Wednesday, 13 June 2012

i knew that you meant it


Tam hayatımda her şey normale döndü ve yoluna girdi derken D'nin annesi yoğun bakıma alındı. İyi olmasını, ameliyatının iyi geçmesini ne kadar istiyorum anlatamam. Bu konu o kadar daraltıyor ki beni, yazmak bile istemiyorum. Belki daha sonra.

Geçen gün D benden kendisine mektup yazmamı istedi. Aklımdan geçen her şeyi kağıda döküp dört sayfalık bir mektup yazdım. Mektubu okurken karşımda oturuyor olacağını bilmekten mi, yoksa email yazar gibi her yazdığımı silememekten mi bilmiyorum, ama emaille asla olamayacağım kadar dürüst oldum. Davranışlarının bana nasıl hissettirdiğini, onu 2. plana alma kararı verdiğimi, sonra bu kararımdan vazgeçtiğimi, her şeyi yazdım. Teker teker hepsi hakkında konuştuk. İletişim kopukluğumuz giderilince ve herkes düşüncelerini ve hislerini sakin kafayla açıklayınca ortada bir sorun kalmadı.

Onunlayken bir balon içinde yaşıyormuşuz, dünyada bizden başka kimse yokmuş ve hiçbir şey kötü gidemezmiş gibi hissediyorum. Birlikte zaman geçirdiğimizde sıradan bir pub'da sıradan bir öğle yemeği bile yiyor olsak hayatımın en önemli anlarından birini yaşıyormuş gibiyim, ama o anın geçmişte kalacak olduğunu düşünmek içimi sinir bozucu bir hüzünle dolduruyor ("This memory will fade away and die"). Hangi insan hayatının en mutlu anlarından biri olarak tanımlayabileceği bir şeyi yaşarken "Yarın bu an geçmişte kalacak ve bir daha bunu yaşamayacağım" diye hüzünlenir? Görünüşe bakılırsa ben, Brian Molko ve Chris Carrabba.

Aşk kesinlikle acayip bir kafa. Üç ay geçti, böyle mükemmel birinin bana aşık olduğuna inanmakta hala güçlük çekiyorum.




Çok fena emoluk edecek ve bu şarkının sözlerini paylaşacağım. İstesem hislerimi o kadar güzel ifade edemem çünkü.


Breathe in for luck, 
Breathe in so deep, 
This air is blessed, 
You share with me. 
This night is wild, 
So calm and dull, 
These hearts they race, 
From self control. 
Your legs are smooth, 
As they graze mine, 
We're doing fine, 
We're doing nothing at all. 

My hopes are so high, 
That your kiss might kill me. 
So won't you kill me, 
So I die happy. 
My heart is yours to fill or burst, 
To break or bury, 
Or wear as jewelry, 
Whichever you prefer. 

The words are hushed, let's not get busted; 
Just lay entwined here, undiscovered. 
Safe in here from all the stupid questions
"Hey did you get some?" 
Man, that is so dumb. 
Stay quiet, stay near, stay close they can't hear
So we can get some. 

My hopes are so high that your kiss might kill me. 
So won't you kill me, so I die happy. 
My heart is yours to fill or burst, 
To break or bury, or wear as jewelry, 
Whichever you prefer. 

Hands down this is the best day I can ever remember, 
Always remember, the sound of the stereo, 
The dim of the soft lights, 
The scent of your hair that you twirled in your fingers 
And the time on the clock when we realized it's so late 
And this walk that we shared together. 
The streets were wet and the gate was locked so I jumped it, 
And let you in. 
And you stood at your door with your hands on my waist 
And you kissed me like you meant it. 
And I knew that you meant it, that you meant it, 
That you meant it, and I knew, 
That you meant it, that you meant it.

#containyourself

Yaz indirimi sezonu açıldı. Harvey Nichols, Matches ve Liberty indirimleri bugün başladı; Selfridges'de ise indirim yarın başlayacak. En heyecanla beklediğim indirim Selfridges'inki, ama yine kendimi tutamayarak indirim sezonunu Selfridges'den önce açtım. İşte bu hafta elime geçirdiğim güzel şeyler (Aquascutum etek maalesef kalçasız insanlar için tasarlandığı için geri dönecek):

Sonia Rykiel Velour Heart Tank £206 £33



Balenciaga RH Murier Day £745 £207



Aquascutum Askham Smart Skirt £175 £35



DKNY Navy Polo £50 £14


Bu da böylece 4. Balenciaga çantam oldu. Çok, çok güzel bir çanta ve satış fiyatının çok altına aldım, ama yine de vicdan azabı duyuyorum. O yüzden ilk Balenciagam olan Calcaire Box'u satma çabalarım yeniden başladı. Bana 2 yıl önce ödediğim fiyatı ödemeyi kabul eden birini buldum, ama nakit ödeme istediğimi söyleyince kadın ortadan kayboldu.

Bu aralar sıkıntıdan fena halde The Purse Forum bağımlısı oldum. Üç yıldır üye olmama rağmen kırk yılda bir alacağım çantaların sahte olup olmadığını onaylatmak dışında pek girmediğim bir siteydi. Eğer internetten alışveriş yapan biriyseniz ve vaktiniz varsa sitenin eBay forumundaki en çok cevap yazılan konuları okumanızı tavsiye ederim. Macera filmi/Brezilya dizisi kıvamında gerçekten. Birkaç gündür günde en az 4-5 saatimi onları okuyarak geçiriyorum, bağımlılık yaptı cidden. Chanel çanta satın alıp "Kutu boş çıktı" diyerek Paypal'den parasını iade alanlar, aynı çantayı 50 kişiye satanlar, gerçek çantayı teslim alıp sahtesiyle değiştiren ve "Satıcı bana sahte çanta gönderdi" diye eBay'e şikayet edenler, çantayı aldıktan sonra "Gelmedi" diyerek bankalarını arayıp kredi kartlarından çekilen parayı geri aldıranlar, her türlü sahtekarlık öyküsüne denk geldim. Paypal'in bariz sahtekar olsa bile hep alıcıyı koruduğunu gördükten sonra kesinlikle satıcı olarak Paypal ile muhatap olmak istemediğime karar verdim. Çok korkunç gerçekten. Sadece nakit, almayan almasın.

Friday, 8 June 2012

disillusioned

Pazartesiden beri her günüm bütün gün yorganımın altında ağlama isteğiyle geçiyor. Ciddi anlamda 24 saat uyumak ve sadece beklediğim birkaç mail geldiği zaman uyanmak, onlara cevap verip geri uyumak istiyorum. Yıllar önce bilmem kaç sene antidepresan kullanmamı gerektirecek kadar ağzıma sıçan o depresyondan beri bunun gibi günler süren ve hiç düzelmeyen ağır bir ruh halinde olmamıştım.

Şu anda 'sevgili' olarak tanımlamanın içime sinmediği insanın bana her hafta içi bir gün akşam yemeği zamanı ayırması teklifimi reddetmesi ve sonuç olarak benim tüm özsaygımı bir kenara bırakarak şu anki durumu kabul etmem üzerine her şey daha da bombok oldu. Normalde sabahtan akşama sürekli iletişim içinde olduğum insan ona en çok ihtiyaç duyduğum zamanda bana günde bir kez "Umarım günün süper geçer" türü mesajlar atan biri haline dönüştü. Hem kendi hislerimi, hem onun hislerini, hem de sahip olduğumuzu düşündüğüm bağı sorgulamaya başladım. Onu kaybetmemeyi, ama hayatımdaki yerini küçültüp başkalarına yer açabilmeyi istiyorum. Bunu nasıl yapacağıma dair en ufak bir fikrim yok.

Wednesday, 6 June 2012

post-conference blues

Bugünlerde içinde bulunduğum üçgen şeklindeki ilişki nedeniyle sinir stres içindeyim. Sürekli bir hıçkıra hıçkıra ağlama hissiyle geziyorum. Birilerine aklımdan geçenleri anlatmak istiyorum, ama benimle aynı durumda bulunmuş birini tanımıyorum ve yaşanmadan anlaşılabilecek bir şey değil bu. Bugün artık frustration'dan (hüsran diyeceğim ama, biraz da kızgınlık içeren bir ruh hali bana göre frustration) patlamak üzereydim ki, kendimi dışarı atmaya karar verdim. Ne zaman moralim bozulsa, bir şeye canım sıkılsa gittiğim South Bank'e gittim. Şu manzaraya karşı bir banka oturmak ve eğlenen, gezen turistlerin arasına karışmak ne kadar dengem bozulmuş hissetsem bile bana inanılmaz iyi geliyor. Ayaklarım yeniden yere basmış gibi oluyorum, zihnimi ele geçiren o ağırlık azalıyor ve problemlerimin çözülemez olmadığına inanmaya başlıyorum.


Sonra eve gelip hoşlanmadığım bir mail görüyorum ve moralim yine bozuluyor. Sevgilim bana yeterince zaman ayırmıyor gibi hissetmeye başladım iyice. Daha fazla ilgi görmek istiyorum, kötü bir şey olup ona ihtiyaç duyduğumda görüşebilmek için günlerce beklemek zorunda kalmayayım istiyorum, en azından hafta içleri görüştüğümüz bir günümüz olsun istiyorum. Bunu da ona söyledim. Eğer "Eşim, çocuğum vs" bahanesiyle teklifimi reddederse ne yapacağımdan emin değilim. Hayatım boyunca ilişkiler konusunda asla vazgeçmediğim tek inancım "Eğer biri beni gerçekten söylediği kadar çok seviyorsa beni görmek için zaman yaratacaktır" olmuştur. Bu inanç benim için diğer tüm yönlerden kusursuz olan ve deliler gibi sevdiğim, zaman problemi dışında her ihtiyacımı karşılayan biriyle ilişkimi bitirmek için yeterli olmalı mı sizce? Emin olamıyorum. Bana istediğim kadar zaman ayıramadığı için haksızlık ettiğini düşündüğünü ve istersem diğer insanlarla da birlikte olabileceğimi söyledi, ama başka birileriyle görüşmek gerçekten hiç içimden gelmiyor şu an.

Tuesday, 5 June 2012

drama llama

Hayatımın en acayip haftasonunu geçirdim. Dün akşam eve gelmiş olmama ve tüm olan bitenin üstüne derin bir uyku çekmeme rağmen hala ruhsal ve duygusal dengemi bulabilmiş değilim.

Cuma günü sevgilim, ben ve birlikte yaşadığı, partneri mi, sevgilisi mi diyeyim, eşi mi diyeyim, ne diyeyim bilemediğim insan birlikte Manchester'a bir konferansa gittik. Kafa karışıklığını önlemek için sevgilimden D, diğer insandan T olarak bahsedeceğim. Neyse, konferansa D'nin arabasıyla gideceğimiz ve benim sabah 9'da onlarla evlerinde buluşacağım konusunda anlaşmıştık. Saat 8'de tam evden çıkmama 10 dakika kala D'den "T yine her zamanki gibi vaktinde hazırlanamayacak, yarım saat ertelesek olur mu" diye bir mesaj geliyor. Londra'nın über kuzeyindeki evlerine gitmek için sabahın köründe kalkıp bir saat fazladan yol gidecek olmama rağmen ben geç kalmıyorum, işsiz güçsüz bütün gün evde internete girmekten başka şey yapmadığı için çantasını önceden hazırlamamış olan T geç kalıyor, herkes planlarını ona göre değiştirmek zorunda kalıyor. Buna fena halde sinir oluyorum. Gittiğimde T bütün planların içine ettiği için bir özür bile dilemiyor. Anında ön koltuğa kuruluyor, ister istemez arka koltuğa oturtulmam bende bir hiyerarşi izlenimi uyandırıyor. Neyse, yoldayız, gidiyoruz, T bana arada ufak ufak laf sokuyor, D tatsızlık çıkmasın diye fena halde stres modunda. Kraliçe'nin tahta çıkma yıldönümü kutlamalarına denk geldiğimiz için otoyol fena halde kalabalık, araba ilerlemiyor, üç buçuk saatlik yolu 6 saatte gidiyoruz. Tüm bu süre boyunca ön koltukta T bağıra çağıra şarkı söylüyor, D ikimize de biraz uzak davranmaya başlıyor, ben arkada birbiri ardına cin tonik deviriyor ve yolculuğun bir an önce sona ermesini diliyorum. D'nin ilk geceyi T ile, sonraki iki geceyi ise benimle geçireceğini önceden kararlaştırmış olmamıza rağmen T bu durumdan memnun olmadığını belirtir imalarda bulunuyor. Tüm bu stresten sonra otelimize ulaşıyoruz, birlikte check-in yaptığımız için odalarımızı yan yana veriyorlar. Yukarı çıkıp odalara bakıyor ve yataklarımızın baş başa gelecek şekilde konumlandırıldığını fark ediyoruz. Bunun fazla garip olacağına karar veriyoruz, onlar odalarını değiştiriyor. Akşam yapılacak olan müzayededen önce 3 saatimiz var, yemek yemeye gidiyoruz. D arabayı park ederken T bana D hakkında ne hissettiğimi soruyor. Ben kara kara ne diyeceğimi düşünürken D geliyor, cevap vermekten kurtuluyorum. T yemeğini hızla yiyip hazırlanmaya gidiyor, D ve ben hazırlanmamız 2 saat sürmeyeceği için ağırdan alıyoruz. Sonuç olarak T erken hazırlanmaya başlamış olmasına rağmen tabii ki yarım saat geç kalıyor, geç gelenler müzayedeye alınmayacağı için stres ve sinir oluyorum, D ikimizin de takma kirpiklerine, bilmem nesine yardım etmek için odadan odaya koşuşturduğu için stres oluyor, böyle bir ruh halinde müzayedeye gidiyoruz. D'ye ortamıza oturmasını öneriyorum, ama ısrarla benim yanıma oturuyor, ben ortada kalıyorum. Müzayede boyunca D ile omuzlarımız birbirine değiyor, normalde birlikte olduğumuz her an eline, bacağına vs. dokunan biri olmama rağmen haftasonu boyunca T'nin yanında ona dokunmaktan çekiniyorum. O da çok gergin, ikimize de dokunmuyor ve çok suskun. İyi zaman geçirmediği çok bariz. Üç saat sonra müzayede bitiyor, T kazandıklarını almaya gidiyor, D ve ben ilk kez koşuşturmacasız, doğru düzgün baş başa kalmanın tadını çıkarıyor ve şakalaşıyoruz. T suratsız ötesi bir şekilde geri geliyor, ben arkadaşlarıma hoşçakal demeye gittiğim sırada "Bütün gece benimle konuşmadın, ben gittiğim an gülüşmeye başladınız" şeklinde D'nin ağzına sıçıyor. Otele dönüyoruz, bu sırada T 10 metre önümüzde yürüyüp fena halde trip atıyor. Odama gidiyorum, sonradan D'den öğrendiğime göre onlar tartışıyor. T biraz D ile baş başa zaman geçirmek istediğini söylüyor, ertesi akşam birlikte yemek yemeye karar veriyorlar, biraz gıcık olmama rağmen kabul ediyorum.

Cumartesi sabahı T'nin alışverişe gitmesi gerekiyor, D ile kahvaltı ediyor ve onunla konferans mekanında buluşuyoruz. T insanlara bizi "Bu partnerim D, bu da zerofeelings" şeklinde tanıştırıyor. Benim de D'nin en az onun kadar partneri olduğumu göz ardı etmesine çok sinirleniyorum. Hepimiz aynı workshop'lara gidiyoruz. Bu kez T çokeşlilik konulu workshop'ta D'den "My wife" olarak bahsediyor. Evli falan olmamalarına rağmen benim olduğum ortamda ondan "wife" diye bahsetmesine çok sinir olduğum kendisine D tarafından önceden iletildiği halde böyle bir muhabbete girmesini kasıtlı buluyor ve daha da sinirleniyorum. O gün D biriyle tanışıyor, akşam gideceğimiz partide birlikte takılmaya karar veriyorlar. T D'ye yeni tanıştığı S ile ne yapacaklarını konuşmak için 10-15 dakikaya ihtiyacı olduğunu söylüyor. D ile ben otele dönüyoruz, T'nin 10 dakikası 1 saate dönüştüğünden onların yemek planı iptal oluyor. D, T'nin ondan baş başa zaman istemesine rağmen böyle bir şey yapmasına sinir oluyor. Saat 7.45'te çıkmayı kararlaştırıyoruz. 7.30 ve ben hazırım. D takma kirpiklerime yardım etmeye geliyor. 7.45 oluyor, T hala ortada yok. Sonunda hazır olduğunda saat 9'da geliyor. Ben yine sinirleniyorum. D'nin arabasıyla yarım saat uzaklıktaki parti mekanına gidiyoruz. Mekan umduğumuzdan çok daha küçük, tek bir odadan oluşuyor. Ne D ve ben T ve S'yi, ne de onlar bizi iş pişirirken görmek istemediğinden önce onların ne bok yiyeceklerse yemelerini, daha sonra D ve benim o odaya gitmemizi kararlaştırıyoruz. Biz dışarıda oturup sıkıntıdan patlarken 3 saat geçiyor, T ve S hala ortada yok. Zaman geçtikçe ikimiz de sinirleniyoruz, parti sona yaklaşıyor ve o akşam bir şey yapacak fırsatımız olmayacağını anlıyor, arabada beklemeye karar veriyoruz. Araba anahtarlarının T'de olduğu ortaya çıkıyor, ama yaptıklarını bölmek istemediğimizden gidip alamıyoruz. Sonunda yukarı geliyorlar, D bu sırada sinirden patlamak üzere. Tam bir sessizlik ve awkwardness içinde Manchester'a geri dönüyoruz. S'yi bırakıyor ve otele geliyoruz. Kendisine çok sinirlendiğimizi anlayan T, D'ye "10 dakika konuşabilir miyiz" diyor. Geceyi benimle geçirecek olan ve akşamın daha da mahvolmasını istemeyen D, daha fazla zamanımızdan çalmasını istemediği için "Yarın konuşalım" diyor. Bu sefer buna sinirlenen T çekip gidiyor. D de peşinden gitmek zorunda kalıyor. Tartışıyorlar, D odama geliyor, geceyi benimle geçiriyor.

Ertesi sabah konferans mekanına gidiyoruz, herkes ana salonda ama T ve S yoklar. Onları alt katta bir köşede el ele tutuşmuş konuşurken buluyoruz. Zaten sinirli olan D daha da sinirleniyor. S peşimizden geliyor ve benim yüzüme dahi bakmadan D'den laf olsun diye özür diliyor. Ama gerçekten üzgün olmadığı o kadar belli ki, D ona ters davranıyor. T D'ye "Yalnız konuşabilir miyiz" diye bir mesaj atıyor, gideceğimiz workshop'un başlamasına 20 dakika var, D kısa keseceğine söz vererek onun yanına gidiyor. Workshop başlıyor, D'den "Ben workshop'a gelmiyorum, biraz yalnız olmaya ihtiyacım var, özür dilerim" diye bir mesaj geliyor. T'nin yaptığı şeylerin acısını benden çıkarıyor gibi hissediyor ve sinirleniyorum. Otele dönüyorum, biraz sonra D geliyor, bütün gün kavga ettiklerini ve ayrılmak üzere olduklarını anlatıyor. Onu teselli etmeye çalışıyorum. Tüm bu olanlara rağmen yine de o akşamki partiye gitmeye ve biraz kafa dağıtmaya çalışmaya karar veriyoruz. Parti boyunca T ve ben birbirimizi tamamen görmezden geliyoruz, D biraz yalnız kalmak istediğini söyleyerek beni yalnız bırakıyor, moralim iyice bozulmaya başlıyor. D yanıma geldiği sırada otele dönmek istediğimi söylüyorum, T'ye gideceğimizi söylemek için gidiyor, 15 dakika geçiyor ve hala yok. Çıkarken niye geç kaldığını soruyorum, yine tartıştıklarını söyleyerek bana patlıyor, hemen özür diliyor. Otele gidiyoruz, geceye dair aylardır yaptığımız tüm planlar tamamen alt üst, D ağlamaya başlıyor. Sabahın köründe uyanıp uyku tutmadığını, biraz yürüyüşe çıkmak ve kendi kendine zaman geçirmek istediğini söylüyor. Beni uzaklaştırıyormuş gibi hissediyorum. Geri geliyor, yine ağlıyor, yine onu teselli etmeye çalışıyorum, check out zamanı geliyor. Trenime 6 saat var. O 6 saatin en azından bir kısmını benimle geçirmeyi önereceğini beklerken o öğleden sonra T ile buluşup ayrılma/ayrılmama konusunda konuşacaklarını ve ondan önce yalnız olmak istediğini söyleyip arabasına atlıyor ve gidiyor. Bu noktada fena halde yalnız hissediyorum, benden iyice uzaklaşmış ve ilişkimiz her an bitecek gibi geliyor. Akşam bana mesaj atıyor, çok sarhoş olduğunu ama neler olduğunu anlatmak istemediğini söylüyor, havadan sudan konuşuyoruz. Hala neler oldu bilmiyorum ve bu beni çok rahatsız ediyor, daha da moralim düşüyor. Hala kendime gelemedim.

Workshop'lar, partiler ve ortam süperdi, ama bu kadar dramayı düşmanım için dilemem gerçekten.

Thursday, 31 May 2012

you've got beautiful eyes, they travel down history

Şu kürtaj muhabbetinde ülkem prehistorik zihinlerinden birbiri ardına saçma sapan laflar geliyor. Gerçekten okudukça depresifleşiyorum. Ciddi anlamda tiksiniyor ve insanların bunun üzerine bile hala patlama noktasına ulaşmamasına hayret ediyorum. Umutsuzlaşıyorum.

**

Dün akşam National Theatre'a Christopher Eccleston'lu Antigone'yi izlemeye gittim. Aylar öncesinden biletler tükenmişti, ama tam iade edilen biletlerin son anda yeniden satıldığı güne denk gelerek en ortada, en önde bir koltuğu çok çok indirimli bir fiyata bulmayı başardım. Tiyatroyu en önden izlemek, her detayı görmek bir başka oluyor.


Oyun öncesi aylardır gitmek istediğim, ama nedense her heveslenişimin kapalı olduğu Pazartesi gününe denk geldiği ve dolayısıyla gidemediğim BFI Mediatheque'e gittim. Eğer Londra'ya yolunuz düşerse mutlaka tavsiye ederim, ücretsiz olarak   tüm BFI milli arşivini izleyebiliyorsunuz. Akla gelebilecek her türlü şeyden oluşan binlerce filmlik bir arşiv. 150 videodan oluşan LGBT temalı koleksiyonlarına göz atarken 1992 yapımı bir kısa filme denk geldim. Zaman zaman gittiğim bir barda görüp güzel olduğunu düşündüğüm bir kadının gençlik haline rastladım. Aynı koleksiyon içinde izlediğim alakasız bir başka kısa filmde de o vardı. Dünya gerçekten küçük.



**

Yarın D, diğer kız arkadaşı ve ben Manchester'a gidiyoruz. Geldiğimde nasıl geçtiğini bildireceğim.

Tuesday, 29 May 2012

release me from the heatwave

Türkiye gündemini düzenli olarak takip etmiyorum. Çok dolu bir haftasonu geçirdim, o yüzden gündemi kürtajın işgal ettiğini yeni öğrendim. Ekşi sözlüğe bir girdim, "karnındaki çocuğu öldürme hakkı isteyen kadın" gibi mal mal başlıklar, "kürtaj yasağı" temalı entryler dolmuş.

Türk toplumunun yakın zamanda prehistorik çağdan günümüze adım atacağına dair en ufak bir umut kırıntısı taşıyor olsaydım, o da o yazılanları gördükten sonra yok olurdu.

Öncelikle, hiçbir erkeğin kürtaj hakkında atıp tutma hakkı yok. Kendileri çocuk taşıyabilecek hale geldikleri zaman yorum yapabilirler.

İkinci olarak, kürtaj karşıtı örümcek kafalılara karşı yapılan "Ama kadın tecavüze uğrarsa, çocuğu engelli doğacaksa kürtaj olmasın mı" argümanı sinirime dokunuyor. Kadının vücudu kendisine aittir, üzerinde kimse hak iddia edemez. Dolayısıyla kürtaj kararı da YALNIZCA kadına aittir. Kadın kürtaj kararını meşru göstermek için tecavüz, engel gibi şeyleri neden göstermek zorunda değildir. "Ama babanın söz hakkı yok mu" insanları sırf adamın birisi 3-5 saniyeliğine spermiyle olaya katkıda bulundu diye vücutlarında istemedikleri bir ağırlığı 9 ay taşımanın, sonra da hayat boyu onun bakımıyla uğraşıp sorumluluğunu üstlenmenin nasıl bir his olabileceği üzerinde düşünebilirler.

Bir diğer sinir olduğum nokta ise bu miladi zihniyete sahip insanların doğmamış, fasülye kadar bir fetüsten "bebek, çocuk, canı ve ruhu olan şey" gibi bahsederek Emrah edebiyatı yapmaları. 

Gezegenin doğal kaynakları şimdiden tam kapasite çalışırken, daha fazla nüfusu kaldıramayacak haldeyken ve milyonlarca yetim çocuk varken üremeyi gerekli görenleri de ayrı bir garip karşılıyorum.

Özetle kürtaj karşıtı insanlardan hiç hazzetmiyorum. İnanan biri olsam tüm bu tartışma içimde "Allahım aklıma mukayet ol" deme isteği uyandırırdı.

**

Cuma sevgilimle üniforma partisine gittik. Bodrum katı dungeon olan bir pub'da 20-30 tane askeri/polis üniformalı kadınla takılmak son derece gerçeküstü bir deneyimdi. Cumartesi sabahı yokluğumda gelmiş olan kürk pelerini almak için postaneye gittik. Böylece haftaya Manchester'daki konferansta giyeceğim prenses kostümü tamamlanmış oldu. Oradan nehir kenarına gittik, Globe Theatre'da Haluk Bilginer'in oyunu vardı. Güneşin alnında pişerek bitse de gitsek modunda oyunu izledikten sonra kendimizi en yakın yeşil alana attık. Eve geldik, yemek yapıp yedik ve yorgunluktan erkenden sızdık. Pazar sabahı güneşli ve 27 derece olan havayı görünce içimi deli bir pikniğe gitme arzusu kapladı. Marketten bir şeyler alıp Battersea Park'a pikniğe gittik. Mükemmeldi. 

Hava çok, çok sıcak. Klimamı özlüyorum.




Thursday, 24 May 2012

all i've felt was leading to this

Uzun zamandır Olimpiyatlar'a bilet almayı düşünüyor, ama bir olay olmasından korkan arkadaşlarımın da etkisiyle "Ya başıma bir şey gelirse" mantığından kurtulamıyordum. Bugün bir daha ne zaman Olimpiyat'a denk geleceğim diye düşünerek biletimi aldım. Hadi bakalım.

Dün tıkış tıkış bir koltukta neredeyse dört saatlik bir uçuş deneyimi yaşayıp geceyarısı Londra'ya indim. Saniyesi saniyesine son treni yakaladıktan ve tanrının unuttuğu bir istasyonda gece gece ikinci bir tren bekledikten sonra eve geldiğimde saat 1.30'a geliyordu. Uyumadan önce bir gelen mektuplara bakayım dedim. BBC Hackney Weekend biletim ve eBay'den aldığım bir şeyin yokluğumda geldiğini belirten kartın arasında adresin el yazısıyla yazıldığı, hiçbir posta damgası ya da pul taşımayan bir zarf duruyordu. Merakla açtım, içinden bir tanecik sevgilimin yüzlerce "Seni seviyorum"la doldurduğu, beni çok özlediğini söyleyen bir "Eve hoşgeldin" mektubu çıktı. Yine ailemi ve evimi geride bırakmanın ve yol yorgunluğunun yol açtığı dandik, aksi ruh halimin yerini anında deliler gibi aşık, mutlu bir his aldı. Benim için kimse böyle bir şey yapmamıştı, nasıl mutlu ve şanslı hissettim, anlatamam.

Norveç'te Brusand'dan otele dönerken trende yıllardır dinlemediğim Lamb-Gorecki'yi dinlemiştim. Buz gibi soğuk bir günde hiç bilmediğim bir ülkede tek başıma kalkıp trenle uzak bir sahil kasabasına gitmenin, kilometrelerce yürüyüp bomboş ve görkemli kumsala ulaşmanın, saatlerce tek bir insana bile rastlamamanın verdiği yalnız ve romantik bir ruh hali içindeydim. O şarkıyı dinlerken ilk keşfettiğimde hissetmediğim bir özdeşleşme hissettim sözleriyle. O an, hayatımda bana nasıl hissettirdiğini hiç unutmayacağım anlardan biri olarak yerini aldı.

Wednesday, 23 May 2012

i won't hurt you, unless you ask me to hurt you

Tam İzmir'e alışmıştım ki, Londra'ya dönüş zamanı geldi. Az sonra bahsedeceğim şey dışında süper bir tatil geçirdim. Ben 30-35 derece günlük güneşlik bir hava beklerken çoğu gün kısmen kapalı ve serindi, ama yine de bir gün Ilıca'da ve bir gün Kuşadası'nda deniz-kum-güneş faslı yapmayı başardım.

O da değil, Londra bugün 27 derece ve güneşliymiş. Mayıs ayında görülmemiş şey gerçekten. Bugün daha erken saatte dönüyor olsam, yarın sabah uyanır uyanmaz kendimi Brighton'a atar ve bütün gün güneşlenirdim.

Kötü şey demişken, bir buçuk yıl önce aldığım Sony Vaio laptop'um yavaşlama belirtileri göstermeye başlamıştı, ama yaşına göre kabul edilebilir bir yavaşlamaydı. Türkiye'ye geldiğimde hızı gittikçe azalmaya başladı, öyle ki Pazar akşamı Windows'un başlayabilmesi tam olarak 3 saat 45 dakika sürdü. Virüs falan bulaştığı sonucuna varıp geri bir tarihe almaya çalıştım, ama yapamadı. İçindekileri alıp format atayım dedim, denediğim hiç bir taşınabilir belleği tanımadı. 36 saat falan uyumak ve yemek yemek dışında full bununla uğraştıktan sonra laptop'un annemin işyerindeki IT bölümüne gitmesine karar verdik. Hard diskin sizlere ömür olduğu ve içindeki dosyaların kurtarılmasının mümkün olmadığı ortaya çıktı. Laptop hala garanti kapsamında olduğu için Sony'i aradık, ertesi gün İngiltere'ye döneceğimi ve hemen tamir edilmesi gerektiğini söyledik, 2 saatte hard disk'i değiştirip laptop'umu geri verdiler. Binlerce fotoğraf, şarkı, ebook kaybettim, ama bilgisayarsız kalmadığıma şükrediyorum. Giderken bunu burada bırakmak zorunda kalsaydım çok kötü olurdu, yeni bir laptop istemiyorum çünkü. Bilgisayardır, telefondur, iPod'dur, kameradır türü teknolojik bıdılarımı 4-5 sene geçip iyice kullanılamaz hale gelene kadar kullanıyorum; tamir edilemez ya da garanti süresi dolduğu için tamiri çok pahalıya gelecek durumda olmaları dışında bu bahsettiğim şeylerin yenisini almak bana kafayı teknolojik trendlere kaptırıp giden enayi insan modeli olmak gibi geliyor. O yüzden yeni bir laptop almak zorunda kalmadığıma çok sevindim.

Geçen haftasonu babam bana "Bak bakalım bunu hatırlayacak mısın" diye Timo Maas'ın Brian Molkolu şarkısı Pictures'ı dinletti. Çok sevmeme rağmen 7 yıldır dinlememiştim, gerçekten de şarkının varlığını unutmuşum. O zaman bana pek bir şey ifade etmeyen sözleri şu anda anlamlandırabiliyor olmam da ilginç bir şey.

Friday, 18 May 2012

what a shame

Geçen gün profil fotoğrafını değiştirdiği notification'ı gelince Türkiye'deki eski sevgililerimden birinin profiline yönlendim. Birlikte olduğumuz zaman (4 yıl önce) hiç bir erkekle birlikte olmamış olan ve olmaya niyeti yokmuş gibi görünen bu insanın profilinde bir erkekle ilişkide olduğunu görünce şoke oldum. Bilmem kaç sene önce Türkiye'de bulunduğum bir dönemde sevgilimsi olduğum ve bana kendini eşcinsel olarak tanıtan biri daha şu anda bir erkekle birlikte. Gerçekten çok şaşırtıcı.

Bu insanların ikisi de ailelerinin eşcinsel olduklarını öğrenmesinden fena halde korkan tiplerdi. Gerçekten biseksüel olmaları ve cinsel yönelimleri konusunda kafalarının karışık olması mümkün değil mi, mümkün tabii. Ama ben bu insanlarla yaşadığım şeylere dayanarak (en azından birinin) tamamen kendilerini kandırmakta olduklarını, "Kendimi karşı cinsten hoşlanmaya zorlarsam belki gerçekten hoşlanırım" zihniyetinde olduklarını düşünüyorum. Buna gerçekten inanıyorlar mı bilemiyorum. 

Geçen sene yine Türkiye'den bir arkadaşım bana "artık eşcinsel olmak istemediğini" ve kendini "normal" olmaya zorlamaya karar verdiğini, bunun için bir erkek arkadaş edindiğini söylemişti. Bu üç insan da aynı mantıkta sanıyorum ki: Kendi eşcinselliklerinin "yanlış" olduğuna inanmalarına neden olan içselleştirilmiş bir homofobi, benliğini kaybedecek hale gelene kadar kendini kandırmak, homofobiye maruz kalma riskine girmemek için ot gibi yaşayıp gitmeyi seçmek.

Ne kadar da üzücü.