Monday 26 July 2010

here comes a feeling you thought you'd forgotten

Haftasonu Çeşme'deydim. Cuma öğleden sonra yola çıktığımızda arabanın termometresi dışarıdaki hava sıcaklığını 45 derece olarak gösteriyordu. Gerçekten de nefes alınamayacak derecede nemli ve iç bayıcı derecede sıcak, Temmuz'da Florida modunda bir havaydı (eğer içinizde Florida ya da benzeri bir yere gitmiş olan varsa nefes alınamayacak derecede nemli deyişimin mecazi olmadığını biliyordur). Yiyecek bir şeyler almak için Güzelbahçe'deki balıkçılara uğradıktan sonra Çeşme'ye gittik.

The L Word'ün Lobsters bölümünü geçenlerde tekrar izlediğimden beri (ki 2 aydan çok falan oldu) canım fena halde ıstakoz çekiyor. İzmir sınırları içindeki hiç bir balıkçıda da bulamıyoruz, çok nadir geldiğini söylüyor balıkçılar, nerede bulunabilir bilen var mı?

Neyse, fena halde ahtapotlu bir akşam yemeğinden sonra içki faslı başladı. Ne dışarıda ne de evde, yemekle alkol alan biri pek olmamışımdır. Lisedeyken evde alkol sadece bir şeye moralim bozulduğunda ya da aşırı iç bayıcı bir gün geçirmişsem bilgisayar karşısında otururken alırdım. İstanbul'da üniversite yıllarım boyunca buna evde boş oturmaktan sıkıldığım akşamlar da eklendi. Ama en çok Taksim öncesi evde geceye hazırlanırken içerdim. İngiltere'ye taşındığımdan beri sıkılınca ya da sinirim bozulunca (zaten pek sinirim bozulmaz oldu) alkol almıyorum, evde alkol alma huyum sadece dışarı çıkma öncesi hazırlanırken içmekle sınırlı. Bunu İzmir'de de yapıyorum, asla hafif tipsy olmadan evden çıkmam (tamamen ayıkken sosyal olamıyorum çünkü). Evde ne içmeye başlamışsam çıkarken ondan yanıma alır, yolda da içmeye devam ederim. İngiltere'de genelde Strongbow içerdim sert içkilere hemen başlamamak için, Türkiye'de o ihtimal olmadığından diyet kola ve o dönemdeki favori içkim neyse onu tercih ediyorum (lisede bourbon, üniversite 1-2'de vodka, daha sonra Bacardi, sonra yine bourbon, son günlerde ise gin). Böyle yaptığımda dışarıda daha az içtiğimi, markası belirsiz dandik içkilere bir dolu para vermek zorunda bırakılmadığımı ve o alkol buzz'ını evde hazırladığımdan her şekilde daha dandik olacak içkilerle yakalamaya çalışırken midemin içine etme olasılığımın daha düşük olduğunu fark ettim. Yani elimde 500 ml'lik bir diyet kola şişesiyle beni dışarıda görürseniz nedeni budur. Bu alışkanlığa sahip başkaları da var mı merak ediyorum.

Konudan sapmadan önce bahsetmeye çalışıyor olduğum üzere diyet kolalı gin'imi hazırladım, the Cranberries konseri için Seaside'a doğru yola çıktık. Konser ilginç bir şekilde tam saatinde başladı, 25TL olan gin'imin içine beni bile "oww çok alkollü bu" yaptıracak derecede çok gin koymuştu barmen, ama zaten girişe 160TL aldıktan sonra bir içkiye 25 de çok yani. Evet Çeşme standartlarına göre ucuz biliyorum, ama şişesi o kadar zaten be kardeşim. İşte böyle soyguncu işletmeci zihniyeti yüzünden evde içmeyi seviyorum, böyle tiplere oturdukları yerden para kazandırmak hoşuma gitmiyor.

Genel olarak konser güzeldi. Ama asıl bahsetmek istediğim şey konserdeki insanlar. Solumda bana gece içinde 500 kere omuz atan ve içkimi üzerime döküp duran, bir 100 kere de sigarasıyla beni ve elbisemi yakan, üstelik de bir kere olsun özür dilemeyen gerizekalı bir kadın vardı. Farkında bile değildi kadın yaptıklarının. Görüp de "İngiltere'de böyle şeyler olmazdı asla" dediğim şeylerin kilometrelerce uzunluğa ulaşmış listesine eklendi bu olay. Ayrıca konser, club vs türü ortamlarda sigara içilmesine fazlasıyla karşıyım. Tamamen açık alan bile olsa insan diğerlerine saygıdan içmemeli. Evet ülkem insanında kendinden başkasını düşünmek ya da saygı gibi bir şey kesinlikle yok, ama insan bari içecekse de adam gibi içer, yukarıda tutar başkasını yakmayayım diye. O bile yok insanlarda, vahşi ormanda yaşayan hayvanlar gibi toplum içerisinde nasıl davranılacağından habersizler. O yüzden tıklım tıklım olunan yerlerde sigara içmek açık hava da olsa yasak olmalı.

Yine üçüncü dünya ülkesinde olduğumu gözüme sokmak istercesine elektrikler kesildi Cumartesi günü. O sırada pilini çıkarmış olduğum ve prize takılı olan netbookum ise bir daha açmamak üzere hayata gözlerini yumdu. Eve geldiğimde formatlamak zorunda kaldım, her şeyim silindi, ama sanırım düzeldi.

Netbookum bozulunca sıkıntıdan kafayı yemem sonucu İzmir'e erken dönmeye karar verdik. Yolda Reyhan'ın Ananaslı Bademli İnci Pasta'sından aldık, tavsiye ederim, tam yaz günlerine göre. Bugünlerde beyaz çikolata sever oldum, beğendim o yüzden. Ondan sonra the Last Airbender'ı izledik. Skins'in Anwar'ı Dev Patel mükemmel olmuş, Twilight'daki adını hatırlamadığım çocuk da yüzündeki o sürekli acı çeker ifade olmadan gayet şirinmiş aslında. Ama AFM'nin dandikliğinden mi, yoksa 3. boyutun sonradan eklenmesinden mi bilmiyorum, filmin 3D hali 3. boyut en ufak bir şekilde fark edilmeyecek derecede kötüydü. Hani paranıza yazık, gidin 2 boyutlusunu bulun öyle izleyin, o derece.


Bugünlerde sürekli Horchata dinliyorum. Aslında tam aksi olmasına rağmen bence tam bir yaz şarkısı. Bu sıcakta içilmeyeceğini bilsem de horchata içesim, günbatımında plajda oturup dinleyesim geliyor.

No comments: