Farkına vardım ki tek başıma yaşamak bana iyi gelmiyor. Tek başıma olmak beni depresifleştiriyor. Depresifleştiriyor derken Bağdat Caddesi'ndeki evimde yaşarkenki gibi değil, sadece regl dönemimde falan akşamları evde tek başıma otururken iyice duygusala bağlıyorum. Şu ana kadar ne zaman tek başıma yaşasam, ya da ev arkadaşım eve uğramayan bir tip olsa, böyle oldum. Evde birinin varlığı inanılmaz etkiliyor insanın ruh halini. Tek kelime muhabbeti olmayan biri bile olsa yan odada birinin olduğunu bilmek, onun MSN ya da müzik seslerini duymak insanın kendini yalnız hissetmesine engel oluyor.
Londra'daki ev arkadaşım, o Amerikalı çocuk, süper iyi geliyordu bana. Ne zaman moralim bozulsa yanına giderdim, "Ben bugün biraz kötüyüm derdim", işini gücünü bırakır ve "Sana bir içki lazım" diyerek elime bir bardak Gentleman Jack tutuştururdu. Beni dinlerdi, sonra bana saçma sapan şeyler anlatırdı uzun uzun, müzik dinletirdi, Youtube'da bir şeyler izletirdi. Onu gay bara götürecektim ama yalan oldu. Çok özlüyorum hem onu, hem Londra'yı. Hayatımda hiç o kadar iyi anlaştığım bir ev arkadaşım ya da kendimi o kadar ait hissettiğim bir şehir olmadı.
Bundan sonra tek başıma yaşamak falan istemiyorum kesinlikle.
Dün yine uzun süredir izlemeye niyetlendiğim ama izlemediğim bir filmi izledim: Sarah Waters'ın aynı adlı romanından uyarlanan Affinity.
Ben normalde mutlu sonla bitmeyen filmleri pek izlemem. Sarah Waters'ın hiç bir romanı pek mutlu olmadığından bunun da mutlu biteceğini sanmıyordum, ama bu kadar depresif bir film beklememiştim. Yine de tavsiye ederim izlemeyenlere.
PS. Başroldeki kadın çok, çok güzeldi. Uzun boylu brunette'lere fena zaafım var. Ve çıkık elmacık kemiklerine. Sert yüz hatlarına.
Dün akşam izlediğim film beni baya etkiledi. Bugün en olmadık anlarda ağlarken yakaladım kendimi. PMT modunda olmam, bayramı tek başıma geçiriyor olmamla birleşince birden bir kötü oldum. Ve staja başladığımdan beri Cumartesi akşamı işten eve gelip Pazartesi sabahına kadar hiç çıkmamak üzere insan yüzü görmeden tüm zamanımı evde geçirdiğim olmamıştı.
Beni crush insanıma bağlayan bir ip var ve ben uzaklaştığım zaman o ip rahatsız edici derecede geriliyor gibi hissediyorum, aklım hep onu göreceğim yerlerde kalıyor o yüzden. Onu görme ihtimalim olmayan her dakika boşa geçiyor gibi geliyor, o yüzden gayet ev kuşu olan ben, evde oturmak istemiyorum hiç.
Eğer bir tür ilahi güç varsa evrende, rica ediyorum şu işe bir el atsın, istediğimi oldursun.
Taksim'e "Women Club" adlı yeni bir yer açılmış. Her ne kadar infosunda "kadınlar için" falan türü bir şey yazmasa da ben isimlerinden hedef kitlelerinin kadınlar olduğunu çıkardım. Sonra Facebook'ta mekanda çekilen fotoğraflara baktım, go-go boy'lar falan vardı. Gay kadınlar için açılan bir mekanda neden erkekler dans ediyor bilemiyorum. Ayrıca fotoğraflarda en az 5-6 tane orta yaşlı kel erkek gözüme çarptı. Kadınlara hitap eden gay bir mekanda, hetero ya da gay, erkeklerin ne işi var anlamıyorum. Kadın arkadaşlarıyla gelenlere bir lafım yok da, gerisi ne yapıyor? Bir tür reverse fag hag'lik (sürekli gay erkeklerle takılan, "ayy canım ne şekersin sen" yapan hetero kadın modeli) örneği mi? Ya da saçma sapan bir "Olur da belki birini eve götürürüm" mantığı mı? Hayal mı görüyor bu adamlar? Oradaki kadınlardan birinin size dönüp bakma olasılığı dirseğinizde birden bir adet göt deliği belirme olasılığından daha düşük, farkında değilsiniz herhalde.
Bir de nedense bu ülkede gay mekanlar kendilerine "marjinal" diyor. Yok marjinal eğlence, yok marjinal gece kulübü falan. Ve içerideki kitle de, snobluk gibi olmasın ama, hayatta yaptığı en marjinal şey Serdar Ortaç'ın son şarkısının sözlerini henüz ezberleyememiş olmak olan bir insan grubu. Butchluğu maçoluk zanneden mi ararsınız, hala aktif-pasif roller gibi salak salak şeylerle uğraşan mı, maço kız arkadaşına "kocacım" diye hitap eden turuncu fondötenli kadınlar mı. Heteroseksizm ve heteronormativite heteroseksüel bile olmadıkları halde hepsinin içine işlemiş. Ne marjinalliği, LOL demek istiyorum kendilerine. Açık açık "gay bar" demek yemiyor herhalde.
İstanbul'a acilen fena halde upscale bir gay bar lazım. Cuma ya da cumartesi gecesi içeri erkek alınmayan (ya da bir bölümü sadece kadınlar için olan), girişi şöyle 30-40 lira olan, dolayısıyla içeride kariyer sahibi, düzgün insanlar barındıran bir mekan (evet, snob alert). Ve diğerleri gibi eski bir binanın bilmemkaçıncı katında olmayan, giriş katında olan ve girişinde alnının akıyla kocaman bir gökkuşağı dalgalandıran. Doğru düzgün müzik çalan.
Çünkü ben hiç alternatif olmadığı için binaların üst katlarına gizlenen, Tekel vodka içilen, Demet Akalın dinlenen ve cinsel yönelimimden başka en ufak bir ortak nokta sahibi olmadığım, sosyokültürel olarak ayrı dünyaların insanı olduğum tiplerle dolu mekanlara gitmek zorunda kalmak istemiyorum.
Biraz önce yıllardır izlemeye niyetlendiğim, ama bilgisayarımda uzun süredir duruyor olmasına rağmen nedense bir türlü izlemediğim If These Walls Could Talk 2'yu izledim. Bilmeyenler için, farklı zaman dilimlerinde yaşamış üç lezbiyen çiftin hikayesini anlatan ve *bir sürü* tanıdık ismin rol aldığı bir film. 1960'lı yıllarda yaşayan, 60-70 yaşındaki çiftin olduğu ilk bölümden etkilendiğim kadar bir filmden etkilenmemiştim uzun zamandır. Böyle başladığı gibi ağlamaya başlayıp yarım saat aralıksız ağladığım diğer tek film A Single Man'di. 70'lerde geçen ikinci bölümde de gözlerimin dolduğu sahneler oldu. Ve malesef Amerikan lezbiyen scene'i için çok geçmişte kalmış olan o "Butchlar kendini erkek sanıyor" saçmalığının ülkem ortamında hala yaşaması sinirime dokundu. Keşke insanlar böyle salakça önyargıları aşıp büyüseler artık. Neyse. En azından üçüncü segment mutluydu.
İkinci bölüme bayıldım özellikle. Chloe Sevigny ve Michelle Williams çiftinin birbirlerine ne kadar yakıştığından ve aralarındaki elektriğin ne kadar inandırıcı göründüğünden bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir de Chloe Sevigny'e o butch görünüm bence her zamanki halinden daha çok yakışmış.
İzleyin.
PS. Film boyunca 21. yüzyılda yaşadığıma şükrettim.
Uzun süre aradan sonra yine online alışveriş moduna geçtim. Yemeksepeti'nden verdiğim bir sipariş sayesinde bir pırlantacıdan 50TL indirim çeki kazanmıştım. Onu çok cici bir pırlanta yüzüğe harcadım. Ve aşırı ucuza geldi. Ayrıca bir de Penti'nin internet satışı olduğunu fark edip mutlu oldum. Normal külotlu çorapların bacak ve bel kısmı fazla kısa geliyordu bana, Türkiye'de pek çorap bulamıyordum. Annemin en son Marks and Spencer'dan benim için aldığı bir çoraba 50TL verdiğini görünce işe bir el atmaya karar verdim. Sonuç olarak Penti'nin sitesinde normalden daha büyük çorapların 7-8TL'ye satıldığını gördüm, sipariş verdim. O da gelir yarın.
**
Birisi bloguma "Katherine Moennig'e benziyorum" diye aratarak gelmiş. Gel tanışalım dedim görünce refleks olarak.
Bazen keşke daha girişken olsaydım diyorum. Heyecanlanınca gerçekten kalakalıyorum çünkü, aklımdan çok şey geçse de ağzımdan tek bir kelime çıkmıyor. Sonra aklıma binlerce şey geliyor, "Keşke bunu deseymişim" diye.
Boğaziçi'nde açılan Starbucks'ı protesto için böyle bir şey dağıtılıyormuş kampüste.
Nedense insanlara Starbucks çok batıyor bu ülkede. Ya da Starbucks değil de, genel olarak "lüks" kabul edilen şeylerden bahsedilmesi batıyor diyelim. Ekşi Sözlük'te ne zaman Starbucks'la, Harvey Nichols'la, pahalı bir çanta markasıyla ilgili bir şey yazsam kötüleniyor mesela. Gerçekten kedi-ciğer muhabbeti, başka şey değil.
Şimdi bu Starbucks-CocaCola-kapitalizm-tü kaka insanları sanki kapitalizmin dışında mı yaşıyor? Hiç bir çok uluslu şirketin ürünlerini tüketmiyorlar mı? Tek uluslu ya da yerli firmaların ürünleri kapitalist ekonomiye dahil değil mi? Bu ilanı bastıran tipler bilmemne köyünde kendi tarlalarında kendilerini doyurmaya yetecek kadar sebze ekip, topluma dahil olmadan bir komün hayatı falan mı yaşıyorlar?
O bahsettikleri 1 liralık kantin kahvesi çok uluslu bir şirket olan Nescafe'nin üçü bir aradası değil mi?
İnsanların zihniyetini en ufak bir şekilde etkilemeyecek, buruşturulup çöpe atılacak bir ilan için bir sürü ağaç kesilmesine neden olup, cebinden baskı parası ödemek kahveye 6 lira ödemekten daha büyük bir kerizlik değil mi?
Onu da geçtim, sana ne kardeşim benim kahvemden? Belki para içinde yüzüyorum, o para cebimde ağırlık yapıyor, kahve 6 değil 60 lira olsa beni rahatsız etmiyor. Belki maddi durumum senden daha kötü, ama bütün hafta para biriktirip 5 gün boyunca çalışmamın hediyesi olarak kendime Starbucks'tan kahve ısmarlıyorum. Belki tadı hoşuma gidiyor. Belki bedava internete ihtiyacım var. Belki o sakin ortamına bayılıyorum. Belki evime, iş yerime, okuluma en yakın mekan. Belki Starbucks kahvesi içince götüm o derece kalkıyor ki orgazmik hissediyorum. Sana ne yani? Anlamadım gerçekten.
Bırak sen kantin kahveni iç, ben Starbucks'ta tall Americano'mu içeyim.
PS. "Vermekten dolayı" ifadesinde anlatım bozukluğu var sanki.
Starbucks'tan bahsetmişken, dün acayip ötesi bir rüya gördüm.
Kuzenimle Londra'ya gitmişiz. Benim ev tutmam gerekiyor, ama nedense gitmeden tutmamışım. Oradaki eski evime gidiyoruz, bakıyoruz falan, evi kiralayan emlakçılar değişmiş. Tacizci bakışlı herifler gelmiş yerlerine. Canımızı zor kurtarıp kaçıyoruz. Kuzey Londra'da alakasız bir kamp yerine gidip, çadır kuruyoruz. 2 gün kalıyoruz, bir bakıyoruz geceliği 64 pound'muş. "Oha" diyorum, "o paraya otelde kalsaymışız keşke." Neyse, ödeyip Central London'a geliyoruz. Kuzenime diyorum ki, "Starbucks'a gidelim, benim Starbucks kartım olduğu için bedava internete girebiliyorum, orada nete girip kendimize bu gece kalacak ev buluruz. Hem de canım Mango Frappuccino çekiyordu günlerdir." Ama biliyorum, hemen o gün taşınacak ev bulmamız zor. Arkadaşlarımın çoğunun evi merkeze uzak olduğu için onlarda kalmak istemiyoruz. Aklıma şöyle bir fikir geliyor: "En olmadı gider, St.Paul'ü işgal eden Occupy London protestocularının yanına çadır kurup onlardan biriymiş gibi yaparız ev bulana kadar." Sonra nasıl olduysa BFI'da bulduk kendimizi. Lindsay Lohan'in koyu kızıl-kahve saçlarla, kırmızı rujla ve siyah bir korseyle sahnede oturup sigara içtiği, "Denizde daha çok balık var" türü İngilizce sözleri olan bir şarkı söylediği bir tür konser videosu sahneleniyordu. Sonra uyandım.
Çok acayip bir akşam geçirdim. İş gününün tamamını bir "blur" şeklinde geçirdikten sonra Taksim'de kuzenimle buluştum. Ekvator Cafe'ye yemek yemeye gittik.
Mekanın oturduğumuz katında bizden başka kimse olmamasına rağmen ve geldiğimizi gördüğü halde 5 dakika sonra gelen Garson 1, "Menü vereyim mi" diye sordu. Aklımızdan "E heralde" diye geçirip gayet durumu garipsedik. Sonra sipariş verdik, adam "Tamam" dedi ve gitti. Bir kola, bir bira, bir tavuklu fajita ve bir burgerden ibaret olan siparişimizi aklında tutamamış olacak ki, biraz sonra gelip "Sizin siparişleri bir daha alabilir miyim" dedi. O sırada kendisine Foursquare'de check-in yapanlara fındıklı vodka shot hediye etme kampanyaları olduğunu hatırlatarak shot'larımızı istedik. Adam neden bahsettiğimiz anlamadı. Garson 2 geldi, ona da anlatmaya çalıştık, anlamadı. En son bir tür işletmeci olduğunu tahmin ettiğim bir adam geldi, o ne dediğimizi anladı. Ancak 10 dakika sonra ne shot'larımız, ne de içeceklerimiz gelmemişti. "Bizden başka insan yok, neden içecekler hala gelmedi" diye düşünerek bara baktım, 2 tane garson oturmuş sohbet ediyor ve mekanın kapalı olmasına rağmen sigara içiyorlardı. Neyse, sonunda içkiler geldi. Yarım saat sonra falan da yemek geldi. Tavuklu fajitam beef fajitaya dönüşmüştü. Geri gönderip bir yarım saat daha beklememek için sesimi çıkarmadım. Shot'lar bu arada hala gelmemişti, bilmemkaçıncı kez hatırlattıktan sonra yemeğin sonuna doğru geldi. Yedikten sonra hesabı istedik, bir baktım Garson 1 adisyona en başından direk beef fajita yazmış, ve arada 5 lira fiyat vardı var. Hesabı getiren Garson 2'ye hata yapmış olduklarını söyledim. Bana hiç bir cevap vermedi, sadece kafasını yana yatırarak "Ee napalım, ödeyin artık hadi" modunda sırıttı. 3-4 kere itiraz ettik, her seferinde aynı sırıtış ve elini uzatıyor kredi kartını verelim de makineden geçirsin diye. O sırada Garson 1 geldi, ona da durumu anlattık. "2 kere tavuk fajita dediğimiz halde beef getirdiniz, zaten bir içecek bile 15 dakikada geldi, yemek 40 dakikada geldi, biri yer biri bakar modunda geri gönderip bir o kadar daha mı bekleseydik" dedik. Adam kesinlikle hatasını kabullenmeyerek "Onu yemek gelince söyleyecektiniz" falan dedi. Servisin çok yavaş olduğunu ve beklemek istemediğimizi bir daha hatırlattık, "Fiyat farkı olduğunu düşünmediğimiz için bir şey dememiştik" dedik. Bu sefer adam bize "Hayır fajita 15 dakikada geldi, içecekleri de yemekle birlikte getirmek için özellikle beklettik" dedi. "Bana 'İçecekleri önden mi getirelim, sonra mı' diye sordunuz mu, hem bizden başka insan bile yok, fıçıdan bir bira doldurup getirmek nasıl 15 dakika sürer" dedim. Bu sefer adam direk gözümün içine kadar dibime girip gayet kabadayı ve küstah bir tavırla "Sen ne anlarsın burada işlerin nasıl yürüdüğünden" türü kaba ötesi bir laf etti. Tam bir mahalle kabadayısı tavrıyla. Ben o farkı ödememekte ısrar ettim, adam iyice kabalaştı, o sırada işletmeci olduğunu sandığım insan geldi, garsonu kenara çekerek "Kavga mi edeceksin insanlarla, ne yapmaya çalışıyorsun" falan dedi. Garsonlar bir özür bile dilemeden ortadan kayboldu, işletmeci özür diledi ve farkı hesaptan düştü. Ödeyip çıktık.
Ben bir daha böyle bir mekana hayatta adım atmam. Kuzenim de atmaz. Umarım bunu okuduktan sonra siz de atmazsınız.
Dünyanın uygar ülkelerinde müşteriye çalışanların hatası sonucu yanlış yemek gelirse, o yemeğin parası alınmaz. Müşteri o yemeği yer ya da geri gönderip doğrusunu bekler, ama para ödemez. Medeni ülkelerde yaptıkları hata garsonlara belirtildiği zaman "Kusura bakmayın, hemen halledelim" derler. Müşterilere "Bir tokatlamadığın kaldı" dedirten mağara adamı tavırlarında bulunmazlar. Ve son olarak müşterisine saygı duyan işletmeciler, böyle adamları çalıştırmazlar. Böyle tatsız bir şeye maruz kalan müşterilerine özür amaçlı "Ödemeyin, ikramımız olsun" derler. Hadi yemeği ikram etmeyecek kadar para derdindelerse, bir içki ikram ederler bari ki müşteri mekandan soğumasın.
Ama nerede..
Neyse, sonra Kafe Pi'ye ve ardından Bigudi'ye gittik. Yanımda Avusturyalı bir arkadaşım vardı. Gece boyunca 4928 tane insan yanımıza gelip "Sevgili misiniz" diye sordu. Ne alaka bilmiyorum. Sonra bunu sormaya gelenlerden biri "Hayır" cevabımın üzerine "Karşıda oturan arkadaşım senden hoşlanmış ama Balık burcu olduğu için gelmeye çekiniyor" dedi. Kimsenin kalbini kırmak istemediğim için biraz-arkadaşça-konuşur-sonra-ilgilenmediğimi-belirtirim diye düşündüm ve böyle arkadaş göndermeyi ilkokul işi bularak "Neden kendi gelmiyor" dedim. Kız bunu iletmeye gitti, sonra geri geldi. "Utanıyor o, Balık burcu ya, sen gel" dedi. Bunun Balık burcuyla alakasını anlamadığım halde "Ben de üşeniyorum, Yengeç burcuyum ya, gelemem, arkadaşlarımla oturuyorum görmüyor musun" dedim. O sırada arkadaşlarımdan biri "Bir problem mi var" diye olaya dahil oldu. Masamıza gelen kız "Arkadaşın arkadaşıma bakıp duruyormuş iki saattir, şimdi de naz yapıyor" türü bir laf etti. Benden ve benden hoşlanan insandan gayet alakasız olarak yanımıza gelen maço ötesi kızla arkadaşım dışarı çıkıp tartışmaya başladılar. Sonra hoşlanan insan yanıma gelip arkadaşının sarhoş olduğunu söyleyerek özür diledi ve maço kızı alıp gitti.
Çok bizarre bir olaydı.
Gerçekten "bakıp durmuyordum" kesinlikle. O kız yanıma gelene kadar karşı masada oturan insana dikkat bile etmemiştim, o karanlık ortamda görmem mümkün değil zaten. Öylesine özellikle birine bakmadan etrafıma bakınıyordum, barlarda herkesin yaptığı gibi. O insan da bunu "bana bakıyor" olarak algılamış sanırım. İlginç.
Bu kadar aksiyona rağmen uzun süredir dün geceki kadar eğlenmemiştim. "1'e kadar dayansam da arkadaşıma ayıp olmasa bari" diyen ben 2 tane 70'lik, 2 fındık vodka, 4 Long Island, 2 Jack Daniel's ve 3-4 tane ne olduğu belirsiz shot kombinasyonuna isyan eden midem yüzünden eve dönmek zorunda kaldığımda saat 4'tü. Çok, çok eğlendim Isabelle ile. Ve birkaç farklı kişinin gelip benimle muhabbet başlatmaya çalışması da egoma iyi gelmedi desem yalan olur.
Alakasız bir şekilde dün 4 yıldır falan görmediğim bir arkadaşımı gördüm Bigudi'de, onun masasına oturduk. Masadaki diğer 2 kişiden biriyle aynı yerde çalışıyormuşuz. Dünyanın küçüklüğüne oha diyorum bazen.
Orta sonda Mavişehir'den Güzelbahçe'ye olan uzuuun okul yolunda çok dinlerdim bu şarkıyı. Aklıma geldi bugün.