Tuesday, 18 January 2011

please lift a hand, i'm only a person

Sözlükte "aldatma ihtimali olan sevgili" başlığına "dünyadaki bütün insanları kapsayan kategori" yazışım baya kötülendi sanırım. Sonra da "Ben asla aldatmam, iftira" konseptli bir mesaj aldım.

İnsanlar hayal dünyasında mı yaşıyorlar ne? Cynical olmak istemem ama öyle. Dünyadaki *her* insanın aldatma potansiyeli vardır. 10 yıllık aktif ilişki hayatında aldatmadığı/aldatmayı düşünmediği tek bir insan olmamış birisi olarak kendimden biliyorum. Ben Yengeç burcu, hopeless romantic halimle böyleyken diğer insanların bana gelip "Ben hiç birini aldatmadım, aklımın ucundan bile geçmedi" demesi inandırıcı gelmiyor. Henüz yapmamış olabilirsiniz, ama mutlaka düşünmüşsünüzdür (düşünmek aldatmak mıdır konusuna girmiyorum bile).

Bir çok kez de aldatıldım (şu ana kadar beni aldatan 3 kişi biliyorum ama daha vardır eminim). "Çok pişmanım, nolur affet" dedikten sonra affettiğim ve birkaç ay sonra tekrar aldatan da oldu, beni salak yerine koyup "Yok öyle bir şey, saçmalama" diye inkar eden ve aldattığı sonradan gün gibi ortaya çıkan da oldu, "Sevgilim beni en yakın arkadaşımla aldatıp sonra da onun için terk etti, o kadar kalbim kırıldı ki ben asla kimseyi aldatmam" dedikten sonra aylarca beni aldatan da oldu. Ben de bu insanların hepsini aldatmış mıydım aldatılmadan önce, evet (sadece onlar bunu hiç bilmediler). Monogamy'e sıçayım zaten o yüzden. Ne gereksiz şey.

Dün çok garip bir gündü. Sabahın 8 buçuğunda kalkıp 11'de essay teslim etmem gerekiyor diye okula gittim. Sonradan fark ettim ki bu dönem o dersin essay teslim saati 3-4 arasıymış. Ben de kütüphaneye gidip diğer essayimle uğraştım birkaç saat. Sonra 2'de dersim vardı. Ders başlayalı 5 dakika geçmeden yangın alarmı çalmaya başladı, bina boşaltıldı, dışarıda 15 dakika falan bekledikten sonra herkes tekrar dersine gitti. Ders tekrar başladığında yarım saat geçmişti çoktan, o yüzden yarım saat geç bitti. Dolayısıyla essay teslim etmeye gittiğimde saat 3.30 idi. Yarım saat sırada bekledikten sonra 4'te teslim edip eve doğru yola çıkabildim.

Goldsmiths'in essay teslim etme prosedüründen hiç hazzetmedim kesinlikle. Kent Uni'deyken essay teslim etmek için bir saat aralığı yoktu, atıyorum 17 Ocak saat 15.30'a kadar istediğiniz zaman teslim edebiliyordunuz; ister o gün teslim edin, ister 10 gün önce. Essaylerin bir kopyası basılmış olarak, bir kopyası da okulun internet sitesine upload edilerek teslim ediliyordu. Notlar da daha sonra internette açıklanıyordu.

Goldsmiths'de 2 tane basılı kopya istiyorlar, boşuna kağıt israfı. Yok her sayfaya öğrenci numarası yazılmalı, yok bilmemne şeklinde bir sürü kural varmış; ama adam gibi okulun internet sitesinde ya da derslerin syllabus'larında/bölümlerin handbook'larında essaylerin ne formatta yazılmasını istediklerine dair en ufak bir bilgi bulunmadığından ben o kuralları gayet ihlal etmiş bulundum. Dijital kopyayı da CD'ye yazdırılmış olarak istiyorlar, bu çağda hala CD kullanan mı kaldı, o da çok gereksiz. Notları öğrenmek için bölüme gidip bakmamız gerekiyormuş. 1 ay sonra falan açıklanmış olurmuş herhalde. 1 ay boyunca her gün bölüme gidip bakmamızı mı bekliyorlar, nedir? Onu da geçtim, essay teslim saati mi olur ya? Sırf oraya adam gibi bütün gün orada oturacak bölüm sekreteri almamak için böyle bir uygulamaya gitmiş Centre for Cultural Studies. Dolayısıyla eski üniversitemde teslim et-imza at-çık şeklinde 1 dakika süren essay teslim etme olayı burada sıra bekle falan derken 40 dakika sürüyor.

Sunday, 16 January 2011

i'll be a post-feminist in the post-patriarchy

Bu haftasonu Harrods Rewards card sahiplerine ekstra %10 indirim vardı. O yüzden sabahın köründe yataktan fırladığım gibi Knightsbridge'in yolunu tuttum. Ancak gittiğimde gördüm ki:

1- Harrods fena halde bir tourist attraction haline gelmiş. İçeride alışveriş yapmaya değil, sırf mekanı görmeye gelmiş, fotoğraf çekip duran, sırf Harrods poşediyle oradan çıkabilmek için 3-5 pound'luk şeyler alan bir kitle vardı.

2- Kapıda kürk ve deri karşıtı şeyler dağıtan ve içeri girip çıkanları taciz eden bir hayvan hakları aktivisti grup bekliyordu.

3- Harrods indiriminde hiç bir şey kalmamıştı, MbMJ indirim ürünleri 3-4 tane ancak ugly ass purse olarak tanımlayabileceğim iğrenç siyah çantadan oluşmaktaydı. Marc'cığımdan o kadar korkunç çantalar beklemezdim gerçekten, onların satılmamış olması normal tabii.

4- Bu kalabalığa ve çoğu insanın oraya alışveriş yapmak için gelmediğinin farkında olmalarına rağmen tüm çalışanlar inanılmaz ilgili ve güleryüzlüydü.

Eve elim boş gitmek istemediğimden kendimi Harrods'a 2 sokak mesafedeki Harvey Nichols'da buldum. Aşağıdaki çantayla birlikte eve döndüm.


İzlenimlerim:

1- Harvey Nichols girişleri çok kötü. Nerede üniformalı görevlilerin size kapıyı açtığı Harrods, nerede İstanbul'daki dandik bir AVM gibi girişleri olan Harvey Nicks.

2- Çalışanlar çok ilgisiz ve suratsızdı. Orada yarım saat falan çanta baktığım sürede bir tek kişi gelip ilgilenmedi, köşede sohbet edip duruyorlardı. "Salak mısınız, komisyon alacaksınız bana sattığınızdan" oluyor insan. "Pardon, şunu ödemek istiyorum" diye gidip birinin sohbetini bölmek zorunda kaldım çantayı alabilmek için.

3- Yine de felaket ucuz fiyatlara düşmüş çok sayıda ürün vardı, indirim başlayalı 3 haftayı geçmiş olmasına rağmen.

Çok mutlu oldum, çantama bakıp duruyorum.

Dün ayrıca Balenciaga çantamı 2. kez kullandığım gündü. Laptop'um dışında sahip olduğum en pahalı şey olan o çantayı en sevdiğim çantam olmasına rağmen kullanmaya cesaret edemiyorum. Bazen "Satsam en az 750TL getirir bana, neden dolabımda otursun aylardır" diye düşünüyorum, ama arada çıkarıp bakmak bile bana mutluluk veriyor. Yine de daha fazla kullanmak istiyorum, annemin "O kadar para vermişsin, bari o paranın hakkını çıkarana kadar tepe tepe kullan" sözleri geliyor. Biraz geç olacak ama 2011 resolution'ım o çantayı dilediğimce kullanabilmek olsun o zaman.

Her zamanki gibi yine Ritalin'imin etki etmesini bekliyorum. Bugünlerde Ritalin'in bokunu çıkarmış durumdayım. Öyle ki, sürekli olarak kafam yarı güzel ve ellerim titrer haldeyim. Ve nedense eskiden aklıma çok çılgın fikirler getiren, bana saatlerce yazdıran Ritalin artık eskisi kadar etki etmez oldu gibime geliyor.

Postfeminism essay'imle uğraşıyorum bu aralar. Günümüzde PF dışındaki feminist akımlara da hala rastlanabildiğini göstermem gerekiyor. Postfeminism örneği dolu popüler kültürde. 3rd wave'i de riot grrrl, sex positive gruplar ve queer-feminist gruplarla örneklendirdim. Ama 2nd wave örneği pek bulamadım; aklıma sadece Take Back the Night/Reclaim the Night türü mainstream kadın yürüyüşlerini düzenleyen gruplar geliyor. 2nd wave olarak sınıflandırılabilecek, erkeklerin kendilerine "feminist" demesinden hoşlanmayan, "women-only" eventler yürüyüşler vs. düzenleyen, fena halde aktivist olan, consciousness raising'e önem veren, striptiz klüplerine vs. sıcak bakmayan ya da "feminenliği" reddeden feminist gruplar geliyorsa aklınıza lütfen söyleyin.

Ev arkadaşım New York'tan döndüğünden beri fena sevgi pıtırcığı. Günde 3-4 kez odama gelip yatağıma oturuyor, saatlerce bir şeyler anlatıyor. Alışverişe gidince aldığı her şeyi deneyip bana gösteriyor, uzun uzun. Sürekli bana sarılıyor, ve "Akşam dışarı çıkıyoruz, sen de gelsene, uzun zamandır birlikte çıkmadık" modunda. Hatta Şubat başında Berlin-Venedik-Paris turu yapıyorlarmış 1 haftalık, beni de davet etti. Sırf yol parasına 350 pound veresim olmadığından, 18-19 yaşında deli gibi içen/takılan/sürekli kafası güzel gezen 3-4 erkeğin çılgın yaşantısına 1 hafta boyunca ayak uydurabileceğimi sanmadığımdan ve benim dönem ortası tatilimle onlarınki denk gelmediğinden yani 1 hafta okulu ekmem gerekeceğinden hayır dedim, ama içimde kalmıştı.

Ondan hemen sonra babam aradı, "Şubat ortası Roma'ya gidiyorum haftasonu için, gelsene" diye. Gidesim var. Karar vermem lazım bugün. Bir yandan 2 gün için bilmemkaç saat havaalanına git, bekle, 2.5 saat uç, oradan yine bilmemkaç saat şehir merkezine git falan üşeniyorum. Diğer yandan en sevdiğim mutfak olan İtalyan mutfağının tadı en güzel İtalya'da çıkıyor, ve babamla gittiğim yerlerde tek başıma yaptığım gezilerin aksine istediğim gibi para harcayabiliyorum. Babamı da özledim hem.

Keşke, zaman şöyle bir dursa 1-2 gün, biraz kafamı dağıtsam, essay'imi bitirsem, Roma işini halletsem. Of.

Wednesday, 12 January 2011

take lots with alcohol

TAPDK'nin yeni alkol satışı yönetmeliğini şimdi gördüm. Yok deniz kenarlarındaki restaurantlarda alkol satılamazmış, yok 24 yaş altının bulunduğu organizasyonlarda ve konserlerde alkol satışı yasakmış. Yakın gelecekte alkolü toptan yasaklamaya kalkarlarsa hiç şaşırmam. Böyle klişe bir muhabbet yapmak hiç istemiyorum; ama Türkiye'nin şu anki gidişatından da, böyle salak saçma şeylerle insanın sinirini bozan iktidar partisinden de, o partiye oy veren akıl fikir yoksunu insanlardan da ifade edemeyeceğim derecede tiksiniyorum. Bu yüzyılda hala böyle prehistorik düşüncelerin bu kadar geniş bir destek bulabilmesi Türkiye'de insanların gerçekten ne kadar eğitimsiz olduğunu gösteriyor (eğitimsiz dediğim insan grubu söz konusu partiye oy veren üniversite mezunu insanları da kapsıyor). Alkol bu kadar sinirinize batıyorsa içmeyin kardeşim, size ne başkasının alkol tüketiminden?

Geçen yılki referandumda çevremdeki yüzlerce insan arasında "Evet" oyu verdiğini söyleyen iki kişiyle karşılaştım. Birisi "Akepe iktidara geldiğinden beri daha çok para kazanıyorum"cu biriydi, ikincisi ise "Yetmez ama evet"çilerdendi. Bu zihniyeti "Akepeci olduğum için evet"çilerden çok daha fena buluyorum. Çünkü çoğu "You should know better" denesi derecede eğitimli, bilgi sahibi insanlar. Türkiye'nin "liberalleşiyor", "demokratikleşiyor" olduğunu bu ortamda insan nasıl düşünebilir aklım almıyor. Zaten demokrasi kavramında pek yokum, özellikle oyumun zamanını Fatmagül'ün Suçu Ne izleyen ilkokul mezunu tiplerle eşit sayılmasında ve dolayısıyla 21 yaşındaki halimle bile benden daha az kalifiye olan tiplerin beni yönetme hakkı sahibi olmasında hiç yokum. Meritokrasi ile yönetilen bir ülkenin hayalini kuruyorum.

Bu yasakların haberinin altına yazılan bir yoruma katılmadan edemedim:

"Durun bakalım daha yeni başlıyoruz... İstikrar arayanlar, "yetmez ama evet"çiler, II. Cumhuriyetçiler, liberal demokratlar hepinizin elbirliği ile batırıyoruz bu gemiyi..."

Tuesday, 11 January 2011

of urban life and the gender binary

Essay yazma çabalarıma yardımcı olsun diye Ritalin'imi almış etki etmesini beklerken dün aklıma gelen ama yazmaya üşendiğim bir şeyi paylaşmak istedim. Londra'ya döneli 24 saat oldu, ve içimde yok edemediğim garip bir his var.

İzmir'e gidişimin birkaç hafta öncesine kadar "Londra'da yaşadığım için çok mutluyum, burada Türkiye'de hiç keşfetmeye fırsatım olmayan yönlerimi sonuna kadar ortaya çıkarabiliyorum, ruhen beni çok besleyen bir şehir" diye düşünüyordum. Mezun olunca ne şekilde olursa olsun bir yolunu bulup kesinlikle burada kalmaya niyetliydim. Ama o kadar sakin, huzurlu ve mutlu bir zaman geçirdim ki; ilk kez İngiltere'ye "Keşke dönmem gerekmeseydi bu kadar erken" diyerek döndüm. Ve şimdi İzmir'de geçirdiğim o 3 haftayı özlüyorum. Türkiye'nin kendisini özlemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Her yerini bildiğim bir şehirde yaşamayı özlüyorum, annemle ve kedimle birlikte yaşamayı özlüyorum, çamaşır bulaşık fatura vs derdi olmadan yaşamayı özlüyorum, temizlikçimiz olmasını özlüyorum, her yere taksiyle gidip gelmeyi özlüyorum, yıllardır tanıdığım arkadaşlarımın olmasını özlüyorum, yılda bir taşınmamayı ve evime bağlanabilmeyi özlüyorum, "Seneye ne yapacağım, nerede yaşayacağım" sorusu olmamasını özlüyorum, bunların hepsini özlüyorum evet. Bunlar mekana bağlı özlemler değil. Keşke bunların hepsini Londra'da elde edebilseydim, keşke annem ve kedim burada olsaydı en azından. Hayat kusursuz olurdu o zaman.

Şimdi böyle diyorum ama, uzun süre Türkiye'de kalınca da Londra'yı özlüyorum. Şu anda bu kadar melankolik bir ruh halinde olmamın nedeni yeni gelmiş ve essaylerim yüzünden odama hapsolmuş bir şekilde Londra'nın sevdiğim yönlerinden uzak yaşıyor olmam. Buradan Türkiye'ye döndüğümde de, oradan buraya geldiğimde de ilk birkaç gün büyük uyum zorluğu çekiyorum. Her şey çok sürreal görünüyor gözüme. Sonra alışıyor, içinde bulunduğum şehrin tadını çıkarıyorum, özlemim çok nadiren kendini gösteriyor. En kısa zamanda hayatıma o "normallik" hissi geri dönsün istiyorum.

Facebook'ta arkadaşlarımdan birinin I Reject the Gender Binary türü bir gruba üye olduğunu gördüm az önce. Sanırım kendisinin gender binary'nin ne olduğuna dair ciddi yanılgıları var. Zira "Kadın dediğin kadın gibi görünmeli, butch'lar erkek gibi görünmeye çalışıyorlar, bence iğrençler" türü laflar gender binary'i reddetmek değil gidip orta yerine kurulup oturmak oluyor.

Bu bahsettiğim insanı severim, ama o tür laflar ettiğine denk geldiğimden beri ona bakışım değişti. Ayrıca Facebook'ta wall'una bir şeyler yazdığımda ve altına hiç tanımadığım halde bana laf atmaya çalışan eziklerin yorumları doluştuğunda bunları silmemesiyle de alakalı olabilir bu. Yorumu atan kişi ne kadar yaranmaya çalıştığım, beni sevsin istediğim biri olursa olsun ben birisi arkadaşımın duvarıma yazdığı bir şeye abuk subuk kavga çıkarmaya çalışıcı yorumlar atsa bunları kesinlikle silerdim. Ağzının payını da verirdim o insana, ama bu insanlardan çok şey beklemek oluyor galiba.

Sevdiğiniz insan sizin fikirlerinize çok ters düşen laflar etse (ölümüne faşist olsa mesela), ona olan sevginiz azalır mıydı?

Monday, 10 January 2011

on my way to london i see all kind of freak

10 saatlik yorucu ötesi bir uçak yolculuğundan sonra (thank you British Airways.. NOT!) Londra'ya adım atmış bulunuyorum sonunda tekrar.

British Airways'in direk Londra-İzmir rotası iptal edildiğinden bu sefer THY ile gidip gelmek zorunda kaldığımı yazmıştım. Londra'dan İstanbul'a gelişimden ne kadar memnun kaldıysam bu dönüş yolculuğunu da o kadar sevmedim.

Geçen sefer bindiğim her koltuğun arkasında kendi ekranı olan, her sırası 8 koltuklu, koltuk araları 1 km genişliğindeki süper uçağa kıyasla bugün bindiğim İstanbul-Londra uçağı dökülüyordu. Ondan önce bindiğim İzmir-İstanbul uçağı bile daha lükstü cidden. Dökülüyordu dediğim uçak benden yaşlıydı koltuklar bildiğiniz dipdibeydi, uzun boylu biri olsaydım herhalde bacaklarım ölmüş olarak inerdim uçaktan. Ayrıca içi çok pisti, insan uçuşlar arasında bir temizler. 500TL'ye tek yön Londra bileti satan bir havayolu olarak bunlara dikkat etmeliler en azından.

İşin en fena kısmı dünyadaki bütün öküzlerin benim koltuğumun etrafına toplanmış olmasıydı. İzmir'den aktarma yaptığımdan uçağa koştura koştura ucu ucuna yetiştim. O yüzden çoğu insan benden önce binmişti. Koridorun diğer ucunda oturan gerizekalılar hem kendi baş üstü dolaplarını, hem de bizimkileri doldurmuşlardı; o yüzden 4 saatlik uçuş boyunca o daracık koltuk aralığını bir de ayaklarımın dibindeki laptop çantam ile paylaşmak zorunda kaldım.

Önümde koltuğunu sonuna kadar arkaya yatıran, yemek verilirken bile "Rahatsız oluyorsanız kaldırayım" deme görgüsüne sahip olmayan iki öküz oturuyordu. O rahatlık yetmemiş olacak ki sürekli arka koltuğa kadar gerinip el-kollarını beynime sokmaya çalışıyorlardı. İnişte bile normalde yasak olmasına rağmen o koltuklar kalkmadı, ve bunu görmediği için hostese de sinir oldum. O da değil, herifler daha uçak durmadan telefonlarını açıp konuşmaya başladılar. Tiksinç.

Yanımda ne İngilizce, ne Türkçe konuşabilen; ve fena halde duş alması gereken bir adam oturuyordu. O da değil, geldiğimde kendisi benim cam kenarı koltuğuma oturmuştu, kalkmasını istemek zorunda kaldım. Başkasının yerine oturanlara sinir oluyorum.

Son olarak arkamda tüm yol boyunca çevresinde oturan ve tanımadığı herkesle konuşan bir adam oturuyordu. Korkunç bir Türk aksanıyla İngilizce konuşuyordu üstelik, yanında oturan Türk kadınla bile. Arada da dönüp diğer yanındaki İngiliz kadına o kulaklarımı tırmalayan aksanla "Siz İngilizler" ile başlayan tiksinç espriler yapıyordu. Hani birileri kendini çok utanç verici bir konuma düşürür de siz onun adına utanırsınız ya, öyle bir durumdu. Anladım ki ben Türk biriyle İngilizce konuşan Türkler'e sinir oluyorum. Hani 3-4 cümle konuşursun, araya birkaç kelime tıkıştırırsın, onu ben de yapıyorum da, "Bak ben İngilizce biliyorum" amacıyla sürekli olarak bunu yapanlar gerçekten komik duruma düşüyorlar. Genelde de aksanları çok fena oluyor.

Neyse, sonunda evime ulaştım. Dolapta bira ve cider dışında bir şey olmadığından aşağıdaki kebab shop'a gidip bir burger aldım. Onu yedim, nette bakınıyordum ki "Lisede 45 cm'lik haremlik-selamlık kuralı" başlıklı bu haberi gördüm. Ülkemde ne acayip, ne kafasız insanlar var gerçekten. Bence kızların sadece erkeklere yaklaşmasını değil, toptan herkese yaklaşmasını yasaklasaymış bu müdür. Eşcinsellik diye rezil bir yola düşüyormuş bazıları, ona da çare olur hem.

45 cm nedir ayrıca, yuvarlak hesap 50 yapsaymış. Elinde mezurayla ölçüyor falan mı ne?

Saturday, 8 January 2011

now is not the time for liberal thought

Az önce BBC'nin Bilgi'deki porno olayıyla ilgili bu haberini okudum.

Olayın kendisinden pek bahsetmeyeceğim, konuyla ilgili düşüncelerimi filmin yapımında rolü olanları destekliyorum ve okul yönetimiyle tepkili veliler bilmemneler sinirime dokunuyor olarak özetleyebilirim. Okul yönetimi, çünkü "Türkiye'nin özgür üniversitesi" olarak tanımladıkları okullarında özgürlüğün Ö'sü yok bariz, bunların hepsi laf. Ama biz bunu "Çok Avrupai ve liberaliz" imajı vermek için paravan LGBT Klübü kurdurup sonra "ÖSS yaklaşıyor, okulumuza gelmeyi düşünen homofobiklerin tepkisini çekmek istemiyoruz" diyerek klübün hiç bir etkinlik yapmasına izin vermeyip, sonra da zaten kapattıklarından biliyoruz. Veliler, çünkü üniversite gibi "yetişkin" insanların gittiği bir ortamı hala lise zannedip müdüre şikayet zihniyetinde olanlar var anlaşılan.

Haberde Türkiye'nin çoğunda alkolün yasak olduğu söylenmiş. Kullanılan ifade tam olarak "banned". Tamam, bazı yerlerde alkole karşı bir mahalle baskısı olabilir, ama Türkiye'de alkol ne zamandır kanunen yasak?

Asıl sinirime dokunan nokta oraya türbanlı kadınlarla dolu bir fotoğraf koyup altına "Bilgi Türkiye'nin en liberal üniversitelerinden biri olarak biliniyor" modu bir şey yazmış olmaları. Haberde de bu cümleyi yine tekrar edip "Türkiye'de üniversitelerde türban yasağını görmezden gelen ilk üniversitelerden biriydi" demişler.

Türbanın liberallik göstergesi haline gelmiş olması gerçekten içimi acıtıyor. Benim için özgürlük, insanın tamamen kendi iradesiyle, etkileyici faktörlerden uzak bir şekilde seçim yapabiliyor olması demektir. Türban takma seçimi bana kişi kendi seçimi sanıyor olsa bile toplum ve yetiştirilme tarzına bağlı bir yaratılmış rıza sonucu ortaya çıkan bir şey gibi görünüyor. Ortada gerçek anlamda bir seçim olduğuna inanmadığımdan, türbanın kadını özgürleştirici olduğunu kabul edemem. Zaten türban özgürleştirici ve güç simgeleyen bir şey olsaydı, erkekler kadınlardan çook daha önce türban takma işine el atmış olurlardı. Bu yüzden kadınları türbanlar altına gizleyen bir ideolojiyi desteklemenin liberallikle bir tutulmasını aklım almıyor.

this is what a feminist looks like

Gün geçmiyor ki bu ülkede karşıma beyinsiz birileri çıkmasın. Üyesi olduğum bir sitede kadının birinin bana mesaj atmasıyla başladı olaylar. Kadın 35 yaşında ve profilinde şunlar yazıyor:

"mumkunse her haliyle kadin olsun ama beni sakin kadin modelinde gormesin...sadece sosyal hayatta cinsiyetsizim:) bu demek degil ki, karsimdakinde aradigim kriter, sadece kadin olmasi..ben de herkes gibi bana benzeyenden olsun isterim, en azindan kafaca ve kisiliksel... okuma yazmasi olan, imla kullanan, hobileri olan, anlayan, algilayan, eglenceli, rahat, zorlama olmayan, kendi gibi olan, boylesi belki zor ama imkansiz degil"

Benimkinde sadece "Feminizmden bihaber insanlarla konuşmak istemiyorum" yazıyor.

İmlasever olduğunu belirttikten sonra aşağıdaki gibi bir yazım tarzı kullanmasını ironik bulduğumdan hatalarını düzeltmeden konuşmayı aynen kopyaladım:

Kadın: en güzel yaşlardır feminizm geyiklerinin yapıldıgı bu yaşlar. cocuk kalanlar ileri yaşlarda da sürdürür bu geyikleri...neyse maco bikac tipe takıldıgında ve zaman gectıgınde anlarsın bu feminizmin cinsiyetle şekillendigini ve aslında sorunun feminizm olmadıgını...

Ben: Maço tiplerden hoşlanmadığım kadar patronluk taslanmasından da hoşlanmam. Ne beni, ne de çocuk kaldığını iddia ettiğin insanları tanımıyorsun. Feminizm denen "geyik" var olmamış olsaydı "Sosyal hayatta cinsiyetsizim" gibi bir lafı edemezdin bile.

K: ooo, hayatta ne patronlujlar görceksin daha...kücük oldugun icin degil, gercekten bööle giderse hic gelişemicek fikirlerin olduguna dikkat cekmek icin yazdım...

B: Fikirlerimin ne olduğunu nereden bilebilirsin ki?

K: feminizm dıyorsun ya...olaya oradan başlaman yeterli..bi de onca lezbıyen filmi arasında en kötüsü olanın nikini secmen de başka bir durum göstergesi...

B: Feminizmin bilmemkaç tane türü var, kaldı ki biri kendini bir feminist akıma dahil görse bile aynı akım içindeki iki insanın fikirleri bir değil.

Nickimin film olan Eloise ile en ufak bir alakası yok, filmi izlemedim hiç ve siteye üye olduğumda film daha yapılmamıştı bile.

Hakkında en ufak bir bilgin olmayan ve bir kelime etmemiş olduğun bir insan hakkında varsayımlarda bulunup duruyorsun.

K: ne güzel işte bişiii biliyor ve karsındakini o şeyii bilmedigi icinde yeriyorsun, daha ne istiyorsun:)

B: Kimseyi yermiyorum, sadece oturup feminizmle ilgili konuşamayacağım insanlarla tanışma isteğim yok bu aralar. Hayatımda büyük yeri olan bir şey çünkü.

Hayatta en hoşlanmadığım insan modellerinden biridir bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar, varsayımlara dayanarak hiç tanımadıkları insanları yargılayanlar. 35 yaşına gelmiş birinin bu tür ergensi davranış biçimlerini aşmış olmasını bekliyor insan. Ama görünen o ki, bazı şeyler yaşa bakmıyor.

Bu bahsettiğim insanın ilk mesajındaki "Feminizm cinsiyetle şekilleniyor ve asıl sorun feminizm değil" yorumundan ve profilindeki "Cinsiyetsizim" ifadesinden asıl sorunun cinsiyet kavramı olduğuna inandığı izlenimini edindim. Eğer gerçekten argümanı "Asıl sorun patriarchy değil cinsiyet denen şeyin kendisi, feminizm de kadın kavramının iyice altını çizdiğinden ve ben kadın-erkek vs kavramlarının tamamen yok olması gerektiğine inandığımdan feminizm bana ters geliyor" ise anlayabilir ve hak verebilirim. Ben de cinsiyet rollerinin tamamen ortadan kalkmasını istiyorum, kadın ya da erkek diye bir şey olmayan ve dolayısıyla feminizme ihtiyaç kalmayan bir dünya ideal dünyam denebilir. Bir takım feministlerin bana katılmadığının ve "kadın" kavramından son derece memnun olduklarının farkındayım, ama benim feminizmimin nihai amacı cinsiyet rollerinin tamamen ortadan kalkması. Cinsiyet denen şey var oldukça asla eşitliğin elde edilemeyeceğini ve insanların kendilerine empoze edilen davranış kalıplarından tam anlamıyla kurtulamayacağını düşünüyorum.

Kısacası eğer söz konusu insan bana saçma sapan saldırmak yerine mantıklı bir şekilde düşüncesini açıklasaydı dediğine hak verebilirdim. Ama ne bana doğru düzgün bir açıklamada bulundu, ne de konuşma tarzı iki insanın da birbirini dinlediği mantık çerçevesinde bir fikir tartışmasına uygundu. Hayatımda ilk kez bu kelimeyi böyle bir durumda kullanacağım, ama öyle: Fail.

Wednesday, 5 January 2011

here she comes, miss amphipolis

Yeni laptop'um dün geldi. Küçüklüğüne ve hafifliğine bayıldım, ama kapalıyken pilinin şarj olmadığını fark etmek çok sinirimi bozdu gerçekten. Öyle şey mi olur ya, neden ki?

Yeni şeylere kolay alışamıyorum ben. Yeni bir bilgisayar, telefon, iPod vs alınca eskisinden daha üst bir model bile olsa nostaljik eğilimlerim yüzünden alışamıyorum uzun süre; gözüm eskisini arıyor. Sırf bu yüzden aylarca Internet Explorer yerine Chrome kullanmamakta ısrar ettim mesela, bilgisayarımın duvar kağıdı da 5 yıldır aynı, yeni laptop'uma bile onu koydum. Değişime ayak uydurmakta zorlanıyorum genelde.

Elif Şafak Urucu post'umdan sonra blog trafiğim arttı. Hatta Facebook'ta bir yerlerden konuyla ilgili post'uma ulaşıyor insanlar gördüğüm kadarıyla. Facebook'ta birileri link falan mı vermiş, merak ettim. Lütfen biri beni aydınlatsın.

Monday, 3 January 2011

i give in to sin because i like to practice what i preach

Sözlük'te bakınırken sabahtan beri sol frame'de "elif şafak urucu" başlığı gözüme çarpıyordu. "Elif Şafak soyadını değiştirdi de öldü kaldı falan mı ki 300 küsür tane entry yazılmış başlığına bir günde" diye düşünerek başlığı açtım. Öğrendim ki Bilgi Üniversitesi'nde birisi porno çekmiş, Elif Şafak Urucu da söz konusu pornoda oynayan kızın adıymış. Ahlak polisleri tarafından yazılan entryleri kötüledikten sonra bakayım dedim bu kız kimmiş. Google Images'de arattım. Sonra bir baktım ki, Elif Şafak Urucu benim yıllaaar önce Taksim'de Dirty'den Şafak olarak tanıdığım kızmış. Hatta 3 sene önce kendisi tamamen bir yanlış anlaşılma yüzünden beni "Seni var ya seni çok fena yaparım bennn" falan şeklinde tehdit etmişti. Dünya ne küçük.

Yaptığını takdir ettim yine de.

one's not enough

Bu yıl hayatımın en materyalistik yılbaşı dönemini geçirdim. Hayatımda hiç bir zaman bu kadar "fiyatlı" hediyeler almamıştım.

Bizim ailede hediye kavramı yoktur, ne yılbaşlarında ne de doğumgünlerinde. Yıllardır doğumgünümde annemden üstüne tek bir mum dikilmiş bir dilim Özsüt pastasından başka şey beklememeye alışmışımdır mesela. Ne lisede, ne üniversitede, hiç bir mezuniyetimde ailemden bir hediye aldığım olmamıştır. Alınırsa ufak şeyler alınır, pek maddi değeri olmayan.

Bunun birinci nedeni annemin özel günlerde hediye alma olayını "kapitalist tuzak" olarak görüyor olması. "Bana bu sene ne alıyorsun" diye şaka yaptığımda bile sinir olup "Niye, bir şey mi almam gerekiyor" tepkisi verir. Diğer neden ise zaten hayatımdaki her şeyin ailem (çoğunlukla annem) tarafından ödeniyor olması. Anneme hediye almıyorum, çünkü alsam bile parası onun cebinden çıkıyor. Annem bana hediye almıyor, çünkü zaten bilmemkaç milyar verdiğim Balenciaga çantalara kadar aldığım her şeyi sesini çıkarmadan o ödüyor. Bu durumda "hediye" kavramı anlamsız oluyor.

Bu sene nedense hem annem, hem de babam fena halde coşmuşlardı. İkisinden de hiç beklenmedik hediyeler aldım.

Yeasayer konserinde bozduğum dijital kameram çalışıyor olmasına rağmen tamamen dolu pilleri boş gösterir ve 10 dakikada kapanır hale gelmişti. Zaten karanlıkta çok kötü çekiyordu (flaşı fenaydı), ve yıllardır bir sürü konsere gidip doğru düzgün resim çekemeden ayrılmaya sinir oluyordum. O yüzden babamdan bir fotoğraf makinesi istedim. Fotoğraf makineleriyle şansım iyi değil. Ya bozuluyorlar, ya çalınıyorlar, ya da bir yerlerde sarhoş kafamla kaybediyorum. Son 4-5 yılda 2934829 tane makine değiştirdim. O yüzden pahalı makine istemiyordum. Babam da gider ortalama bir şey alır diye düşünüyordum, ama o gidip bulabildiği en pahalı Sony'i almış. Evet, kapkaranlık bir odada bile günlük güneşlikmiş gibi süper fotolar çekiyor, ama bazı insanların bir aylık maaşına denk gelen bir makineyle sokağa çıkmaya cesaret edebilecek miyim, emin değilim. Yılbaşında falan o riski almak istemeyip eski makinemi kullandım.

Bunun ertesi günü annemin yılbaşı yemeğimiz için eve gelmesini bekliyordum. Geç kaldığı için tüm yemeği ben pişirmek zorunda kaldım, ve thank the gods, hayatımdaki ilk roast dinner denemem facia ile sonuçlanmadı. Geç kaldığı için anneme sinir olmuş bir şekilde şarabı yarılamıştım ki annem "Sana hediye aldığım için geç kaldım" diyerek çıkageldi. Elinde yine bir aylık maaş ödenmiş bir pırlanta kolye. Kolyeye bayıldım mı? Evet. Ben bu kadar içen bir insan olarak onunla dışarı çıkmaya cesaret edebilir miyim? Hayır.

Bende böyle pahalı şeyleri kullanamama hastalığı var. Başına bir şey gelir diye korktuğumdan kullanmıyorum, ama onlar zaten kullanılmak için alınmışlar, değil mi? Evde sırf bu korku yüzünden kullanamadığım bir sürü çantam var. Dolabımın bir köşesinde bekliyorlar. Note to self: Bundan sonra onları kullan. Kullanılmıyorlarsa o para zaten boşa harcanmıştır.

Bir de iPod, dijital kamera, laptop vs. gibi şeyleri sonuna kadar kullanma huyum var. Her yeni model çıktığında elektronik/teknolojik ürünlerin değiştirilmesine sonuna kadar karşıyım, kullanılamaz hale gelene kadar kullanıyorum. Beni son model bir telefon, iPod, bilgisayar vs. kullanırken asla bulamazsınız. 5 yıl önce aldığım (evet, oha) Sony Vaio laptop'um ölmek üzere olduğunu son birkaç aydır göstermeye başlamıştı. O yüzden yeni bir laptop arayışı içindeydim son 2-3 haftadır. Sony takıntılı olduğumdan başka markalara bakmak bile istemiyordum, ama Sony'nin çoğu laptop'u 2.7 kg ve benim gibi sürekli yollarda olan biri için el çantasında hem 2.7kg'lık notebook hem de yanında bir minik netbook taşımak tam bir işkence oluyor. O yüzden daha hafif bir şey gerekiyordu. Sony'nin bulabildiğim tek hafif laptop'unun ise CD sürücüsü yoktu. O yüzden hafifliği mi önemli, cd sürücüsü olması mı ikilemi içinde bir süre geçirdikten sonra zaten external cd sürücüm olduğundan cd sürücüsüz ama hafif olanı tercih ettim. Bir kaç gün içinde elime ulaşacak, mega heyecanlı bekliyorum.