Her yıl bu dönemler beni eski sevgili depresyonu basıyor. Kendisini değil, ilişkimizi fena halde özlüyorum. Kendimi tokatlayıp "Naptın sen" diye sormak istiyorum. Ve zamanı geri döndürme isteğimin boyutlarını anlatmam imkansız, içim sıkışıyor geçmişi düşündüğümde, o kadar özlüyorum. Hayatta "Her işte bir hayır vardır" mantığımın ve ders aldığım hatalarımın tek istisnası o insan, keşke keşke *keşke* zamanı geri döndürüp başka şekilde davranabilsem, gerçekten hayattaki tek pişmanlığım bu. Kaybettiğim başka hiç bir insan umrumda değil, arkasından çok ağladığım insanlar bile zamanla mutlaka "Aman siktirsin, buna mı üzülmüşüm salak gibi" tepkisi uyandırır hale geliyor bende, tek istisnası bu dediğim gibi. Davranışlarıma geri dönüp baktığımda gerçekten "Niye sana öyle davrandım ki ben" dediğim, hayatımdan çıkmasıyla ilgili "Kendi kaybeder" demek yerine benim kaybettiğimi bildiğim tek insan. İronik şekilde özlediğim "o" da değil aslında, yani en son görüşmemizde bambaşka bir insandı kafamdaki imajdan, ve özlüyor olduğum şey kesinlikle bu değil.
Onun değiştiği kadar ben de değiştim, evet. 2 yıl önce olduğum insanla alakam yok şu an, hatta 2 yıl önceki halimle beni karşılıklı oturtsalar "Hadi içelim bari"den başka bahsedecek şey bulamam büyük ihtimalle. Hayatta önem verdiğim şeyler ve insanlar 175 derece falan değişti, artık geçici arkadaşlıklar ve anlık zevkler beni mutlu etmiyor. Ne beni mutlu ediyor sorusuna henüz kesin bir cevap bulmuş değilim, ama en azından "mutlu etmeyenler" kategorisinin varlığı bile ilerleme kaydettiğimin işareti diye düşünüyorum.
Evet, nostalji ve özlem dolu ruh halime dönersek, şu sözlerden daha açıklayıcı birşey asla bulamam herhalde:
The stars, the moon, they have all been blown out, you left me in the dark. No dawn, no day, I'm always in this twilight, in the shadow of your heart.
Evinin kapısına gelip "YOU LEFT ME IN THE DARK!!" diye bağırasım var, ve sana mı lanet ediyorum kendime mi belli değil. Gelecekteki tüm ilişkilerimin içine ettiğinden şüphelenip korkuyorum.
Friday, 30 October 2009
Wednesday, 21 October 2009
she said she loved me, but she had somewhere to go

Yeni evime hala internet bağlanamamış olduğu için uzun zamandır yazamıyorum. Bir de sanırım mutluyken yazma ihtiyacım daha az oluyor. Bugün hava yazmaya son derece uygun. Sabah uyandığınızda hala karanlık olan havayı ve şakır şakır yağan yağmuru gördüğünüzde bütün gün yatakta depresif bir şekilde oturmak isteyeceğiniz günlerden.
Yüksek lisans başvurularımı yapmam lazım bir an önce, bir sürü belge gerekiyor, içime dert oluyor aşırı şekilde. Postacılar grevdeler, paket ve mektupların ulaşması haftalar sürüyor, o yüzden bir moral yükseltici olarak online alışveriş seçeneği imkansız hale geliyor. Halloween çok yaklaştı, nereye gideceğimize hala karar vermedik, belirsizlik ve plan yapmamış olmak içimi iyice daraltıyor. Halloween, yılbaşı, falan filan gibi günlerde en az 1-2 hafta öncesinden ne yapacağım kesin olarak belli olmamışsa, olay gününde bile "Ben seni ararım saat kaçta çıkacağımız belli olunca" modunda olan insanlarla buluşacaksam içimdeki anksiyete hissini midemde bulantı sebebi olarak ciddi anlamda hissedebiliyorum.
Bu aralar yapmam gereken bir sürü plan var, aklıma geldikçe -ki az önce 2 tane ağrı kesici içtim geçsin diye- başıma çok fena ağrılar giriyor. Bu hafta hangi gün dışarı çıkılacak, haftaya nereye gidilecek, 2 hafta sonra Paris'e gidiyorum otel bakmadım hala, master başvuruları, bir an önce başlanması gereken essayler, evle ilgili çözülmesi gereken sorunlar, yeni TOEFL, İstanbul'da otel ayarlamak, of of ve of kısacası.
Havanın griliği bana İstanbul'da 2 yıl önceki o kışı ve hala özlediğim o insanı hatırlatıyor. Ama aslında ne İstanbul'u, ne de onu özlüyorum, biliyorum. O zamanı, o odamı, o İstanbul'u ve o sevgilimin bana sarıldığındaki kokusunu özlüyorum. Geri dönsem ne o oda orada, ne o şehir, ne de o koku. Çok çok nadiren hatırlıyorum o zamanı, beynim özellikle aklıma getirmiyor belki de, ama hatırladığım zaman da çok, çok fena oluyorum gerçekten. Şu an bu son paragrafı yazarken bile gözlerim doluyor.
You sit there in your heartache
Waiting on some beautiful boy to save you from your old ways
You play forgiveness
Watch it now, here he comes
He doesn't look a thing like Jesus
But he talks like a gentleman
Like you imagined when you were young
And sometimes you close your eyes and see the place where you used to live
When you were young
Yağmurlu havalarda the Killers dinlemek iyi değil.
Yüksek lisans başvurularımı yapmam lazım bir an önce, bir sürü belge gerekiyor, içime dert oluyor aşırı şekilde. Postacılar grevdeler, paket ve mektupların ulaşması haftalar sürüyor, o yüzden bir moral yükseltici olarak online alışveriş seçeneği imkansız hale geliyor. Halloween çok yaklaştı, nereye gideceğimize hala karar vermedik, belirsizlik ve plan yapmamış olmak içimi iyice daraltıyor. Halloween, yılbaşı, falan filan gibi günlerde en az 1-2 hafta öncesinden ne yapacağım kesin olarak belli olmamışsa, olay gününde bile "Ben seni ararım saat kaçta çıkacağımız belli olunca" modunda olan insanlarla buluşacaksam içimdeki anksiyete hissini midemde bulantı sebebi olarak ciddi anlamda hissedebiliyorum.
Bu aralar yapmam gereken bir sürü plan var, aklıma geldikçe -ki az önce 2 tane ağrı kesici içtim geçsin diye- başıma çok fena ağrılar giriyor. Bu hafta hangi gün dışarı çıkılacak, haftaya nereye gidilecek, 2 hafta sonra Paris'e gidiyorum otel bakmadım hala, master başvuruları, bir an önce başlanması gereken essayler, evle ilgili çözülmesi gereken sorunlar, yeni TOEFL, İstanbul'da otel ayarlamak, of of ve of kısacası.
Havanın griliği bana İstanbul'da 2 yıl önceki o kışı ve hala özlediğim o insanı hatırlatıyor. Ama aslında ne İstanbul'u, ne de onu özlüyorum, biliyorum. O zamanı, o odamı, o İstanbul'u ve o sevgilimin bana sarıldığındaki kokusunu özlüyorum. Geri dönsem ne o oda orada, ne o şehir, ne de o koku. Çok çok nadiren hatırlıyorum o zamanı, beynim özellikle aklıma getirmiyor belki de, ama hatırladığım zaman da çok, çok fena oluyorum gerçekten. Şu an bu son paragrafı yazarken bile gözlerim doluyor.
You sit there in your heartache
Waiting on some beautiful boy to save you from your old ways
You play forgiveness
Watch it now, here he comes
He doesn't look a thing like Jesus
But he talks like a gentleman
Like you imagined when you were young
And sometimes you close your eyes and see the place where you used to live
When you were young
Yağmurlu havalarda the Killers dinlemek iyi değil.
Wednesday, 30 September 2009
hearts on fire, i reach out to you tonight
Yarın Londra'ya First Out'a gidiyorum. Bu aralar favori mekanım orası, Soho'da %80 kadınların gittiği ve genele kıyasla leş insan göremeyeceğiniz bir gay bar. Ayrıca sanırım hayatımda Stacey Q ve Punks Jump Up çaldığını duyduğum ilk yer.
Bu dönem Pazartesi ve Çarşamba günlerim boş. Sadece Cuma sabah 9'da dersim var. Programım çok rahat yani.
Lindsay Lohan Paris'teymiş. Neden tam emin değilim ama Paris fazlasıyla sıktı beni bu son gidişimde. 4 hafta sonra tekrar gidiyorum, eskisi kadar heyecanlı değilim bu konuda. Florence+the Machine ve La Roux'yu küçük ve önde olabileceğim bir mekanda ezilmeden izleyebilmek konusunda heyecanlıyım gerçi.
Bu arada son bilmemkaçyüz post'umun Elly'yle ilgili olduğunu fark ettim şu an.
Halloween yaklaşıyor, kostümüm konusunda kararsızım. The Mighty Boosh'taki The Hitcher olsam mı diyorum, Lisa Old Greg olmayı planlıyor çünkü. Ama o da aşırı zor, yeşil yüz falan. Klişe birşey de olasım yok. Öneriler?
Sunday, 27 September 2009
last night I had a dream about you

Vive la Fete için Paris'teydim bu haftasonu. Cuma gecesi bütün haftasonu için getirdiğim tüm parayı dışarı çıkışımdan 3 saat sonra Le Marais'deki girlbar'larda bitirdikten sonra Barbieturix partisine gittim. Çok büyük beklentilerim vardı o partiyle ilgili, ondan mıdır bilmiyorum ama girişimin üzerinden 1 saat geçmeden sıkıntıdan son derece ayılmış olarak çıkıp otelime geri döndüm. Gecenin geç saatlerine kadar club'ımsı ortamlarda bulunma özelliğimi tamamen yitirmiş olduğum da şüphe götürmez hale geldi böylece. Clubları geçtim, çok çok sevdiğim grupların konserlerindeyken bile eğer saat 12'yi geçmiş ve grup hala sahneye çıkmamış/sahneden inmemişse boşverip mekandan çıkıyorum kendimi ne kadar kalmaya zorlasam da.
Gecenin verdiği hayal kırıklığı hissini üzerimden atan ve sabah aşırı duygusal bir ruh haliyle uyanmama neden olan gece rüyama Elly'nin girmesi oldu. Son derece uzun, konulu ve mutlu sonla biten bir rüyaydı. Gülüşünün sesini ve dudaklarının ne kadar yumuşak olduğunu korkutucu derece net bir şekilde hatırlayarak uyandım sabah. Dediğim gibi, yaşadığım herhangi bir anı kafamda ne kadar netse bu rüya da o kadar net hala. Bu da şunu getirdi aklıma: Hayatta herşey kaçınılmaz olarak geçip birer anı haline geliyorsa, demek ki bizim için önemli olan birşeyi yaşamış olduğumuzu bilmek olmalı. Yani mesela birine aşık olmuşsanız ve ayrıldıysanız bilmemkaç yıl sonra onunla öpüşmenizin anılarından başka şey kalmamış oluyor elinizde, ama bu yeterli sizin için çünkü o insana sahip olmuşsunuz eskiden ve anılarınız hala beyninizde. Bu durumda insan aslında yaşamamış olduğu şeylerin -rüya, hayal, fantezi- gerçek olduğuna kendini inandırıp onları anı olarak görmeyi, böylece kendini ruhsal olarak tatmin etmeyi başaramaz mı? O rüyanın gerçek olduğuna inanıp Elly'nin bir zamanlar bir yerlerde beni o kadar kocaman bir sevgiyle öpmüş olduğunu varsayamaz mıyım (In a parallel universe, it's me you can't resist)? Birşeyin sizin için "gerçek" olması için illa yaşanmış, elle dokunulmuş olması mı gerek? Aşkın mesela? Dijital bir aşk olabilir mi gerçekten, ya da bu durumda zihinsel aşk?
Gecenin verdiği hayal kırıklığı hissini üzerimden atan ve sabah aşırı duygusal bir ruh haliyle uyanmama neden olan gece rüyama Elly'nin girmesi oldu. Son derece uzun, konulu ve mutlu sonla biten bir rüyaydı. Gülüşünün sesini ve dudaklarının ne kadar yumuşak olduğunu korkutucu derece net bir şekilde hatırlayarak uyandım sabah. Dediğim gibi, yaşadığım herhangi bir anı kafamda ne kadar netse bu rüya da o kadar net hala. Bu da şunu getirdi aklıma: Hayatta herşey kaçınılmaz olarak geçip birer anı haline geliyorsa, demek ki bizim için önemli olan birşeyi yaşamış olduğumuzu bilmek olmalı. Yani mesela birine aşık olmuşsanız ve ayrıldıysanız bilmemkaç yıl sonra onunla öpüşmenizin anılarından başka şey kalmamış oluyor elinizde, ama bu yeterli sizin için çünkü o insana sahip olmuşsunuz eskiden ve anılarınız hala beyninizde. Bu durumda insan aslında yaşamamış olduğu şeylerin -rüya, hayal, fantezi- gerçek olduğuna kendini inandırıp onları anı olarak görmeyi, böylece kendini ruhsal olarak tatmin etmeyi başaramaz mı? O rüyanın gerçek olduğuna inanıp Elly'nin bir zamanlar bir yerlerde beni o kadar kocaman bir sevgiyle öpmüş olduğunu varsayamaz mıyım (In a parallel universe, it's me you can't resist)? Birşeyin sizin için "gerçek" olması için illa yaşanmış, elle dokunulmuş olması mı gerek? Aşkın mesela? Dijital bir aşk olabilir mi gerçekten, ya da bu durumda zihinsel aşk?
Mükemmel bir rüyayı eliyle tutmaya çalışıp yine de kaçırdıktan sonra sabah gerçek hayata uyanıp herşeyden nefret etmek gibisi yok ayrıca.
The time is right to put my arms around you
You're feeling right
You wrap your arms around too
But suddenly I feel the shining sun
Before I knew it this dream was all gone
Oh I don't know what to do
About this dream and you
I wish this dream comes true
Tuesday, 22 September 2009
i swallow words like a placebo


Bugünlerde mp3 yerine yeniden CD dinler oldum iPod'um dışında. Lisa'nın evi ve benim evim arasındaki 1 saatlik yolda dönüşümlü olarak sadece Florence and the Machine-Lungs, La Roux ve Placebo-Battle for the Sun dinliyoruz. Aşırı dinlemekten baygınlık gelmesin diye ve Placebo'nun eski şarkılarını özlediğim için Once More With Feeling'e geçiş yaptık 2-3 gün önce. Brian Molko'nun 15 yıl önceki halini duyunca insanın içi bir garip oluyor. Şu anda 3. davulcusuyla çalışan grup davulcu değiştirdikçe kendi de tamamen değişmiş sanki. Robert Schultzberg'in gidişiyle o ilk albümdeki genç, canlı, yerinde duramayan Placebo gitmiş (Bruise Pristine'in davulları mükemmel değil mi gerçekten?), Steve Hewitt ile daha olgun bir Placebo gelmiş bariz. Son albümleri ve son davulcuları ile elektronik halleri biraz gitmiş ve daha mutlu bir ruh haline bürünmüşler gibi. Ama yine de bu olgun, ağırbaşlı halleri ilk albümdeki çocuksu ruhlarını aratıyor biraz bana.
I can't sleep without your breathing
And I can't breathe each time you're leaving
And I'll pray you won't stay away
And you come back to me some day.
Brian Molko'yla Without You I'm Nothing söylerken David Bowie'nin "Without you I'm nothing at all" deyişinden nasıl hüzün akıyor ayrıca, her dinleyişimde o kısmına gelince gözlerim doluyor yıllardır.
iPod'umda hala La Roux'dan başka birşey dinlemiyorum. İlginç şekilde loop'a alınmış bir halde aylardır La Roux albümünü dinliyor olmama rağmen en ufak sıkılmıyorum.
Monday, 21 September 2009
I was never faithful and I was never one to trust
İnsanlar ve olaylar karşısındaki tepkilerim/düşüncelerim/fikirlerim o kadar çabuk değişiyor ki, kendimi garipsiyorum bazen. Aynı konu hakkında 3-4 farklı ve birbiriyle çatışan görüşlere sahip olduğumu ve bu görüşlerin bir döngü içerisinde gelip gittiğini fark ediyorum çoğu zaman. Hopeless romantic yönüm bu aralar "mantık ilişkisi" yönümle kavga edip duruyor kafamın içinde.
Sürekli bir münazara içinde yaşıyorum ve her iki tarafın savunmasını da mükemmel şekilde yapabiliyorum sanki. Herkes böyle mi yoksa kesin fikirleri var mı insanların gerçekten?
A tough guy, a helpless dancer,
A romantic, is it me for a moment?
A bloody lunatic, I'll even carry your bags.
A beggar, a hypocrite, love reign over me.
Schizophrenic? I'm bleeding quadrophenic.
Sürekli bir münazara içinde yaşıyorum ve her iki tarafın savunmasını da mükemmel şekilde yapabiliyorum sanki. Herkes böyle mi yoksa kesin fikirleri var mı insanların gerçekten?
A tough guy, a helpless dancer,
A romantic, is it me for a moment?
A bloody lunatic, I'll even carry your bags.
A beggar, a hypocrite, love reign over me.
Schizophrenic? I'm bleeding quadrophenic.
Wednesday, 16 September 2009
tous les jour des fêtes
Dün gece Facebook'umda birisi Twat Boutique birisi de Barbi(e)turix'ten olmak üzere 2 invitation buldum ve birden içime süper bir heyecan geldi. Hem Londra'nın (TB) hem de Paris'in (BBX) underground gay ortamının (%90 kadın ağırlıklı) en eğlenceli, en Google'da arayıp bulamayacağınız ve sadece belirli bir kesimin katıldığı partilerini bu 2 grup düzenliyor. ClitoRise, Better Fucking Girls, Wet For Me gibi parti isimleri ve göğüs ucuyla oynayan kadın afişleriyle to-do listemde kendine yer bulan Barbi(e)turix partilerinden birine gitmek çok istemiştim ama hiç denk gelmemişti şimdiye kadar. 26 Eylül'deki Vive la Fête konseri için Cuma'dan Paris'e gidiyordum zaten, partinin Cuma gecesi ve otelimin 1 sokak ötesinde olması mükemmel bir tesadüf oldu.

http://www.myspace.com/barbieturix
Hayatında tatlı ya da köpüklü şarap dışında 2 yudumdan fazla şarap içmemiş bir insan olarak son 3 günüm şarap, şarap ve daha fazla şarap şeklinde geçti tamamen. Floransa ve Toskana'nın üzüm bağlarına yapılan bir gezi ve katılmak zorunda bırakıldığım bir şarap tadımı sonrası kaliteli ve soğuk olması koşuluyla şaraptan tiksinmediğimi, hatta çok sevme potansiyelim olduğunu fark ettim. Belki Jack Daniels'ı azaltma zamanım gelmiştir, hmm?
Reading Festivali sonrası başlayan ve hala geçmeyen, an itibariyle boğaz ağrısı şeklinde devam eden gripimsi hastalığım hala geçmedi. Haftalar olmasına rağmen geçmemesi ve aşırı kalabalık sonrası başlaması bende "Acaba domuz gribi olmuş olabilir miyim" sorusunu yarattı. İngiltere'de tanıdığım bir sürü insanın domuz gribi geçirmiş olması , hiç bir grip ilacının en ufak bir etkisinin olmaması ve domuz gribinin artık aşırı hafif -normal gripten bile daha hafif- seyreder hale gelmesi nedeniyle domuz gribi olmamın gayet yüksek bir olasılık olduğuna karar verdim. Nasıl ya da ne zaman geçer bilmiyorum ama sürekli yaşlı amca gibi öksürmekten sıkıldım fazlasıyla.
Ayrıca Kanye West'in Jay Leno'daki özür diler hali neydi öyle? Kafayı mı yedi adam acaba? Justice'e ödülü kaptırınca sahneye atlamasından sonra ödül törenlerinde sapıtmasına şaşırmıyorum artık da, ilginçti.

http://www.myspace.com/barbieturix
Hayatında tatlı ya da köpüklü şarap dışında 2 yudumdan fazla şarap içmemiş bir insan olarak son 3 günüm şarap, şarap ve daha fazla şarap şeklinde geçti tamamen. Floransa ve Toskana'nın üzüm bağlarına yapılan bir gezi ve katılmak zorunda bırakıldığım bir şarap tadımı sonrası kaliteli ve soğuk olması koşuluyla şaraptan tiksinmediğimi, hatta çok sevme potansiyelim olduğunu fark ettim. Belki Jack Daniels'ı azaltma zamanım gelmiştir, hmm?
Reading Festivali sonrası başlayan ve hala geçmeyen, an itibariyle boğaz ağrısı şeklinde devam eden gripimsi hastalığım hala geçmedi. Haftalar olmasına rağmen geçmemesi ve aşırı kalabalık sonrası başlaması bende "Acaba domuz gribi olmuş olabilir miyim" sorusunu yarattı. İngiltere'de tanıdığım bir sürü insanın domuz gribi geçirmiş olması , hiç bir grip ilacının en ufak bir etkisinin olmaması ve domuz gribinin artık aşırı hafif -normal gripten bile daha hafif- seyreder hale gelmesi nedeniyle domuz gribi olmamın gayet yüksek bir olasılık olduğuna karar verdim. Nasıl ya da ne zaman geçer bilmiyorum ama sürekli yaşlı amca gibi öksürmekten sıkıldım fazlasıyla.
Ayrıca Kanye West'in Jay Leno'daki özür diler hali neydi öyle? Kafayı mı yedi adam acaba? Justice'e ödülü kaptırınca sahneye atlamasından sonra ödül törenlerinde sapıtmasına şaşırmıyorum artık da, ilginçti.
Wednesday, 9 September 2009
she's a king i wanna be her queen

Daha Reading konserlerinin üzerinden 2 hafta geçmeden yarın yine La Roux izleyeceğim. Günlerdir deliler gibi eBay'de bilet aradıktan sonra sonunda buldum dün gece -hem de normal bir fiyata-. La Roux çılgınlığı aşırı boyutlara ulaşmış durumda İngiltere'de, 11 pound'a satışa çıkan biletler anında sold out olup eBay'de tanesi 50 pound'a satılıp gayet de alıcı buluyor. Benim de Elly manyaklığım official stalker'lık seviyesine hızlı adımlarla yaklaşmakta. Tam evinden emin değilim ama yaşadığı caddeyi buldum ve ciddi olarak boş bir günümde gidip sabahtan akşama turlamayı falan düşünüyorum. Yarın bu saatlerde Elly'le aynı çatının altında olacağımı bilmek kalp atışlarımı kulaklarımda hissettiriyor bana. Kasım'da biri Paris biri Londra olmak üzere 2 konserlerine daha gidiyorum. Ve yetmiyor.
I see her on the cover of a magazine
All dressed up and her hair has caught a healthy sheen
And no one knows, she's got all the things I wanna be
In my dreams, she's the king I wanna be her queen
In my life, all the ladies want a piece of me
But all I want is a baby on a tv screen
I see her on the cover of a magazine
All dressed up and her hair has caught a healthy sheen
And no one knows, she's got all the things I wanna be
In my dreams, she's the king I wanna be her queen
In my life, all the ladies want a piece of me
But all I want is a baby on a tv screen
She's got cookie little brown eyes.
Monday, 7 September 2009
can you see the real me? can ya?
Cumartesi Brighton'a Quadrophenia müzikalini izlemeye gittik. Normalde müzikallerle alakası olmayan ve hayatımın-en-sıkıcı-saatlerini-geçireceğim modunda girdiğim müzikalden oha şeklinde çıktım. Koltuklarımız en öndeydi, oyuncuların üzerimize tükürük saçabileceği kadar -literally- yakındaydık ve defalarca sıkılmadan izleyebileceğim kadar mükemmeldi, hayatımda çok az şeyden bu kadar etkilendiğimi hatırlıyorum. Bittikten sonra salonun çoğunu oluşturan 60 yaşında Fred Perry'li amcaların ayağa fırlayıp "We are the Mods!" diye bağırmaya başlamaları ilginç bir görüntüydü gerçekten.
Friday, 4 September 2009
cosmic love
The stars, the moon, they have all been blown out
You left me in the dark
No dawn, no day, I'm always in this twilight
In the shadow of your heart
And in the dark, I can hear your heartbeat
I tried to find the sound
But then it stopped, and I was in the darkness,
So darkness I became
I took the stars from our eyes, and then I made a map
And knew that somehow I could find my way back
Then I heard your heart beating, you were in the darkness too
So I stayed in the darkness with you.

Both are sensitive, imaginative water signs. Pisces is drawn to the nurturing air of Cancer, and the promise of something enduring in romance. Cancer understands when Pisces drifts off, tuning into some far-off melody. Pisces has a tendency to escape in fantasy or addictions, and Cancer, wanting to protect and give of themselves, can become like the harried Mother to the Pisces little girl lost. Cancer is a cardinal sign, but with confidence problems and sensitivities of its own to manage. This is a sea of love, and both could end up drowning. Both can fall into deep depressions, and have to guard against the relationship becoming stagnant. As long as the beautiful pools of sentiment don't turn to swamps, this relationship is a definite love connection.
You left me in the dark
No dawn, no day, I'm always in this twilight
In the shadow of your heart
And in the dark, I can hear your heartbeat
I tried to find the sound
But then it stopped, and I was in the darkness,
So darkness I became
I took the stars from our eyes, and then I made a map
And knew that somehow I could find my way back
Then I heard your heart beating, you were in the darkness too
So I stayed in the darkness with you.

Both are sensitive, imaginative water signs. Pisces is drawn to the nurturing air of Cancer, and the promise of something enduring in romance. Cancer understands when Pisces drifts off, tuning into some far-off melody. Pisces has a tendency to escape in fantasy or addictions, and Cancer, wanting to protect and give of themselves, can become like the harried Mother to the Pisces little girl lost. Cancer is a cardinal sign, but with confidence problems and sensitivities of its own to manage. This is a sea of love, and both could end up drowning. Both can fall into deep depressions, and have to guard against the relationship becoming stagnant. As long as the beautiful pools of sentiment don't turn to swamps, this relationship is a definite love connection.
Subscribe to:
Posts (Atom)