Denize çok bağlı bir insanım. Yengeç burcu olmanın buna etkisi var mıdır bilmiyorum. Ne zaman bir şeye canım sıkılıyor olsun, deniz ya da en azından herhangi bir su kaynağına gitmek hep bana iyi gelir. Denizden uzun süre uzak kaldığımda bir şeyler hep eksik kalır.
Kendimi denize bırakıp sırtüstü boşlukta dalgalandığım; sualtının sessizliğinin, gökyüzünün maviliğinin ve yüzüme vuran güneşin tadını çıkardığım anlarda duyduğum huzur hissinin önüne çok az şey geçebilir. Kışın bomboş bir plajda tek başına yürümenin zevki ise ayrıdır benim için.
Yeni bir ülkeye gidecek olduğumda her zaman ilk iş bölgeye en yakın sahili araştırırım. Dokunulmamış plajlara erişmek için yüzlerce kilometre yol gitmeye, bir hafta bacak kaslarımı kullanılmaz hale getirecek diklikteki tepelerden aşağı ölüm tehlikesiyle inmeye, hiç bilmediğim ve dilini konuşmadığım ülkelerde tek başıma kilometrelerce yol yürümeye çekinmem. Ve şu ana kadar dünyanın hangi ülkesinde kalbimin minik bir parçasını bıraktıysam o ülkeye dair zihnimde en çok yer eden anıların hepsi denizle ilgilidir.
Londra'yı çok seviyorum, ama uyandığımda odamın penceresini açıp denizi koklayabilmeyi çok özlüyorum. Keşke Londra'yı denize taşıyabilsem.
Deniz demişken, Röyksopp en sevdiğim şarkılarından Running to the Sea'ye eşlik edecek kısa filmler için çağrıda bulunmuş. Ortaya çıkan (çoğu deniz temalı) işlerin bazıları çok güzel. Buradan izleyebilirsiniz.
Yine de her zaman favorim şarkının bu live versiyonu.
Friday, 11 September 2015
Sunday, 23 August 2015
dating apocalypse
Son birkaç senedir hayatımı vize ve iş/müşteri bulma stresleri ele geçirmişti. Bir süredir günlük hayatıma devam etmemi neredeyse imkansız hale getiren anksiyete krizleri ile boğuşuyordum. Geçmişte daha stresli durumların bile üstesinden gelmeme yardımcı olan rahatlık ve cesaretin 22-23 yaşlarında beni terk etmesinin ardından en ufak şeyler bile bende fena bir anksiyete tetikler hale gelmişti. En sevdiğim hobilere dikkatimi vermekte zorlanıyordum. O yüzden bu dönemde vize ve iş durumumu yoluna koymak dışındaki şeyleri geri plana atmıştım.
Şimdi bu en büyük endişe kaynaklarım geçici süreliğine de olsa aradan çıktığından yeniden hayatıma devam etmeye odaklanıyorum. Geçen gün evde sessiz sakin bir akşam geçirirken birden içimi bir yalnızlık hissi kapladı ve biriyle "çift" olmayı ne kadar özlediğimi fark ettim. İki kişi için yemek pişirmeyi, Cuma akşamlarını sevdiğim biriyle battaniye altında film izleyerek geçirmeyi, sabahları birine sarılarak uyanmayı, biriyle birlikte tatile gitme heyecanını, güneşli bir günü parkta birlikte piknik yaparak geçirmeyi özlüyorum. Ama bunları içimde en ufak bir heyecan uyandırmayan biriyle yaşamaktansa single olmayı tercih ettiğimden ve birtakım taviz vermek istemediğim kriterlerim olduğundan uzun zamandır tek başımayım.
Gerçek hayatta birinin yanına gidip muhabbete girecek sosyal kabiliyete sahip olmadığımdan insanlarla netten tanışmak bana daha kolay geliyor. Biriyle buluşmaya hayatımın birkaç saatini feda etmeden önce profiline bakıp bana uygun biri olup olmadığına dair doğru yanlış bir çıkarımda bulunabilmeyi, normalde karşıma çıkmayacak insanlarla karşı karşıya gelebilmeyi, insanları dış görünüşlerine ek olarak kendilerini nasıl tanıttıklarına göre de değerlendirebilmeyi seviyorum. Ama yine de o kafamdaki ideal insanı bulabilmiş değilim.
Şöyle işi, böyle evi, öyle arabası olsun türü materyalist kriterlerim yok aklımdaki insan için. Model görünümlü bir insan idealine takılmış da değilim. Ama bazı ufak şeylere çok takılıyorum. Kendi ana dilini doğru düzgün konuşmayı, yazmayı bilmeyen insanlar ve SMS dili konuşanlar beni çok itiyor mesela (bir şey/birşey ayrımı gibi üfürükten şeyler değil de, yalnız/yanlız ayrımını yapamayanlar, de'sini ayrı yazamayanlar, İngiltere'de ise you're/your farkını bilmeyenler giriyor bunun içine). Sigara içenlerin ya da hayatı sabah akşam alkolden ibaret olanların yanına yaklaşmıyorum zaten. Aşırı kıskançlık, aşırı sahiplenicilik, yalan dolancılık, amaçsızlık, dindarlık, kendi gibi olmayanları yargılayıcılık, fazla kendini beğenmişlik de bana göre değil. Ama bunlar dışında açık zihinli olmaya çalışıyorum. Yine de tekrar görmek isteyeceğim kadınlar çıkmıyor karşıma.
Geçenlerde Vanity Fair dergisinde Tinder'ın "dating apocalypse" olduğuna dair bir yazı çıkmış ve bayağı konuşulmuştu. Yazı bu tür site ve app'lerdeki seçenek bolluğunun insanda kusursuzluk arayışı ve aşırı seçiciliğe neden olduğundan bahsediyordu. Bugün farkına vardım ki insanların profillerine neredeyse iş başvurusu için CV eler gibi bakıyorum artık. Yazıda doğruluk payı var galiba.
Şimdi bu en büyük endişe kaynaklarım geçici süreliğine de olsa aradan çıktığından yeniden hayatıma devam etmeye odaklanıyorum. Geçen gün evde sessiz sakin bir akşam geçirirken birden içimi bir yalnızlık hissi kapladı ve biriyle "çift" olmayı ne kadar özlediğimi fark ettim. İki kişi için yemek pişirmeyi, Cuma akşamlarını sevdiğim biriyle battaniye altında film izleyerek geçirmeyi, sabahları birine sarılarak uyanmayı, biriyle birlikte tatile gitme heyecanını, güneşli bir günü parkta birlikte piknik yaparak geçirmeyi özlüyorum. Ama bunları içimde en ufak bir heyecan uyandırmayan biriyle yaşamaktansa single olmayı tercih ettiğimden ve birtakım taviz vermek istemediğim kriterlerim olduğundan uzun zamandır tek başımayım.
Gerçek hayatta birinin yanına gidip muhabbete girecek sosyal kabiliyete sahip olmadığımdan insanlarla netten tanışmak bana daha kolay geliyor. Biriyle buluşmaya hayatımın birkaç saatini feda etmeden önce profiline bakıp bana uygun biri olup olmadığına dair doğru yanlış bir çıkarımda bulunabilmeyi, normalde karşıma çıkmayacak insanlarla karşı karşıya gelebilmeyi, insanları dış görünüşlerine ek olarak kendilerini nasıl tanıttıklarına göre de değerlendirebilmeyi seviyorum. Ama yine de o kafamdaki ideal insanı bulabilmiş değilim.
Şöyle işi, böyle evi, öyle arabası olsun türü materyalist kriterlerim yok aklımdaki insan için. Model görünümlü bir insan idealine takılmış da değilim. Ama bazı ufak şeylere çok takılıyorum. Kendi ana dilini doğru düzgün konuşmayı, yazmayı bilmeyen insanlar ve SMS dili konuşanlar beni çok itiyor mesela (bir şey/birşey ayrımı gibi üfürükten şeyler değil de, yalnız/yanlız ayrımını yapamayanlar, de'sini ayrı yazamayanlar, İngiltere'de ise you're/your farkını bilmeyenler giriyor bunun içine). Sigara içenlerin ya da hayatı sabah akşam alkolden ibaret olanların yanına yaklaşmıyorum zaten. Aşırı kıskançlık, aşırı sahiplenicilik, yalan dolancılık, amaçsızlık, dindarlık, kendi gibi olmayanları yargılayıcılık, fazla kendini beğenmişlik de bana göre değil. Ama bunlar dışında açık zihinli olmaya çalışıyorum. Yine de tekrar görmek isteyeceğim kadınlar çıkmıyor karşıma.
Geçenlerde Vanity Fair dergisinde Tinder'ın "dating apocalypse" olduğuna dair bir yazı çıkmış ve bayağı konuşulmuştu. Yazı bu tür site ve app'lerdeki seçenek bolluğunun insanda kusursuzluk arayışı ve aşırı seçiciliğe neden olduğundan bahsediyordu. Bugün farkına vardım ki insanların profillerine neredeyse iş başvurusu için CV eler gibi bakıyorum artık. Yazıda doğruluk payı var galiba.
Monday, 23 February 2015
a sort of temporary peace
Yatak oncesi iki dakika Facebook'uma bakayim dedim, bir arkadasimin liseye yeni basladigimda dinledigim ve nedense sonra unuttugum bir sarki paylastigini gordum. Arka planda Temporary Peace calarken yillardir gitmek istedigim ama bir turlu gidemedigim, bu yil sonuncusunun yapildigi gercegi beni iyice nostaljik ruh hallerine sokan Xena con ile ilgili bir habere denk geldim. Hemen ardindan da dunyadaki diger balinalardan farkli bir frekansta iletistigi icin 30 yildir tek basina okyanuslari dolasan, sesi asla duyulmayan yalniz balinanin haberi. Iki dakikada ruhen cokuntuye ugradim neredeyse.
Turkiye'den Londra'ya yeni yila dair umutlarla donusumden 1 ay gecti, artik kaliciymis gibi gorunmeye baslayan yalnizligimi sonlandirma konusunda iyice caba harcayarak hepsi birbirinden fena sekilde sonuclanan 5 farkli date'e ciktim. Ardi ardina gelen basarisiz bulusmalar hem kendim hem de genel olarak iliskiler konusunda pek cok yeni soru isareti dogurdu kafamda. Bu hafta bu konuda uzun uzun bir post yazacagim. O zamana kadar, gorusmek uzere.
Beyond this beautiful horizon lies a dream for you and I
This tranquil scene is still unbroken by the rumours in the sky
But there's a storm closing in, voices crying on the wind
The serenade is growing colder, breaks my soul that tries to sing
And there's so many many thoughts when I try to go to sleep
But with you I start to feel a sort of temporary peace
Turkiye'den Londra'ya yeni yila dair umutlarla donusumden 1 ay gecti, artik kaliciymis gibi gorunmeye baslayan yalnizligimi sonlandirma konusunda iyice caba harcayarak hepsi birbirinden fena sekilde sonuclanan 5 farkli date'e ciktim. Ardi ardina gelen basarisiz bulusmalar hem kendim hem de genel olarak iliskiler konusunda pek cok yeni soru isareti dogurdu kafamda. Bu hafta bu konuda uzun uzun bir post yazacagim. O zamana kadar, gorusmek uzere.
Beyond this beautiful horizon lies a dream for you and I
This tranquil scene is still unbroken by the rumours in the sky
But there's a storm closing in, voices crying on the wind
The serenade is growing colder, breaks my soul that tries to sing
And there's so many many thoughts when I try to go to sleep
But with you I start to feel a sort of temporary peace
Sunday, 14 December 2014
maps to the stars
Dün akşam üyesi olduğum bir sitenin partisi vardı. Birlikte gideceğim arkadaşımın işi çıktığından ve siteden kimseyle "Merhaba, ben geldim" şeklinde yanına dahil olacak yakınlıkta olmadığımdan gitsem mi gitmesem mi bir türlü karar veremedim. Bir de üstüne hipoglisemi kaynaklı olduğundan şüphelendiğim, yarı baygın, acayip bir beden ve ruh halindeydim. Yine de kendimi zorlaya zorlaya kalktım, giyindim ve gittim.
Çok az kişinin olduğu, o kişilerin de kenardaki sandalyelerde oturan 45 yaş üstü kadınlar olduğu, sonradan gelen insan olarak benim ortada dikilmek zorunda kaldığım ve dolayısıyla herkesin bakışlarını üzerimde hissettiğim awkward bir ortamdı. Biraz durayım eve giderim düşüncesiyle telefonumda zaman öldürüyordum ki sitenin sahibi yanıma geldi ve bana tek başına gelen başka biriyle tanışmak isteyip istemediğimi sordu.
Sonradan adının Athena olduğunu öğrendiğim o birisiyle konuşarak geçirdik bütün geceyi. Bir yarım saat durur giderim diye düşünürken bir baktım biz konuşurken üç buçuk saat geçmiş, parti bitmek üzere. Ben son otobüse yetişeyim diye dışarı çıktık, durağa yürüdük. Bir kilise bahçesinin önünde beklerken yıldızları izledik. O tek başına kocaman parlayan yıldızın gerçekten yıldız mı, yoksa gezegen mi olduğunu tartıştık. O sırada ardı ardına yıldızlar kaymaya başladı. Dilek tuttum. Eve gelince haberlerden öğrendim ki dün gece Londra üzerinde meteor yağmuru varmış.
Genelde böyle içimden hiç çıkmak gelmeyen günlerde kendimi dışarı çıkmaya zorladığımda gece hep hüsranla sonuçlanır, keşke evde kalıp DVD izleseymişim diye düşünürüm. Ama dün gece iyi ki çıkmışım.
Çok az kişinin olduğu, o kişilerin de kenardaki sandalyelerde oturan 45 yaş üstü kadınlar olduğu, sonradan gelen insan olarak benim ortada dikilmek zorunda kaldığım ve dolayısıyla herkesin bakışlarını üzerimde hissettiğim awkward bir ortamdı. Biraz durayım eve giderim düşüncesiyle telefonumda zaman öldürüyordum ki sitenin sahibi yanıma geldi ve bana tek başına gelen başka biriyle tanışmak isteyip istemediğimi sordu.
Sonradan adının Athena olduğunu öğrendiğim o birisiyle konuşarak geçirdik bütün geceyi. Bir yarım saat durur giderim diye düşünürken bir baktım biz konuşurken üç buçuk saat geçmiş, parti bitmek üzere. Ben son otobüse yetişeyim diye dışarı çıktık, durağa yürüdük. Bir kilise bahçesinin önünde beklerken yıldızları izledik. O tek başına kocaman parlayan yıldızın gerçekten yıldız mı, yoksa gezegen mi olduğunu tartıştık. O sırada ardı ardına yıldızlar kaymaya başladı. Dilek tuttum. Eve gelince haberlerden öğrendim ki dün gece Londra üzerinde meteor yağmuru varmış.
Genelde böyle içimden hiç çıkmak gelmeyen günlerde kendimi dışarı çıkmaya zorladığımda gece hep hüsranla sonuçlanır, keşke evde kalıp DVD izleseymişim diye düşünürüm. Ama dün gece iyi ki çıkmışım.
Friday, 12 December 2014
testament of youth
Dün akşam Testament of Youth'un Bafta gösterimindeydim. Öğleden sonra ikinci kez The Imitation Game filmini izledikten hemen sonra bir savaş filmi daha izlemek ruhumu kararttı. Özellikle de böyle ölüp gidenlerin ardı arkasının kesilmediği bir savaş filmi. Birinci Dünya Savaşı'nda olup bitenler aşağı yukarı tahmin edilebilir olduğundan bahsedeceğim şeyler spoiler sayılmaz diye düşünüyorum, ama yine de ona göre okuyun.
Vera Brittain'ın anılarından uyarlanan film kızların üniversite eğitimine değer görülmediği bir dönemde Oxford'a kabul edilmeyi başaran, ancak tam o sırada savaşın patlak vermesiyle dünyası alt üst olan Vera'nın hikayesini anlatıyordu. Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada genç olan jenerasyonun, savaşa katılanlar ve geride kalanlar dahil olmak üzere kayıp bir nesil olduğu; gençlikleri ve hatta hayatları savaş tarafından ellerinden alınan bu nesli hep hatırlamamız gerektiğiydi filmin ana teması.
Savaştan önce sıradan birer genç olan insanları hayatlarındaki önemli anların gerçekleştiği yerler yoluyla gördük önce filmde: Vera'nın kardeşi ve arkadaşlarıyla yüzdüğü göl, birlikte yürüdükleri uzun toprak yol, ağaçlar arasından sızan güneş ışınlarıyla aydınlanan orman, savaşa giden erkekler izin alıp evi ziyaret ettiğinde dalgalar vuran sahilde oturdukları yosunlarla kaplı kayalar. Savaş bittikten sonra buralara geri döndük, ama bu kez her yer bomboştu. Bir zamanlar orada ve mutlu olan insanlar artık yoktu.
Mekanlara çok bağlı olan, anılarını çoğu zaman mekanlar üzerinden hatırlayan biri olarak bu düşünce bana çok dokundu. Sevdiğim insanlarla güzel anılarımın olduğu yerlerin yıllar sonra biz artık varolmadığımızda boş ve yalnız kalacağı gibi depresif düşüncelere kapıldım.
Kış mevsimi bana iyi gelmiyor.
Vera Brittain'ın anılarından uyarlanan film kızların üniversite eğitimine değer görülmediği bir dönemde Oxford'a kabul edilmeyi başaran, ancak tam o sırada savaşın patlak vermesiyle dünyası alt üst olan Vera'nın hikayesini anlatıyordu. Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada genç olan jenerasyonun, savaşa katılanlar ve geride kalanlar dahil olmak üzere kayıp bir nesil olduğu; gençlikleri ve hatta hayatları savaş tarafından ellerinden alınan bu nesli hep hatırlamamız gerektiğiydi filmin ana teması.
Savaştan önce sıradan birer genç olan insanları hayatlarındaki önemli anların gerçekleştiği yerler yoluyla gördük önce filmde: Vera'nın kardeşi ve arkadaşlarıyla yüzdüğü göl, birlikte yürüdükleri uzun toprak yol, ağaçlar arasından sızan güneş ışınlarıyla aydınlanan orman, savaşa giden erkekler izin alıp evi ziyaret ettiğinde dalgalar vuran sahilde oturdukları yosunlarla kaplı kayalar. Savaş bittikten sonra buralara geri döndük, ama bu kez her yer bomboştu. Bir zamanlar orada ve mutlu olan insanlar artık yoktu.
Mekanlara çok bağlı olan, anılarını çoğu zaman mekanlar üzerinden hatırlayan biri olarak bu düşünce bana çok dokundu. Sevdiğim insanlarla güzel anılarımın olduğu yerlerin yıllar sonra biz artık varolmadığımızda boş ve yalnız kalacağı gibi depresif düşüncelere kapıldım.
Kış mevsimi bana iyi gelmiyor.
Tuesday, 9 December 2014
without apologies
Geçen hafta Peru'daydım. Her zaman yaptığım gibi kaldığım oteller hakkında eleştiri yazdım. Normalde eleştirilerimi hep Tripadvisor'a yazarım, ama otellerin birinde kısmen rezervasyonu yaptığım Booking.com'dan kaynaklı bir sorunla karşılaştığımız için o otelinki için Booking.com'un kendi eleştiri fasilitesini kullandım.
Eleştirim anonim olarak yazılmıştı ve otelin pozitif ve negatif yönleriyle ilgili kişisel, dürüst görüşlerimi içeriyordu. Booking.com'da otel yöneticileri anonim olarak yazılan yorumlara cevap veremiyor, ancak rezervasyon sırasında konuğun email adresi otele gönderiliyor.
Otel yöneticisi bu şekilde benim email adresimi bularak bana "O yazıyı senin yazdığını biliyoruz, haksızlık etmişsin, bu yazdığın şeyler doğru değil" türü bir email atmış dün gece. Hemen Booking.com'u arayıp durumu ilettim, açıkçası pek bir ciddiye almadılar ve "Otele bunu yapmamaları gerektiğini bildireceğiz" diye geçiştirdiler.
(Eğer gezdiğiniz yerlerle ilgili eleştiri yapıyorsanız aklınızda bulunsun, Tripadvisor üyelerine bu tür mailler gönderilmesini çok ciddiye alıyor, Booking.com gibi rezervasyon sitelerindense her zaman Tripadvisor'ı kullanın eleştiri için. En azından başınıza böyle bir iş gelirse size arka çıkarlar.)
Neyse, bu otel yöneticisi adam bize otelde kalırken çok yardımcı olduğundan cevap verme ve yanlış anladığı bazı kısımları açıklama ihtiyacı duydum. Tam olarak ne demek istediğimi açıklayan ve "Üzgünüm ama çok kirli diye bahsettiğim banyo gerçekten çok kirliydi" şeklinde devam eden uzun bir mail yazdım. Sonra da düşündüm: Banyoyu gerçekten bok götürüyordu, en dandik hostel'lar ve benzinci tuvaletleri bile dahil olmak üzere hayatımda o kadar pis tuvalet görmemiştim. Bunu da eleştirimde belirttim. Bunun için neden özür dileyeyim ki? Asıl özür dilemesi gereken otel. Kısmen bu yüzden, kısmen de laf dalaşına girmek istemediğimden maili göndermedim.
Bunun üzerine fark ettim ki ben çok fazla özür diliyorum. Hatalı olunce özür dilenmeli tabii ki, ama benim özürlerimin %90'ı kendi hatam olmayan konularda oluyor. Özellikle İngiltere'ye taşındığımdan beri iyice gereksiz özür diler oldum.
- "Pardon, geçebilir miyim lütfen?"
Doğrusu: "Koskoca bebek arabasıyla yolun ortasında durup sohbet eden, insanların geçmesini önleyen bencil kadın, çekilsen de geçsek."
- "Rahatsız edip durduğum için üzgünüm ama haftalar oldu, bana gönderdiğiniz şey hala gelmedi."
Doğrusu: "İşinizi doğru düzgün yapıp pakedimi zamanında gönderseniz size haftada bir nerede kaldığını sormak zorunda kalmazdım."
- "Üzgünüm Bay Kasiyer, cüzdanım o kadar ıvır zıvırla dolu ki doğru kredi kartını bulmam zaman alıyor."
Doğrusu: "Sen beni 10 dakika sırada beklettiğin için özür dilemezken, ben niye 10 saniye cüzdanda kart aradım diye özür diliyorum?"
Bundan sonra hayatı daha az özürcü bir insan olarak yaşamaya dikkat edeceğim. Gerçekten çok sinir bozucu bir huy.
Eleştirim anonim olarak yazılmıştı ve otelin pozitif ve negatif yönleriyle ilgili kişisel, dürüst görüşlerimi içeriyordu. Booking.com'da otel yöneticileri anonim olarak yazılan yorumlara cevap veremiyor, ancak rezervasyon sırasında konuğun email adresi otele gönderiliyor.
Otel yöneticisi bu şekilde benim email adresimi bularak bana "O yazıyı senin yazdığını biliyoruz, haksızlık etmişsin, bu yazdığın şeyler doğru değil" türü bir email atmış dün gece. Hemen Booking.com'u arayıp durumu ilettim, açıkçası pek bir ciddiye almadılar ve "Otele bunu yapmamaları gerektiğini bildireceğiz" diye geçiştirdiler.
(Eğer gezdiğiniz yerlerle ilgili eleştiri yapıyorsanız aklınızda bulunsun, Tripadvisor üyelerine bu tür mailler gönderilmesini çok ciddiye alıyor, Booking.com gibi rezervasyon sitelerindense her zaman Tripadvisor'ı kullanın eleştiri için. En azından başınıza böyle bir iş gelirse size arka çıkarlar.)
Neyse, bu otel yöneticisi adam bize otelde kalırken çok yardımcı olduğundan cevap verme ve yanlış anladığı bazı kısımları açıklama ihtiyacı duydum. Tam olarak ne demek istediğimi açıklayan ve "Üzgünüm ama çok kirli diye bahsettiğim banyo gerçekten çok kirliydi" şeklinde devam eden uzun bir mail yazdım. Sonra da düşündüm: Banyoyu gerçekten bok götürüyordu, en dandik hostel'lar ve benzinci tuvaletleri bile dahil olmak üzere hayatımda o kadar pis tuvalet görmemiştim. Bunu da eleştirimde belirttim. Bunun için neden özür dileyeyim ki? Asıl özür dilemesi gereken otel. Kısmen bu yüzden, kısmen de laf dalaşına girmek istemediğimden maili göndermedim.
Bunun üzerine fark ettim ki ben çok fazla özür diliyorum. Hatalı olunce özür dilenmeli tabii ki, ama benim özürlerimin %90'ı kendi hatam olmayan konularda oluyor. Özellikle İngiltere'ye taşındığımdan beri iyice gereksiz özür diler oldum.
- "Pardon, geçebilir miyim lütfen?"
Doğrusu: "Koskoca bebek arabasıyla yolun ortasında durup sohbet eden, insanların geçmesini önleyen bencil kadın, çekilsen de geçsek."
- "Rahatsız edip durduğum için üzgünüm ama haftalar oldu, bana gönderdiğiniz şey hala gelmedi."
Doğrusu: "İşinizi doğru düzgün yapıp pakedimi zamanında gönderseniz size haftada bir nerede kaldığını sormak zorunda kalmazdım."
- "Üzgünüm Bay Kasiyer, cüzdanım o kadar ıvır zıvırla dolu ki doğru kredi kartını bulmam zaman alıyor."
Doğrusu: "Sen beni 10 dakika sırada beklettiğin için özür dilemezken, ben niye 10 saniye cüzdanda kart aradım diye özür diliyorum?"
Bundan sonra hayatı daha az özürcü bir insan olarak yaşamaya dikkat edeceğim. Gerçekten çok sinir bozucu bir huy.
Saturday, 1 November 2014
glory is a silent thing
Bu aralar hem 9-5 ofis işlerini bırakıp evde serbest çalışan biri olmanın, hem de arkadaşlarımdan uzaklaşmış olmanın etkisiyle iyice münzevi hayatı süren biri haline geldim. Ve bu münzevilik durumu uzadıkça daha da asosyalleşiyorum, daha da içe kapanık hale geliyorum, daha da depresif oluyorum, bunun sonucunda da içinde bulunduğum yarı depresyon hali beni daha da münzevileştiriyor. Böyle fena bir döngü içine girdim.
Geçen hafta saatlerin geri alınması ve havanın artık 4.15 gibi kararıyor olması zaten hassas olan ruhsal durumumun tamamen içine etti. Alt tarafı bir saat diye düşünen olabilir ama gerçekten bu sefer çok etkilendim. Eskiden kışın hava kararırken hep dışarıyı pek göremediğim bir ofiste olurdum, kışın bana tek etkisi 5'te işten çıktığımda havanın karanlık olması olurdu. Saat daha 4 iken havanın kararıyor olduğunu görmek çok depresif.
Yedi yıl önce bu blog'a başladığımda klinik depresyonla cebelleşiyordum ve blog'un asıl amacı antidepresanlarımın ruh halim üzerindeki etkisini takip etmekti. Becoming Zero adını seçme nedenim antidepresanların beni "hissiz" hale getireceğini düşünmemdi. Bir süreliğine getirdiler de. Ancak daha sonra o duygusal uyuşmadan kurtulayım diye İstanbul sokaklarında saçma sapan anlık hazlar peşinde koştura koştura iyice dibe vurdum. İngiltere'ye taşındım, büyük şehir hayatını ve depresyonumu iyice azdıran insanları geri bıraktıktan sonra iki yıldır kullandığım ilaçları ancak bırakabildim.
Bir daha asla o duruma düşmek istemiyorum. Tekrar depresyona girmek, en çok da burada ailem ve tüm diğer savunma mekanizmalarımdan uzakta yalnız hissederken depresyona girmek hayattaki en büyük korkularımdan biri. O yüzden moralim bozuksa oturup bunun üzerinde uzun uzun düşünme izni vermiyorum kendime, iyice moralimi bozacak şarkılar dinlemiyorum, canım istemese de dışarı çıkıp bir şeyler yapıyorum. Kimseye bir kelime etmeyecek olsam, sadece Starbucks'ta kitabımı okuyup tek başıma bir kahve içecek olsam bile her günün bir kısmını ev dışında geçirmeye çalışıyorum.
Gerçekten hayatımda ilginç bir şeyler olmasına ihtiyacım var bu aralar.
Geçen hafta saatlerin geri alınması ve havanın artık 4.15 gibi kararıyor olması zaten hassas olan ruhsal durumumun tamamen içine etti. Alt tarafı bir saat diye düşünen olabilir ama gerçekten bu sefer çok etkilendim. Eskiden kışın hava kararırken hep dışarıyı pek göremediğim bir ofiste olurdum, kışın bana tek etkisi 5'te işten çıktığımda havanın karanlık olması olurdu. Saat daha 4 iken havanın kararıyor olduğunu görmek çok depresif.
Yedi yıl önce bu blog'a başladığımda klinik depresyonla cebelleşiyordum ve blog'un asıl amacı antidepresanlarımın ruh halim üzerindeki etkisini takip etmekti. Becoming Zero adını seçme nedenim antidepresanların beni "hissiz" hale getireceğini düşünmemdi. Bir süreliğine getirdiler de. Ancak daha sonra o duygusal uyuşmadan kurtulayım diye İstanbul sokaklarında saçma sapan anlık hazlar peşinde koştura koştura iyice dibe vurdum. İngiltere'ye taşındım, büyük şehir hayatını ve depresyonumu iyice azdıran insanları geri bıraktıktan sonra iki yıldır kullandığım ilaçları ancak bırakabildim.
Bir daha asla o duruma düşmek istemiyorum. Tekrar depresyona girmek, en çok da burada ailem ve tüm diğer savunma mekanizmalarımdan uzakta yalnız hissederken depresyona girmek hayattaki en büyük korkularımdan biri. O yüzden moralim bozuksa oturup bunun üzerinde uzun uzun düşünme izni vermiyorum kendime, iyice moralimi bozacak şarkılar dinlemiyorum, canım istemese de dışarı çıkıp bir şeyler yapıyorum. Kimseye bir kelime etmeyecek olsam, sadece Starbucks'ta kitabımı okuyup tek başıma bir kahve içecek olsam bile her günün bir kısmını ev dışında geçirmeye çalışıyorum.
Gerçekten hayatımda ilginç bir şeyler olmasına ihtiyacım var bu aralar.
Monday, 29 September 2014
pride
Bu aralar Londra Pride organizasyonu olarak iç savaş modundayız. Özetlemem gerekirse Pride'in organizasyonunda rolü olan 3-4 farklı takım var. Bu takımların birinin başında Pride'ı diktatör gibi yönetmek isteyen, kendini ne dese tamam diyecek yavşak genç çocuklarla çevrelemiş ve nedense Pride'ın Yönetim Kurulu Başkanı'nın bile ses çıkarmaya cesaret edemediği leş gibi bir adam oturuyor. Bu adam geçen sene kimsenin yardımı olmadan süper bir iş çıkarmamıza rağmen benim içinde bulunduğum takımı Pride organizasyon komitesinden çıkarmak ve kendi "adamlarını" yerimize koymak istiyor. Kendinden başka herkesin başarısız olmasını isteyen, birilerinin ondan bağımsız olarak iyi bir şeyler başardığını görmeye tahammülü olmayan bir insan.
Bu sırada bu adam ve ekürisi arasında bizim yaptığımız işleri çalıp kendi yapmış gibi gösterme, Yönetim Kurulu'na yalan söyleyerek insanlara çamur atmaya çalışma, ne kadar kendinden 20 yaş küçük erkek varsa hepsiyle kimin eli kimin cebinde oynayıp bunun karşılığında komitede rol vaat etme türü şeyler oluyor. Torpilcilik, yaranmacılık, çıkarcılık ve sırttan bıçaklayıcılık had safhada anlayacağınız. Herkes kendi çıkarı için, "Bunu ben yaptım" diye Pride günü böbürlenebilmek için hareket ediyor, Pride'a ne olduğu ve Pride ruhunun ne anlama geldiği kimsenin umrunda değil. Yönetim anlayışı böyle olduğu için de 3-5 senede bir belediyenin ihaleyle verdiği Onur Haftası'nı organize etme hakkını kazanan her grup başarısız oluyor.
Haftasonu bu konuda yaşanan pek çok grup içi tartışmadan sonra dün akşam sonunda Pride filmini izledim. 1984 İngilteresinde uzun süreli bir madenci grevi sırasında "Polis, hükümet, medya, bize düşman olan herkes aynı zamanda grevde olan maden işçilerine de düşman" diye düşünen bir grup Londralı eşcinselin Galler'deki küçük bir madenci kasabasıyla dayanışmasını anlatan, gerçek hikayeye dayalı bir filmdi. Hem madenciler, hem de büyük şehirli eşcinsellerin ilk başta birlik olmak istememelerine rağmen insanların bireysel hislerini, şüphelerini, çıkarlarını bir kenara bırakarak ortak bir amaç için bir araya gelmesini izlemek gerçekten çok moral vericiydi. O birlik ve beraberlik hissinin yerini kişisel çıkarların aldığını, o eski Pride ruhunun yok olduğunu görmek ise çok üzücü.
Cumartesi günü tüm bunlar olurken Pride gönüllülerinin bir araya geldiği bir buluşma gerçekleştirdik. Daha 19-20 yaşlarında, yeni yeni açılan, hiç LGBT ortamlarda bulunmamış bir sürü insan vardı. Hepsi bizimle ve birbirleriyle buluşmanın, yalnız olmadıklarını hissetmenin onlar için ne kadar önemli olduğunu söylediler giderken; akşam eve geldiğimde de buluşmada ona destek olduğumuz için ailesine açılma cesaretini bulabildiğini söyleyen birinin teşekkür maili bekliyordu beni.
Bir yanda gerçekten Pride'a ve Pride organizasyonunun onlara sağladığı destek mekanizmalarına ihtiyacı olanlar, bir yanda da kişisel hırsları peşinde koşarak Pride'ı duvara toslatan organizatörler. Gerçekten çok üzülüyor insan.
Bu sırada bu adam ve ekürisi arasında bizim yaptığımız işleri çalıp kendi yapmış gibi gösterme, Yönetim Kurulu'na yalan söyleyerek insanlara çamur atmaya çalışma, ne kadar kendinden 20 yaş küçük erkek varsa hepsiyle kimin eli kimin cebinde oynayıp bunun karşılığında komitede rol vaat etme türü şeyler oluyor. Torpilcilik, yaranmacılık, çıkarcılık ve sırttan bıçaklayıcılık had safhada anlayacağınız. Herkes kendi çıkarı için, "Bunu ben yaptım" diye Pride günü böbürlenebilmek için hareket ediyor, Pride'a ne olduğu ve Pride ruhunun ne anlama geldiği kimsenin umrunda değil. Yönetim anlayışı böyle olduğu için de 3-5 senede bir belediyenin ihaleyle verdiği Onur Haftası'nı organize etme hakkını kazanan her grup başarısız oluyor.
Haftasonu bu konuda yaşanan pek çok grup içi tartışmadan sonra dün akşam sonunda Pride filmini izledim. 1984 İngilteresinde uzun süreli bir madenci grevi sırasında "Polis, hükümet, medya, bize düşman olan herkes aynı zamanda grevde olan maden işçilerine de düşman" diye düşünen bir grup Londralı eşcinselin Galler'deki küçük bir madenci kasabasıyla dayanışmasını anlatan, gerçek hikayeye dayalı bir filmdi. Hem madenciler, hem de büyük şehirli eşcinsellerin ilk başta birlik olmak istememelerine rağmen insanların bireysel hislerini, şüphelerini, çıkarlarını bir kenara bırakarak ortak bir amaç için bir araya gelmesini izlemek gerçekten çok moral vericiydi. O birlik ve beraberlik hissinin yerini kişisel çıkarların aldığını, o eski Pride ruhunun yok olduğunu görmek ise çok üzücü.
Cumartesi günü tüm bunlar olurken Pride gönüllülerinin bir araya geldiği bir buluşma gerçekleştirdik. Daha 19-20 yaşlarında, yeni yeni açılan, hiç LGBT ortamlarda bulunmamış bir sürü insan vardı. Hepsi bizimle ve birbirleriyle buluşmanın, yalnız olmadıklarını hissetmenin onlar için ne kadar önemli olduğunu söylediler giderken; akşam eve geldiğimde de buluşmada ona destek olduğumuz için ailesine açılma cesaretini bulabildiğini söyleyen birinin teşekkür maili bekliyordu beni.
Bir yanda gerçekten Pride'a ve Pride organizasyonunun onlara sağladığı destek mekanizmalarına ihtiyacı olanlar, bir yanda da kişisel hırsları peşinde koşarak Pride'ı duvara toslatan organizatörler. Gerçekten çok üzülüyor insan.
Tuesday, 19 August 2014
the langham
Dün akşam hayatımın en garip akşamlarından birini geçirdim. Netten tanıştığım biriyle akşamüstü bir şeyler içmek için buluştuk. İlk görüşmemiz olduğundan ve ertesi günü İzmir'e gidiş için hazırlanmam gerektiğinden en fazla iki kadeh şarap içer dönerim diye düşünüyordum. Laf lafı açtı, şaraplar viskilere dönüştü, bir baktık dört saattir aynı masada oturuyoruz, bar kapanmak üzere. Bazen fiziksel temasa ne kadar ihtiyaç duyduğumuzdan, birine sarılarak oturup televizyon izlemenin, uyumanın ne güzel şey olduğundan bahsetmiştik; konu oradan oraya nasıl geldi hatırlamıyorum ama birden hadi bir otel odası tutalım ve sarılalım diye karar verdik.
Sarılma arkadaşımın otel masrafını iş yerine takmayı teklif etmesi ve Lady Gaga'nın Londra'ya geldiğinde kaldığı otelde kalmakta ısrar etmesi üzerine gecenin bir vakti Londra'nın en lüks beş yıldızlı otellerinden birine gidip iki odalı, iki banyolu geceliği 400 küsür pound'luk dev bir süit tuttuk. Hayatımda o kadar lüks ve büyük bir otel odası görmemiştim, tamamen masal gibiydi. Minibarı boşaltıp bütün gece sarılarak Family Guy izledik, ufak tefek bir sürü şeyden konuştuk, sonra da sabaha karşı birbirimizi spoon'layarak uyuduk. Sabah uyandık, yine konuştuk, birkaç saat daha sarıldık otelden çıkana kadar.
Kimsenin kimseye değil dokunmak, göz göze gelmekten bile kaçındığı metropol yaşantısında böyle bir deneyim yaşamanın ne kadar insanın içini acıtacak derecede güzel bir şey olduğunu kelimelere dökemiyorum. Bir daha görüşmesek bile hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri olacak kesinlikle.
İşin acayip yanı, aşağı yukarı 12 yaşından beri kendimi "ruh ikizi" türü bir insanla hayal ettiğimde, onu rüyamda gördüğümde hep böyle herkesi geride bırakıp sadece bize ait bir mekana çekilip saatlerce konuşmanın, sarılmanın, sadece ikimiz olmanın tadını çıkardığımızı hayal ederim. Dün gece hayatımda ilk kez gerçek hayatta o hissin aynını tatmış oldum. Çok güzeldi. Bu insanın "ruh eşim" falan olduğu düşüncesinde değilim, ama bu his kesinlikle o rüyadaki his. Daha istiyorum.
Sarılma arkadaşımın otel masrafını iş yerine takmayı teklif etmesi ve Lady Gaga'nın Londra'ya geldiğinde kaldığı otelde kalmakta ısrar etmesi üzerine gecenin bir vakti Londra'nın en lüks beş yıldızlı otellerinden birine gidip iki odalı, iki banyolu geceliği 400 küsür pound'luk dev bir süit tuttuk. Hayatımda o kadar lüks ve büyük bir otel odası görmemiştim, tamamen masal gibiydi. Minibarı boşaltıp bütün gece sarılarak Family Guy izledik, ufak tefek bir sürü şeyden konuştuk, sonra da sabaha karşı birbirimizi spoon'layarak uyuduk. Sabah uyandık, yine konuştuk, birkaç saat daha sarıldık otelden çıkana kadar.
Kimsenin kimseye değil dokunmak, göz göze gelmekten bile kaçındığı metropol yaşantısında böyle bir deneyim yaşamanın ne kadar insanın içini acıtacak derecede güzel bir şey olduğunu kelimelere dökemiyorum. Bir daha görüşmesek bile hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri olacak kesinlikle.
İşin acayip yanı, aşağı yukarı 12 yaşından beri kendimi "ruh ikizi" türü bir insanla hayal ettiğimde, onu rüyamda gördüğümde hep böyle herkesi geride bırakıp sadece bize ait bir mekana çekilip saatlerce konuşmanın, sarılmanın, sadece ikimiz olmanın tadını çıkardığımızı hayal ederim. Dün gece hayatımda ilk kez gerçek hayatta o hissin aynını tatmış oldum. Çok güzeldi. Bu insanın "ruh eşim" falan olduğu düşüncesinde değilim, ama bu his kesinlikle o rüyadaki his. Daha istiyorum.
Sunday, 17 August 2014
holiday, our republic on the beach
Son birkaç ay o kadar hızlı geçti ki... Haziran ayının tamamını Pride için koşturarak geçirdikten ve 28 Haziran'da Londra'nın süper bir Pride geçirmesine katkıda bulunduktan sonra İzmir'e dönerek Çeşmeli, Marmarisli, Sakız Adalı uzun bir tatil yaptım. Sakız'ın en sevdiğim yerlerinden birinde dünyadaki en sevdiğim olan annemle deniz kıyısında, ay ışığı altında bir Browni kekin üzerine diktiğim mumu üfleyerek 25 yaşımı doldurdum.
Haftaya yine Türkiye'ye gidip bir tatil daha yapacağım, birkaç haftalığına iş kurma muhabbetlerimi halletmek için Londra'ya geldim. Bilmiyorsanız özetle durumum şu: İngiltere'ye taşındığımdan beri çalışma vizelerine başvurmak için gereken koşulların çok sıkılaşması sonucu ülkede kalabilmemin tek yolu olan Ankara Anlaşması'na başvurmak durumunda kaldım. İki kilo belge hazırladıktan ve iş planım için bir sürü para bayıldıktan sonra vizeye başvurdum ve dört buçuk aylık bir bekleyiş sonucu vizem çıktı. Bu vizeyle sadece serbest çalışan olarak iş yapabiliyorum, o yüzden işten ayrılmak zorunda kaldım.
Buraya geldiğimden beri muhasebeydi, websitesiydi, kartvizitti, vergi kayıtlarıydı, bilmem neydi şeklinde uğraşıp duruyorum. Hepsini hallettim, ama bir türlü serbest meslek kulvarındaki ilk işimi bulup siftah edemedim. Şu ana kadar ajans türü bir yerde çalışmadığım, hep kurum içi iletişim bölümlerinde çalıştığım için müşterilerimi alıp götürme şansım da olmadı. eBay gibi insanların işlere teklif verdikleri siteler sayesinde iş bulmaya çalışıyorum. Saatlik ücretimi ne kadar düşürürsem düşüreyim işleri hep Pakistanlı, Bangladeşli, doğru düzgün İngilizce konuşamayan ve benim bir saatlik ücretim karşılığı 10 saatlik iş yapan tipler kapıyor. Benim onların çalıştığı fiyata iş yapmam mümkün değil, kimseye de kendimi sömürttürmem zaten o şekilde.
İş bulmanın alternatif bir yolunu bulmam gerek. Freelance çalışan ve tavsiyesi olan varsa lütfen bir comment bıraksın!
Haftaya yine Türkiye'ye gidip bir tatil daha yapacağım, birkaç haftalığına iş kurma muhabbetlerimi halletmek için Londra'ya geldim. Bilmiyorsanız özetle durumum şu: İngiltere'ye taşındığımdan beri çalışma vizelerine başvurmak için gereken koşulların çok sıkılaşması sonucu ülkede kalabilmemin tek yolu olan Ankara Anlaşması'na başvurmak durumunda kaldım. İki kilo belge hazırladıktan ve iş planım için bir sürü para bayıldıktan sonra vizeye başvurdum ve dört buçuk aylık bir bekleyiş sonucu vizem çıktı. Bu vizeyle sadece serbest çalışan olarak iş yapabiliyorum, o yüzden işten ayrılmak zorunda kaldım.
Buraya geldiğimden beri muhasebeydi, websitesiydi, kartvizitti, vergi kayıtlarıydı, bilmem neydi şeklinde uğraşıp duruyorum. Hepsini hallettim, ama bir türlü serbest meslek kulvarındaki ilk işimi bulup siftah edemedim. Şu ana kadar ajans türü bir yerde çalışmadığım, hep kurum içi iletişim bölümlerinde çalıştığım için müşterilerimi alıp götürme şansım da olmadı. eBay gibi insanların işlere teklif verdikleri siteler sayesinde iş bulmaya çalışıyorum. Saatlik ücretimi ne kadar düşürürsem düşüreyim işleri hep Pakistanlı, Bangladeşli, doğru düzgün İngilizce konuşamayan ve benim bir saatlik ücretim karşılığı 10 saatlik iş yapan tipler kapıyor. Benim onların çalıştığı fiyata iş yapmam mümkün değil, kimseye de kendimi sömürttürmem zaten o şekilde.
İş bulmanın alternatif bir yolunu bulmam gerek. Freelance çalışan ve tavsiyesi olan varsa lütfen bir comment bıraksın!
Subscribe to:
Posts (Atom)