Ya da belki iyi tanımadığı herkese öyleydi, bilemiyorum. Ama yine de ölümüne çok üzüldüm. Kimse bu yaşta, bu kadar aniden ölmemeli.

Huzur içinde yatsın.

Wednesday, 11 December 2013

blue has become the warmest colour

Cumartesi günü Blue is the Warmest Colour'ı dördüncü kez izledim.

Bu Pazar beşinci kez izlemeyi çok ciddi olarak düşünüyorum.

Hala her sabah işe giderken iPod'umda filmin soundtrack'i çalıyor. Başka şey dinleyesim gelmiyor. Bu filmi izlediğimden beri başka film beğenemiyorum.

Filmi izlemiş olan arkadaşlarımla hala oturup uzun uzun filmi tartışabiliyoruz ilk izlememizin üzerinden neredeyse iki ay geçmiş olmasına rağmen.

Blue is the Warmest Colour dövmemi nereye yaptırsam düşüncesi günlerdir kafamdan çıkmıyor.

Gerçekten psikolojim bozuldu, kafayı yedim. Filmdeki gibi çılgınca aşık olasım var. Karakter olarak pek sevmediğim biri de olsa kendimi Adele sanmaya başlıyorum bazen ciddi ciddi.

Bu film gerçekten hayatımı değiştirdi. İzlediğimden beri ne sinemaya, ne hayata, ne de kendime bakışım eskisi gibi.







Sunday, 1 December 2013

psyche revived by cupid's kiss

Geçtiğimiz 15 yıl boyunca belki bir 20-25 kere Paris'e gitmiş olmama rağmen nedense Louvre Müzesi'ne hiç uğramamıştım. Bunun ardındaki mantık (şu anda düşündüğümde çok saçma geliyor ama) o boyutta bir müzeyi kısa sürede gezemeyeceğimi bildiğimden teşebbüs bile etmemekti.

Önceki hafta en son Paris'e gidişimde tren saatim gelene kadar boş bir günüm vardı, Louvre'a gitmeye karar verdim. İyi ki de gitmişim. Hem müzedeki eserler, hem de binanın kendisi ve atmosfer beni tamamen büyüledi. Şu ana kadar gittiğim hiçbir müzeyle kıyaslanamaz güzellikte, sanattan en anlamayan insanın bile ruhuna dokunacak bir yer. 

Maalesef bir günde Louvre'un tadını çıkarmak mümkün değil tabii, bir ay boyunca açık olduğu her dakikayı orada geçirseniz ancak tüm eserlere hak ettikleri ilgiyi gösterebilirsiniz. O bir günde görebildiklerim arasında beni en çok etkileyen Psyche Revided by Cupid's Kiss heykeli oldu. Aşk Tanrısı Cupid'in cansız Psyche'yi ("ruh") bir öpücükle uyandırdığı anı gösteren heykel, özellikle Blue is the Warmest Colour'un etkisiyle deli gibi aşık olası gelen beni düşüncelere sürükledi.



Vizemin bitiyor olması, iş durumumun sallantıda oluşu gibi sebepler yüzünden bu aralar anlatamayacağım kadar stres altında hissediyorum. Sosyal hayatım neredeyse yok oldu ve aylardır eğlenmeye çıkmadım, yine de haftasonlarım yapılması gereken ve hafta boyunca birikmiş olan ufak tefek işlerle meşgul geçiyor, bir dakika olsun durup nefes alacak fırsatım olmuyor. Durup bir kendime gelmek, içime dert olan her şeyin sesini bir süreliğine susturup kafa dinlemek, beynimdeki sessizliğin tadını çıkarabilmek istiyorum. 

Katedral ya da müze gibi yerler insanın ruhunu dinlemesi ve düşüncelere dalması için birebir. Ama Londra'da bedava girilen bir katedral yok, evimin dibindeki British Museum'un ise maalesef her bir metrekaresi turist kaynıyor. Louvre'daki gibi ücra, boş bir oda bulup oturamıyorsunuz.

Evet, kendime kafa dinleme mekanı bulmam gerek. Eskiden Southbank'e gidiyor ve oturup nehri, turistleri izliyordum, ama artık evime uzak kaldı.

Saturday, 30 November 2013

sort de ma vie

Bugün Blue is the Warmest Colour'u üçüncü kez izledim. İşim gücüm olmasa haftaiçi gidip bir daha izleyeceğim, obsesifliğim görülmemiş noktalara ulaştı. Her anı ezberlemek, her sahnenin içine girmek, Adele'in aklından geçen her şeyi içimde hissetmek istiyorum.

Aklımda filmde Adele'in Emma'yı ilk kez gördüğü sahnede ve kapanış sahnesinde duyulan, adının hang drum olduğunu öğrendiğim enstrümanın o hüzünlü melodisi dönüp duruyor.

Bu film beni neden bu kadar fena salladı diye düşündüm bugün, ve şu anda filmin sonunda Adele'in olduğu yerin biraz ilerisinde olduğunu fark ettim karakter gelişimi olarak. Erkeklerle ruhuma hiçbir zaman dokunamayan ilişkiler sonrası "Hayatımda büyük bir boşluk var, ama eksik olan ne bilmiyorum" diye düşünmeye başladığım zamanlar hayatıma giren bir kızla inişi de çıkışı de aşırı olan bir ilişkiye bodoslama dalma; o yaşta o kadar yoğun duyguları kaldıramayan ruhumun kısa devre yapması ve bunun sonucunda o ilişkinin sonuçlanmadan bitmesi; yıllar ve bir sürü sevgili sonra ben hala o insanı her düşündüğümde içim bir fena olurken onun başkalarıyla gayet mutlu bir şekilde hayatını devam ettiriyor olmasını görmek ve bunu sinir bozucu da olsa kabullenmek gibi Adele'in filmde yaşadığı tüm evrelerden geçtim.

Adele'in bu kadar zor kendine gelmesinin (hatta pek de gelememesinin) sebebi Emma'nın kendisi miydi, yoksa "ilk" oluşu muydu bilmiyorum. Aynı şekilde ben de bu bahsettiğim insana mı, onun "ilk" oluşunun sembolizmine mi, yoksa "nostaljik" olanın her zaman daha kıymetli oluşuna mı takıldım, bilemiyorum. Ondan sonra bana daha yoğun şeyler hissettiren sevgililer oldu, ama ilklere her zaman daha bir nostaljik gözlüklerle bakılıyor galiba.

Wednesday, 27 November 2013

i follow you, deep sea baby

Geçen hafta gösterime giren Blue is the Warmest Colour'ı Pazar günü yeniden izledim. Hem bu kez çizgi romanı okumuş olmanın etkisiyle, hem de ikinci kez izleyince fark ettiğim bir sürü minik detayla film beni ilkinden de fazla vurdu. Chapter 2 kısmını gözyaşlarımı zor tutarak izledikten sonra sinema çıkışı eve gitmeye hazır hissedemedim kendimi. Birlikte gittiğim arkadaşıma "Ben bu halde tek başıma eve gidersem fena olacağım" deme ihtiyacı duydum, buz gibi havaya rağmen kısmen kendimize gelene kadar sinemanın önünde oturduk.

Bu haftasonu yine sinemaya giderek filmi üçüncü kez izlemek istiyorum, ama yalnız izleyip sonra yine evimin yalnızlığına dönecek gücü (özellikle de hava 3.45 gibi kararırken) bulabileceğime emin değilim. Bu film hem bana, hem de çevremdeki insanlara o kadar dokundu ki, Londra Film Festivali'nde 1,5 ay kadar önce ilk izleyişimizden beri manyaklar gibi aralıksız bir biçimde "Şu dergideki şu yazıyı gördün mü, bilmem kimin film analizini okudun mu" muhabbeti yapar olduk. Adele o kadar içime işledi ki, bazen gün içinde kendimi onu düşünürken, iyi olup olmadığını merak ederken buluyorum. Sabahları işe yürürken kafamda "I Follow Rivers" çalıyor, Adele'in her şey boka sarmadan önce doğum gününde dertsiz, tasasız bir şekilde dans ettiği sahneyi hatırlıyorum.

Keşke "gerçek hayat" diye bir şey olmasa, bu filmi hayatım boyunca sabah akşam izleyebilsem.

Tuesday, 26 November 2013

rolleyes

İngiltere'de yaşayan Türk ve gay kız arkadaşlarımla aramızda haftada bir falan mutlaka *rolleyes* efekti eşliğinde "Türkiye lezbiyenleri işte kızım, naparsın" şeklinde bir muhabbet geçiyor. Gerçekten Türkiye lezbiyenlerinin çok büyük kısmı bir acayip, ya da bu acayiplik belki hetero kadınlarda da var, bilemiyorum. Ama Türkiye gay ortamlarına altı yıl önce adımımı attığımdan beri dikkat ettim ki kadınların çoğunda inanılmaz bir (bu ifadeyi kullanmak istemezdim ama) "kezbanlık" var. Tanıştıktan 10 dakika sonra "Başka hiçbir kadınla konuşma, hayatında sadece ben olmalıyım" türü maço tavırlar içine gireni mi ararsın, ilk görüşte "hayatımın aşkığğğğ" diye yapışanı mı ararsın, kavga dövüş ilişkilere "aşk" diyen gurursuzları mı ararsın, ayda bir Facebook'ta sevgilisinin soyadını alanı mı ararsın, her türlü sorunlu insan var. Ve maalesef bunlar Türkiye lezbiyen ortamının çoğunluğunu oluşturuyor.

İnsanlar neden doğru düzgün tanımadıkları kadınlara bu kadar bağlanıyor ve neden bu kadar sahipleniciler, emin değilim. Belki ülkede potansiyel sevgili sayısı sınırlı olduğundan her ellerine geçirdiklerine yapışıyorlar. Belki öyle büyük bir aşık olma isteği hissediyorlar ki, kendilerini ancak böyle abartılı davranışlarda bulunarak kandırabiliyor ve "aşık olduklarına" inandırabiliyorlar. Belki sadece özgüvensizlik, kendini değersiz görme. Ya da belki kültürel bir şey - birine bağlanma aşamasına gelene kadar birden fazla insanla görüşme ("dating") işi Türk kültüründe pek yer bulan bir şey değil, daha dereyi görmeden paçayı sıvıyor ve sonra da can havliyle kendini suya atıyor herkes.

Ben de zamanında böyle miydim diye düşünüyorum da, ergenliğim bitti biteli bu tür mağara kadını tavırlarda olduğumu hatırlamıyorum. Nedir bu aşırı sahipleniciliğin, aceleciliğin sebebi? Bu duruma getirebileceği bir açıklaması olan varsa lütfen paylaşsın.

Friday, 15 November 2013

something borrowed, something blue

Blue is the Warmest Colour takıntım son gaz devam ediyor. Bugün arkadaşlarımla evimin hemen karşısındaki gay kitapevindeki kitaplara bakarken filmin uyarlandığı çizgi romana denk geldim - hem de imzalıydı! Yazarın (çizer?) geçen hafta evimin dibine gelmiş olmasından haberim olmaması sinir bozucu, ama yine de çok sevindim.





**

En son işyerimdeki kontratım olaylı bir şekilde sona erdiğinden beri harıl harıl iş arıyorum. Hiçbir şeyi kaçırmamak için her gün mutlaka belli başlı siteleri kontrol edip bulduğum her şeye başvuruyorum. Yakın zamanda iki görüşmeye gittim. İlkinden pek memnun kalmadım, zaten çok istediğim bir iş değildi. İşe alınmadığıma ne şaşırdım, ne de üzüldüm. Pazartesi görüşmeye gittiğim yerin olmasını ise çok istiyordum, üstelik görüşmem süper geçti. Ve görüşmemi yapan kadınla aramızda çok iyi bir elektrik vardı. Buna rağmen dün işi alamadığımı öğrendiğimde çok üzüldüm ve çok şaşırdım - öyle mükemmel bir görüşme performansıyla bile işin bana teklif edilmesine yetmiyorsa bu iş nasıl olacak?

Bugün sabah arkadaşlarımla Starbucks'ta kahve içmek için buluştuğumuzda tam ben bundan bahsederken telefonum çaldı - Pazartesi görüşmemi yapan kadın. Bana aynı rolü kısa süreli olarak önermek istediklerini söyledi. Normalde kısa süreli bir şey düşünmüyordum ama evde boş oturmaktan sıkıldığım için ve maaşı çok yüksek olduğu için kabul ettim. Bir ay orada çalışıp o sırada iş arıyor olacağım.

**

Bir önceki Paris ziyaretimin üzerinden 1 ay geçmeden yarın yine Paris'te olacağım. Ayağımdaki kemik yine çatladı galiba, 10 dakika zor yürüyebilir durumda olduğum için Disneyland planım iptal oldu :(