Aldığımdan beri topu topu 4-5 kere kullandığım Reeder'ım son zamanlarda 6-7 dakika işe yürümem dışında dışarı bile çıkmadığı halde bozuldu. Bozuldu dediğim, ekranın camı gayet normal olmasına rağmen ekranın altındaki e-ink muhabbetinin olduğu adını bilemediğim kısım çatlamış gibi görünüyor.
Bunun üzerine müşteri hizmetlerini aradım, ve daha 2 ay önce aldığım şeyin 2 yıl garantisi olmasına rağmen benden tamir için "150 lira + KDV" istediler. Yenisi zaten 240TL. Bunu duyunca fena halde tepem attı. Abartısız 1,5 saat önce bunu duyduğumdan beri burnumdan solur haldeyim.
- İlk olarak garantisi olan, alalı 2 ay geçmiş bir şeyi tamir için nasıl para istersiniz?
- İnsanlara "Hesap numaramız şu, 150 TL + KDV gönderin, 3-5 gün içinde tamir edeceğiz" diye mail atmadan önce "Şu şu şu nedenlerden garantiniz geçerli değil" demeyi akıl edemiyor musunuz?
- Bu ürün bomboş bir çantada, kılıf içinde, hiç bir darbe almadan 10 dakika gezdi diye bozulacak kadar hassassa, neden satmadan önce insanlara böyle bir uyarıda bulunmuyorsunuz? Zaten yüklediğim çoğu e-kitabın bir sayfasını 3 dakikada açtığını, hatta bazılarında direk kilitlendiğini fark ettiğim ve aldığıma zaman zaman pişman olduğum bu ürününüzün bir de sokağa çıkarılamayacak kadar hassas olduğunu bilsem, kesinlikle almazdım. İnsan dışarı çıkaramayacaksa, ne yapsın e-kitap okuyucuyu?
Eğer bunu alıp paramı tamamen iade etmezlerse, ya da ücretsiz tamir etmezlerse yemin ediyorum Ekşi Sözlük'ten başlayarak (ve hatta yıllardır açmamakta ısrar ettiğim halde bir Twitter hesabı açarak) aklıma gelen her türlü sosyal medya sitesinde ve tüketici hakkı sitesinde bu olayı duyuracak ve bir tüketici hakları derneğine başvurup yasal haklarımı öğreneceğim. 300TL'ye yakın para ödediğim bir şeyi iki ay geçmeden çöpe atmaya hiç niyetim yok, gerekirse hiç acımam bir o kadar daha parayı bir avukata verir ve bu işin peşini bırakmam. Çok uyuz oldum cidden.
Bir de işin en sinir bozucu kısmı, bana "Şu şu şu ürünümüzü alırsanız elinizdeki bozuk Reeder'ı bedavaya tamir ederiz" gibi 3-4 farklı teklifle gelmeleri. "Eğer bize 1000TL daha verirseniz onu bedavaya tamir ederiz" şeklinde. Tam bir enayi muamelesi. Müşterinize verdiğiniz değerin 0 olduğunu, müşteri memnuniyetine önem vermek yerine ne-yapsam-da-daha-çok-para-kazansam zihniyetinde olduğunuzu gördükten sonra ben niye gidip bir daha sizin ürünlerinizi satın alayım ki? Madem böyle hassas şeyler yapıyorsunuz, bozulunca da sorumluluk üstlenmiyorsunuz, garantiyi anında yok sayıyorsunuz, niye bir daha o riski alayım ki?
Bu ürünü ilk aldığımda 4-5 ayrı kişiye birden tavsiye etmiştim ve hepsi yurtdışından Kindle ve türevlerini almak yerine Reeder'ı tercih etmeyi düşünüyordu bu yüzden. Bundan sonra ne o insanların, ne benim Reeder'ın yanına bile yaklaşma ihtimalimizin olmadığını kesin olarak belirteyim.
Eğer Reeder almayı düşünen ve Google'dan Reeder diye aratıp blog'uma ulaşanlar varsa, size tavsiye: Kesinlikle gidin Kindle alın. E-ink ekranlarda bu şikayet çok sık görülüyor araştırdığıma göre, ve Amazon böyle bir durumla karşılaşan müşterilerine sorgusuz sualsiz yeni Kindle veriyor. Kindle'ının üzerine oturup ekranını kıran insanlara bile bedavaya yeni Kindle veriyorlar, o derece. Amazon'dan gönül rahatlığıyla alışveriş yapmak varken böyle şark kurnazlıklarına kanmayın.
Friday, 7 October 2011
Tuesday, 4 October 2011
the cnn effect
Hayatımda hiç bu kadar meşgul olmamıştım. Cuma sabahı İzmir'den Ljubljana'ya doğru yola çıktım, orada süper bir haftasonu geçirdikten sonra Pazar akşamı İstanbul'a geldim. Dün de bir gazetede staja başladım. Sabah kalk, işe git, kafanı kaldırama, eve gel, biraz nete gir, uyu şeklinde geçiyor günlerim.
Şu son 2 günde aldığım 3 ders:
1- 'Seks satar' muhabbeti her yerde olduğu gibi burada da geçerli. Bir yerinden seksle alakalı haberler mutlaka kendine yer buluyor.
2- Dış kaynaklardan haber derlemek kesinlikle haberi çevirmekle bitmiyormuş, bunu anladım.
3- Sürekli ajansları takip edip dünyada olan biten önemli her şeyden televizyon kanallarına ya da gazetelere düşmeden haberdar olmak, akşama haber bülteninde bir şey görünce "Ben bunu sabahtan beri biliyordum" diyebilmek insana sapıkça bir zevk veriyor.
Şimdi izninizle gidip kendimi yatağa atacağım.
Şu son 2 günde aldığım 3 ders:
1- 'Seks satar' muhabbeti her yerde olduğu gibi burada da geçerli. Bir yerinden seksle alakalı haberler mutlaka kendine yer buluyor.
2- Dış kaynaklardan haber derlemek kesinlikle haberi çevirmekle bitmiyormuş, bunu anladım.
3- Sürekli ajansları takip edip dünyada olan biten önemli her şeyden televizyon kanallarına ya da gazetelere düşmeden haberdar olmak, akşama haber bülteninde bir şey görünce "Ben bunu sabahtan beri biliyordum" diyebilmek insana sapıkça bir zevk veriyor.
Şimdi izninizle gidip kendimi yatağa atacağım.
Tuesday, 27 September 2011
the one behind the wheel
Yıllardır birlikte olan, ve yıllardır her görüşmemde mutlaka kavga modunda olan bir çift tanıyorum. Bu çiftle ne zaman aynı ortama denk gelsem ya kavga ediyor ya da "ayrılmış" oluyorlar. En son birkaç gün önce milyonuncu kez ayrılıp arkadaş ortamlarındaki herkesi de olaya dahil edip gerdikten sonra yine barışmışlar, "Sana nasıl aşığım biliyor musun" ruh haline geçmişler.
Böyle haftada bir kavga eden, ayda bir ayrılıp "Bu kez kesin bitti" yapan, sonra yeniden canım cicim olan insanlarla çok ayrı dünyalarda yaşıyoruz sanırım. Benim insanlarla ilişkilerimde bir kavga kavramı vardır, bir de tartışma. Tartışma, tarafların fikir ayrılığına düştüğü, ve sonra her tarafın fikrini karşısındakine insan gibi medeni bir şekilde açıklarken aynı zamanda diğer fikirleri de ne kadar kendine ters görünürse görünsün kafasında tarttığı; duygulara rağmen yine de mantık çerçevesi dahilinde olan bir durumdur. Kavga, insanların fikir ayrılıklarını mantıktan uzak ve kapalı zihinli bir şekilde düşüncelerini karşı tarafa zorla/duygu sömürüsüyle/triple/manipülasyonla bilmemneyle kabul ettirerek çözmeye çalıştığı bir durumdur. Bir ilişkide tartışmalar olur, ama kavgalar olmamalıdır bana göre. Dolayısıyla ilişkilerde kendine saygısından taviz vermeyen biri haline geldiğimden beri kavgalar benim için ilişkiyi tamamen bitirme sebebidir.
Bir önceki sevgilimle bir gün çok kötü bir kavga etmiştik, ve ben bunu ilişkimizin sonu olarak yorumladığımdan baya üzülmüştüm. Ben bu kadar üzgünken neden bu kadar tepkisiz olduğunu sorduğumda, olaya "Kavga ettik ama aramız ertesi güne düzelir" diye baktığını ve benim niye tek bir kavgayı ilişki bitirecek bir şey olarak gördüğümü anlayamadığını öğrenmiştim. Çoğu insan onun kafadan sanırım.
Böyle haftada bir kavga eden, ayda bir ayrılıp "Bu kez kesin bitti" yapan, sonra yeniden canım cicim olan insanlarla çok ayrı dünyalarda yaşıyoruz sanırım. Benim insanlarla ilişkilerimde bir kavga kavramı vardır, bir de tartışma. Tartışma, tarafların fikir ayrılığına düştüğü, ve sonra her tarafın fikrini karşısındakine insan gibi medeni bir şekilde açıklarken aynı zamanda diğer fikirleri de ne kadar kendine ters görünürse görünsün kafasında tarttığı; duygulara rağmen yine de mantık çerçevesi dahilinde olan bir durumdur. Kavga, insanların fikir ayrılıklarını mantıktan uzak ve kapalı zihinli bir şekilde düşüncelerini karşı tarafa zorla/duygu sömürüsüyle/triple/manipülasyonla bilmemneyle kabul ettirerek çözmeye çalıştığı bir durumdur. Bir ilişkide tartışmalar olur, ama kavgalar olmamalıdır bana göre. Dolayısıyla ilişkilerde kendine saygısından taviz vermeyen biri haline geldiğimden beri kavgalar benim için ilişkiyi tamamen bitirme sebebidir.
Bir önceki sevgilimle bir gün çok kötü bir kavga etmiştik, ve ben bunu ilişkimizin sonu olarak yorumladığımdan baya üzülmüştüm. Ben bu kadar üzgünken neden bu kadar tepkisiz olduğunu sorduğumda, olaya "Kavga ettik ama aramız ertesi güne düzelir" diye baktığını ve benim niye tek bir kavgayı ilişki bitirecek bir şey olarak gördüğümü anlayamadığını öğrenmiştim. Çoğu insan onun kafadan sanırım.
Monday, 26 September 2011
whatever you've planned for me, i'm not the one
İlginç bir haftasonu geçirdim. Haftasonu sezonun son deniz faslını yapma adına Karaburun'a gittik. Annemin birkaç arkadaşı ve onların arkadaşları vardı. Akşam hep birlikte rakı sofrasına oturuldu. Masada çoğu bir gazetede ya da internet sitesinde yazan, hepsi son derece kültürlü ve ilgi çekici 10 kadar insan vardı. Muhabbeti keyifle dinliyordum ki, bu insanlardan biri -yaş, konum vs. açısından masa hiyerarşisinde en üstte olan insandı göründüğü kadarıyla- son derece homofobik laflar etmeye başladı. Karşımda oturan insanlarla karşılıklı yüz buruşturmamız sırasında göz göze geldik o laflar edilirken, yani masada o cümlelerden hazzetmeyen tek insan ben değildim kesinlikle. Ama kimse bir şey demedi, kimse "Böyle bir dille konuşmayın lütfen" demedi. Bu muhabbet birkaç kez daha tekrarlandı aynı insan tarafından. Anneme hem adamın laflarından, hem de kimsenin tepki vermeyişinden rahatsızlık duyduğumu söyledim. "Boşver şimdi, bir şey deme, içkili zaten çok" tepkisi verdi annem.
Bir insanın alkollü olması, bilmemnerenin saygıdeğer yazarı olması, dedem yaşında olması, "ibne" kelimesini mizahi bir bağlamda kullanması, falan filan olması homofobik laflarının hoş görülmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Homofobiye her yerde, her zaman meydan okunması gerekiyor. Ve ben o anda hem 1-2 kişi dışında kimseyi tanımadığım bir ortamda bulunduğumdan, hem yaşça herkesten küçük olduğumdan, hem de aralarına sırf annem yüzünden dahil olduğum bir insan grubunun keyfini kaçırmak istemediğimden bir şey diyemedim o anda. Gece boyunca bir daha adamla muhatap olmamaktan başka şey yapamadım. Kendime saygı seviyem 10 puan azaldı bu yüzden. Bir daha asla kimsenin homofobisini tolere etmek zorunda kalacağım bir duruma düşmek istemiyorum.
**
Pazar günü Karaburun dönüşü ben Arby's'e gitmek istiyorum diye Balçova'ya gittik. Yazın baktığımda Arby's Balçova Kipa'da diye gördüğümü hatırlıyorum. Baktık değilmiş, Asma Çatı'daymış. "Asma Çatı" gibi adını bile bilmediğim bir yerde olsa hatırlardım kesinlikle, Balçova Kipa'yı tamamen sallamış olmam mümkün değil. Arby's hep Asma Çatı'da mıydı, yoksa bir ara Kipa'da da oldu mu?
Neyse, Arby's'i bulup beklemekten soğumuş ve sertleşmiş ekmekli yemeğimizi yedikten sonra Ikea'ya gittik eve bir şeyler bakmak için. Pazar günü Ikea'ya gitmek inanılmaz bir hataymış, bunu anladım. İçerideki 1500 insanın hepsi birbirini ittiriyor, birbirinin önüne falan atlıyordu. Bazı insanlar yol ortasında durmuş laflarken insan trafiğini tıkıyordu, biraz sert bir şekilde "Pardon, geçebilir miyim" deyince de küfretmişim gibi yüzüme bakıyorlardı. Üstüne üstlük çıkışta park yasak olan yükleme alanına araba park edip içeri giren dangoz insanları görünce bu ülkeye dair umudumu biraz daha yitirdim.
Eve gelirken trafikte salağın teki saçma sapan makaslayıp dururken öyle bir önümüze fırladı ki, az kalsın kaza yapıyorduk. Anneme "Niye kornaya basıp uyuz olduğumuzu belirtmedin" diye sordum. "Şehir eşkiyası bi tipe denk geliriz başımıza bişey gelir aman boşver" cevabı verdi. Geçenlerde iş arkadaşlarından bir tanesi saçma sapan hareketler yapan bir adama korna çaldıktan sonra adam kadına yanaşıp arabasını bariyerlerle kendisinin arasına sıkıştırmış. Kadının arabasında oluşan hasar bariz olmasına rağmen polis "Eğer şikayetçi olursanız ifade vereceksiniz, mahkemeye gideceksiniz falan, uzun iş, emin misiniz, uğraşabilecek misiniz bunlarla" falan demiş. Yine ülkem insanıyla ilgili sosyal tespitlere daldım bunu duyunca.
Friday, 23 September 2011
i shall avenge the death of all the romance
Taksim'de meydana 5 dakika uzaklıkta bir evi idare eder bir fiyata bularak ev sorununu çözmüş bulunuyorum. Stres katsayım oldukça azaldı.
**
Bugünlerde kime email atsam cevap gelmiyor. Yunanca kursuna gitmek istiyorum, veren kuruma mail attım cevap yok. Yanında staj yapacağım insana mail atalı 5 gün oldu, cevap yok. 2 gün önce Ekşi Duyuru'da ev ilanı veren birine mail atmıştım, cevap yok.
İnsanların iş-güçlerinde emailin yeri çok büyük olduğu halde maillerine bakmıyor olması mı, yoksa bakıp da kaale almıyor olması mı daha sinir bozucu bilmiyorum. Ben ki bir iş sahibi olmadığı halde günde 500 kere emaillerine bakan, önemliyse mutlaka o gün cevap veren bir insanım. Aklım almıyor bu işi.
**
Ben İzmir'de olduğumdan ve İstanbul'daki evi görmeden tutmak istemediğimden kız arkadaşım gidip benim yerime görme iyiliğinde bulundu. Meydandan evi tarif etsinler diye ona bir telefon numarası vermiştim. Neyse, eve gidip bakmış, genç bir çocuk tarafından gezdirilmiş. Buraya kadar normal. Ama evi gösteren çocuk yol tarif etsinler diye aradığı sırada telefon numarasını gördükten sonra gece mesaj atmaya başlamış "Facebook'un var mı, akşam dışarı çıkalım mı" falan şeklinde. Sabah da arayıp mesajlarına devam ediyormuş çocuk duyduğuma göre, ve hatta cevap vermiyor diye trip atıyormuş. Hayatta böyle bir şey başıma gelmemişti, inanamadım da zaten duyduğumda. Ne biçim insanlar var bu ülkede.
Hayretler içinde kalıyorum.
**
Facebook'ta bugün yeniden karşıma çıkan eski bir şarkı gelsin o zaman:
Sözlük'te "22'nizdeyseniz ve başkalarının kollarında ağlayamıyorsanız, the dears'ın bu şarkısı biçilmiş kaftandır sizin için" yazmış birisi. 22 ve başkasının kolunda ağlayamayan biri olarak duygulandım fena halde.
Wednesday, 21 September 2011
if columbus was wrong, i'd drive straight off the edge
Fena, fena bir stres içindeyim.
Yanında staj yapacağım gazeteci bana başlangıç tarihim olarak 1 Ekim'i söylemişti. 1 Ekim'in Cumartesi'ye geldiğinin farkında olmadığını varsaydım ben, ama bazı arkadaşlarım "Medya sektöründe belli olmaz, gerçekten Cumartesi başlamanı istemiş olabilir" falan diye düşünüyor. Yine de beş kuruş para vermedikleri, yemek ya da yol masraflarını bile ödemedikleri, sigorta falan etmedikleri, son derece gayriresmi çalışan bir stajyeri haftasonu çalıştıracaklarını sanmıyorum. Neyse, yine de 1 Ekim'de giderim diye düşünüyordum ki, 2 Ekim Pazar akşamı İstanbul'a dönecek şekilde Slovenya'ya gitme şansı çıktı karşıma; ve 10 dakika içinde gidip gitmeyeceğime karar vermem gerekiyordu. Yeni yerler görme şansını asla kaçırmayan bir insan olduğumdan gitmeyi kabul ettim. Sonra da bu bahsettiğim insana Pazartesi başlayıp başlayamayacağımı soran bir email attım. 2 gün oldu, cevap gelmedi. Panikledim.
Bir diğer panik sebebim ise kendim hiç görmeden, Pazar akşamı Slovenya dönüşü bana tertemiz bir şekilde hazır olacak bir ev bulmak zorunda olmam. Normal koşullar altında Taksim tarafında bir 1+1 ya da stüdyonun kirası 800TL falan civarındayken, sırf iki ay kalacağım diye ve eşyalı eve ihtiyacım var diye bana 30-40 metrekarelik evleri turist fiyatına aylığı 2.000TL'ye falan kiralamaya çalışan fırsatçı tiplerle uğraşıyorum günlerdir. Ne kadar bıktım anlatamam. 800'e Cihangir'in arka sokaklarında asansörsüz eski bir binadaki banyosuz, mutfaksız, televizyonsuz bir oda kiralamaya çalışanlar; Elmadağ'da 1.500'e "full eşyalı" her şey dahil ev kiraladığını iddia edip sonra eve bir fırın ve mikrodalga koymayanlar, temizliğe de ekstra para isteyenler; aynı fiyata mutfaksız, banyolu bir odayı "stüdyo" diye kakalamaya çalışanlar; bilmemne ara sokağındaki 60 yıllık apartmanda 1+1 bir dairenin içini yenileyip ayda 3.500TL isteyenler; "Normalde kiramız 900 ama siz sadece 2 ay kalıyormuşsunuz diye 1.500 olur" diyenler; hiç bir detaya yer vermediği bir ev ilanı verip sonra "Biraz evden bahseder misiniz" diye arayan insanları "Neyinden bahsedeyim" diye tersleyenler; her türlü şeyle karşılaştım. Arkadaşlarım aracılığıyla bulduğum ev arkadaşı arayan insanların da evleri ya Taksim'e her gün gidilip gelinemeyecek kadar uzak; ya da benim rahat edemeyeceğim kadar eski, dökülen apartmanlarda.
Londra'da Oxford Street'e 10 dakika uzaklıkta bir ev bulmam hem bundan çok daha kısa sürmüş, hem de bana çok daha ucuza mal olmuştu. Zamanında Taksim'de ev alıp, içini IKEA'dan döşeyip sonra normal kira fiyatının 2 katına kiralayıp insanları kazıklamak ne kolay hayatmış gerçekten.
Yemin ediyorum o kadar bıktım ki, çok kıymetli şehrinize de size de deyip bu sonbaharı İzmir'de güzelim evimde geçiresim var.
Monday, 19 September 2011
rolling in the deep
Dünya kesinlikle çok küçük.
İstanbul'da stajım süresince kalacak yer arayışımda ailem ve arkadaşlarım aracılığıyla karşıma çıkan iki insanla da aynı ortamda ve sosyal çevredeymişiz orada eskiden yaşadığım süre içinde. Bunlardan bir tanesi annemin üniversiteden arkadaşının kızı. Facebook'ta gördüğüme göre de son derece gay. Dünya küçük işte.
**
Cuma günü sonunda kaydımı sildirmeye Yeditepe'ye gittim. 3.5 yıl sonra, hayatım 180 derece değişmiş bir halde okula gitmek çok garip ve hüzünlüydü. O zamandan beri hem ben, hem de okul baya değişmişiz.
Kayıt sildirme ne zahmetli işmiş, bunu fark ettim. Önce Öğrenci İşleri'nden bir form almak, sonra onu okulun farklı binalarındaki 7 ayrı kişiye imzalatmak gerekiyor. Mali İşler'deki kadının "E sen 3 yıldır okula gelmemişsin, kaydın da dondurulmamış son 2 yılda" diye bana sinir olup imzalamasının ardından imza faslım başladı. Hukuk Binası'na gittim bölüm ofisi için, ve öğrendim ki Siyaset Bilimi Güzel Sanatlar Binası'na taşınmış (o binanın adını bari Sosyal Bilimler ve Sanat falan yapsalarmış). Oradan da imzamı alıp Hukuk'a geri gittim fakülte dekanına imza attırmak için. Adam "Tebrikler" cümlesi eşliğinde imzayı attı, Öğrenci İşleri'ne gittim, kayıt sildirme işlemini tamamlayıp lise diplomamı ve YÖK denkliği için gereken belgeleri aldım.
Yeditepe'yi bazen çok özlüyorum, ama asıl özlediğim okul mu yoksa orada okuduğum zaman dilimi mi bilemiyorum.
**
Salondaki Digiturk receiver'ımız kafayı yedi, en çok izlediğim dizi ve film kanallarının çoğunu göstermiyor birkaç haftadır. O yüzden Türk kanallarına bakmak zorunda kalıyorum odamda televizyon izlemek istemediğim zamanlarda. Şu ana kadar farklı kanallardaki dört dizinin birer bölümünü izlemiş bulundum. Karşıma çıkanlar kızını döven babalar, buna ses çıkarmayan sinmiş anneler, çocuğunun dışarı çıkmasına bile izin vermeyen aileler, bir sürü iğrenç taciz ve tecavüz sahnesi, ve kadına yönelik yapılan "namus" ve "şeref" muhabbetleri oldu. O kadar tiksindim, o kadar rahatsız oldum ki anlatamam. Böyle aile modellerinin örnek olarak gösterilmesi gerçekten midemi bulandırdı. Özellikle İffet'i yarım saat izledikten sonra beynimi çamaşır suyuyla yıkayıp o deneyimi aklımdan silmek istedim hiç abartmıyorum. Bu ülke nereye gidiyor temalı endişem iyice arttı şu son bir haftada.
Bu konu bir tek benim dikkatimi çekmemiş ayrıca. (bkz. televizyon kanallarında artan namus temalı diziler)
Monday, 12 September 2011
little 15
Yaklaşık 1 ay önce bu sonbahar staj yapmak/çalışmak için İstanbul'daki tüm doğru düzgün haber kanallarına ve gazetelere başvurmuştum online olarak. Bunca zaman geçmesine rağmen bir tanesinden bile cevap gelmedi. Ne bir "Kusura bakmayın, şu anda birini aramıyoruz", ne bir otomatik "Başvurunuzu aldık, değerlendiriyoruz" emaili. Başvurduğum 4 ayrı yerin hiç birinden ses seda çıkmadı. Ve ben bu sorumsuzca davranışa inanamadım gerçekten. Oturup yarım saat sitelerinde CV sorusu cevaplayıp başvuruda bulunan insanlara bir otomatik mail yollamaya dahi üşeniyor yani birileri. Anneme bu konuda yakındığımda verdiği cevap: "Burası Türkiye, burada işler öyle sandığın gibi yürümüyor."
Tezim bittikten, neredeyse 3 hafta geçtikten ve hiç bir yerden hala cevap gelmedikten sonra işe kendim el atmaya karar verdim. Araya birilerini soktuktan sonra birkaç saat içinde başvurumu kaale almayan, ülkenin en bilindik haber kanallarından birine kapağı attım. Gerçekten de burada işler sandığım gibi yürümüyormuş.
Çarşamba günü Babylon'daki The Maccabees konseri için İstanbul'a gidecektim. Konser ertelendi, ama uçak biletlerimi almış olduğumdan yine de gitmeye karar verdim. Arkadaşlarımı görecek, Fashion's Night Out'a uğrayacak ve ev bakacağım.
İstanbul'a son birkaç gidişim hep olaylı oldu. Görmek istediğim herkesi nasıl olsa karşılaşırız diye teker teker arayıp "Ben şu zamanda geliyorum, şu gün görüşelim" demediğim için insanlar kırılıp küsüyorlar. Bu gittiğimde de bir kişi dışında özellikle birini arayıp "Geldim ben görüşelim hadi" demeyi düşünmüyorum. Eğer buna kırılma potansiyeli olan bir arkadaşımsanız ve bunu okuyorsanız: Bu ilgisizliğimden, umursamazlığımdan, ukalalığımdan değil (şu arayıp sormama huyumu ukalalık görenleri iyice garipsiyorum). Ben zaten oraya arkadaşlarımı görme amaçlı geliyorum en başta. Teker teker herkesi aramam mümkün değil, ama arkadaşım olan birini görmek istememem gibi bir şey yok, obviously. Eğer Facebook arkadaş listemde olan biriyseniz ve bana buluşup bir şeyler içelim derseniz hayır demem zaten, deyin.
Hatta Facebook'a da yazayım şunu.
Sunday, 11 September 2011
the only queer people are those who don't love anybody
Daha önce yazdığım bloglarda anonim olarak hakkımda saçma sapan yorumlar yapanlara denk geldiğim için bu bloga chat kutusu türü bir şey koymadım ve anonim yorumlara izin vermiyorum. Kimliğini gizleyerek birine saldıranların inanılmaz derecede korkak ve zavallı olduğunu düşünüyorum.
Blog'uma insanların ne aratarak geldiğine baktığımdan bahsetmiştim geçenlerde yine. Aynı post'ta lezbiyenliği fetiş haline getiren erkeklere sinir olduğumu da yazmıştım. İdiotun teki Cuma akşamı o yazımı okumuş, ve yazdıklarım o kadar içine oturmuş ki, Cumartesi günü blog'umun ismini homofobik saçma sapan laflarla birlikte aratarak blog'uma ulaşmış bunları göreceğimi tahmin ederek. Ve anlaşılan o kadar boş, işsiz güçsüz bir insan ki; Cumartesi hem öğlen, hem akşam bu işle uğraşmış. Sadece bana lezbiyenliğin hastalık olduğunu "düşündüğünü" belirtmek için. Komik bir şey gerçekten de. Hasta olanlar kendi halinde yaşamaya çalışan eşcinseller değil halbuki; bunun gibi hastalıklı, kirli, iğrenç düşüncelerini tükürük saça saça çevreye yaymaya çalışan oksijen israfı insancıklar.


Allahım madem yarattın, takip et. Böyleleri bu homofobik, (hetero)seksist propagandalarına ayırdıkları zamanı kendileri için iyi bir şey yapmaya harcasalar dünya daha güzel bir yer olacak gerçekten.
Wednesday, 7 September 2011
we've no alternative
Blog'uma kim nereden geliyor bakarken aşağıdaki "şey"le karşılaştım. Üşenmeyin bakın, çok komik gerçekten.

Bazı insanların cinselliğe bakış açılarının ve genel olarak hayata bakışlarının kısıtlılığı içimde fena bir acıma hissi uyandırıyor hakikaten. Şimdi böyle bir soruyu kafasında kendi cevaplayamayan insana ne desek fayda eder ki?
"Lezler erkeklerle birlikte olabilir mi" diye sormuş arkadaş. Oradaki -abilmek kullanımı dikkatimi çekti. Olabilir tabii efendim, niye olamasın?
Kendine "lez" diyen gay bir kadın tanımadığımdan bu soruyu hetero birinin sorduğunu varsayıyorum. Lezbiyen fantezili hetero erkek havası var hatta bence soruda. O halde kendisine soruyu "Olabilir mi" değil yerine "Olur mu?" diye sormasını tavsiye ediyor, ve sorusunu "Senin gibilerle muhtemelen hayır" şeklinde cevaplıyorum. Çevremdeki arada sırada erkeklerle birlikte olan gay kadınların birlikte olduğu erkek profili gözlemlerime göre kendini queer olarak tanımlayan, yatakta queer bir dinamiğe açık, cinsel yönelim ve cinsiyet kavramları konusunda bilinçli, ve hatta çoğunlukla gay erkeklerden oluşuyor. Aklı başında hiç bir gay kadının kendisine "lez" gibi objeleştirici bir biçimde hitap eden ve eşcinselliğini fetiş unsuru haline getiren hetero adamın tekiyle birlikte olacağını da sanmıyorum.
Eğer bunu soran gay bir kadınsa, ki öyle olduğunu pek zannetmiyorum, medeni ülkelerde eşcinsel-kadınlar-arada-erkeklerle-birlikte-olursa-bu-onları-daha-mı-az-eşcinsel-yapar muhabbetleri 80'li yıllarda yeterince tartışıldı; ve modası da fena halde geçti. Go Fish'te süper bir monolog vardı hatta bu konuda. İzlenmeli.
Cinselliğe katı sınırlara sahip, değişmez bir şey olarak bakan kapalı zihinli insanlardan nefret ediyorum.
Bazı insanların cinselliğe bakış açılarının ve genel olarak hayata bakışlarının kısıtlılığı içimde fena bir acıma hissi uyandırıyor hakikaten. Şimdi böyle bir soruyu kafasında kendi cevaplayamayan insana ne desek fayda eder ki?
"Lezler erkeklerle birlikte olabilir mi" diye sormuş arkadaş. Oradaki -abilmek kullanımı dikkatimi çekti. Olabilir tabii efendim, niye olamasın?
Kendine "lez" diyen gay bir kadın tanımadığımdan bu soruyu hetero birinin sorduğunu varsayıyorum. Lezbiyen fantezili hetero erkek havası var hatta bence soruda. O halde kendisine soruyu "Olabilir mi" değil yerine "Olur mu?" diye sormasını tavsiye ediyor, ve sorusunu "Senin gibilerle muhtemelen hayır" şeklinde cevaplıyorum. Çevremdeki arada sırada erkeklerle birlikte olan gay kadınların birlikte olduğu erkek profili gözlemlerime göre kendini queer olarak tanımlayan, yatakta queer bir dinamiğe açık, cinsel yönelim ve cinsiyet kavramları konusunda bilinçli, ve hatta çoğunlukla gay erkeklerden oluşuyor. Aklı başında hiç bir gay kadının kendisine "lez" gibi objeleştirici bir biçimde hitap eden ve eşcinselliğini fetiş unsuru haline getiren hetero adamın tekiyle birlikte olacağını da sanmıyorum.
Eğer bunu soran gay bir kadınsa, ki öyle olduğunu pek zannetmiyorum, medeni ülkelerde eşcinsel-kadınlar-arada-erkeklerle-birlikte-olursa-bu-onları-daha-mı-az-eşcinsel-yapar muhabbetleri 80'li yıllarda yeterince tartışıldı; ve modası da fena halde geçti. Go Fish'te süper bir monolog vardı hatta bu konuda. İzlenmeli.
Cinselliğe katı sınırlara sahip, değişmez bir şey olarak bakan kapalı zihinli insanlardan nefret ediyorum.
Subscribe to:
Posts (Atom)