Bugünlerde Facebook ve türevlerindeki Küçük İskender merakı dikkatimi çekiyor. 2002 yılında o zamanlar Suzi ve Dilara isimlerinin benim için sahip olduğu önem nedeniyle aldığım Suzidilara bir daha okunmamak üzere kitaplığımın üst köşelerinde kendine yer bulduğundan beri Küçük İskender'le ilgili bir şey duymamıştım çevremde. Dolayısıyla bu yaz boyunca onlarca farklı insanın status update'inde kendine yer bulduğunu gördüğümde ne kadar şaşırdığımı tahmin edersiniz. İlk başlarda "Aa, ne kadar ilginç" ya da "Güzel yazmış" gözüyle baktığım bu olay daha fazla kişide gördükten sonra bayağılaşmaya başladı kafamda. Tıpkı Küçük İskender'in şiirleri gibi.
O yüzden Facebook'ta Küçük İskender alıntılayan insanları sevmediğim insan modelleri listesine dahil etmeye karar verdim.
Peki başka kimler var bu listede?
Dün gece aklıma geldi durup dururken, ne tür insanları severim sorusuna cevap veremiyorum. Ama ne tür özelliklere sahip insanlarla anlaşamadığımı çok iyi biliyorum. Bundan sonra bu tür sorular sorulunca direk buradan copy-paste yapabilirim hatta.
Sevmediğim İnsan Modelleri:
-Facebook'ta Küçük İskender alıntılayanlar.
-Facebook ve MSN'de kıro Türkçe pop şarkı sözleri alıntılayanlar.
-Kıro Türkçe pop şarkıları yaparak delicesine aşık olmayı kıro işi haline getiren Türk popçuları.
-Yürürken sigara içenler.
-Sabah uyanınca ilk iş sigara içenler.
-Topluluk içinde gösteriş yapmak için korkunç bir aksanla yabancı dil konuşmaya çalışanlar.
-Topluluk içinde bağıra bağıra biriyle ya da telefonla konuşanlar.
-Topluluk içinde uzun uzun telefonla konuşanlar.
-Sürekli tık tık tık mesaj atıp duranlar.
-Laf olsun diye her gün gördüğü ve günde 500 kere konuştuğu arkadaşlarıyla telefonda konuşup duranlar.
-Yemek yapmayı bilmiyor olmasını övünme kaynağı zanneden erkekler.
-Seksist ve kadın düşmanı olmayı övünme kaynağı zanneden erkekler.
-Homofobikler.
-Poposunu güçbela kapatan etekler ve acı çeke çeke giydiği topuklu ayakkabılarla kendini Sex and the City'den fırlamış "özgür kadın" zanneden female chauvinist pig'ler.
-"Erkek gibi sevişiyorum" diye kendini bir bok zanneden kadınlar.
-Takdir edilesi bir şey başarmışlığı olmadan kendini bir bok zannedenler, ukalalar.
-Kendini beğenmişler.
-Cool olacağım diye soğuk cevaplar verenler.
-Felsefi konuşacağım diye Serdar Ortaç şarkı sözü gibi konuşanlar.
-Arabesk muhabbetlere girenler.
-Fazıl Say'a "elitist" diyenler.
-Starbucks, McDonalds ve türevlerine bok atanlar.
-Kendi parası yetmediği için tasarımcı şeyler giyenlere bok atanlar.
-Hayvan sevmeyenler.
-"Kedi severim ama ona dokunduktan sonra bana dokunmadan elini yıka" diyenler.
-Türk gündüz kuşağı programları izleyenler.
-İnsanların İstanbul Türkçesi'nden başka şivelerle konuştuğu Türk dizilerini izleyenler.
-Kutsal Damacana ve türevi kıroluğu, görgüsüzlüğü komik bulanlar.
-Bir tartışmada aklına edecek laf gelmeyince karşısındakinin kişiliğine saldıranlar.
-Referandumda "evet" oyu verecek olanlar.
-Geçerli bir sebebi olmadığı halde referandumda oy verme zahmetine katlanmayacak olanlar.
-Türkiye'de %100 liberal bir rejimin olabileceğini sanan saflar.
-Ülkesinin siyasetinden ve olan biteninden bihaber olmayı marifet sananlar.
-Bilgisizlik ve ilgisizlikten dolayı apolitik olan insanlar.
-Kaybolduğunda yol sormayacak kadar inatçı olanlar.
-Her gay'e "Sen bana yavşarsın şimdi" zihniyetiyle bakacak kadar kendini beğenmiş ve küçük zihinli olanlar.
-Zenci, ibne, hacı, moruk, bilader, kardeşim, usta, karı, hatun kelimelerini kullananlar.
-Amına koymak, anasını sikmek, orospu gibi kadını aşağılayan ifadeleri küfür olarak kullananlar.
-Her cümlesinde lan olanlar.
-Garson tabağını aldığında ya da masasına bir şey getirdiğinde teşekkür etme görgüsünden yoksun olanlar.
-Garsona, taksi şoförüne, barmene, kasiyerlere vs. "sen" diye hitap edenler.
-Müşteriye "sen" diye hitap eden garsonlar, taksi şoförleri, barmenler, kasiyerler.
-İnternette yavşama mesajı attığı insana "siz" diyenler.
Say say bitmiyor bunlar ama aklıma bu kadar geldi şimdilik.
Friday, 27 August 2010
Wednesday, 25 August 2010
starbucks ve beleşçilik
Sözlük'te gördüğüm kadarıyla ülkemizdeki Starbucks'larda tuvalet kapısına şifre konması uygulaması bir çok insanı sinir etmiş. Hem bu konuda edecek çok lafım olduğundan, hem de sözlükte bu tür entry'leri anında zamanın ötesine gönderen bir kitle olduğundan orada yazmak yerine direk burada bahsetmeye karar verdim.
-Bu bahsettiğim kitle sözlüğün büyük kısmını oluşturuyor galiba. Ne zaman özel okullarla, Starbucks'la, Blackberry'yle, Harvey Nichols'la ve türevleriyle ilgili pozitif bir yorumda bulunsam anında kötüleniyor. Ne kadar düşünürsem düşüneyim bunun için mantıklı bir neden gelmiyor aklıma. Amerikan ya da kapitalizm karşıtlığı gibi ideolojik motivasyonları olan bir azınlık olabilir. Ama bu anti kitlenin çoğunluğu ulaşamadığı ciğere mundar demekten kaynaklanan bir burjuvazi karşıtlığı ile hareket ediyor bence.
-Bence bu şifre uygulaması süper olmuş. Yurtdışında çoğu ülkede olan bir uygulama. Onu geçtim, Türkiye'de bir restaurantta yemek yiyip tuvalete gidince kapıda peçeteci/kolonyacı teyze görünce kaç insan "Yemeğe bir sürü para veriyorum bir de sana mı vereceğim" diyor? Starbucks'ın tuvaletlerini sadece müşterilerinin kullanmasını istemesindeki -benim göremediğim- gariplik nedir? Orası bir iş yeri, kar etme amaçlı bir işletme. Siz dışarı çıktığınızda her çişiniz geldiğinde tuvaletini ücretsiz olarak kullanın diye her sokak başına şube açmış bir hayır kurumu değil. Siz kendi iş yerinizde her sokaktan geçenin suyunu kendiniz ödediğiniz, temizlik parası cebinizden çıkan tuvaletinizi hiç para vermeden kullanmasına izin veriyor musunuz? Evinizin kapısını günde yüzlerce insan "Pardon tuvaletinizi kullanabilir miyim, çok acil" diye çalsa "Tabii ki, buyrun" mu diyeceksiniz? Komik misiniz?
Dediğim gibi, süper olmuş. Bir mekana girip yiyip içecek paranız yoksa sokakta ne işiniz var zaten, gidin evinizde oturun.
Darısı Taksim Meydan'daki Burger King'in başına.
-Bu bahsettiğim kitle sözlüğün büyük kısmını oluşturuyor galiba. Ne zaman özel okullarla, Starbucks'la, Blackberry'yle, Harvey Nichols'la ve türevleriyle ilgili pozitif bir yorumda bulunsam anında kötüleniyor. Ne kadar düşünürsem düşüneyim bunun için mantıklı bir neden gelmiyor aklıma. Amerikan ya da kapitalizm karşıtlığı gibi ideolojik motivasyonları olan bir azınlık olabilir. Ama bu anti kitlenin çoğunluğu ulaşamadığı ciğere mundar demekten kaynaklanan bir burjuvazi karşıtlığı ile hareket ediyor bence.
-Bence bu şifre uygulaması süper olmuş. Yurtdışında çoğu ülkede olan bir uygulama. Onu geçtim, Türkiye'de bir restaurantta yemek yiyip tuvalete gidince kapıda peçeteci/kolonyacı teyze görünce kaç insan "Yemeğe bir sürü para veriyorum bir de sana mı vereceğim" diyor? Starbucks'ın tuvaletlerini sadece müşterilerinin kullanmasını istemesindeki -benim göremediğim- gariplik nedir? Orası bir iş yeri, kar etme amaçlı bir işletme. Siz dışarı çıktığınızda her çişiniz geldiğinde tuvaletini ücretsiz olarak kullanın diye her sokak başına şube açmış bir hayır kurumu değil. Siz kendi iş yerinizde her sokaktan geçenin suyunu kendiniz ödediğiniz, temizlik parası cebinizden çıkan tuvaletinizi hiç para vermeden kullanmasına izin veriyor musunuz? Evinizin kapısını günde yüzlerce insan "Pardon tuvaletinizi kullanabilir miyim, çok acil" diye çalsa "Tabii ki, buyrun" mu diyeceksiniz? Komik misiniz?
Dediğim gibi, süper olmuş. Bir mekana girip yiyip içecek paranız yoksa sokakta ne işiniz var zaten, gidin evinizde oturun.
Darısı Taksim Meydan'daki Burger King'in başına.
Sunday, 22 August 2010
phone phobia
Burada telefon kullanmaktan hazzetmeyişimden daha önce pek çok kez bahsetmiştim. Telefonda konuşmayı sevmem. 4-5 yıl önceki bir sevgilim dışında uzun uzun telefonda konuşabildiğim bir insan olmamıştır. Zaten fena halde ADD sahibi bir insan olarak görmediğim bir sesin ne dediğine uzun süre konsantre olmam mümkün olmuyor. Yani 1-2 dakikadan uzun bir telefon görüşmesi yaptıysak ve siz bir şey anlatırken beni dinliyor sanıyorduysanız çok yanılmışsınız. Gerçek hayatta bile bazen insanların gözüme baka baka anlattığı şeyleri dinleyemiyorum, arada başka dünyalara dalıp gidiyorum, geri geliyorum, "hmm?" türü bir şeyler sıkıştırıyorum araya ve sonra tekrar gidiyorum. Telefondaki dikkat süremin kısalığını tahmin edebilirsiniz yani. Bu yüzden telefonda konuşmayı sevmiyorum.
Bir diğer sevmeme nedenim ise diyecek laf bulamamam. "Ee naptın bugün, naber?" türü laflara "İyiyim, pek bir şey yapmadım"dan başka verecek cevap bulamıyorum. Uzun uzun konuşmaktan hoşlanmıyorum anlatma gereği duyduğum özel bir şey olmadıysa. Gerçek hayatta sessizliklere bir yere kadar tahammül edilebiliyor, ya da kendimi çeşitli jestler ve gülümsemelerle ifade edebiliyorum; ama telefonda sessizliğimin umursamazlık ve kabalık olarak anlaşılabileceğini bildiğimden telefonda konuşmaktan pek hoşlanmıyorum. Bu diyecek şey bulamama olayım mesajlar için de geçerli. Burada saçma salak bir şeyden saatlerce bahsedebilen bir insan olan ben, iş mesajlaşmaya gelince kalakalıyorum. Çünkü söylenmesi gereken bir şeyi söylemenin ötesinde bir nedenle atılan tüm mesajlar bana gereksiz geliyor. Poetik mesajlar atamıyorum ben, o yüzden çok duygusal yazılmış seni seviyorum/özledim konseptli mesajlara "Ben de, hadi iyi geceler" diye cevap vererek odun insan olmaktansa bundan sonra "Çok güzel demişsin iyi güzel, ama ben bu durumlarda ne diyeceğimi bilemiyorum" demeye karar verdim.
En çok çekindiğim telefon kullanımı ise tanımadığım insanlarla konuşmak. Okulu, telefon şirketini, pizzacıyı falan aramam gerektiğinde; işte asıl o zaman deliriyorum. Eğer internetten söz konusu yere ulaşamıyorsam ve mutlaka aramam gerekiyorsa bunu olabildiğince erteliyorum. Daha fazla ertelenemeyecek kadar erteledikten sonra telefon başında 10 dakika kendimi sakinleştirip arıyorum. Eğer yanımda biri varsa "Lütfen benim için sen arayıp benim yerime konuşur musun" diyorum, ama insanlar neden aramaktan çekindiğimi anlamıyorlar. Bilmiyorlar ki ben telefonda tanımadığım biriyle konuşmaktan çok korkuyorum, bilmiyorlar ki benim yerime konuşmaları benim için inanılmaz büyük bir iyilik.
Telefon fobisi diye bir şey gerçekten de varmış (yalnız olmadığımı bilmek çok rahatlatıcı). About.com diyor ki:
If you answer "yes" to any of these, your phone fear may indeed be a phobia.
Before and after calls do you...
•feel extremely anxious when making or receiving calls?
•delay making phone calls due to anxiety?
•worry about bothering the other person?
•worry about what you will say?
•worry about embarrassing yourself?
•avoid making calls or have others call for you?
•obsess what was said after calls?
When on the phone do you...
•shake?
•have trouble concentrating?
•feel nauseous?
•feel your heart race?
Hepsine yes.
Bir diğer sevmeme nedenim ise diyecek laf bulamamam. "Ee naptın bugün, naber?" türü laflara "İyiyim, pek bir şey yapmadım"dan başka verecek cevap bulamıyorum. Uzun uzun konuşmaktan hoşlanmıyorum anlatma gereği duyduğum özel bir şey olmadıysa. Gerçek hayatta sessizliklere bir yere kadar tahammül edilebiliyor, ya da kendimi çeşitli jestler ve gülümsemelerle ifade edebiliyorum; ama telefonda sessizliğimin umursamazlık ve kabalık olarak anlaşılabileceğini bildiğimden telefonda konuşmaktan pek hoşlanmıyorum. Bu diyecek şey bulamama olayım mesajlar için de geçerli. Burada saçma salak bir şeyden saatlerce bahsedebilen bir insan olan ben, iş mesajlaşmaya gelince kalakalıyorum. Çünkü söylenmesi gereken bir şeyi söylemenin ötesinde bir nedenle atılan tüm mesajlar bana gereksiz geliyor. Poetik mesajlar atamıyorum ben, o yüzden çok duygusal yazılmış seni seviyorum/özledim konseptli mesajlara "Ben de, hadi iyi geceler" diye cevap vererek odun insan olmaktansa bundan sonra "Çok güzel demişsin iyi güzel, ama ben bu durumlarda ne diyeceğimi bilemiyorum" demeye karar verdim.
En çok çekindiğim telefon kullanımı ise tanımadığım insanlarla konuşmak. Okulu, telefon şirketini, pizzacıyı falan aramam gerektiğinde; işte asıl o zaman deliriyorum. Eğer internetten söz konusu yere ulaşamıyorsam ve mutlaka aramam gerekiyorsa bunu olabildiğince erteliyorum. Daha fazla ertelenemeyecek kadar erteledikten sonra telefon başında 10 dakika kendimi sakinleştirip arıyorum. Eğer yanımda biri varsa "Lütfen benim için sen arayıp benim yerime konuşur musun" diyorum, ama insanlar neden aramaktan çekindiğimi anlamıyorlar. Bilmiyorlar ki ben telefonda tanımadığım biriyle konuşmaktan çok korkuyorum, bilmiyorlar ki benim yerime konuşmaları benim için inanılmaz büyük bir iyilik.
Telefon fobisi diye bir şey gerçekten de varmış (yalnız olmadığımı bilmek çok rahatlatıcı). About.com diyor ki:
If you answer "yes" to any of these, your phone fear may indeed be a phobia.
Before and after calls do you...
•feel extremely anxious when making or receiving calls?
•delay making phone calls due to anxiety?
•worry about bothering the other person?
•worry about what you will say?
•worry about embarrassing yourself?
•avoid making calls or have others call for you?
•obsess what was said after calls?
When on the phone do you...
•shake?
•have trouble concentrating?
•feel nauseous?
•feel your heart race?
Hepsine yes.
Saturday, 21 August 2010
i've crossed oceans of wine to find you
Dün telefonuma mesaj atan insan adımı bir yerlerden bilen bir telefon sapığı çıktı. İnsanlar hayatına dahil bile olmadıkları birine (arkadaşım olan birinin beni konuşturmak için böyle şeylerle uğraşma gereği duymayacağını varsayıyorum) salak saçma mesajlar atmak için neden zaman, enerji ya da paralarını harcıyorlar bilmiyorum. Akıl fikir.
Doğumgünümden beri Alsancak'a gitmemiştim, 1 ay 1 gün oldu bugün. Bu 12 yaşından beri practically Alsancak'ta yaşayan ben için çok anormal bir durum (yaşamak derken: haftanın en az 3-4 gününü Alsancak'ta geçirerek büyüyen, orada okumuş olan, İzmir'den taşındıktan sonra her geri geldiğinde mümkün olabildiğince sık oraya giden ve tüm sosyal hayatı oraya endeksli bir insandım). Ortaokul lise yıllarımda "Mesai yapar gibi sabahtan akşama Alsancak'tasın her gün, yeter artık" diye diye dilinde tüy biten babam bu halimi bilse mutluluk gözyaşları döker ve daha sonra da "Bu kıza noldu böyle" diye endişelenmeye başlardı. Eskiden "Yüzünü göremiyoruz" diye yakınan annemin "Hadi dışarı çık biraz arkadaşlarını gör, haftalardır evden çıkmadın" demeye başlaması üzerine durumun garipliğini ve ciddiyetini kavrayıp bugün dışarı çıkmaya karar verdim. Bu günleri göreceğimi hiç sanmazdım, ama çok isteksizim bir süredir. Hep aynı insanlar, hep aynı döngüden çok sıkıldım. Her yıl yeni bir mekanda toplanan, arada bir tipleri ve dinledikleri müzik değişen ama aslen aynı kalan insanlar. İzmir çok ölü ve kendini yenileyemeyen bir yer.
Bugün fena nostaljik bir günümdeyim. Sabah aklımda Theatre of Tragedy-Der Tanz der Schatten ile uyandım. Yıllardır dinlemediğim bir şarkıydı. Almanca'nın en yakıştığı şarkılardan ayrıca, sonundaki ich liebe dich kısmına bayılıyorum. Bir de o abi olmasa, sadece Liv Kristine söylese ne güzel olacak. Burada bahsettiğim şarkıları dinleyen ya da videoları izleyen var mı bilmiyorum ama tavsiye ederim.
Oradan HIM'e kaydı aklım. Tüm zamanlarımın favori HIM şarkısı (ve genel olarak favori şarkılarımdan biri) I've Crossed Oceans of Wine to Find You'dur. Cenazemde çalınacak şarkı için ciddi anlamda düşünebilirim, o derece bayılıyorum. Onu da uzun zamandır dinlememiştim.
There was a time when I could breathe my life into you. One by one your pale fingers started to move. And I touched your face, and all death was erased, and you smiled like an angel fallen from heaven just to be lifted up again. And you kissed my lips with those once cold fingertips, you brought me back to life. And all things come to an end, we don't have to pretend. Slowly we fall asleep and never wake up again. We're so Christ-like, we're so lifelike, Vampire Christ. In the grace of our love we writhe in pain, and death is not far away, and soon we'll sleep. And never wake up again.
Doğumgünümden beri Alsancak'a gitmemiştim, 1 ay 1 gün oldu bugün. Bu 12 yaşından beri practically Alsancak'ta yaşayan ben için çok anormal bir durum (yaşamak derken: haftanın en az 3-4 gününü Alsancak'ta geçirerek büyüyen, orada okumuş olan, İzmir'den taşındıktan sonra her geri geldiğinde mümkün olabildiğince sık oraya giden ve tüm sosyal hayatı oraya endeksli bir insandım). Ortaokul lise yıllarımda "Mesai yapar gibi sabahtan akşama Alsancak'tasın her gün, yeter artık" diye diye dilinde tüy biten babam bu halimi bilse mutluluk gözyaşları döker ve daha sonra da "Bu kıza noldu böyle" diye endişelenmeye başlardı. Eskiden "Yüzünü göremiyoruz" diye yakınan annemin "Hadi dışarı çık biraz arkadaşlarını gör, haftalardır evden çıkmadın" demeye başlaması üzerine durumun garipliğini ve ciddiyetini kavrayıp bugün dışarı çıkmaya karar verdim. Bu günleri göreceğimi hiç sanmazdım, ama çok isteksizim bir süredir. Hep aynı insanlar, hep aynı döngüden çok sıkıldım. Her yıl yeni bir mekanda toplanan, arada bir tipleri ve dinledikleri müzik değişen ama aslen aynı kalan insanlar. İzmir çok ölü ve kendini yenileyemeyen bir yer.
Bugün fena nostaljik bir günümdeyim. Sabah aklımda Theatre of Tragedy-Der Tanz der Schatten ile uyandım. Yıllardır dinlemediğim bir şarkıydı. Almanca'nın en yakıştığı şarkılardan ayrıca, sonundaki ich liebe dich kısmına bayılıyorum. Bir de o abi olmasa, sadece Liv Kristine söylese ne güzel olacak. Burada bahsettiğim şarkıları dinleyen ya da videoları izleyen var mı bilmiyorum ama tavsiye ederim.
Oradan HIM'e kaydı aklım. Tüm zamanlarımın favori HIM şarkısı (ve genel olarak favori şarkılarımdan biri) I've Crossed Oceans of Wine to Find You'dur. Cenazemde çalınacak şarkı için ciddi anlamda düşünebilirim, o derece bayılıyorum. Onu da uzun zamandır dinlememiştim.
There was a time when I could breathe my life into you. One by one your pale fingers started to move. And I touched your face, and all death was erased, and you smiled like an angel fallen from heaven just to be lifted up again. And you kissed my lips with those once cold fingertips, you brought me back to life. And all things come to an end, we don't have to pretend. Slowly we fall asleep and never wake up again. We're so Christ-like, we're so lifelike, Vampire Christ. In the grace of our love we writhe in pain, and death is not far away, and soon we'll sleep. And never wake up again.
Friday, 20 August 2010
tall, dark, and dangerous




Gözen az önce bana KM'in son fotolarını yolladı. Mükemmel çıkmış. Kesinlikle mü-kem-mel!!
Bu kadına zaten obsesif derecede hayran olmasam bunları gördükten sonra olurdum.
Fotoğrafları burada bulabilirsiniz.
you're just like my ritalin, you always win
Özellikle Amerika'da popüler bir konu olan dikkat eksikliği bozukluğu (ADD) nedense ülkemizde pek bilinmiyor. Hatta psikiyatrist ve nörologların çoğu ADD'nin uyduruk bir şey olduğuna inanıyor denk geldiğim kadarıyla.
Depresyon tanısıyla gidip üstüne ADD tanısı eklenerek çıktığım psikiyatristimden sonra ADD sahibi olduğumu düşünen ve düşünmeyen psikiyatristler çıktı karşıma. ADD'm olmadığına inananlardan aldığım izlenim ADD'nin gerçek olmadığını düşündükleri yönündeydi. Nörolog olan babamın "Tembelliğine ve dağınıklığına ADD gibi uydurma bir hastalığı bahane gösteriyorsun" şeklindeki düşüncesinin Türkiye'deki çoğu psikiyatrist tarafından paylaşıldığını sanıyorum.
Bu yanılgının sebebi insanların ADD'nin somut bir bozukluk (ki bence bozukluk kelimesi negatif bir anlam taşıdığından doğru kelime değil) olduğunu bilmemeleri. ADD'si olan insanların beyni "normal" beyinlerden farklı işliyor (neurology of ADD, dopamine, norepinephrine falan diye Google'layabilirsiniz). Hatta ADD'li insanların genelde beyinlerinin sağ kısmının baskın olduğuna inanılıyor. Gerçekten de sağ beyni baskın insanların özellikleriyle ADD semptomları karşılaştırıldığında büyük benzerlikler görülüyor, yani ikisi arasında bir bağlantı olması oldukça mümkün.
Bu arada az önce bana "aşk olsun sana, beni unuttun, küstüm" şeklinde mesaj atan insan eğer bunu okuyorsa: Telefon değiştirdim ve şu anki telefonum numaralar sim kartımda kayıtlı olmasına rağmen biri arayınca, mesaj atınca vs. sadece numara gösteriyor, isim değil. Düzeltemiyorum bunu, kim olduğuna da bakamıyorum. Yani kim olduğunu bilmiyorum bu yüzden.
Depresyon tanısıyla gidip üstüne ADD tanısı eklenerek çıktığım psikiyatristimden sonra ADD sahibi olduğumu düşünen ve düşünmeyen psikiyatristler çıktı karşıma. ADD'm olmadığına inananlardan aldığım izlenim ADD'nin gerçek olmadığını düşündükleri yönündeydi. Nörolog olan babamın "Tembelliğine ve dağınıklığına ADD gibi uydurma bir hastalığı bahane gösteriyorsun" şeklindeki düşüncesinin Türkiye'deki çoğu psikiyatrist tarafından paylaşıldığını sanıyorum.
Bu yanılgının sebebi insanların ADD'nin somut bir bozukluk (ki bence bozukluk kelimesi negatif bir anlam taşıdığından doğru kelime değil) olduğunu bilmemeleri. ADD'si olan insanların beyni "normal" beyinlerden farklı işliyor (neurology of ADD, dopamine, norepinephrine falan diye Google'layabilirsiniz). Hatta ADD'li insanların genelde beyinlerinin sağ kısmının baskın olduğuna inanılıyor. Gerçekten de sağ beyni baskın insanların özellikleriyle ADD semptomları karşılaştırıldığında büyük benzerlikler görülüyor, yani ikisi arasında bir bağlantı olması oldukça mümkün.
Bu arada az önce bana "aşk olsun sana, beni unuttun, küstüm" şeklinde mesaj atan insan eğer bunu okuyorsa: Telefon değiştirdim ve şu anki telefonum numaralar sim kartımda kayıtlı olmasına rağmen biri arayınca, mesaj atınca vs. sadece numara gösteriyor, isim değil. Düzeltemiyorum bunu, kim olduğuna da bakamıyorum. Yani kim olduğunu bilmiyorum bu yüzden.
Thursday, 19 August 2010
there's things i haven't told you, i go out late at night
Akare Yurtdışı Eğitim Fuarı'ndan bir email gelmiş. Emaildeki görsel de bu:

Aklıma takılanlar:
-Ankara'da bir tanecik mi Sheraton var? Ankara ne biçim başkent? Ankara neden başkent?
-İstanbul'da 29482 tane "The Marmara Otel" var. Hangi the Marmara'da olacağını yazmaz mı insan?
-MBA'in açılımı "Master of Business Administration" olduğuna göre, oraya Master yazıp bir de ayrı MBA yazmanın anlamı ne?
-"Üniversite" nedir ayrıca? Master üniversite değil mi? Lisans yazsalarmış bari. Gerçi MBA'in master olduğunu bilmeyen yurdum insanı lisansın ne olduğunu bilmez, o ayrı.
Gerçekten ama, insanlar lisansın ne olduğunu bilmiyorlar. Ne okuyorsun sorusuna "Lisansım yeni bitti" cevabı verdiğimde 1-2 aylık bir sertifika programı bitirdim sanıyor galiba insanlar. İlginç.
Lisans kelimesi günlük kullanıma girmeli artık. Ben şimdi bitirdiğim bölümü insanlara ne diye açıklayacağım yoksa? "Üniversite bitti" desem bitmedi, daha yüksek lisansı var bunun.
Alakasız konuya atlayan paragraf: Ülkemin LGBT networking sitelerinden Gabile eşcinsellerin referandumda ne yönde oy kullanacaklarına dair bir anket yapmış. 10-16 Ağustos arasında yapılan ankette katılan 33222 kişinin % 57.54'ü Hayır diyeceğini, % 32.93'ü Evet diyeceğini, % 9.53'ü ise kararsız olduğunu belirtmiş.
Ben eşcinsel olup "Hayır" dışında bir seçeneği aklının ucundan bile geçirenin aklından şüphe ederim açıkçası. "Evet" diyecek ya da demeyi düşünen insan ya Cemil İpekçi muhafazakarıdır ve kendinden utanmalıdır, ya aslen homofobiktir ve kendinden utanmalıdır, ya olup bitenden haberi olmayan bir cahildir ve kendinden utanmalıdır, ya da olup bitenin gerçek anlamını kavrayamayan, önüne sunulanı "doğru" kabul eden bir saftır ve zaten oy kullanma hakkı sahibi olmamalıdır.
Bir gün bu ülkede mahalle kavgası gibi birbirinin karakterine laf atılarak siyaset yapılmayan, insanların olan biteni bilmemne gazetesinde sunulan şekliyle değil de gerçek haliyle bilmeye çabaladığı ve oyunu bilinçli olarak verdiği günler görebilmek dileğiyle..
Aklıma takılanlar:
-Ankara'da bir tanecik mi Sheraton var? Ankara ne biçim başkent? Ankara neden başkent?
-İstanbul'da 29482 tane "The Marmara Otel" var. Hangi the Marmara'da olacağını yazmaz mı insan?
-MBA'in açılımı "Master of Business Administration" olduğuna göre, oraya Master yazıp bir de ayrı MBA yazmanın anlamı ne?
-"Üniversite" nedir ayrıca? Master üniversite değil mi? Lisans yazsalarmış bari. Gerçi MBA'in master olduğunu bilmeyen yurdum insanı lisansın ne olduğunu bilmez, o ayrı.
Gerçekten ama, insanlar lisansın ne olduğunu bilmiyorlar. Ne okuyorsun sorusuna "Lisansım yeni bitti" cevabı verdiğimde 1-2 aylık bir sertifika programı bitirdim sanıyor galiba insanlar. İlginç.
Lisans kelimesi günlük kullanıma girmeli artık. Ben şimdi bitirdiğim bölümü insanlara ne diye açıklayacağım yoksa? "Üniversite bitti" desem bitmedi, daha yüksek lisansı var bunun.
Alakasız konuya atlayan paragraf: Ülkemin LGBT networking sitelerinden Gabile eşcinsellerin referandumda ne yönde oy kullanacaklarına dair bir anket yapmış. 10-16 Ağustos arasında yapılan ankette katılan 33222 kişinin % 57.54'ü Hayır diyeceğini, % 32.93'ü Evet diyeceğini, % 9.53'ü ise kararsız olduğunu belirtmiş.
Ben eşcinsel olup "Hayır" dışında bir seçeneği aklının ucundan bile geçirenin aklından şüphe ederim açıkçası. "Evet" diyecek ya da demeyi düşünen insan ya Cemil İpekçi muhafazakarıdır ve kendinden utanmalıdır, ya aslen homofobiktir ve kendinden utanmalıdır, ya olup bitenden haberi olmayan bir cahildir ve kendinden utanmalıdır, ya da olup bitenin gerçek anlamını kavrayamayan, önüne sunulanı "doğru" kabul eden bir saftır ve zaten oy kullanma hakkı sahibi olmamalıdır.
Bir gün bu ülkede mahalle kavgası gibi birbirinin karakterine laf atılarak siyaset yapılmayan, insanların olan biteni bilmemne gazetesinde sunulan şekliyle değil de gerçek haliyle bilmeye çabaladığı ve oyunu bilinçli olarak verdiği günler görebilmek dileğiyle..
Wednesday, 18 August 2010
saturnine
Dr.Oetker'in Çikolata Şelalesi'ni yaptım bugün. Yapmadan önce Sözlük'te başlığına bakayım dedim, bir zamanlar hayatımın önemli insanlarından olan birinin o zamanlar başlığın altına bir entry yazdığını gördüm. Sonra onun yazdıklarına baktım ne yapıyormuş diye. Oradan da uzun zamandır dinlemediğim ama çok sevdiğim bir şarkı olan Teardrop'a geldim. Orijinalinin yeri ayrı olsa da Anneke van Giersbergen versiyonunu koydum aşağı (koymayı denedim ama Youtube'um sapıttığından embed'leyemiyorum, buradan bakabilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=y8v0j4wh7g4). Anneke'nin sesine bayılıyorum, şarkıya çok yakışmış.
Bazen nick olarak Eloise kullanıyorum. İnsanlar Eloise'in Abelard'ın Heloise'inden ya da iki genç kızın aşkını anlatan Eloise filminden geldiğini sanıyorlar genelde. İkisi de değil. The Cure'un A Letter to Elise şarkısındaki Elise'in The Million Dollar Hotel filmindeki Milla Jovovich karakteri Eloise ile birleşiminden geliyor benim için Eloise.
I guess you could say my life only really started about two weeks ago. That's when I lost my best friend Izzy... and found Eloise. Eloise...she was something to live for. And I guess that means something to die for. Some people said that she was just a dumb slut, but I knew she wasn't dumb. Whatever Eloise was or wasn't didn't matter to me. She was the love of my life, even though I hadn't actually met her... yet.
Anneke demişken, aklıma favori the Gathering şarkım Saturnine geldi (bilmiyorsanız gerçekten tavsiye ederim: http://www.youtube.com/watch?v=afd6xHvKBtU). Bayadır dinlememiştim. Eskiden beni ağlatması garanti olan bu şarkı (hatta tüm depresyon şarkılarımın hiç biri) artık beni etkileyemiyor. İnsan aşk acısı çekmediğinde aşk şarkılarının Disneyworld soundtrack'i dinlemekten bir farkı kalmıyor sanırım. Aşk acısız hayat ne anlamsız, müzik bile zevk vermiyor eskisi gibi.
The day you went away
You had to screw me over
I guess you didn't know
All the stuff you left me with
is way too much to handle
But I guess you don't care
Whatever on earth possessed you
to make this bold decision
I guess you don't need me
While whispering those words
I cried like a baby
Hoping you would care
You don't need to preach
You don't have to love me, all the time
Bazen nick olarak Eloise kullanıyorum. İnsanlar Eloise'in Abelard'ın Heloise'inden ya da iki genç kızın aşkını anlatan Eloise filminden geldiğini sanıyorlar genelde. İkisi de değil. The Cure'un A Letter to Elise şarkısındaki Elise'in The Million Dollar Hotel filmindeki Milla Jovovich karakteri Eloise ile birleşiminden geliyor benim için Eloise.
I guess you could say my life only really started about two weeks ago. That's when I lost my best friend Izzy... and found Eloise. Eloise...she was something to live for. And I guess that means something to die for. Some people said that she was just a dumb slut, but I knew she wasn't dumb. Whatever Eloise was or wasn't didn't matter to me. She was the love of my life, even though I hadn't actually met her... yet.
Anneke demişken, aklıma favori the Gathering şarkım Saturnine geldi (bilmiyorsanız gerçekten tavsiye ederim: http://www.youtube.com/watch?v=afd6xHvKBtU). Bayadır dinlememiştim. Eskiden beni ağlatması garanti olan bu şarkı (hatta tüm depresyon şarkılarımın hiç biri) artık beni etkileyemiyor. İnsan aşk acısı çekmediğinde aşk şarkılarının Disneyworld soundtrack'i dinlemekten bir farkı kalmıyor sanırım. Aşk acısız hayat ne anlamsız, müzik bile zevk vermiyor eskisi gibi.
The day you went away
You had to screw me over
I guess you didn't know
All the stuff you left me with
is way too much to handle
But I guess you don't care
Whatever on earth possessed you
to make this bold decision
I guess you don't need me
While whispering those words
I cried like a baby
Hoping you would care
You don't need to preach
You don't have to love me, all the time
Tuesday, 17 August 2010
bb is totally addictive
Çocukluğumdan beri internet bağımlısıyım. Günümün büyük bölümü evimize ilk kez internet geldiği günden itibaren bilgisayar başında geçer oldu. Evde olduğum her dakikayı duş almak, uyumak, tuvalete gitmek ve Türkiye'deysem Digiturk'te dizi izlemek dışında laptop başında geçiriyorum. Sabah uyanır uyanmaz bilgisayarı açıyor, yemeklerimi karşısında yiyor, uyurken sabah ilk iş açılmak üzere yatağımın yanına bırakarak kapatıyorum. Nete giremeden bir gün geçirme düşüncesi bile tüylerimi ürpertiyor, sadece bu yüzden tatile gitmeyi sevmiyor ve arkadaşlarımda kalamıyorum (eskiden tatile gitmek bu yüzden işkence gibi gelirdi, artık TurkcellConnect falan filan var tabii). Emaillerime ve üye olduğum sitelere bakamadığım her dakika bir şeyler kaçırıyormuşum gibi, bir şey olacakmış gibi hissediyorum.
Blackberry'm hayatıma girdiğinden beri bu internete-bağlı-olmadıkça-içimde-sürekli-bir-huzursuzluk-olması olayı yok oldu. Yurtdışına bir yere tatile gitmediğim sürece Blackberry Internet Service sayesinde tüm emaillerime anında ulaşabiliyorum, Facebook'uma bakabiliyorum; otobüs, vapur türü yerlerde ya da birini beklerken hiç sıkılmıyorum, MSN'de ya da nette zaman öldürüyorum. Blackberry Messenger'da insanlara "nasıl olsa beleş" mantığıyla saçma sapan mesajlar atabiliyorum "İçkim çok limonlu, sevmedim" şeklinde. "Bu şarkı neydi ya" diye merak ettiğimde ya da aklıma bir şey takılıp "Hatırlamazsam şimdi bütün akşam aklımda olacak" moduna girdiğimde hemen Google'ı açıp bakabiliyorum. Gönül rahatlığıyla evden çıkabiliyorum kısacası. Hatta laptop bağımlılığım bile azaldı, sabah uyanıp Blackberry'mden emaillerime ve Facebook notification'larıma bakıp önemli bir şey olmadığını gördüğümde ilk iş bilgisayar açma ihtiyacı duymaz oluyorum. 1-2 günlük tatillere netbook'umu almadan çıktığım bile oluyor. Blackberry'me o kadar bağımlı hale geldim ki, olmasa ne yaparım ya da onu almadan önce ben nasıl yaşıyormuşum bilemiyorum. Elektrik öncesi dönemi nasıl hayal edemiyorsam, Blackberry'siz bir hayatı da o kadar hayal edemiyorum. iPhone falan, my ass yani.
Top Ten Signs You’re a BlackBerry Addict
Kaynak: Laptop Mag
10. After a cross-country flight you wait for all your new messages to download before you alert loved ones you’re still alive.
9. You try to use BlackBerry keyboard shortcuts in Outlook. (No, you can’t hit the space bar to type “@”)
8. You think the iPhone would be much better if it only had a physical keyboard–and a trackball smackdab in the middle of the touch screen.
7. Your BlackBerry keeps you regular. Go to the bathroom without it and you’d have to “push” on your own.
6. You joined Facebook just so you could try the BlackBerry app. (No friends? The “I have a BlackBerry, I’m out of your league” group has 4,409 members.)
5. You’ve learned to drive with your knees.
4. Five or more consecutive vibrating alerts is on par with an orgasm.
3. You swap service outage stories with other “victims.”
2. You’ve completely forgotten that a blackberry is a fruit.
1. You’re reading this on your…..
Herkes BB alsın ve bana PIN'ini versin istiyorum.
Blackberry'm hayatıma girdiğinden beri bu internete-bağlı-olmadıkça-içimde-sürekli-bir-huzursuzluk-olması olayı yok oldu. Yurtdışına bir yere tatile gitmediğim sürece Blackberry Internet Service sayesinde tüm emaillerime anında ulaşabiliyorum, Facebook'uma bakabiliyorum; otobüs, vapur türü yerlerde ya da birini beklerken hiç sıkılmıyorum, MSN'de ya da nette zaman öldürüyorum. Blackberry Messenger'da insanlara "nasıl olsa beleş" mantığıyla saçma sapan mesajlar atabiliyorum "İçkim çok limonlu, sevmedim" şeklinde. "Bu şarkı neydi ya" diye merak ettiğimde ya da aklıma bir şey takılıp "Hatırlamazsam şimdi bütün akşam aklımda olacak" moduna girdiğimde hemen Google'ı açıp bakabiliyorum. Gönül rahatlığıyla evden çıkabiliyorum kısacası. Hatta laptop bağımlılığım bile azaldı, sabah uyanıp Blackberry'mden emaillerime ve Facebook notification'larıma bakıp önemli bir şey olmadığını gördüğümde ilk iş bilgisayar açma ihtiyacı duymaz oluyorum. 1-2 günlük tatillere netbook'umu almadan çıktığım bile oluyor. Blackberry'me o kadar bağımlı hale geldim ki, olmasa ne yaparım ya da onu almadan önce ben nasıl yaşıyormuşum bilemiyorum. Elektrik öncesi dönemi nasıl hayal edemiyorsam, Blackberry'siz bir hayatı da o kadar hayal edemiyorum. iPhone falan, my ass yani.
Top Ten Signs You’re a BlackBerry Addict
Kaynak: Laptop Mag
10. After a cross-country flight you wait for all your new messages to download before you alert loved ones you’re still alive.
9. You try to use BlackBerry keyboard shortcuts in Outlook. (No, you can’t hit the space bar to type “@”)
8. You think the iPhone would be much better if it only had a physical keyboard–and a trackball smackdab in the middle of the touch screen.
7. Your BlackBerry keeps you regular. Go to the bathroom without it and you’d have to “push” on your own.
6. You joined Facebook just so you could try the BlackBerry app. (No friends? The “I have a BlackBerry, I’m out of your league” group has 4,409 members.)
5. You’ve learned to drive with your knees.
4. Five or more consecutive vibrating alerts is on par with an orgasm.
3. You swap service outage stories with other “victims.”
2. You’ve completely forgotten that a blackberry is a fruit.
1. You’re reading this on your…..
Herkes BB alsın ve bana PIN'ini versin istiyorum.
Monday, 16 August 2010
a long time ago, we used to be friends
2 hafta öncesine ait de olsa bu haberi yeni gördüm.
"Vakit, eşcinsellere tazminat ödeyecek
Yargıtay, Üskül’ün, KAOS-GL’ye yaptığı ziyaret için “sapıkları ziyaret etti” diye yazan Vakit’in tazminat ödemesine karar verdi
Gey ve eşcinsellerin sivil toplum örgütü KAOS GL Derneği, 2008 yılında, “Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma” adı altında bir etkinlik düzenledi. Toplantıya Ak Partili, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Zafer Üskül de katıldı. Vakit gazetesinin Ankara Temsilcisi Serdar Arseven, Üskül’e köşe yazısında, “Üskül’ün tercihi sapıklardan yana” ifadeleriyle tepki gösterdi. Yazıda, “Tutmuş, cinsel sapıkların toplantısına katılmış! Affedersiniz.şey-nelerin toplantısında boy göstermiş! ‘Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı’ olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil... ‘homoseksuel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!” denildi.
Kaos GL, Vakit ve Arseven aleyhine tazminat davası açtı. Yerel mahkeme davayı reddetti. Ancak Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu kararı bozdu. Daire, “cinsel yönelimleri farklı olan kişilere hakaret niteliğindeki” ifadeler nedeniyle tazminata hükmedilmesi gerektiği belirtildi. Karar, eşcinselliğin hastalık olduğunu savunan Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf hakkında açılacak olası tazminat davaları açısından da emsal teşkil ediyor."
-İlk olarak "gey" kelimesinden nefret ediyorum. Gidip yabancı bir dilden bir kelime alacaksanız adam gibi alın, böyle Türkçeleştirme çabasına girilince ortaya ne idiği belirsiz garip kelimeler çıkıyor. İkincisi, "gey ve eşcinseller" nedir ki? Böyle redundant (aynı anlamı taşıyan ve dolayısıyla gereksiz kelimeler kullanmak, i.e. Michael Jackson şarkıcısı, ÖSS sınavı) ifadeler beni sinir ediyor. Lütfen haberi yazan Milliyet insanı bana gay ve eşcinsel arasındaki 7 farkı açıklasın. Bir de 2 paragrafta bile sürüyle bulunan yazım hatalarını düzeltsin o sırada.
-AKP ile ters düşmek istemeyen gazetelerin bir süredir yazarlarının "AKP'li" yerine "Ak Partili" ifadesini kullanmasında ısrar ettiklerini bilmem biliyor musunuz. 41 kere dersek olur mantığında bir "ak kaşık" hikayesi sanırım.
-Vakit yazarı demiş ki: "[AKP vekili] 'Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı' olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil ‘homoseksüel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!" Vakit yazarı bir insanın ağzından çıkan bir lafa hak vermek tüylerimi ürpertiyor ama katılmadan edemiyorum. AKP'ye mi kalmış LGBT haklarını korumak? Give me a break.
-Mahkemenin kararı "cinsel yönelimleri farklı olan kişiler" gibi homofobik bir ifade kullanılmış olsa bile sevindirici. İnsanların bu tür lafların yanlarına kalmayacağını görmeleri açısından süper. Ama "cinsel yönelimi farklı" nedir ya? "Heteroseksüellik normal, eşcinseller farklı (yani anormal)" demek oluyor bu. Daha çok yolu var yani ülkem insanının.
"Vakit, eşcinsellere tazminat ödeyecek
Yargıtay, Üskül’ün, KAOS-GL’ye yaptığı ziyaret için “sapıkları ziyaret etti” diye yazan Vakit’in tazminat ödemesine karar verdi
Gey ve eşcinsellerin sivil toplum örgütü KAOS GL Derneği, 2008 yılında, “Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma” adı altında bir etkinlik düzenledi. Toplantıya Ak Partili, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Zafer Üskül de katıldı. Vakit gazetesinin Ankara Temsilcisi Serdar Arseven, Üskül’e köşe yazısında, “Üskül’ün tercihi sapıklardan yana” ifadeleriyle tepki gösterdi. Yazıda, “Tutmuş, cinsel sapıkların toplantısına katılmış! Affedersiniz.şey-nelerin toplantısında boy göstermiş! ‘Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı’ olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil... ‘homoseksuel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!” denildi.
Kaos GL, Vakit ve Arseven aleyhine tazminat davası açtı. Yerel mahkeme davayı reddetti. Ancak Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu kararı bozdu. Daire, “cinsel yönelimleri farklı olan kişilere hakaret niteliğindeki” ifadeler nedeniyle tazminata hükmedilmesi gerektiği belirtildi. Karar, eşcinselliğin hastalık olduğunu savunan Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf hakkında açılacak olası tazminat davaları açısından da emsal teşkil ediyor."
-İlk olarak "gey" kelimesinden nefret ediyorum. Gidip yabancı bir dilden bir kelime alacaksanız adam gibi alın, böyle Türkçeleştirme çabasına girilince ortaya ne idiği belirsiz garip kelimeler çıkıyor. İkincisi, "gey ve eşcinseller" nedir ki? Böyle redundant (aynı anlamı taşıyan ve dolayısıyla gereksiz kelimeler kullanmak, i.e. Michael Jackson şarkıcısı, ÖSS sınavı) ifadeler beni sinir ediyor. Lütfen haberi yazan Milliyet insanı bana gay ve eşcinsel arasındaki 7 farkı açıklasın. Bir de 2 paragrafta bile sürüyle bulunan yazım hatalarını düzeltsin o sırada.
-AKP ile ters düşmek istemeyen gazetelerin bir süredir yazarlarının "AKP'li" yerine "Ak Partili" ifadesini kullanmasında ısrar ettiklerini bilmem biliyor musunuz. 41 kere dersek olur mantığında bir "ak kaşık" hikayesi sanırım.
-Vakit yazarı demiş ki: "[AKP vekili] 'Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı' olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil ‘homoseksüel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!" Vakit yazarı bir insanın ağzından çıkan bir lafa hak vermek tüylerimi ürpertiyor ama katılmadan edemiyorum. AKP'ye mi kalmış LGBT haklarını korumak? Give me a break.
-Mahkemenin kararı "cinsel yönelimleri farklı olan kişiler" gibi homofobik bir ifade kullanılmış olsa bile sevindirici. İnsanların bu tür lafların yanlarına kalmayacağını görmeleri açısından süper. Ama "cinsel yönelimi farklı" nedir ya? "Heteroseksüellik normal, eşcinseller farklı (yani anormal)" demek oluyor bu. Daha çok yolu var yani ülkem insanının.
Subscribe to:
Posts (Atom)