Friday, 6 July 2012

we recruit

En son yazdığımdan beri yine bir sürü şey oldu.

Geçen haftasonu D buradaydı. Cuma günü evde takıldık, yemek yaptık, şarap içtik, Jeux d'Enfants izledik. Sabah uyandık, full English kahvaltı edelim diye evden çıktık. Hava çok güzeldi, kahvaltıdan sonra nehir kıyısına gidip biraz hava almaya karar verdik. Nehir kıyısı dediğim South Bank: bilmeyenler için, London Eye'a gelen turistlerden para koparmak için acayip kostümler giyip heykellik yapan, gösteri yapan, enstrüman çalan vs. insanların olduğu bir yer. Tam çimlere yayılmıştık ki, önümüzde bir grup insan gitar çalmaya ve "İsa hepinizi çok seviyor" konseptli şarkılar söylemeye başladı. Gelen geçen dalga geçiyordu, tiplere acıdım gerçekten. Ama komiktiler. Bir tanesi yanımıza gelip Hristiyanlık propagandası yapan bir broşür vermeye kalktı, "İsa gay çiftleri de seviyor mu dostum" diye sormak istedim.

Bunun üzerine nehir turu yapmaya karar verdik. Yanımda çanta bile yok, sadece anahtarlarım ve cüzdanım var, sıfır makyaj, saç baş fena, üzerimde uyurken giymiş olduğum t-shirt, o halde tekneye binip Greenwich'e gittik. Sıfır meridyeni üzerinde bir mekanda oturup Belçika birası içtik. Belçika birasını çok sevdiğimden bahsederken konu tabii ki Belçika'dan açıldı. Sonuç olarak doğumgünümü Belçika'da geçirmeye karar verdik. Londra'dan arabayla 20 Temmuz sabahı yola çıkıp 22 Temmuz akşamı döneceğiz. Toplam iki buçuk saat araba + bir buçuk saat feribot sürüyor.

Amele yanığı olmuş bir halde South Bank'e geri döndük. Eve uğrayıp üstümüzü değiştirdik ve Oxford Street tarafına doğru yola koyulduk. Güney Afrikalı çok şirin bir deniz ürünü mekanında yemek yedik. İngiltere'deki pek çok restoranda %50 indirim yapan Tastecard'ım sayesinde birer bütün ıstakoz, bebe kalamar ve midye kişi başı 20 pound'a geldi!





O akşamı evde sakin bir şekilde geçirdikten sonra sabah uyandık, canımız sushi çekti. YO! Sushi'de 20 pound'a sınırsız sushi yapacaktık, ama daha açılmamıştı. Onun yerine güne sabahın köründe acılı acılı burrito yiyerek başladık. Daha sonra D evine gitti. O gittiği zaman içimi birkaç saat süren, fena bir ağırlık kaplıyor. O da aynı şekilde hissediyormuş.

Hayatımın rahat en güzel haftasonlarından biriydi.

**

Belçika'ya gitmek için sabırsızlanıyorum. Ama yanlış gidebilecek pek çok şey var. D'nin annesi kötü durumda, ona bir şey olur da gidemeyiz ya da erken dönmemiz gerekir diye otel, feribot vs. her şeyi ekstra para ödeyerek flexible ayırttık. D boynunda bir şişlik fark etti, doktoru kötü bir şey olabileceğinden şüpheleniyor ve test sonuçları henüz gelmedi. Ayrıca D'nin diğer kız arkadaşı birlikte tatile gideceğimiz için çıldırmış durumda, her gün gitmemizi istemediğini söyleyip D'ye benden ayrılması için baskı yapıyor. Baskılarının işe yaramayacağını biliyorum, ama her gün D'nin başının etini yemesine üzülüyorum. Benim için dua edin ve her şey yolunda gitsin, nolur nolur nolur.

**

Yarın London Pride var. Göt zekalı Pride komitesi işi fena halde batırdı. Ve üstelik bu seneki World Pride ve  bu olayı organize etmeye dört yıl önce başlamışlar. Para sıkıntısı nedeniyle güvenlik firmasının işi bıraktığı ve bu nedenle Pride'ın tehlikeye girdiği açıklandı. Bunun aylardır bilinmesine rağmen açıklamanın yürüyüşe 1 hafta kala yapılması insanları ayağa kaldırdı. Sonuç olarak yürüyüşe katılan, dekore edilen ve üzerinde insanların falan durduğu float denilen araçlar iptal edildi. İki bin pound verip bunları kiralayan dernek ve türevi charity'ler çok ihtiyaçları olan o parayı boşuna ödemiş oldu. Ayrıca araçların yürüyüşe katılması yasaklandığı için engelliler ve 3 km yürüyemeyecek olanlar yürüyüşe katılamıyor. Yürüyüş iki saat öne alındı, bu nedenle ülkenin diğer ucundan gelenler başlangıcına yetişemeyecekler ve tren/uçak biletlerini buna göre alanlar yürüyüşe katılamayacak. Resmi Pride partileri de iptal edildi. Soho'da sokakta içki içme izni de bu sene olmayacak, insanlar barlara akın edeceğinden her yer tıklım tıkış olacak. Pek çok grup organizasyonu protesto etme amacıyla yürüyüşe katılmayacak. Yürüyüş iki saat öne alındığı için o iki saati yürüyüşün başlayacağı noktada oturma eylemi yaparak geçirmeyi planlayan insanlar var. Ve sırf bunun için dünyanın pek çok yerinden gelen yüzlerce, belki binlerce insan bekledikleri coşkulu kutlama ve karnaval havası yerine birkaç bin insanın ellerinde 3-5 pankartla caddeden aşağı yürümesini seyredecek.

Özetle yarın Londra'da yapılacak olan Dünya Eşcinsel Onur Yürüyüşü Londra için tam bir utanca dönüştü.

Önde gelen bazı LGBT hakları aktivistleri para sıkıntısının nedeninin Londra Belediyesi'nin komiteye söz verdiği 100 bin pound yerine çok daha az bir miktar vermesi ve ayrıca komiteyle imzaladığı bir anlaşmayla komitenin para bulma/medyaya resmi açıklamada bulunma hakkını ciddi anlamda kısıtlaması olduğunu öne sürdü. Homofobik olduğunu sağır sultanın bile duyduğu muhafazakar Belediye Başkanı Boris Johnson'un komitenin önünü bilerek kestirdiği iddia edildi.

İddialarda doğruluk payı gerçekten olabilir, çünkü geçen hafta Gaydar ve Smirnoff'un gereken parayı ödeyerek Pride'ı kurtarma teklifleri belediye tarafından "çok geç olduğu" gerekçesiyle reddedildi. Eski komite görevlilerinden biri aslında çok geç olmadığını, belediye isteseydi Smirnoff ve Gaydar'ın katkısıyla Pride'ın kurtarılmış olabileceğini söyledi.

Nedir ne değildir bilemiyorum. Ama organizasyon komitesi günlerce en ufak bir özür bile dilemedi ve kendi başarısızlıklarını "Köklerimize dönüyoruz, Pride'ın amacı eğlenmek değil dünyanın diğer yerlerinde yürüyemeyenler için yürümektir" gibi sikko bir açıklama yaparak gizlemeye çalıştı. Gereken parayı denk getiremeyeceklerini aylardır bilmelerine rağmen böyle bir açıklamayı son anda yaptılar. Eminim böyle bir çözüm bulmak yerine birkaç ay öncesinden sıkıntıda olduklarını söyleseler ve katılacaklardan birkaç pound ücret talep etseler bu iş bu noktaya gelmezdi. Dört senede insan nasıl bunu organize edemez?

Yarın yürüyüşte nasıl bir atmosfer olacak en ufak bir fikrim yok. İnsanlar -haklı olarak- çok sinirli.

Sunday, 24 June 2012

watch the throne

BBC Radio 1 Hackney Weekend'den yeni eve geldim. Hayatımın en acayip ve hatırlanası günlerinden birini geçirdim. Hala inanamıyorum. Bütün gün oradaydım ve fena yorgunum, o yüzden uzun uzun yazmak yerine her şeyi unutmadan listeleyesim var:

- Güne Example ile başladım. Radyoda duyup sevdiğim şarkılardandı Changed The Way You Kiss Me, Example şarkısı olduğunu bilmiyordum. Güzel bir sürpriz oldu.

- Daha sonra The Maccabees'in olduğu sahneye geçtim. No Kind Words ile başladılar, mutlu oldum.

- The Maccabees sonrası devekuşu etli hamburger yemek istedim, ama milyon kişilik sırayı görünce vazgeçtim. Devekuşu eti yemeyi gelecekte yapılacaklar listeme ekledim.

- Will.i.am'in olduğu çadıra gittim. Çoğu insan Calvin Harris'e gittiği için pek kalabalık değildi, en önden izledim. Hayatımda izlediğim en iyi canlı performanslardan biriydi (Jay-Z'yi izledikten sonra bu lafımı geri aldım, az sonra değineceğim). Konuk sanatçılardan biri Eva Simons idi. Daha sonra will.i.a.m Red Hot Chili Peppers'dan girip Gotye'den çıktı.

- Ondan sonra aynı sahnede Flo Rida vardı. Bir düzine gülle gelip onları izleyicilere dağıtan Flo Rida daha sonra kendini iyice kaptırıp üstünü ve çıkarıp imzaladığı spor ayakkabılarını seyircilere fırlattı. Şarkılarını sevdiğimi söylediğimde arkadaşlarımdan "ıyy" tepkisi aldığım guilty pleasure'larımdan biriydi, izlediğime sevindim.

- Kasabian'ın vokali kesinlikle bir şeylerin kafasını yaşıyordu. Sürekli yeterince eğlenmiyorlar diye seyirciyi azarlayıp durdu, sevdiğim bir grup olmalarına rağmen sinir bozucuydu. Daha sonra vokal abi sahneden inmek istemedi, süreleri dolunca grubun diğer üyeleri hala enstrümansız bir şekilde şarkı söylemekte olan abiyi çekiştirerek götürdüler (hayır, şaka değil).

- Kasabian'dan sonra gün boyunca arada çiseleyen yağmur birden bastırdı. Jay-Z'nin de bir saat gecikeceği tuttu. Tam küfretme moduna geliyor ve Jay-Z'yi beklemeyip dönme hayalleri kurmaya başlıyordum ki, Jay-Z ve Rihanna sahnede belirdi. Rihanna'yı görmenin şaşkınlığını üzerimden atamadan birden Paper Planes çalmaya başladı ve M.I.A. ortaya çıktı. Daha sonra Justice - D.A.N.C.E. sample'ı eşliğinde biraz daha Jay-Z. Sahne önünde mosh pit içinde kendinden geçen bir adet Beyonce. Birden sahneye atlayan Kanye West. Acayipti dediğim gibi. Müziğin en önemli insanlarından bir kısmı, hepsi bir arada.

Ve bunların hepsi bedavaydı.

Bu Jay-Z ve insanüstü konukları performansının üzerine çıkabilecek bir grup/insan/vs. sanmıyorum ki olsun.

Saturday, 23 June 2012

you are so magnetic, you pick up all the pins

Bu aralar ne kadar acayip insan varsa beni buluyor.

Salı günü Londra'nın Soho'yla birlikte en gay semti olan Vauxhall'da bir gay bar'da tek başıma oturmuş içkimi içiyordum. Yanımdaki masaya takım elbiseli bir adam oturdu, göz göze geldik, gülümsedi, gülümsedim. Sonra adam yanıma geldi ve "Çok sarhoşum, arkadaşlarımı kaybettim, oturabilir miyim" dedi. Oturabileceğini söyledim. Adamın iş arkadaşlarıyla içmeye gittiği, sonra arkadaşlarından ayrıldığı ve karşısına çıkan ilk pub'a giren hetero biri olduğu ortaya çıktı. Muhabbeti de oldukça eğlenceliydi. Daha sonra bana sarılıp "Çok güzelsin" falan filan demeye başladı. 30 kere falan aynı şeyi tekrarladıktan sonra beni Ascot'a at yarışı izlemeye davet etmesinin üzerine "Gay barda olduğunun ve benim de gay olduğumun farkındasın değil mi" dedim adama. Zavallım nasıl üzüldü, nasıl şaşırdı anlatamam. Özür diledi ve kalktı gitti. Oysa ben gitmesini falan söylememiştim. Çok da iyi adamdı. Bir yandan gay olduğum açıklamasını "Ama nasıl olur, sen çok güzelsin" gibi önyargılı ve saçma bir tepkiyle karşılamasına sinir oldum, bir yandan da kendini kötü hissetmesine neden olduğum için üzüldüm. Bir yanım ise bir pub'a adım atalı 10 dakika geçmeden güzel bulduğu birinin masasına giderek onunla tanışma cesaretine sahip olmasına imrendi. Hayatımda hiçbir zaman öyle bir şey yapmadım, ne zaman birilerinden hoşlansam sadece bol bol bakıyor ve onların adım atmasını bekliyorum. Ve %99.9 ihtimalle atmıyorlar, kalkıp gidiyorlar ve onlarla birlikte bir şeyler olması potansiyeli de gidiyor. Onu geçtim, birinin benden hoşlandığını anlama konusunda tam bir odunum. Ne zaman birilerinin benden hoşlandığını düşünsem sadece arkadaşça davranıyor çıkıyorlar. Ve şu anki sevgilimden öğrendiğime göre insanlar benden bariz şekilde etkilendiğinde de ruhum duymuyor. Neredeyse umutsuz vakayım yani.

**

Geçen cumadan beri üçüncü kez otobüs durağında alakasız herifler tarafından rahatsız edildim. Bunların üçü de saat 23.00 civarı Londra'nın en canlı, merkezi bölgesindeydi. Otobüs durağında tanımadığı kadınların yanına gidip "Çok güzelsiniz bik bik bik" yapmak, aynı otobüse binip aynı durakta inmeye kalkmak, ısrarla konuşma başlatmaya çalışmak nasıl bir taktiktir? İşe yaradığı görülmüş müdür? Bunları yapanlar gerçekten taciz ettikleri insanı elde etme şansları olduğuna inanıyorlar mı? Bu neyin kafası cidden?

Çok sinirleniyorum.

**

Yarın BBC'nin düzenlediği Hackney Weekend'e gideceğim. Biletleri bedava olan ama bulmak için bilmem kaç deveye hendek atlatmak gereken, über bir festival. Line-up mükemmel, ama nasıl olsa ikisini de izledim diyerek Lana Del Rey ve Florence and the Machineli Pazar gününe bilet almadığıma yanıyorum (herkesin tek bir güne bilet alma hakkı vardı).


Lana Del Rey takıntım geçen hafta canlı izlediğimden beri abartı boyutlara ulaştı. Evimde yaşasın istiyorum.

Wednesday, 20 June 2012

anyone who lives within their means suffers from a lack of imagination

Bozuk moralimi düzeltmek için biraz retail therapy lazım diye düşünerek bugün Selfridges'in yolunu tuttum. Selfridges'in fiyatları normalde Harvey Nichols, Harrods ve türevleriyle aynı oluyor, ancak indirim zamanı gelince diğerleri en fazla %50 inerken Selfridges %70'e kadar indiriyor. O yüzden çılgın ucuz şeyler vardı.

Üç saatlik bir alışveriş çılgınlığı sonucu keyfim yerine geldi. Bo Derek'in sözleriyle:
"Whoever said money can't buy happiness simply didn't know where to go shopping."

İşte benimle birlikte eve gelen güzeller:

Marc by Marc Jacobs yüzük
£50 £15

Marc by Marc Jacobs kolye
£60 £20

Marc by Marc Jacobs çanta
£60 £20

House of Holland külotlu çorap
£15 £2


MICHAEL Michael Kors elbise
£170 £40

Selfridges sonrası Mango Frappuccino'mu alıp Hyde Park'ta güneşin tadını çıkarmayı planlıyordum, ama hazır oraya kadar gitmişken Marc by Marc Jacobs'a uğrayayım dedim. Tabii ki indirim yoktu, ama aşağıdaki gay ötesi şapkayı görünce (£11) kendimi tutamadım.



UPS bir aksaklık yapmazsa iki senedir arayıp bulamadığım ve sonunda İtalya'daki bir mağazanın internet sitesinde denk geldiğim Marc by Marc Jacobs güneş gözlükleri yarın gelecek. Yaşasın!

Tuesday, 19 June 2012

with a heavy heart

Manchester sonrası başlayan depresif ruh halimi havanın bombok oluşuna ve PMT çılgınlığı yaşayan hormonlarıma vermiştim, ancak bu faktörlerin ortadan kalkmış olmasına rağmen "Kalbimde bir ağırlık var"dan başka şekilde tanımlayamadığım bir duygu içindeyim. Hava günlük güneşlik ve ben bütün gün sadece yiyecek/içecek bir şeyler almak ve tuvalete gitmek için yataktan çıkıyorum, onun dışında tüm zamanım nette geçiyor; kendimi dışarı çıkmaya zorladığımda aklım evde oluyor, bir an önce dönesim geliyor. Sürekli uyuyasım var. Ev arkadaşım gitti, birkaç hafta yalnızım. Sevgilim sevgili ailesiyle bilmem nereye tatile gitti ve süper zaman geçiriyor. Günde sadece birkaç kez mesajlaşabiliyoruz ve bir daha ne zaman doğru düzgün görüşebileceğimiz belli değil. Güzelim Haziran günlerini geçmesini dileyerek, bir bok yapmadan ve tadını çıkarmadan geçirmek sinirime dokunuyor. Çok, çok yalnız ve boktan hissediyorum. Ve bu hissin iki haftadır geçmemiş oluşu depresyonum geri mi dönüyor korkusu uyandırıyor içimde. Tüm bunların üzerine dün gece Facebook'ta arkadaşlarımdan birinin şu fotoğrafı like'ladığını gördüm. Fotoğrafa mı üzüleyim, sayfanın adına mı bilemedim.

"Don't make someone a priority if they only make you an option." Bu bir işaret mi acaba?


Beni mutlu edecek ve kafamı içinde bulunduğum gittikçe ruh emici hale gelen ilişki durumundan uzaklaştıracak birileriyle zaman geçirmeye ciddi halde ihtiyacım var.

Monday, 18 June 2012

no fear of the homophobe

En son yazımın üstüne yine bir sürü şey oldu.

D'nin annesinin durumunun kötüye gitmesi üzerine haftasonu planlarımız iptal oldu. Sadece dün öğle yemeği için buluşabildik. Bugün D, T ve çocukları birlikte tatile gidiyorlar. Cuma günü tatil dönüşü D direk annesinin yanına gidecek, yine görüşemeyeceğiz. Tam ben ondan sonraki haftasonunu birlikte geçiririz diye kendimi avutuyordum ki, o haftasonunu T ile ilişkilerini düzeltme amacıyla baş başa geçirmeyi planladıklarını öğrendim.  Bizim haftasonumuz iptal olduğu için o haftasonu o planı iptal edip benimle olmak istediğini ve T ile konuşacağını söyledi, ama T'nin uyuzluk yapacağını tahmin ediyorum. Bu durumda Haziran ayı boyunca bir tek günü bile baş başa geçirememiş ve sadece haftada bir öğle yemeği için buluşmuş olacağız.

Görüşemiyor olmamızın kesinlikle onun suçu olmadığının farkındayım, ve içimdeki bencil çocuğu tüm gücümle bastırmaya çalışıyorum, ama yine de bir parçam tüm bu olanlara fena halde içerliyor. Manchester ve sonrasında olanlardan sonra onunla iki gün de olsa yalnız zaman geçirmeye ve ilişkimizi sorgulamaya başlayan iç sesimi susturmaya ihtiyacım vardı. Onu göremedikçe Büyük Manchester Drama Rüzgarları sonrası ortaya çıkan o ses daha da güçleniyor ve ona olan hislerimden şüphe duymaya başlıyorum. Ya da yanlış oldu, hislerimden değil de, ilişkimizin geleceğinden diyelim. Geçen hafta T'nin Manchester'da yaptığı ve haberim olmayan birkaç şeyi daha öğrendim, gerçekten kimsenin sevdiği birine yapmayacağı leş hareketler. Kadının D ile tamamen çocuğunu tek başına büyütemeyeceği için maddi amaçlı birlikte olmak istediği ve aralarında artık aşk maşk kalmadığı çok belli (T işsiz, çalışmak gibi bir isteği de yok, hem onun hem de çocuğun her masrafını D karşılıyor). D de bunun farkında. Bunu bilmesine ve T'nin kendisini bilmem kaç kez aldatmış olmasına, daha bir sürü pislik yapmasına rağmen hala o ilişkiyi sürdürmekte kararlı olması benim D'ye olan saygımın azalmasına neden oluyor. D'nin ortada sırf bir çocuk var diye böyle leş bir insanla zamanının %90'ını geçirmesine, benim her zaman kıyıda köşede kalmama ve bana bunun değişeceğine dair en ufak bir izlenim vermemesine ciddi içerlemeye başladım. Ayrılmak istemiyorum, ama 5 sene sonra hala onu arada bir haftasonları gören, akşamlarını sevgilisiyle romantik bir yemek yiyerek geçireceğine tek başına evde şarap içerek geçiren yalnız kadın modeli olma düşüncesi bu aralar kafamı fena halde rahatsız etmeye başladı. O yüzden başka insanlarla görüşmeye karar verdim. D ile başkalarıyla birlikte olmak istediğimde bunu ona söyleyeceğim ve kurallar belirleyeceğimiz konusunda anlaşmıştık, ama bu kadar şeyin ortasında "Ha bu arada, ben bana verdiğin zamanın yetmediğine ve başkalarıyla da birlikte olmak istediğime karar verdim" demenin zaten hassas olan dengemizi daha da bozacağından korkuyorum. O yüzden ikinci bir sevgili bulma çabalarım şu anda ondan habersiz devam ediyor.

**

Haftasonu Lovebox'taydım. Hot Chip, Crystal Castles, Lana Del Rey, The Rapture, Patrick Wolf ve Mika'yı canlı izleme fırsatım oldu. Lana Del Rey takıntım gittikçe büyüyor; sesine, şarkılarına, güzelliğine, tavırlarına, her şeyine bayılıyorum.

Düne kadar gay olduğunu bilmediğim Patrick Wolf'un Bermondsey Street'in şarkı sözlerini "Love knows no boundaries, no fear of the government, no fear of the homophobe" olarak değiştirmesi de aklımda yer etti.

Sahnede onun kadar komik ve şirin olan çok az insan var. Siz de benim gibi işsiz güçsüzseniz konser kayıtlarına bir göz atın.


Wednesday, 13 June 2012

i knew that you meant it


Tam hayatımda her şey normale döndü ve yoluna girdi derken D'nin annesi yoğun bakıma alındı. İyi olmasını, ameliyatının iyi geçmesini ne kadar istiyorum anlatamam. Bu konu o kadar daraltıyor ki beni, yazmak bile istemiyorum. Belki daha sonra.

Geçen gün D benden kendisine mektup yazmamı istedi. Aklımdan geçen her şeyi kağıda döküp dört sayfalık bir mektup yazdım. Mektubu okurken karşımda oturuyor olacağını bilmekten mi, yoksa email yazar gibi her yazdığımı silememekten mi bilmiyorum, ama emaille asla olamayacağım kadar dürüst oldum. Davranışlarının bana nasıl hissettirdiğini, onu 2. plana alma kararı verdiğimi, sonra bu kararımdan vazgeçtiğimi, her şeyi yazdım. Teker teker hepsi hakkında konuştuk. İletişim kopukluğumuz giderilince ve herkes düşüncelerini ve hislerini sakin kafayla açıklayınca ortada bir sorun kalmadı.

Onunlayken bir balon içinde yaşıyormuşuz, dünyada bizden başka kimse yokmuş ve hiçbir şey kötü gidemezmiş gibi hissediyorum. Birlikte zaman geçirdiğimizde sıradan bir pub'da sıradan bir öğle yemeği bile yiyor olsak hayatımın en önemli anlarından birini yaşıyormuş gibiyim, ama o anın geçmişte kalacak olduğunu düşünmek içimi sinir bozucu bir hüzünle dolduruyor ("This memory will fade away and die"). Hangi insan hayatının en mutlu anlarından biri olarak tanımlayabileceği bir şeyi yaşarken "Yarın bu an geçmişte kalacak ve bir daha bunu yaşamayacağım" diye hüzünlenir? Görünüşe bakılırsa ben, Brian Molko ve Chris Carrabba.

Aşk kesinlikle acayip bir kafa. Üç ay geçti, böyle mükemmel birinin bana aşık olduğuna inanmakta hala güçlük çekiyorum.




Çok fena emoluk edecek ve bu şarkının sözlerini paylaşacağım. İstesem hislerimi o kadar güzel ifade edemem çünkü.


Breathe in for luck, 
Breathe in so deep, 
This air is blessed, 
You share with me. 
This night is wild, 
So calm and dull, 
These hearts they race, 
From self control. 
Your legs are smooth, 
As they graze mine, 
We're doing fine, 
We're doing nothing at all. 

My hopes are so high, 
That your kiss might kill me. 
So won't you kill me, 
So I die happy. 
My heart is yours to fill or burst, 
To break or bury, 
Or wear as jewelry, 
Whichever you prefer. 

The words are hushed, let's not get busted; 
Just lay entwined here, undiscovered. 
Safe in here from all the stupid questions
"Hey did you get some?" 
Man, that is so dumb. 
Stay quiet, stay near, stay close they can't hear
So we can get some. 

My hopes are so high that your kiss might kill me. 
So won't you kill me, so I die happy. 
My heart is yours to fill or burst, 
To break or bury, or wear as jewelry, 
Whichever you prefer. 

Hands down this is the best day I can ever remember, 
Always remember, the sound of the stereo, 
The dim of the soft lights, 
The scent of your hair that you twirled in your fingers 
And the time on the clock when we realized it's so late 
And this walk that we shared together. 
The streets were wet and the gate was locked so I jumped it, 
And let you in. 
And you stood at your door with your hands on my waist 
And you kissed me like you meant it. 
And I knew that you meant it, that you meant it, 
That you meant it, and I knew, 
That you meant it, that you meant it.

#containyourself

Yaz indirimi sezonu açıldı. Harvey Nichols, Matches ve Liberty indirimleri bugün başladı; Selfridges'de ise indirim yarın başlayacak. En heyecanla beklediğim indirim Selfridges'inki, ama yine kendimi tutamayarak indirim sezonunu Selfridges'den önce açtım. İşte bu hafta elime geçirdiğim güzel şeyler (Aquascutum etek maalesef kalçasız insanlar için tasarlandığı için geri dönecek):

Sonia Rykiel Velour Heart Tank £206 £33



Balenciaga RH Murier Day £745 £207



Aquascutum Askham Smart Skirt £175 £35



DKNY Navy Polo £50 £14


Bu da böylece 4. Balenciaga çantam oldu. Çok, çok güzel bir çanta ve satış fiyatının çok altına aldım, ama yine de vicdan azabı duyuyorum. O yüzden ilk Balenciagam olan Calcaire Box'u satma çabalarım yeniden başladı. Bana 2 yıl önce ödediğim fiyatı ödemeyi kabul eden birini buldum, ama nakit ödeme istediğimi söyleyince kadın ortadan kayboldu.

Bu aralar sıkıntıdan fena halde The Purse Forum bağımlısı oldum. Üç yıldır üye olmama rağmen kırk yılda bir alacağım çantaların sahte olup olmadığını onaylatmak dışında pek girmediğim bir siteydi. Eğer internetten alışveriş yapan biriyseniz ve vaktiniz varsa sitenin eBay forumundaki en çok cevap yazılan konuları okumanızı tavsiye ederim. Macera filmi/Brezilya dizisi kıvamında gerçekten. Birkaç gündür günde en az 4-5 saatimi onları okuyarak geçiriyorum, bağımlılık yaptı cidden. Chanel çanta satın alıp "Kutu boş çıktı" diyerek Paypal'den parasını iade alanlar, aynı çantayı 50 kişiye satanlar, gerçek çantayı teslim alıp sahtesiyle değiştiren ve "Satıcı bana sahte çanta gönderdi" diye eBay'e şikayet edenler, çantayı aldıktan sonra "Gelmedi" diyerek bankalarını arayıp kredi kartlarından çekilen parayı geri aldıranlar, her türlü sahtekarlık öyküsüne denk geldim. Paypal'in bariz sahtekar olsa bile hep alıcıyı koruduğunu gördükten sonra kesinlikle satıcı olarak Paypal ile muhatap olmak istemediğime karar verdim. Çok korkunç gerçekten. Sadece nakit, almayan almasın.

Friday, 8 June 2012

disillusioned

Pazartesiden beri her günüm bütün gün yorganımın altında ağlama isteğiyle geçiyor. Ciddi anlamda 24 saat uyumak ve sadece beklediğim birkaç mail geldiği zaman uyanmak, onlara cevap verip geri uyumak istiyorum. Yıllar önce bilmem kaç sene antidepresan kullanmamı gerektirecek kadar ağzıma sıçan o depresyondan beri bunun gibi günler süren ve hiç düzelmeyen ağır bir ruh halinde olmamıştım.

Şu anda 'sevgili' olarak tanımlamanın içime sinmediği insanın bana her hafta içi bir gün akşam yemeği zamanı ayırması teklifimi reddetmesi ve sonuç olarak benim tüm özsaygımı bir kenara bırakarak şu anki durumu kabul etmem üzerine her şey daha da bombok oldu. Normalde sabahtan akşama sürekli iletişim içinde olduğum insan ona en çok ihtiyaç duyduğum zamanda bana günde bir kez "Umarım günün süper geçer" türü mesajlar atan biri haline dönüştü. Hem kendi hislerimi, hem onun hislerini, hem de sahip olduğumuzu düşündüğüm bağı sorgulamaya başladım. Onu kaybetmemeyi, ama hayatımdaki yerini küçültüp başkalarına yer açabilmeyi istiyorum. Bunu nasıl yapacağıma dair en ufak bir fikrim yok.

Wednesday, 6 June 2012

post-conference blues

Bugünlerde içinde bulunduğum üçgen şeklindeki ilişki nedeniyle sinir stres içindeyim. Sürekli bir hıçkıra hıçkıra ağlama hissiyle geziyorum. Birilerine aklımdan geçenleri anlatmak istiyorum, ama benimle aynı durumda bulunmuş birini tanımıyorum ve yaşanmadan anlaşılabilecek bir şey değil bu. Bugün artık frustration'dan (hüsran diyeceğim ama, biraz da kızgınlık içeren bir ruh hali bana göre frustration) patlamak üzereydim ki, kendimi dışarı atmaya karar verdim. Ne zaman moralim bozulsa, bir şeye canım sıkılsa gittiğim South Bank'e gittim. Şu manzaraya karşı bir banka oturmak ve eğlenen, gezen turistlerin arasına karışmak ne kadar dengem bozulmuş hissetsem bile bana inanılmaz iyi geliyor. Ayaklarım yeniden yere basmış gibi oluyorum, zihnimi ele geçiren o ağırlık azalıyor ve problemlerimin çözülemez olmadığına inanmaya başlıyorum.


Sonra eve gelip hoşlanmadığım bir mail görüyorum ve moralim yine bozuluyor. Sevgilim bana yeterince zaman ayırmıyor gibi hissetmeye başladım iyice. Daha fazla ilgi görmek istiyorum, kötü bir şey olup ona ihtiyaç duyduğumda görüşebilmek için günlerce beklemek zorunda kalmayayım istiyorum, en azından hafta içleri görüştüğümüz bir günümüz olsun istiyorum. Bunu da ona söyledim. Eğer "Eşim, çocuğum vs" bahanesiyle teklifimi reddederse ne yapacağımdan emin değilim. Hayatım boyunca ilişkiler konusunda asla vazgeçmediğim tek inancım "Eğer biri beni gerçekten söylediği kadar çok seviyorsa beni görmek için zaman yaratacaktır" olmuştur. Bu inanç benim için diğer tüm yönlerden kusursuz olan ve deliler gibi sevdiğim, zaman problemi dışında her ihtiyacımı karşılayan biriyle ilişkimi bitirmek için yeterli olmalı mı sizce? Emin olamıyorum. Bana istediğim kadar zaman ayıramadığı için haksızlık ettiğini düşündüğünü ve istersem diğer insanlarla da birlikte olabileceğimi söyledi, ama başka birileriyle görüşmek gerçekten hiç içimden gelmiyor şu an.