Friday, 23 September 2011

i shall avenge the death of all the romance

Taksim'de meydana 5 dakika uzaklıkta bir evi idare eder bir fiyata bularak ev sorununu çözmüş bulunuyorum. Stres katsayım oldukça azaldı.

**

Bugünlerde kime email atsam cevap gelmiyor. Yunanca kursuna gitmek istiyorum, veren kuruma mail attım cevap yok. Yanında staj yapacağım insana mail atalı 5 gün oldu, cevap yok. 2 gün önce Ekşi Duyuru'da ev ilanı veren birine mail atmıştım, cevap yok.

İnsanların iş-güçlerinde emailin yeri çok büyük olduğu halde maillerine bakmıyor olması mı, yoksa bakıp da kaale almıyor olması mı daha sinir bozucu bilmiyorum. Ben ki bir iş sahibi olmadığı halde günde 500 kere emaillerine bakan, önemliyse mutlaka o gün cevap veren bir insanım. Aklım almıyor bu işi.

**

Ben İzmir'de olduğumdan ve İstanbul'daki evi görmeden tutmak istemediğimden kız arkadaşım gidip benim yerime görme iyiliğinde bulundu. Meydandan evi tarif etsinler diye ona bir telefon numarası vermiştim. Neyse, eve gidip bakmış, genç bir çocuk tarafından gezdirilmiş. Buraya kadar normal. Ama evi gösteren çocuk yol tarif etsinler diye aradığı sırada telefon numarasını gördükten sonra gece mesaj atmaya başlamış "Facebook'un var mı, akşam dışarı çıkalım mı" falan şeklinde. Sabah da arayıp mesajlarına devam ediyormuş çocuk duyduğuma göre, ve hatta cevap vermiyor diye trip atıyormuş. Hayatta böyle bir şey başıma gelmemişti, inanamadım da zaten duyduğumda. Ne biçim insanlar var bu ülkede.

Hayretler içinde kalıyorum.

**

Facebook'ta bugün yeniden karşıma çıkan eski bir şarkı gelsin o zaman:



Sözlük'te "22'nizdeyseniz ve başkalarının kollarında ağlayamıyorsanız, the dears'ın bu şarkısı biçilmiş kaftandır sizin için" yazmış birisi. 22 ve başkasının kolunda ağlayamayan biri olarak duygulandım fena halde.

Wednesday, 21 September 2011

if columbus was wrong, i'd drive straight off the edge

Fena, fena bir stres içindeyim.

Yanında staj yapacağım gazeteci bana başlangıç tarihim olarak 1 Ekim'i söylemişti. 1 Ekim'in Cumartesi'ye geldiğinin farkında olmadığını varsaydım ben, ama bazı arkadaşlarım "Medya sektöründe belli olmaz, gerçekten Cumartesi başlamanı istemiş olabilir" falan diye düşünüyor. Yine de beş kuruş para vermedikleri, yemek ya da yol masraflarını bile ödemedikleri, sigorta falan etmedikleri, son derece gayriresmi çalışan bir stajyeri haftasonu çalıştıracaklarını sanmıyorum. Neyse, yine de 1 Ekim'de giderim diye düşünüyordum ki, 2 Ekim Pazar akşamı İstanbul'a dönecek şekilde Slovenya'ya gitme şansı çıktı karşıma; ve 10 dakika içinde gidip gitmeyeceğime karar vermem gerekiyordu. Yeni yerler görme şansını asla kaçırmayan bir insan olduğumdan gitmeyi kabul ettim. Sonra da bu bahsettiğim insana Pazartesi başlayıp başlayamayacağımı soran bir email attım. 2 gün oldu, cevap gelmedi. Panikledim.

Bir diğer panik sebebim ise kendim hiç görmeden, Pazar akşamı Slovenya dönüşü bana tertemiz bir şekilde hazır olacak bir ev bulmak zorunda olmam. Normal koşullar altında Taksim tarafında bir 1+1 ya da stüdyonun kirası 800TL falan civarındayken, sırf iki ay kalacağım diye ve eşyalı eve ihtiyacım var diye bana 30-40 metrekarelik evleri turist fiyatına aylığı 2.000TL'ye falan kiralamaya çalışan fırsatçı tiplerle uğraşıyorum günlerdir. Ne kadar bıktım anlatamam. 800'e Cihangir'in arka sokaklarında asansörsüz eski bir binadaki banyosuz, mutfaksız, televizyonsuz bir oda kiralamaya çalışanlar; Elmadağ'da 1.500'e "full eşyalı" her şey dahil ev kiraladığını iddia edip sonra eve bir fırın ve mikrodalga koymayanlar, temizliğe de ekstra para isteyenler; aynı fiyata mutfaksız, banyolu bir odayı "stüdyo" diye kakalamaya çalışanlar; bilmemne ara sokağındaki 60 yıllık apartmanda 1+1 bir dairenin içini yenileyip ayda 3.500TL isteyenler; "Normalde kiramız 900 ama siz sadece 2 ay kalıyormuşsunuz diye 1.500 olur" diyenler; hiç bir detaya yer vermediği bir ev ilanı verip sonra "Biraz evden bahseder misiniz" diye arayan insanları "Neyinden bahsedeyim" diye tersleyenler; her türlü şeyle karşılaştım. Arkadaşlarım aracılığıyla bulduğum ev arkadaşı arayan insanların da evleri ya Taksim'e her gün gidilip gelinemeyecek kadar uzak; ya da benim rahat edemeyeceğim kadar eski, dökülen apartmanlarda.

Londra'da Oxford Street'e 10 dakika uzaklıkta bir ev bulmam hem bundan çok daha kısa sürmüş, hem de bana çok daha ucuza mal olmuştu. Zamanında Taksim'de ev alıp, içini IKEA'dan döşeyip sonra normal kira fiyatının 2 katına kiralayıp insanları kazıklamak ne kolay hayatmış gerçekten.

Yemin ediyorum o kadar bıktım ki, çok kıymetli şehrinize de size de deyip bu sonbaharı İzmir'de güzelim evimde geçiresim var.

Monday, 19 September 2011

rolling in the deep

Dünya kesinlikle çok küçük.

İstanbul'da stajım süresince kalacak yer arayışımda ailem ve arkadaşlarım aracılığıyla karşıma çıkan iki insanla da aynı ortamda ve sosyal çevredeymişiz orada eskiden yaşadığım süre içinde. Bunlardan bir tanesi annemin üniversiteden arkadaşının kızı. Facebook'ta gördüğüme göre de son derece gay. Dünya küçük işte.

**

Cuma günü sonunda kaydımı sildirmeye Yeditepe'ye gittim. 3.5 yıl sonra, hayatım 180 derece değişmiş bir halde okula gitmek çok garip ve hüzünlüydü. O zamandan beri hem ben, hem de okul baya değişmişiz.

Kayıt sildirme ne zahmetli işmiş, bunu fark ettim. Önce Öğrenci İşleri'nden bir form almak, sonra onu okulun farklı binalarındaki 7 ayrı kişiye imzalatmak gerekiyor. Mali İşler'deki kadının "E sen 3 yıldır okula gelmemişsin, kaydın da dondurulmamış son 2 yılda" diye bana sinir olup imzalamasının ardından imza faslım başladı. Hukuk Binası'na gittim bölüm ofisi için, ve öğrendim ki Siyaset Bilimi Güzel Sanatlar Binası'na taşınmış (o binanın adını bari Sosyal Bilimler ve Sanat falan yapsalarmış). Oradan da imzamı alıp Hukuk'a geri gittim fakülte dekanına imza attırmak için. Adam "Tebrikler" cümlesi eşliğinde imzayı attı, Öğrenci İşleri'ne gittim, kayıt sildirme işlemini tamamlayıp lise diplomamı ve YÖK denkliği için gereken belgeleri aldım.

Yeditepe'yi bazen çok özlüyorum, ama asıl özlediğim okul mu yoksa orada okuduğum zaman dilimi mi bilemiyorum.

**

Salondaki Digiturk receiver'ımız kafayı yedi, en çok izlediğim dizi ve film kanallarının çoğunu göstermiyor birkaç haftadır. O yüzden Türk kanallarına bakmak zorunda kalıyorum odamda televizyon izlemek istemediğim zamanlarda. Şu ana kadar farklı kanallardaki dört dizinin birer bölümünü izlemiş bulundum. Karşıma çıkanlar kızını döven babalar, buna ses çıkarmayan sinmiş anneler, çocuğunun dışarı çıkmasına bile izin vermeyen aileler, bir sürü iğrenç taciz ve tecavüz sahnesi, ve kadına yönelik yapılan "namus" ve "şeref" muhabbetleri oldu. O kadar tiksindim, o kadar rahatsız oldum ki anlatamam. Böyle aile modellerinin örnek olarak gösterilmesi gerçekten midemi bulandırdı. Özellikle İffet'i yarım saat izledikten sonra beynimi çamaşır suyuyla yıkayıp o deneyimi aklımdan silmek istedim hiç abartmıyorum. Bu ülke nereye gidiyor temalı endişem iyice arttı şu son bir haftada.

Bu konu bir tek benim dikkatimi çekmemiş ayrıca. (bkz. televizyon kanallarında artan namus temalı diziler)

Monday, 12 September 2011

little 15

Yaklaşık 1 ay önce bu sonbahar staj yapmak/çalışmak için İstanbul'daki tüm doğru düzgün haber kanallarına ve gazetelere başvurmuştum online olarak. Bunca zaman geçmesine rağmen bir tanesinden bile cevap gelmedi. Ne bir "Kusura bakmayın, şu anda birini aramıyoruz", ne bir otomatik "Başvurunuzu aldık, değerlendiriyoruz" emaili. Başvurduğum 4 ayrı yerin hiç birinden ses seda çıkmadı. Ve ben bu sorumsuzca davranışa inanamadım gerçekten. Oturup yarım saat sitelerinde CV sorusu cevaplayıp başvuruda bulunan insanlara bir otomatik mail yollamaya dahi üşeniyor yani birileri. Anneme bu konuda yakındığımda verdiği cevap: "Burası Türkiye, burada işler öyle sandığın gibi yürümüyor."

Tezim bittikten, neredeyse 3 hafta geçtikten ve hiç bir yerden hala cevap gelmedikten sonra işe kendim el atmaya karar verdim. Araya birilerini soktuktan sonra birkaç saat içinde başvurumu kaale almayan, ülkenin en bilindik haber kanallarından birine kapağı attım. Gerçekten de burada işler sandığım gibi yürümüyormuş.

Çarşamba günü Babylon'daki The Maccabees konseri için İstanbul'a gidecektim. Konser ertelendi, ama uçak biletlerimi almış olduğumdan yine de gitmeye karar verdim. Arkadaşlarımı görecek, Fashion's Night Out'a uğrayacak ve ev bakacağım.

İstanbul'a son birkaç gidişim hep olaylı oldu. Görmek istediğim herkesi nasıl olsa karşılaşırız diye teker teker arayıp "Ben şu zamanda geliyorum, şu gün görüşelim" demediğim için insanlar kırılıp küsüyorlar. Bu gittiğimde de bir kişi dışında özellikle birini arayıp "Geldim ben görüşelim hadi" demeyi düşünmüyorum. Eğer buna kırılma potansiyeli olan bir arkadaşımsanız ve bunu okuyorsanız: Bu ilgisizliğimden, umursamazlığımdan, ukalalığımdan değil (şu arayıp sormama huyumu ukalalık görenleri iyice garipsiyorum). Ben zaten oraya arkadaşlarımı görme amaçlı geliyorum en başta. Teker teker herkesi aramam mümkün değil, ama arkadaşım olan birini görmek istememem gibi bir şey yok, obviously. Eğer Facebook arkadaş listemde olan biriyseniz ve bana buluşup bir şeyler içelim derseniz hayır demem zaten, deyin.

Hatta Facebook'a da yazayım şunu.

Sunday, 11 September 2011

the only queer people are those who don't love anybody

Daha önce yazdığım bloglarda anonim olarak hakkımda saçma sapan yorumlar yapanlara denk geldiğim için bu bloga chat kutusu türü bir şey koymadım ve anonim yorumlara izin vermiyorum. Kimliğini gizleyerek birine saldıranların inanılmaz derecede korkak ve zavallı olduğunu düşünüyorum.

Blog'uma insanların ne aratarak geldiğine baktığımdan bahsetmiştim geçenlerde yine. Aynı post'ta lezbiyenliği fetiş haline getiren erkeklere sinir olduğumu da yazmıştım. İdiotun teki Cuma akşamı o yazımı okumuş, ve yazdıklarım o kadar içine oturmuş ki, Cumartesi günü blog'umun ismini homofobik saçma sapan laflarla birlikte aratarak blog'uma ulaşmış bunları göreceğimi tahmin ederek. Ve anlaşılan o kadar boş, işsiz güçsüz bir insan ki; Cumartesi hem öğlen, hem akşam bu işle uğraşmış. Sadece bana lezbiyenliğin hastalık olduğunu "düşündüğünü" belirtmek için. Komik bir şey gerçekten de. Hasta olanlar kendi halinde yaşamaya çalışan eşcinseller değil halbuki; bunun gibi hastalıklı, kirli, iğrenç düşüncelerini tükürük saça saça çevreye yaymaya çalışan oksijen israfı insancıklar.



Allahım madem yarattın, takip et. Böyleleri bu homofobik, (hetero)seksist propagandalarına ayırdıkları zamanı kendileri için iyi bir şey yapmaya harcasalar dünya daha güzel bir yer olacak gerçekten.

Wednesday, 7 September 2011

we've no alternative

Blog'uma kim nereden geliyor bakarken aşağıdaki "şey"le karşılaştım. Üşenmeyin bakın, çok komik gerçekten.



Bazı insanların cinselliğe bakış açılarının ve genel olarak hayata bakışlarının kısıtlılığı içimde fena bir acıma hissi uyandırıyor hakikaten. Şimdi böyle bir soruyu kafasında kendi cevaplayamayan insana ne desek fayda eder ki?

"Lezler erkeklerle birlikte olabilir mi" diye sormuş arkadaş. Oradaki -abilmek kullanımı dikkatimi çekti. Olabilir tabii efendim, niye olamasın?

Kendine "lez" diyen gay bir kadın tanımadığımdan bu soruyu hetero birinin sorduğunu varsayıyorum. Lezbiyen fantezili hetero erkek havası var hatta bence soruda. O halde kendisine soruyu "Olabilir mi" değil yerine "Olur mu?" diye sormasını tavsiye ediyor, ve sorusunu "Senin gibilerle muhtemelen hayır" şeklinde cevaplıyorum. Çevremdeki arada sırada erkeklerle birlikte olan gay kadınların birlikte olduğu erkek profili gözlemlerime göre kendini queer olarak tanımlayan, yatakta queer bir dinamiğe açık, cinsel yönelim ve cinsiyet kavramları konusunda bilinçli, ve hatta çoğunlukla gay erkeklerden oluşuyor. Aklı başında hiç bir gay kadının kendisine "lez" gibi objeleştirici bir biçimde hitap eden ve eşcinselliğini fetiş unsuru haline getiren hetero adamın tekiyle birlikte olacağını da sanmıyorum.

Eğer bunu soran gay bir kadınsa, ki öyle olduğunu pek zannetmiyorum, medeni ülkelerde eşcinsel-kadınlar-arada-erkeklerle-birlikte-olursa-bu-onları-daha-mı-az-eşcinsel-yapar muhabbetleri 80'li yıllarda yeterince tartışıldı; ve modası da fena halde geçti. Go Fish'te süper bir monolog vardı hatta bu konuda. İzlenmeli.

Cinselliğe katı sınırlara sahip, değişmez bir şey olarak bakan kapalı zihinli insanlardan nefret ediyorum.

Tuesday, 6 September 2011

i feel loved

Yeni evimize taşındığımızdan beri birbirinden garip rüyalar görüyorum. İlk gece aksiyon filmi olsa şaşırmayacağım derecede bildiğiniz senaryolu bir rüya gördükten sonra dün gece de rüyamda Harvey Nichols indirimindeydim. 5TL'ye (evet, oha dimi) çok şirin bir See by Chloe tshirt ve 300'e aylardır istediğim bir Marc by Marc Jacobs çanta bulmuştum. Tam kasaya ilerliyordum ki, sivrisinekler tarafından uyandırıldım. Çantamın keyfini rüyamda sürmeme bile izin vermedi leş yaratıklar. O yarı uyur yarı uyanık halimle geri rüyama dönmeyi denedim, ama olmadı. Çok üzülmüş olarak uyandım sabah.

Çantalardan bahsetmişken, boş zamanlarımda GittiGidiyor türü yerlerdeki sahte çantaları rapor etmeye bayılıyorum biliyorsunuz. Birkaç yıl önce GG'nin bu konuda bir şey yapmadığından yakınmıştım. Ama bu yaz bu konudaki tutumlarını fena halde değiştirmişler. Eskiden Balenciaga diye aratınca %99'u sahte 300 küsür sonuç gelirken artık 10 tane falan geliyor. Sahteleri de GG'ye bildirince anında kaldırıyorlar. Geçen gün 30 tane falan sahte rapor ettim, birkaç saat içinde "Bildirdiğiniz için teşekkür ederiz, hemen kaldırıp satıcılara uyarıda bulunuyoruz" diye bir cevap geldi ve gerçekten de hepsini kaldırmışlardı. Bir daha o satıcılara denk gelmedim de.

Tabii böyle hiç kanıt göstermeden her "Bu sahte" diyenin dikkate alınması da bazı gerçek ürün satanların arada kaynamasına sebep oluyordur muhtemelen. Ama GG'deki listelemelerin çoğu içler acısı hakikaten eBay'e kıyasla. eBay'de insanların çoğu designer ürün satarken 39279 tane fotoğraf koyup ekstra fotoğraf isterseniz yine de gönderiyor. GG'de insanların çoğu tek foto koyuyor, ekstra fotoğraf isterseniz cevap bile vermeye tenezzül etmiyor.

Bir çantanın sahte olup olmadığını anlamak için yok etiketinin bilmemneresi, yok fermuarının altı, yok logosunun şurası, yok sapının ucundaki çivisi falan onlarca fotoğraf gerekiyor. Ve ben şahsen insanlara mesaj atıp "Şunu, şunu, şunu, şunu çekip yollar mısınız" diye 40 tane şey saymaya üşeniyorum; çok büyük ihtimalle cevap alamayacağımı, alsam da muhtemelen yanlış fotoğrafları yollayacaklarını bildiğimden. Bir de açıkçası, bir insan 2.000TL'ye ikinci el çanta satmaya çalışıp ne akla hizmet tek fotoğraf koyar, anlayamıyorum. Gerçekten çanta tutkunu biri hangi fotoğrafları koyması gerektiğini bilir çünkü.

**

Çeşme'ye giderken yanıma yolda dinlemek için CD alayım dedim, ama asıl CD'lerimin olduğu kutular henüz açılmamış. Eskilerden bir şey seçmek zorunda kaldım o yüzden. Artık dinlemediğim, goth phase'imden kalma yüzlerce CD arasından Depeche Mode'un tüm albümlerinden oluşan bir CD çıktı. Exciter zamanında alıp 10 yıldır dinlememişim belki de.

Depeche Mode ile 10-11 yıl önce Exciter zamanında tanışmıştım. Placebo ile birlikte o zamandan beri hala aynı derecede (ama hayatta bulunduğum noktaya göre farklı şekillerde) sevmeye devam ettiğim, hala içimi kıpırdatan iki gruptan biridir Depeche Mode. Özlemişim.

I Feel Loved o albümdeki favori şarkımdı. Dünyada bu kadar seksi bir şarkı ya da Dave Gahan kadar süper kalça sallayan insan çok az bulunur. 02:47-03:03 arasına bayılıyorum özellikle.

Monday, 5 September 2011

getting lost in the folds of your skirt

Bir haftadır yazamadım. Pazartesi tezimi teslim ettikten sonra ani bir kararla "Bayramda bir yere gitsek ya" şeklinde 15 dakikada bir Sakız tatili organize etmiştim. Bunun üzerine Salı Çeşme'ye gidip Çarşamba sabahı Sakız'a geçtik 2 günlüğüne. Feribot firması (Ertürk, spesifik olmak gerekirse) organizasyon seviyesi o derece yerlerde sürünüyordu ki, anlatamam. Sırf onlar da değil, genel olarak limanın hali de öyleydi. İzin verirseniz biraz söylenmeye ihtiyacım var bu konuda.

- Bayram günü binlerce kişinin Sakız'a gideceği bilinirken neden liman güvenlikçileri sıcak yataklarından bir saat erken çıkıp, limandaki feribot kısmını bir saat erken açıp 45 dakika süren güvenlik geçiş kuyrukları oluşmasını engellemiyorlar? Bilet sattıkları insanların telefonuna feribot firması neden bir mesaj atmıyor "Bayram nedeniyle çok yolcu olacak, normalden bir saat daha erken gelmenizi tavsiye ediyoruz" falan diye?

- Ne zaman Sakız'a gitsek hep Ertürk'le gidiyoruz ve her seferinde feribot geç kalkıyor. Bahane de "Kalkıştan önce gümrük belgelerinin teslim edilmesi gerekiyor, izin çıkmıyor yoksa" falan. O feribotun her sabah o saatte kalkacağı belli, yolcu isimleri belli, neden o liste önceki gece ya da sabahın erken saatlerinde hazırlanmıyor?

- "Yarın döneceğiz" diye özellikle söylememe rağmen biletime açık dönüş yazan görevliden anladığım kadarıyla dönüş biletlerini "açık" yazıyorlar hep. Öyle yapmasalar ya da insanlardan dönüş tarihlerini en geç 24 saat kala firma ofisine bildirmelerini isteseler, ve bildirmeyen ertesi günü beklemek zorunda kalsa, yolcu isimleri belli olur ve gecikmeler azalır. Yolcu sayısı da belli olduğu için dolmuş kaldırır gibi "Bu feribot doldu, yarım saat bekleyin bir tane daha gelecek" yaparak insanı enayi yerine koymaya çalışan görevliler kimsenin asabını bozmaz o kadar sıra beklemenin üzerine. Ve böylece 60 yaşında olduğuna utanmayıp iki kişi önce bineceğim diye izdiham yaratan, birbirini ittirip duran teyzelerin kurbanı olmayız.

- Bu Sakız gezisinde feribot öncesi ve sonrası o kadar sıra bekleyerek geçti ki, bin türlü sıra muhabbetine denk geldim. Ve bir kez daha emin oldum ki, Türk insanından daha görgüsüz bir millet tanımadım hayatımda (ki genellemelerden tiksinirim aslında). Sıraya kaynak yapanlar; onları görüp "Lütfen arkaya geçin, insanların önüne geçtiniz, ayıp" diyeceklerine "Sıraya kaynadılar ya terbiyesizler" diye duyulması için yanındakine yüksek sesle söylenenler; insanları ittire kaktıra öne geçip 10 kişilik ailesinin tamamını yanına çağıran edepsizler; doğru düzgün sıraya girilmediği için yanlışlıkla sıralar birleşip biz önlerine geçince yüzümüze "Pardon, önümüze geçtiniz" diyeceğine kulağımızın dibinde "Kıza bak ya hem kitap okuyor hem de çaktırmadan öne geçmeye çalışıyor" diye bağırıp tepemizi attıranlar; o sıkışıklıkta herkes stres olmuşken bağıra çağıra telefonla konuşup milletin suratına sigara dumanı üfleyenler, her türlü görgüsüzlük örneğine denk geldim resmen. Görgü kavramına aşırı takık bir insan olarak böyle toplum içinde nasıl davranacağını öğrenememiş mağara insanı modelleri çok fena sinirime dokunuyor, en ufak bir görgü yoksunluğu inanılmaz gözüme batıyor. Ben de aşırı takıntılıyım o konuda, farkındayım, ama insanların toplum içindeyken başkasının keyfini kaçırmaya hakkı yok. Ben kimsenin dedikodusunu, telefon konuşmasını dinlemek; sigarasını solumak; ailesini sırada önüme geçirmek zorunda değilim.

- Toplum içinde yüksek sesli konuşmaktan bahsetmişken, Cuma günü yazlığın havuzunda güneşleniyorduk. Tam uykuya dalmıştım ki, veledin tekinin kuzenime top atması ve ona çarpan topun suyunun üstüme gelmesiyle uyandım. Uyanınca fark ettim ki, veletlerin anneleri arkamızda oturuyor. Arkamızda dediğim, çok da yakınımızda değiller aslında. Ama kendi aralarında o kadar bağıra çağıra konuşuyorlar ki, dibimizde gibiler. Biri bildiğiniz bağırarak 59295 tane telefon konuşması yapıyor, biri taa havuzdaki çocuğuna bağırıyor, diğerleri de fena yüksek bir sesle salak salak şeylerden bahsediyor. Çok rahatsız olup gitmeye karar verdik. Kötü kötü bakışlarımızdan onlardan rahatsız olduğumuz için gittiğimizi anlamış olsalar ki biz giderken bize bakarak fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı. 40 yaşında kadınlar bu kadar görgüsüz olursa, çocuklarının havuzbaşında top oynanmayacağını düşünememesi normal tabii.

**

Yeni evimizde yaşamaya başladık bu haftasonu. Tüm eşyalar yenilendiğinden, evin içi şu anki tüm evlerimizden daha süper olduğundan ve odam oha boyuttaki havuza baktığından kendimi otelde kalıyormuş gibi hissediyorum. Düzgün bir otele gittiğimde odadaki rehber ve oda servisi menülerini, televizyonu, banyoyu, sağı solu keşfederek zaman geçirmek; sonra da o koca yastıklara gömülüp normalde evimizde olmayan bir kanalı izleyerek uyuyakalmak çok hoşuma gider. Nete mi girsem, köpük banyosu mu yapsam, kitap mı okusam, televizyon mu izlesem şaşırırım. Bunları evde de yapabilceğimi bilsem de otelde yapmak farklı bir tat verir. Şu anda öyle bir ruh halindeyim. Ev bana çok yabancı, ve her şeyi keşfetmek istiyorum. Haftalardır tezim yüzünden hiç boş zamanım olmadıktan sonra şimdi tüm zamanımın boş olması bana "Yapmak istediğim 482048 tane şey var, hangisini yapsam" diye düşündürüyor. Keşke zamanı durdurup günü uzatabilsem diyorum.

Monday, 29 August 2011

days before you came

Yetiştiremeyeceğim diye fena halde endişelendiğim tezim sonunda bitti. Aslında yazma faslı dün öğleden sonra bitmişti, ama editlemesi, referansları, sayfa düzenlemesi falan derken geceyarısını buldu bitirmem. Sayfa numarası ekleyip ona göre içindekiler kısmını düzenler, yatarım diye düşünüyordum ki, Word'de sayfa numaralarını 4. sayfadan başlatmanın insana saç baş yolduran bir şey olduğunu fark ettim. Dosyayı bölümlere ayırdım, 1. sayfa olmasını istediğim bölüm başına gidip oradan koymayı denedim falan, yine de üsttekileri de numaralıyordu. Annem kendi laptopunda, ben benimkinde gece 3'e kadar bununla uğraştık. En sonunda idare eder bir hale getirdik dosyayı ve yattık.

Sabah zombi modunda uyandığımda saat 6'ydı. Tezimi son bir kez okuduktan sonra bastırıp ciltletmek üzere Bornova'ya doğru yola çıktık. Bayram arifesi sabahın 8'inde açık yer bulamayacağımızı tahmin ettiğimizden önceden bir ciltçiyle anlaşmıştık. Gittik, adam ortada yok ve telefonu da kapalı. Ben panik ve sinir içinde kafayı yiyorum, gördüğümüz her fotokopici kapalı falan yarım saat dolandıktan sonra adama ulaşmayı başardık. O işi de halledip tezimi Londra'ya yollanmak üzere kuryeye verdik.

Ocak'tan beri falan bu işle uğraştığım düşünülürse, 8 aylık emeğimin sonucunu elimde mini bir kitap olarak görmek çok fantastik duygular uyandırdı içimde.

Son 1 aydır yemek ve duş araları dışında abartısız yatıp kalkıp tezimle uğraştığımdan şu anda inanılmaz boş hissediyorum, "Hayat ne anlamsız" ruh halindeyim. ÖSS sonrası da böyle olmuştum, insan o stres süreci boyunca "Keşke boş zamanım olsaydı" diye düşünürken birden boş kalınca neye uğradığını şaşırıyor. Hala normal bir ruh haline dönemedim. Tez yazma süreci boyunca ev taşıma faslı beni etkilemesin diye yabancı bir evde kalmış olmamın, ve bugün yeni evimize ilk kez gidişimin de etkisi var muhtemelen.

Günlerdir yazmak istediğim çok şey vardı, ama şimdi yazamıyorum hiç birini.

Yarın Çeşme'ye gidiyorum, oradan Sakız'a gideceğiz birkaç gün. Sonra yine Çeşme, ve Babylon Soundgarden'a. Hayat umarım normale döner o sırada.

Wednesday, 24 August 2011

beymen vs. MJ



Az önce Markafoni Beymen satışında 55TL'den 25TL'ye düşen bir adet Beymen anahtarlıkla karşılaştım (bkz. solda). Sağdakiler ise Marc Jacobs'ın Special Items koleksiyonuna ait, 3 sezon önce 5 dolara satılıyordu yanlış hatırlamıyorsam.

Başkasının tasarımını çalıp bilmemkaç katı fiyata satmak da bir başarı tabii.

Sinirleniyorum böyle şeylere hakikaten.