Ekşi Sözlük'te İngiltere'de eğitimle ilgili gördüğüm bir entry'de postgraduate öğrencilerin düzenli olarak "suçlu gibi imza vermek zorunda oldukları" şeklinde bir cümle gördükten sonra entry sahibine mesaj attım. İngiltere'de üniversite okuyor olduğum 2 yılda böyle bir şey ne kendi başıma geldi, ne başkasının başına geldiğini duydum, ne de okuduğum okulların uluslararası ofislerinde böyle bir şeyden bahsedildiğine denk geldim. Neyse, polis kaydını mı kastediyor olduğunu sorduğumda yazarın cevabı "Son zamanlarda Home Office master öğrencilerinin 15 günde bir, doktora öğrencilerinin de ayda bir öğrenci işlerine gidip imza vermesini istiyor" oldu.
İngiltere'de okuyan ve ülkemiz gibi üçüncü dünya ülkelerinden gelen öğrencilerin öğrenci vizesiyle ülkeye geldiklerinde 7 gün içerisinde polise gidip kayıt yaptırmaları gerekiyor. Adres değişikliği, okul değişikliği vs. gibi durumları da 7 gün içinde bildirmek gerekiyor. Ama böyle ayda bir gidip imza atmak gibi bir durum yok bildiğim kadarıyla, olsa da son günlerde elime geçen 3 farklı üniversiteden gelen onlarca broşürün içinde yabancı öğrencilerin bilmesi gerekenler kısmında polis kaydı, vize alımı gibi şeylerin yanında bahsedilirdi diye düşünüyorum. Bu düzenli imza işinin rutin bir uygulama olduğunu sanmıyorum kısacası (belki kişiye özel ya da okula özel bir durumdur), öyle olsa okulların en azından birinin sitesinde bahsi geçerdi. Bilgisi olan var mı?
Bir de insanların kafasında "İngiltere'ye üniversitede okumaya ÖSS'de doğru düzgün puan alamamış tipler gidiyor, zaten orada okumak Türk üniversitelerine kıyasla çok kolay" gibi bir mit oluşmuş gördüğüm kadarıyla. Mit bu dediğim gibi, kesinlikle yalan.
Birincisi İngiltere'deki üniversitelere kabul edilmek sanıldığı kadar kolay değil. Ben transfer olarak gittiğim için üniversitedeki notlarıma bakıldı, ama normal koşullar altında İngiltere'nin en dandik üniversiteleri bile Türk öğrenciler için İngiliz öğrencilerden çok daha ağır koşullar istiyorlar (en az 5 üzerinden 4 lise diploma notu gibi). Ve bu bahsettiklerim en kolay girilen üniversiteler. Önüne gelen gidip parasıyla okumuyor yani.
İkinci olarak lisans eğitiminin ilk 2 yılını Türkiye'de, son 2 yılını İngiltere'de okumuş biri olarak söyleyebilirim ki İngiltere'de okul bitirmek çook daha zor. İstanbul'da üniversiteye ÖSS'de ilk 3000'e girerek girmiştim, notlarım da bölümün en yüksek notlarındandı. Düzenli çalışmaz, sınava 1-2 gün kala oturur deli gibi ezberler, rahat rahat geçerdim. Sadece hukuk derslerinde "of bu kadar şeyi nası ezberlerim, nasıl geçerim bu dersten" diye içime dert olurdu. İngiltere'ye gelince öyle bir neye uğradığımı şaşırdım ki, en ezber dolu derslerimi arar oldum. Kesinlikle hazıra konulamayan, oturulan yerden geçmeye olanak tanımayan, ezberle not alınamayan bir eğitim sistemi. Bütün kitabı baştan sona ezberleyip soruyu %100 doğru şeyler yazarak bile cevaplamış olsanız, eğer yaratıcı düşünmeyip kendinizden bir şeyler katmamışsanız alacağınız not %30-40'ı geçmez. Her ders öncesi okumanızı yapmak, derste tartışmalara katılmak, sadece sınav öncesi değil tüm dönem boyunca derste işlenen konulardan haberdar olmak zorundasınız. Sadece gerçekleri ve tanımları ezberlemeniz değil; kavramları günlük hayata uygulanabilir şekliyle anlamanız, her şeyi kafanızda evirip çevirerek özgün bir fikir yaratmanız ve bunu o ezberlediğiniz gerçeklerle destekleyip tezinizi sınavda 1 saat içinde giriş-gelişme-sonuç modunda düzenlenmiş halde kağıda dökmeniz gerekiyor. Onu geçtim, essay yazmanın öyle inciği cinciği çıkarılmış kuralları var ki, Türkiye'deki çoğu ünlü akademisyenin tezlerine vs. bakılsa milyon tane plagiarism vakası çıkar eminim. Sanıldığı gibi değil hiç bir şey. O yüzden kimse bana gelip İngiltere'de üniversite Türkiye'den kolay demesin, değil çünkü. Belki İngilizler'e kolay olabilir, ama hayatı boyunca Türk eğitim sistemine dahil olmuş birisi için değil.
Ayrıca "İngiliz üniversitelerinin sadece adı var, Türk üniversitelerinin çoğunda eğitim daha iyi" diyenler dünya okullar sıralamalarına bir baksınlar lütfen; görsünler Türkiye'den hangi okulun adı geçiyor. İlk 200 üniversitede Türkiye'den tek bir okul yok. Böyle 1-2 istisnai vakıf üniversitesi dışında tamamen ezbere ve unutmaya dayanan; eleştirel düşünme yeteneğinden yoksun, okuduğunu kafaya kazımaktan başka şey bilmeyen mezunlar veren bir sistemle ülkem üniversitelerinin o listeye girme umudu yok zaten.
Thursday, 29 July 2010
Wednesday, 28 July 2010
diplomat's son
Yes, this is a rant.
Cuma sabahı Rodos'a gidiyorum. Yeşil pasaport sahibi olduğum için normalde Schengen Vizesi'ne ihtiyaç duymuyor olmama rağmen Yunanistan çıkıntı gibi ısrarla Schengen Vizesi istediği için geçen hafta bugün vizeye başvurdum. Bugünden başlayarak 1 yıl geçerli olacak Yunan vizeli pasaportum Cuma günü elime geçti. Az önce bugünden itibaren Yunanistan'ın yeşil pasaporta vizeyi kaldırdığını öğrendim. Vizenin yakında kalkacağını bile bile hala başvuru kabul eden, verdiği vizenin başlangıç gününde vize gereği kaldırıldığı ve verilen insan daha Yunanistan'a giriş yapmamış olduğu halde aldığı 60 Euro'yu iade etmeyen Yunan Konsolosluğu'na laflar hazırladım; ama ülkemizin ait olduğu üçüncü dünyada aklındakileri söylemek genellikle suç olduğundan o lafları içimde tutmayı tercih ediyorum.
Yine de bir tanesi kendini tutamıyor ve kaçıyor:
Bu nasıl bir mallıktır ama yani?
Cuma sabahı Rodos'a gidiyorum. Yeşil pasaport sahibi olduğum için normalde Schengen Vizesi'ne ihtiyaç duymuyor olmama rağmen Yunanistan çıkıntı gibi ısrarla Schengen Vizesi istediği için geçen hafta bugün vizeye başvurdum. Bugünden başlayarak 1 yıl geçerli olacak Yunan vizeli pasaportum Cuma günü elime geçti. Az önce bugünden itibaren Yunanistan'ın yeşil pasaporta vizeyi kaldırdığını öğrendim. Vizenin yakında kalkacağını bile bile hala başvuru kabul eden, verdiği vizenin başlangıç gününde vize gereği kaldırıldığı ve verilen insan daha Yunanistan'a giriş yapmamış olduğu halde aldığı 60 Euro'yu iade etmeyen Yunan Konsolosluğu'na laflar hazırladım; ama ülkemizin ait olduğu üçüncü dünyada aklındakileri söylemek genellikle suç olduğundan o lafları içimde tutmayı tercih ediyorum.
Yine de bir tanesi kendini tutamıyor ve kaçıyor:
Bu nasıl bir mallıktır ama yani?
Tuesday, 27 July 2010
that's so un-PC
Sözlük'te yazmış olduğum "zenci kelimesi ırkçıdır" konseptli entry hakkında bir sürü "neden ki?" tepkisi aldım. Hayatta kullanmadığım, başkası kullanınca da yüzümü buruşturduğum son derece cringeworthy bir kelime olan "zenci"nin ırkçı anlamlar taşıması bana gökyüzünün mavi olması kadar ortada, herkes için bariz olması gereken bir gerçek gibi geliyor; ancak öyle değil galiba. Evet Türkiye'de siyah ırk çok istisnai insanlar dışında olmayabilir, evet Türkiye'yle Amerika'nın tarihi aynı değil, ama yine de zenci de en az nigger kelimesi kadar küçültücü ve ırkçı bir kelime benim için. Bir kere homofobi konusunda olduğum gibi ırkçılık konusunda da aşırı duyarlıyım; birine ırkçı bir laf edilmese de, bir hareket yapılmasa da sokakta görüp "aa zenci" diye bakıp durmak, başkasına göstermek benim bakış açımda tamamen ırkçılık. Birini ırkı, rengi, cinsel eğilimi, bilmemnesi yüzünden etiketlemeyi ya da hilkat garibesiymiş gibi yürürken görünce dönüp bakma gereği duymayı ayrımcılık sayıyorum. Bu yüzden zenci kelimesinin kesinlikle nötr bir söylem olduğuna inanmıyorum. Aynı nedenden dolayı özürlü kelimesini kullananlardan da hiç hazzetmem. Political correctness (PC) manyağıyım, evet.
PC deliliğim İngiltere'ye taşındığımda doruk noktasına ulaştı. "Bunun neresi offensive ki?" gözüyle baktığım kelimelerin (cüce yerine vertically challenged gibi) PC olmadığını, halk içinde kullanılınca garip bakışlara hedef olunduğunu fark ettim. O yüzden artık Türkiye'de fena halde mevcut olan political incorrectness sinirime dokunuyor, gözüme çarpıyor.
Zenci kelimesini kullananlar bana uzak olsunlar o yüzden.
Bakılası: Stereotyping People by Their Favourite Indie Bands
Justice: Bros who, at one point in their lives, have tried to grow a mustache.
Çok güldüm buna The XX'teki keffiyeha muhabbetiyle birlikte. Priceless.
PC deliliğim İngiltere'ye taşındığımda doruk noktasına ulaştı. "Bunun neresi offensive ki?" gözüyle baktığım kelimelerin (cüce yerine vertically challenged gibi) PC olmadığını, halk içinde kullanılınca garip bakışlara hedef olunduğunu fark ettim. O yüzden artık Türkiye'de fena halde mevcut olan political incorrectness sinirime dokunuyor, gözüme çarpıyor.
Zenci kelimesini kullananlar bana uzak olsunlar o yüzden.
Bakılası: Stereotyping People by Their Favourite Indie Bands
Justice: Bros who, at one point in their lives, have tried to grow a mustache.
Çok güldüm buna The XX'teki keffiyeha muhabbetiyle birlikte. Priceless.
i'm obsessed with the mess that's america
Genelde sağda en hazzetmediğim insanları "Bence bu insanı ekleyin" modunda gösteren, listemde formaliteden duran ve en ufak bir konuşma isteği duymadığım insanlara mesaj atıp bu aralar neler yaptığımı haber vermemi öneren Facebook'un yeni fonksiyonu da fotoğraflardaki tag'lenmemiş yüzleri bulup tag'lettirme denemesinde bulunmak anlaşılan. Facebook'umu açtığımda karşımda Kate Moennig'in yüzü vardı ve altında da "Whose face is this?" yazıyordu. Gülümsedim.

Hava çok sıcak, İzmir'in en nemli günüymüş bugün. Yatak odasında klima gece boyunca açık, salondaki klima da salona adım attığımdan uyuduğum ana kadar sürekli açık, ama sanki klimalar bile soğutamıyor gibi. Dışarı çıkmak zorunda olan İzmirliler'e acıyorum o yüzden.
Eve kapanmamın asıl nedeni olan essayime el atmam gerekiyor bugün, ama çooook üşeniyorum. Okulsal işlerle aylarca ilgilenmeyince normalde çok kolay olan şeyler bile zor geliyor insana, beyin uykuya yatmış oluyor çünkü. Can't tell you how much I've been dreading writing this essay.
Cuma sabahı Rodos.
Bugünlerde aklıma takılan şarkı Marina and the Diamonds-Hollywood.
Marina Diamandis çok güzel görünüyor klipte. I do so love brunettes.

Hava çok sıcak, İzmir'in en nemli günüymüş bugün. Yatak odasında klima gece boyunca açık, salondaki klima da salona adım attığımdan uyuduğum ana kadar sürekli açık, ama sanki klimalar bile soğutamıyor gibi. Dışarı çıkmak zorunda olan İzmirliler'e acıyorum o yüzden.
Eve kapanmamın asıl nedeni olan essayime el atmam gerekiyor bugün, ama çooook üşeniyorum. Okulsal işlerle aylarca ilgilenmeyince normalde çok kolay olan şeyler bile zor geliyor insana, beyin uykuya yatmış oluyor çünkü. Can't tell you how much I've been dreading writing this essay.
Cuma sabahı Rodos.
Bugünlerde aklıma takılan şarkı Marina and the Diamonds-Hollywood.
Marina Diamandis çok güzel görünüyor klipte. I do so love brunettes.
Monday, 26 July 2010
here comes a feeling you thought you'd forgotten
Haftasonu Çeşme'deydim. Cuma öğleden sonra yola çıktığımızda arabanın termometresi dışarıdaki hava sıcaklığını 45 derece olarak gösteriyordu. Gerçekten de nefes alınamayacak derecede nemli ve iç bayıcı derecede sıcak, Temmuz'da Florida modunda bir havaydı (eğer içinizde Florida ya da benzeri bir yere gitmiş olan varsa nefes alınamayacak derecede nemli deyişimin mecazi olmadığını biliyordur). Yiyecek bir şeyler almak için Güzelbahçe'deki balıkçılara uğradıktan sonra Çeşme'ye gittik.
The L Word'ün Lobsters bölümünü geçenlerde tekrar izlediğimden beri (ki 2 aydan çok falan oldu) canım fena halde ıstakoz çekiyor. İzmir sınırları içindeki hiç bir balıkçıda da bulamıyoruz, çok nadir geldiğini söylüyor balıkçılar, nerede bulunabilir bilen var mı?
Neyse, fena halde ahtapotlu bir akşam yemeğinden sonra içki faslı başladı. Ne dışarıda ne de evde, yemekle alkol alan biri pek olmamışımdır. Lisedeyken evde alkol sadece bir şeye moralim bozulduğunda ya da aşırı iç bayıcı bir gün geçirmişsem bilgisayar karşısında otururken alırdım. İstanbul'da üniversite yıllarım boyunca buna evde boş oturmaktan sıkıldığım akşamlar da eklendi. Ama en çok Taksim öncesi evde geceye hazırlanırken içerdim. İngiltere'ye taşındığımdan beri sıkılınca ya da sinirim bozulunca (zaten pek sinirim bozulmaz oldu) alkol almıyorum, evde alkol alma huyum sadece dışarı çıkma öncesi hazırlanırken içmekle sınırlı. Bunu İzmir'de de yapıyorum, asla hafif tipsy olmadan evden çıkmam (tamamen ayıkken sosyal olamıyorum çünkü). Evde ne içmeye başlamışsam çıkarken ondan yanıma alır, yolda da içmeye devam ederim. İngiltere'de genelde Strongbow içerdim sert içkilere hemen başlamamak için, Türkiye'de o ihtimal olmadığından diyet kola ve o dönemdeki favori içkim neyse onu tercih ediyorum (lisede bourbon, üniversite 1-2'de vodka, daha sonra Bacardi, sonra yine bourbon, son günlerde ise gin). Böyle yaptığımda dışarıda daha az içtiğimi, markası belirsiz dandik içkilere bir dolu para vermek zorunda bırakılmadığımı ve o alkol buzz'ını evde hazırladığımdan her şekilde daha dandik olacak içkilerle yakalamaya çalışırken midemin içine etme olasılığımın daha düşük olduğunu fark ettim. Yani elimde 500 ml'lik bir diyet kola şişesiyle beni dışarıda görürseniz nedeni budur. Bu alışkanlığa sahip başkaları da var mı merak ediyorum.
Konudan sapmadan önce bahsetmeye çalışıyor olduğum üzere diyet kolalı gin'imi hazırladım, the Cranberries konseri için Seaside'a doğru yola çıktık. Konser ilginç bir şekilde tam saatinde başladı, 25TL olan gin'imin içine beni bile "oww çok alkollü bu" yaptıracak derecede çok gin koymuştu barmen, ama zaten girişe 160TL aldıktan sonra bir içkiye 25 de çok yani. Evet Çeşme standartlarına göre ucuz biliyorum, ama şişesi o kadar zaten be kardeşim. İşte böyle soyguncu işletmeci zihniyeti yüzünden evde içmeyi seviyorum, böyle tiplere oturdukları yerden para kazandırmak hoşuma gitmiyor.
Genel olarak konser güzeldi. Ama asıl bahsetmek istediğim şey konserdeki insanlar. Solumda bana gece içinde 500 kere omuz atan ve içkimi üzerime döküp duran, bir 100 kere de sigarasıyla beni ve elbisemi yakan, üstelik de bir kere olsun özür dilemeyen gerizekalı bir kadın vardı. Farkında bile değildi kadın yaptıklarının. Görüp de "İngiltere'de böyle şeyler olmazdı asla" dediğim şeylerin kilometrelerce uzunluğa ulaşmış listesine eklendi bu olay. Ayrıca konser, club vs türü ortamlarda sigara içilmesine fazlasıyla karşıyım. Tamamen açık alan bile olsa insan diğerlerine saygıdan içmemeli. Evet ülkem insanında kendinden başkasını düşünmek ya da saygı gibi bir şey kesinlikle yok, ama insan bari içecekse de adam gibi içer, yukarıda tutar başkasını yakmayayım diye. O bile yok insanlarda, vahşi ormanda yaşayan hayvanlar gibi toplum içerisinde nasıl davranılacağından habersizler. O yüzden tıklım tıklım olunan yerlerde sigara içmek açık hava da olsa yasak olmalı.
Yine üçüncü dünya ülkesinde olduğumu gözüme sokmak istercesine elektrikler kesildi Cumartesi günü. O sırada pilini çıkarmış olduğum ve prize takılı olan netbookum ise bir daha açmamak üzere hayata gözlerini yumdu. Eve geldiğimde formatlamak zorunda kaldım, her şeyim silindi, ama sanırım düzeldi.
Netbookum bozulunca sıkıntıdan kafayı yemem sonucu İzmir'e erken dönmeye karar verdik. Yolda Reyhan'ın Ananaslı Bademli İnci Pasta'sından aldık, tavsiye ederim, tam yaz günlerine göre. Bugünlerde beyaz çikolata sever oldum, beğendim o yüzden. Ondan sonra the Last Airbender'ı izledik. Skins'in Anwar'ı Dev Patel mükemmel olmuş, Twilight'daki adını hatırlamadığım çocuk da yüzündeki o sürekli acı çeker ifade olmadan gayet şirinmiş aslında. Ama AFM'nin dandikliğinden mi, yoksa 3. boyutun sonradan eklenmesinden mi bilmiyorum, filmin 3D hali 3. boyut en ufak bir şekilde fark edilmeyecek derecede kötüydü. Hani paranıza yazık, gidin 2 boyutlusunu bulun öyle izleyin, o derece.
The L Word'ün Lobsters bölümünü geçenlerde tekrar izlediğimden beri (ki 2 aydan çok falan oldu) canım fena halde ıstakoz çekiyor. İzmir sınırları içindeki hiç bir balıkçıda da bulamıyoruz, çok nadir geldiğini söylüyor balıkçılar, nerede bulunabilir bilen var mı?
Neyse, fena halde ahtapotlu bir akşam yemeğinden sonra içki faslı başladı. Ne dışarıda ne de evde, yemekle alkol alan biri pek olmamışımdır. Lisedeyken evde alkol sadece bir şeye moralim bozulduğunda ya da aşırı iç bayıcı bir gün geçirmişsem bilgisayar karşısında otururken alırdım. İstanbul'da üniversite yıllarım boyunca buna evde boş oturmaktan sıkıldığım akşamlar da eklendi. Ama en çok Taksim öncesi evde geceye hazırlanırken içerdim. İngiltere'ye taşındığımdan beri sıkılınca ya da sinirim bozulunca (zaten pek sinirim bozulmaz oldu) alkol almıyorum, evde alkol alma huyum sadece dışarı çıkma öncesi hazırlanırken içmekle sınırlı. Bunu İzmir'de de yapıyorum, asla hafif tipsy olmadan evden çıkmam (tamamen ayıkken sosyal olamıyorum çünkü). Evde ne içmeye başlamışsam çıkarken ondan yanıma alır, yolda da içmeye devam ederim. İngiltere'de genelde Strongbow içerdim sert içkilere hemen başlamamak için, Türkiye'de o ihtimal olmadığından diyet kola ve o dönemdeki favori içkim neyse onu tercih ediyorum (lisede bourbon, üniversite 1-2'de vodka, daha sonra Bacardi, sonra yine bourbon, son günlerde ise gin). Böyle yaptığımda dışarıda daha az içtiğimi, markası belirsiz dandik içkilere bir dolu para vermek zorunda bırakılmadığımı ve o alkol buzz'ını evde hazırladığımdan her şekilde daha dandik olacak içkilerle yakalamaya çalışırken midemin içine etme olasılığımın daha düşük olduğunu fark ettim. Yani elimde 500 ml'lik bir diyet kola şişesiyle beni dışarıda görürseniz nedeni budur. Bu alışkanlığa sahip başkaları da var mı merak ediyorum.
Konudan sapmadan önce bahsetmeye çalışıyor olduğum üzere diyet kolalı gin'imi hazırladım, the Cranberries konseri için Seaside'a doğru yola çıktık. Konser ilginç bir şekilde tam saatinde başladı, 25TL olan gin'imin içine beni bile "oww çok alkollü bu" yaptıracak derecede çok gin koymuştu barmen, ama zaten girişe 160TL aldıktan sonra bir içkiye 25 de çok yani. Evet Çeşme standartlarına göre ucuz biliyorum, ama şişesi o kadar zaten be kardeşim. İşte böyle soyguncu işletmeci zihniyeti yüzünden evde içmeyi seviyorum, böyle tiplere oturdukları yerden para kazandırmak hoşuma gitmiyor.
Genel olarak konser güzeldi. Ama asıl bahsetmek istediğim şey konserdeki insanlar. Solumda bana gece içinde 500 kere omuz atan ve içkimi üzerime döküp duran, bir 100 kere de sigarasıyla beni ve elbisemi yakan, üstelik de bir kere olsun özür dilemeyen gerizekalı bir kadın vardı. Farkında bile değildi kadın yaptıklarının. Görüp de "İngiltere'de böyle şeyler olmazdı asla" dediğim şeylerin kilometrelerce uzunluğa ulaşmış listesine eklendi bu olay. Ayrıca konser, club vs türü ortamlarda sigara içilmesine fazlasıyla karşıyım. Tamamen açık alan bile olsa insan diğerlerine saygıdan içmemeli. Evet ülkem insanında kendinden başkasını düşünmek ya da saygı gibi bir şey kesinlikle yok, ama insan bari içecekse de adam gibi içer, yukarıda tutar başkasını yakmayayım diye. O bile yok insanlarda, vahşi ormanda yaşayan hayvanlar gibi toplum içerisinde nasıl davranılacağından habersizler. O yüzden tıklım tıklım olunan yerlerde sigara içmek açık hava da olsa yasak olmalı.
Yine üçüncü dünya ülkesinde olduğumu gözüme sokmak istercesine elektrikler kesildi Cumartesi günü. O sırada pilini çıkarmış olduğum ve prize takılı olan netbookum ise bir daha açmamak üzere hayata gözlerini yumdu. Eve geldiğimde formatlamak zorunda kaldım, her şeyim silindi, ama sanırım düzeldi.
Netbookum bozulunca sıkıntıdan kafayı yemem sonucu İzmir'e erken dönmeye karar verdik. Yolda Reyhan'ın Ananaslı Bademli İnci Pasta'sından aldık, tavsiye ederim, tam yaz günlerine göre. Bugünlerde beyaz çikolata sever oldum, beğendim o yüzden. Ondan sonra the Last Airbender'ı izledik. Skins'in Anwar'ı Dev Patel mükemmel olmuş, Twilight'daki adını hatırlamadığım çocuk da yüzündeki o sürekli acı çeker ifade olmadan gayet şirinmiş aslında. Ama AFM'nin dandikliğinden mi, yoksa 3. boyutun sonradan eklenmesinden mi bilmiyorum, filmin 3D hali 3. boyut en ufak bir şekilde fark edilmeyecek derecede kötüydü. Hani paranıza yazık, gidin 2 boyutlusunu bulun öyle izleyin, o derece.
Bugünlerde sürekli Horchata dinliyorum. Aslında tam aksi olmasına rağmen bence tam bir yaz şarkısı. Bu sıcakta içilmeyeceğini bilsem de horchata içesim, günbatımında plajda oturup dinleyesim geliyor.
Friday, 23 July 2010
strangeness and charm
Florence and the Machine'in seneye çıkacak olan yeni albümünde yer alacağını tahmin ettiğim Strangeness and Charm son bir kaç aydır periyodik olarak aklıma takılıyor. Sözleri güzel, kendisi güzel. Henüz stüdyoda kaydedilmediğinden ya da kayıtlar ortaya çıkmadığından sadece canlı versiyonunu bulabildim, tavsiye ederim.
Hydrogen in our veins, it cannot hold itself, my blood is boiling
And the pressure in our bodies, that echoes up above, it is exploding
And our particles that burn, it is all because they yearn for each other
And although we stick together, it seems that we are stranging one another
Feel it on me love
Feel it on me love
Feel it on me love
(Strangeness and charm)
See it on me love
See it on me love
See it on me love
(Strangeness and charm)
An atom to atom, oh can you feel it on me love
And a pattern to pattern, oh can you see it on me love
Atom to atom, oh what's the matter with me love
Strangeness and charm
The static from your arms, it is a catalyst
You're a chemical that burns, there is nothing like this
It's the purest element, but it's so volatile
An equation heaven sent, and you'll forever inject
Hydrogen in our veins, it cannot hold itself, my blood is boiling
And the pressure in our bodies, that echoes up above, it is exploding
And our particles that burn, it is all because they yearn for each other
And although we stick together, it seems that we are stranging one another
Feel it on me love
Feel it on me love
Feel it on me love
(Strangeness and charm)
See it on me love
See it on me love
See it on me love
(Strangeness and charm)
An atom to atom, oh can you feel it on me love
And a pattern to pattern, oh can you see it on me love
Atom to atom, oh what's the matter with me love
Strangeness and charm
The static from your arms, it is a catalyst
You're a chemical that burns, there is nothing like this
It's the purest element, but it's so volatile
An equation heaven sent, and you'll forever inject
Thursday, 22 July 2010
miami bad
Yarın akşam babamın gayet emrivaki yaparak bana da bilet almasıyla The Cranberries konserine götürülüyorum. Hangi akla hizmet olduğunu bilmediğim bir şekilde 160TL vererek VIP biletleri alması yüzünden de konseri normal bilet sahibi olan arkadaşlarımın yanında izleme şansım yok olmuş oluyor. Bir de zaten konserin başlama saati Biletix'de geceyarısı görünüyor, o saatlerde uyku moduna geçen ve evde sakin bir Cuma akşamını tercih eden bünyemin hoşuna gitmiyor bu tür emrivakiler. İşin tek iyi yanı konserin Çeşme'deki favori mekanım Seaside'da olması. Denize girmeye falan gündüz çok gittiğim bir yer olan Seaside'a gece hiç gitmedim, orada sahne nerede, o kadar insanı oraya tıkıp bir de VIP alanı falan nasıl ayıracaklar "sahne" önüne merak ediyorum. Başka giden var mı?
Yine de bu konser üşenmeyi bırakıp bu seneki Çeşme sezonunu açmama bahane olması açısından iyi oldu sanırım.
Kafamda Foals-Miami bugünlerde diyerek The Mentalist izlemeye gittim ben.
I promised you open ocean glow
Mother of pearl, gold, and indigo
Cut through the waves, I watched you swim away
I'll never love you more than today
Now black light sets on my short day
Oh, you betrayed me, you gave it away
You don't mind picking up salt to rub into my wounds
Would you be there
Be there
Be there for me
In Miami
Yine de bu konser üşenmeyi bırakıp bu seneki Çeşme sezonunu açmama bahane olması açısından iyi oldu sanırım.
Kafamda Foals-Miami bugünlerde diyerek The Mentalist izlemeye gittim ben.
I promised you open ocean glow
Mother of pearl, gold, and indigo
Cut through the waves, I watched you swim away
I'll never love you more than today
Now black light sets on my short day
Oh, you betrayed me, you gave it away
You don't mind picking up salt to rub into my wounds
Would you be there
Be there
Be there for me
In Miami
Monday, 19 July 2010
horchata
Bu sene hangi okulda yüksek lisansıma başlayacağım hala kesinleşmedi. Birkbeck'e ortalamam yetiyor, Sussex ve Goldsmiths'e girip giremeyeceğim Ağustos sonu-Eylül başı gibi notlarım resmi olarak açıklandığında belli olacak.
Bilmeyenler ve msn'de/gerçek hayatta konuyla ilgili yakınmalarıma denk gelmeyenler için: Brighton'da mı Londra'da mı yaşasam ikilemiyle karşı karşıyayım bu aralar. Goldsmiths Güney Londra'da, ama pek gitme olasılığım yok gibi. Birkbeck yine Londra'da British Museum dolaylarında, şehrin en merkezi yerinde. Gitme ihtimalimin en yüksek olduğu okul, ama notlarım kaldığım o dersi daha vermediğim için henüz kesinleşmedi ve o yüzden yurda başvurma tarihini kaçırdım. Okulun yeri şehrin en turistik bölgelerinden biri olduğu için çevredeki özel yurt ve evlerde tek kişilik oda fiyatları ayda £800'dan başlıyor. Londra'da daha az merkezi bir yerde oda tutmanın fiyatı ise ayda £600 gibi. Bir de Lisa'nın evindeki eşyalarımı Londra'ya taşımak için kamyonetimsi bir şey tutmam gerekeceği gerçeği var, Londra'ya Lisa'nın arabayla girmesi mümkün değil çünkü, ve o kadar eşyayı tren + metro yoluyla taşımam imkansız.
Bu problemler karşıma çıktıkça kafamda son bir kaç aydır "hmm aslında olabilir" kategorisine yerleştirmiş olduğum Brighton'da yaşama fikrine "evet ya, neden olmasın" gözüyle bakmaya başladım. Sussex Uni Brighton'a 6km falan, yani küçük de olsa orada okuma ihtimalim durumunda orada yaşamak çok işime gelir. Ama Londra'da bile okuyor olsam Brighton'da yaşamak doable gibi görünüyor bana. Birincisi Brighton'da ev kirası + Londra'ya tren bileti fiyatları Londra'da yaşamaya kıyasla ayda £300 falan az oluyor, önemsiz bir para da değil. İkincisi Birkbeck'de okursam haftada sadece 2 gün dersim olacak, Brighton da Londra'ya 1 saat, yani haftada 2 gün 1 saat yol gidip gelmek çok da zor iş değil. Üçüncüsü Brighton deniz kıyısında olması, genel olarak Londra'ya göre daha sıcak ve samimi olan havasını sevmem, Londra'nın karmaşıklığı olmadan sıkılınmayan ve aranan şeylerin bulunabildiği boyutta bir şehir olması, en çok da metrekareye 5 gay düşen süper bir popülasyona ev sahipliği yapması nedeniyle yaşamaktan çok zevk alacağımı düşündüğüm bir şehir.
Bu 2-3 hafta içinde bu işi kesinleştirip halletmem gerekiyor. Sussex Uni'den cevap bekleyecek vaktim yok, o yüzden Londra'da okuyacağımı düşünerek karar vermem en mantıklısı. Brighton'da yaşayıp Londra'da okuma işinin olabilitesi var mı sizce? Anket koyuyorum.
21 olmuş bulunuyorum ayrıca, çok çılgın.
Bilmeyenler ve msn'de/gerçek hayatta konuyla ilgili yakınmalarıma denk gelmeyenler için: Brighton'da mı Londra'da mı yaşasam ikilemiyle karşı karşıyayım bu aralar. Goldsmiths Güney Londra'da, ama pek gitme olasılığım yok gibi. Birkbeck yine Londra'da British Museum dolaylarında, şehrin en merkezi yerinde. Gitme ihtimalimin en yüksek olduğu okul, ama notlarım kaldığım o dersi daha vermediğim için henüz kesinleşmedi ve o yüzden yurda başvurma tarihini kaçırdım. Okulun yeri şehrin en turistik bölgelerinden biri olduğu için çevredeki özel yurt ve evlerde tek kişilik oda fiyatları ayda £800'dan başlıyor. Londra'da daha az merkezi bir yerde oda tutmanın fiyatı ise ayda £600 gibi. Bir de Lisa'nın evindeki eşyalarımı Londra'ya taşımak için kamyonetimsi bir şey tutmam gerekeceği gerçeği var, Londra'ya Lisa'nın arabayla girmesi mümkün değil çünkü, ve o kadar eşyayı tren + metro yoluyla taşımam imkansız.
Bu problemler karşıma çıktıkça kafamda son bir kaç aydır "hmm aslında olabilir" kategorisine yerleştirmiş olduğum Brighton'da yaşama fikrine "evet ya, neden olmasın" gözüyle bakmaya başladım. Sussex Uni Brighton'a 6km falan, yani küçük de olsa orada okuma ihtimalim durumunda orada yaşamak çok işime gelir. Ama Londra'da bile okuyor olsam Brighton'da yaşamak doable gibi görünüyor bana. Birincisi Brighton'da ev kirası + Londra'ya tren bileti fiyatları Londra'da yaşamaya kıyasla ayda £300 falan az oluyor, önemsiz bir para da değil. İkincisi Birkbeck'de okursam haftada sadece 2 gün dersim olacak, Brighton da Londra'ya 1 saat, yani haftada 2 gün 1 saat yol gidip gelmek çok da zor iş değil. Üçüncüsü Brighton deniz kıyısında olması, genel olarak Londra'ya göre daha sıcak ve samimi olan havasını sevmem, Londra'nın karmaşıklığı olmadan sıkılınmayan ve aranan şeylerin bulunabildiği boyutta bir şehir olması, en çok da metrekareye 5 gay düşen süper bir popülasyona ev sahipliği yapması nedeniyle yaşamaktan çok zevk alacağımı düşündüğüm bir şehir.
Bu 2-3 hafta içinde bu işi kesinleştirip halletmem gerekiyor. Sussex Uni'den cevap bekleyecek vaktim yok, o yüzden Londra'da okuyacağımı düşünerek karar vermem en mantıklısı. Brighton'da yaşayıp Londra'da okuma işinin olabilitesi var mı sizce? Anket koyuyorum.
21 olmuş bulunuyorum ayrıca, çok çılgın.
Tuesday, 13 July 2010
losing the light
Zeynep'le aşık olunan insanın en saçma davranışlarına, tüm haksızlıklarına, acı çektirmelerine katlandıktan sonra bir yerde bir "eeeh sikerler" diyip çekip gitme eşiği olduğundan bahsediyorduk. Her insanın içinde ukte kalan, unutamadığı yarım kalmış bir aşk oluyor, evet, ama bir gün o aşkların tamamlanamaz kabul edilip rafa kaldırılma zamanı geliyor. En "hiç bir zaman unutmam, hep bir yerim ona aşık kalacak" denilen insana bile zamanla "bu yaptıklarına ben niye katlanmışım ki, ne salakmışım" gözüyle bakılıyor. Bir anda değişiyor insanın bakış açısı. Bazen sabah bir anda artık o insana olan duyguları ölmüş olarak uyanıyor insan durup dururken. Bazen yapılan bir şey bardağı taşıran son damla oluyor. Bazen insan hem kendisinin, hem de karşısındaki insanın değiştiğini; "bir gün döneceğim insan o olacak" diye tutunduğu sadık gerçek aşkın aslında sadece unutabilmek için bir kapanışa ihtiyaç duymak ve o kapanışı bulamayınca geçmişte sıkışıp kalmak olduğunu fark ediyor bir anda, tak diye. Durup dururken, aniden olan bu aydınlanma anı çoğumuz için kaçınılmaz sanırım.
Facebook'tan gelen bir event invitation yoluyla Yeditepe'deki sınıf arkadaşlarımdan birinin öldüğünü öğrendim az önce. İçim bir garip.
The L Word'ün bu sahnesini ve çalan şarkıyı seviyorum. Ana uygun malesef.
Facebook'tan gelen bir event invitation yoluyla Yeditepe'deki sınıf arkadaşlarımdan birinin öldüğünü öğrendim az önce. İçim bir garip.
The L Word'ün bu sahnesini ve çalan şarkıyı seviyorum. Ana uygun malesef.
Monday, 12 July 2010
4:13 dream
Son günlerde fena rüyalar görüyorum. Bir kaç gün önce rüyamda Alize, Deniz ve Facebook'tan biliyor olduğum ama pek tanımadığım bir kız vardı. İstanbul'a o bahsettiğim kızı görmeye gitmiştim, kız daha buluşmamızın üzerinden 1 saat geçmeden gideceğini söylemişti, ve ben sinirlendiğimi, eve dönmek isteyip dönemediğimi, İstanbul'a geldiğime çok pişman olduğumu hatırlıyorum. Sonra nasıl olduysa Alize'nin yanında buldum kendimi. Onun evinde kalıyordum sanırım, hava karlı ve griydi. Alize beni takmıyordu, ben geldiğim için daha da pişman oluyordum.
Önceki gece Paris'te bir metro istasyonunda olduğumu, çok eşyam olduğu için eşyalarımı yere bıraktığımı ama trene binerken çantalarımdan birini platformda unuttuğumu ve o gün gündüz hazzetmediğimden bahsediyor olduğum birinin de rüyamda olduğunu, beni sorumsuzlukla suçladığını gördüm. Çantam kaybolduğu için çok üzülüyor, ama bir yandan da rüya görüyor olduğumu ve uyandığımda hiç bir şeyi kaybetmemiş olacağımı biliyordum. Uyanınca nasıl rahatladım, anlatamam.
Dün geceki rüyam en kötüsüydü. Eskiden arkadaşım olan ama artık alakam olmayan ne kadar insan varsa bir mekana toplanmış bana garip garip bakıyorlardı. Sonra tanımadığım birilerinin masama oturduğunu, birinin bardan 1 kasa bira satın aldığını (?!) ve giderken çoğu içilmemiş olan kasayı masada unuttuğunu hatırlıyorum. Daha sonra oturup o biraları içmeye başladım, tatları daha çok limonata gibiydi ama bira olduklarını biliyordum. Bir süre sonra yanıma bir garson kız geldi, bana dışarıdan aldığım biraları içtiğimi bildiğini söyledi. Uyuz olduğum bir insanın bana bakarak diğer bir uyuz olduğum insana bir şeyler fısıldıyor olduğu sırada garsona biraları masamda oturan bir kızın bardan satın aldığını anlatmaya çalışıyordum. Kız doğruyu söylediğimi kabul etmedikçe sinir oldum, "mekanınız bir tarafınıza girsin" modunda kalkıp çıktım. Sonra uçarak (evet, uçarak) bir yerlere gidiyordum, gerisini hatırlamıyorum.
Concerta kullanırken rahatsız edici derecede gerçekçi, film senaryosu kadar detaylı ve bir o kadar garip olaylarla dolu rüyalar görürdüm. Bu aralar gördüğüm rüyalar bana o dönemi hatırlattı.
Dün uzun zamandır izlemek istediğim Chloe'yi izleme fırsatı buldum. Eğer izlemeyi düşünüyorsanız gerisini okumayın.
---------------spoiler------------------
Julianne Moore çok güzel ve seksi bir kadın, rolüne yakışmış. Ama Amanda Seyfried'de o baştan çıkarıcı, şuh kadın havası yoktu. Çok çocuk görünüyor ve Chloe rolünde olmasını çok yadırgadı gözlerim.
Julianne Moore ve Amanda Seyfried'in sevişme sahnesi hoşuma gitmedi. Seyfried'in G3 dergisine verdiği bir röportajda sahneyi "Benim için çok rahatsız ediciydi" olarak tanımlamasından mı bilmiyorum ama bana çok sahte göründü. En ufak bir tutku yoktu, iki oyuncu da bitse de gitsek modunda gibilerdi, birbirlerine dokunmaktan tiksiniyorlar ve belli etmemek için zor tutuyorlardı sanki. Çok mekanik ve inandırıcılıktan uzak buldum kısacası o sahneyi; o yüzden film tüm etkileyiciliğini yitirdi benim için. Aslında ilgi çekici olan bu konu çok daha akılda kalıcı bir şekilde işlenebilirdi.
Özetle heteroseksüel erkeğin aldatma ve lezbiyenleri gözetleme fantezilerini doyurmaya yönelik bir filmden başka bir özelliği yok gibi Chloe'nin. Sinemada izlemeyi düşünüyorsanız paranıza yazık.
Dikkatimi çeken asıl nokta filmin adının Türkçe'ye Büyük Hata olarak çevrilmesi oldu. Böyle kafalarına göre filmin adıyla alakası olmayan isimler bulan Türk çevirmenlere fena halde uyuz oluyorum zaten. Filmi annemle izledim, o filmdeki "büyük hata"nın kadının Chloe'yi tutarak ailesinin hayatının içine etmesi olduğunu düşünüyor. Bana orada "büyük hata" olarak bahsedilen şey Julianne Moore'un karakterinin (Catherine) lezbiyen bir ilişkiye girmesiymiş gibi geldi. Zaten Catherine'in filmde Chloe ile yaşadıklarına "İyiydi güzeldi ama benim asıl düşündüğüm hep kocamdı" şeklinde bakması onun da bu ilişkiyi bir hata olarak gördüğüne işaret ediyor. O yüzden o büyük hatanın Catherine'in Chloe ile olan ilişkisi olduğunu düşünüyorum (kadının bir kadınla birlikte olmasına, ya da en azından kadının evlilik dışı bir ilişkisi olmasına yargılayıcı bir bakış var gibi geldi bana). Homofobi konusunda inanılmaz hassasım, en ufak derecelerde olanı bile gözüme batıyor, o yüzden filmin adının o şekilde çevrilmesini offensive buluyorum.
Son olarak sinir olduğum şey ise filmin çevirisiydi. Catherine'in adı altyazılarda Katrin olarak geçiyordu falan. Komik misiniz diye sorasım geldi filmin çevirmenleri her kimse. Sinir bozucu.
---------------spoiler------------------
Önceki gece Paris'te bir metro istasyonunda olduğumu, çok eşyam olduğu için eşyalarımı yere bıraktığımı ama trene binerken çantalarımdan birini platformda unuttuğumu ve o gün gündüz hazzetmediğimden bahsediyor olduğum birinin de rüyamda olduğunu, beni sorumsuzlukla suçladığını gördüm. Çantam kaybolduğu için çok üzülüyor, ama bir yandan da rüya görüyor olduğumu ve uyandığımda hiç bir şeyi kaybetmemiş olacağımı biliyordum. Uyanınca nasıl rahatladım, anlatamam.
Dün geceki rüyam en kötüsüydü. Eskiden arkadaşım olan ama artık alakam olmayan ne kadar insan varsa bir mekana toplanmış bana garip garip bakıyorlardı. Sonra tanımadığım birilerinin masama oturduğunu, birinin bardan 1 kasa bira satın aldığını (?!) ve giderken çoğu içilmemiş olan kasayı masada unuttuğunu hatırlıyorum. Daha sonra oturup o biraları içmeye başladım, tatları daha çok limonata gibiydi ama bira olduklarını biliyordum. Bir süre sonra yanıma bir garson kız geldi, bana dışarıdan aldığım biraları içtiğimi bildiğini söyledi. Uyuz olduğum bir insanın bana bakarak diğer bir uyuz olduğum insana bir şeyler fısıldıyor olduğu sırada garsona biraları masamda oturan bir kızın bardan satın aldığını anlatmaya çalışıyordum. Kız doğruyu söylediğimi kabul etmedikçe sinir oldum, "mekanınız bir tarafınıza girsin" modunda kalkıp çıktım. Sonra uçarak (evet, uçarak) bir yerlere gidiyordum, gerisini hatırlamıyorum.
Concerta kullanırken rahatsız edici derecede gerçekçi, film senaryosu kadar detaylı ve bir o kadar garip olaylarla dolu rüyalar görürdüm. Bu aralar gördüğüm rüyalar bana o dönemi hatırlattı.
Dün uzun zamandır izlemek istediğim Chloe'yi izleme fırsatı buldum. Eğer izlemeyi düşünüyorsanız gerisini okumayın.
---------------spoiler------------------
Julianne Moore çok güzel ve seksi bir kadın, rolüne yakışmış. Ama Amanda Seyfried'de o baştan çıkarıcı, şuh kadın havası yoktu. Çok çocuk görünüyor ve Chloe rolünde olmasını çok yadırgadı gözlerim.
Julianne Moore ve Amanda Seyfried'in sevişme sahnesi hoşuma gitmedi. Seyfried'in G3 dergisine verdiği bir röportajda sahneyi "Benim için çok rahatsız ediciydi" olarak tanımlamasından mı bilmiyorum ama bana çok sahte göründü. En ufak bir tutku yoktu, iki oyuncu da bitse de gitsek modunda gibilerdi, birbirlerine dokunmaktan tiksiniyorlar ve belli etmemek için zor tutuyorlardı sanki. Çok mekanik ve inandırıcılıktan uzak buldum kısacası o sahneyi; o yüzden film tüm etkileyiciliğini yitirdi benim için. Aslında ilgi çekici olan bu konu çok daha akılda kalıcı bir şekilde işlenebilirdi.
Özetle heteroseksüel erkeğin aldatma ve lezbiyenleri gözetleme fantezilerini doyurmaya yönelik bir filmden başka bir özelliği yok gibi Chloe'nin. Sinemada izlemeyi düşünüyorsanız paranıza yazık.
Dikkatimi çeken asıl nokta filmin adının Türkçe'ye Büyük Hata olarak çevrilmesi oldu. Böyle kafalarına göre filmin adıyla alakası olmayan isimler bulan Türk çevirmenlere fena halde uyuz oluyorum zaten. Filmi annemle izledim, o filmdeki "büyük hata"nın kadının Chloe'yi tutarak ailesinin hayatının içine etmesi olduğunu düşünüyor. Bana orada "büyük hata" olarak bahsedilen şey Julianne Moore'un karakterinin (Catherine) lezbiyen bir ilişkiye girmesiymiş gibi geldi. Zaten Catherine'in filmde Chloe ile yaşadıklarına "İyiydi güzeldi ama benim asıl düşündüğüm hep kocamdı" şeklinde bakması onun da bu ilişkiyi bir hata olarak gördüğüne işaret ediyor. O yüzden o büyük hatanın Catherine'in Chloe ile olan ilişkisi olduğunu düşünüyorum (kadının bir kadınla birlikte olmasına, ya da en azından kadının evlilik dışı bir ilişkisi olmasına yargılayıcı bir bakış var gibi geldi bana). Homofobi konusunda inanılmaz hassasım, en ufak derecelerde olanı bile gözüme batıyor, o yüzden filmin adının o şekilde çevrilmesini offensive buluyorum.
Son olarak sinir olduğum şey ise filmin çevirisiydi. Catherine'in adı altyazılarda Katrin olarak geçiyordu falan. Komik misiniz diye sorasım geldi filmin çevirmenleri her kimse. Sinir bozucu.
---------------spoiler------------------
Subscribe to:
Posts (Atom)