Monday, 5 September 2011

getting lost in the folds of your skirt

Bir haftadır yazamadım. Pazartesi tezimi teslim ettikten sonra ani bir kararla "Bayramda bir yere gitsek ya" şeklinde 15 dakikada bir Sakız tatili organize etmiştim. Bunun üzerine Salı Çeşme'ye gidip Çarşamba sabahı Sakız'a geçtik 2 günlüğüne. Feribot firması (Ertürk, spesifik olmak gerekirse) organizasyon seviyesi o derece yerlerde sürünüyordu ki, anlatamam. Sırf onlar da değil, genel olarak limanın hali de öyleydi. İzin verirseniz biraz söylenmeye ihtiyacım var bu konuda.

- Bayram günü binlerce kişinin Sakız'a gideceği bilinirken neden liman güvenlikçileri sıcak yataklarından bir saat erken çıkıp, limandaki feribot kısmını bir saat erken açıp 45 dakika süren güvenlik geçiş kuyrukları oluşmasını engellemiyorlar? Bilet sattıkları insanların telefonuna feribot firması neden bir mesaj atmıyor "Bayram nedeniyle çok yolcu olacak, normalden bir saat daha erken gelmenizi tavsiye ediyoruz" falan diye?

- Ne zaman Sakız'a gitsek hep Ertürk'le gidiyoruz ve her seferinde feribot geç kalkıyor. Bahane de "Kalkıştan önce gümrük belgelerinin teslim edilmesi gerekiyor, izin çıkmıyor yoksa" falan. O feribotun her sabah o saatte kalkacağı belli, yolcu isimleri belli, neden o liste önceki gece ya da sabahın erken saatlerinde hazırlanmıyor?

- "Yarın döneceğiz" diye özellikle söylememe rağmen biletime açık dönüş yazan görevliden anladığım kadarıyla dönüş biletlerini "açık" yazıyorlar hep. Öyle yapmasalar ya da insanlardan dönüş tarihlerini en geç 24 saat kala firma ofisine bildirmelerini isteseler, ve bildirmeyen ertesi günü beklemek zorunda kalsa, yolcu isimleri belli olur ve gecikmeler azalır. Yolcu sayısı da belli olduğu için dolmuş kaldırır gibi "Bu feribot doldu, yarım saat bekleyin bir tane daha gelecek" yaparak insanı enayi yerine koymaya çalışan görevliler kimsenin asabını bozmaz o kadar sıra beklemenin üzerine. Ve böylece 60 yaşında olduğuna utanmayıp iki kişi önce bineceğim diye izdiham yaratan, birbirini ittirip duran teyzelerin kurbanı olmayız.

- Bu Sakız gezisinde feribot öncesi ve sonrası o kadar sıra bekleyerek geçti ki, bin türlü sıra muhabbetine denk geldim. Ve bir kez daha emin oldum ki, Türk insanından daha görgüsüz bir millet tanımadım hayatımda (ki genellemelerden tiksinirim aslında). Sıraya kaynak yapanlar; onları görüp "Lütfen arkaya geçin, insanların önüne geçtiniz, ayıp" diyeceklerine "Sıraya kaynadılar ya terbiyesizler" diye duyulması için yanındakine yüksek sesle söylenenler; insanları ittire kaktıra öne geçip 10 kişilik ailesinin tamamını yanına çağıran edepsizler; doğru düzgün sıraya girilmediği için yanlışlıkla sıralar birleşip biz önlerine geçince yüzümüze "Pardon, önümüze geçtiniz" diyeceğine kulağımızın dibinde "Kıza bak ya hem kitap okuyor hem de çaktırmadan öne geçmeye çalışıyor" diye bağırıp tepemizi attıranlar; o sıkışıklıkta herkes stres olmuşken bağıra çağıra telefonla konuşup milletin suratına sigara dumanı üfleyenler, her türlü görgüsüzlük örneğine denk geldim resmen. Görgü kavramına aşırı takık bir insan olarak böyle toplum içinde nasıl davranacağını öğrenememiş mağara insanı modelleri çok fena sinirime dokunuyor, en ufak bir görgü yoksunluğu inanılmaz gözüme batıyor. Ben de aşırı takıntılıyım o konuda, farkındayım, ama insanların toplum içindeyken başkasının keyfini kaçırmaya hakkı yok. Ben kimsenin dedikodusunu, telefon konuşmasını dinlemek; sigarasını solumak; ailesini sırada önüme geçirmek zorunda değilim.

- Toplum içinde yüksek sesli konuşmaktan bahsetmişken, Cuma günü yazlığın havuzunda güneşleniyorduk. Tam uykuya dalmıştım ki, veledin tekinin kuzenime top atması ve ona çarpan topun suyunun üstüme gelmesiyle uyandım. Uyanınca fark ettim ki, veletlerin anneleri arkamızda oturuyor. Arkamızda dediğim, çok da yakınımızda değiller aslında. Ama kendi aralarında o kadar bağıra çağıra konuşuyorlar ki, dibimizde gibiler. Biri bildiğiniz bağırarak 59295 tane telefon konuşması yapıyor, biri taa havuzdaki çocuğuna bağırıyor, diğerleri de fena yüksek bir sesle salak salak şeylerden bahsediyor. Çok rahatsız olup gitmeye karar verdik. Kötü kötü bakışlarımızdan onlardan rahatsız olduğumuz için gittiğimizi anlamış olsalar ki biz giderken bize bakarak fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı. 40 yaşında kadınlar bu kadar görgüsüz olursa, çocuklarının havuzbaşında top oynanmayacağını düşünememesi normal tabii.

**

Yeni evimizde yaşamaya başladık bu haftasonu. Tüm eşyalar yenilendiğinden, evin içi şu anki tüm evlerimizden daha süper olduğundan ve odam oha boyuttaki havuza baktığından kendimi otelde kalıyormuş gibi hissediyorum. Düzgün bir otele gittiğimde odadaki rehber ve oda servisi menülerini, televizyonu, banyoyu, sağı solu keşfederek zaman geçirmek; sonra da o koca yastıklara gömülüp normalde evimizde olmayan bir kanalı izleyerek uyuyakalmak çok hoşuma gider. Nete mi girsem, köpük banyosu mu yapsam, kitap mı okusam, televizyon mu izlesem şaşırırım. Bunları evde de yapabilceğimi bilsem de otelde yapmak farklı bir tat verir. Şu anda öyle bir ruh halindeyim. Ev bana çok yabancı, ve her şeyi keşfetmek istiyorum. Haftalardır tezim yüzünden hiç boş zamanım olmadıktan sonra şimdi tüm zamanımın boş olması bana "Yapmak istediğim 482048 tane şey var, hangisini yapsam" diye düşündürüyor. Keşke zamanı durdurup günü uzatabilsem diyorum.

Monday, 29 August 2011

days before you came

Yetiştiremeyeceğim diye fena halde endişelendiğim tezim sonunda bitti. Aslında yazma faslı dün öğleden sonra bitmişti, ama editlemesi, referansları, sayfa düzenlemesi falan derken geceyarısını buldu bitirmem. Sayfa numarası ekleyip ona göre içindekiler kısmını düzenler, yatarım diye düşünüyordum ki, Word'de sayfa numaralarını 4. sayfadan başlatmanın insana saç baş yolduran bir şey olduğunu fark ettim. Dosyayı bölümlere ayırdım, 1. sayfa olmasını istediğim bölüm başına gidip oradan koymayı denedim falan, yine de üsttekileri de numaralıyordu. Annem kendi laptopunda, ben benimkinde gece 3'e kadar bununla uğraştık. En sonunda idare eder bir hale getirdik dosyayı ve yattık.

Sabah zombi modunda uyandığımda saat 6'ydı. Tezimi son bir kez okuduktan sonra bastırıp ciltletmek üzere Bornova'ya doğru yola çıktık. Bayram arifesi sabahın 8'inde açık yer bulamayacağımızı tahmin ettiğimizden önceden bir ciltçiyle anlaşmıştık. Gittik, adam ortada yok ve telefonu da kapalı. Ben panik ve sinir içinde kafayı yiyorum, gördüğümüz her fotokopici kapalı falan yarım saat dolandıktan sonra adama ulaşmayı başardık. O işi de halledip tezimi Londra'ya yollanmak üzere kuryeye verdik.

Ocak'tan beri falan bu işle uğraştığım düşünülürse, 8 aylık emeğimin sonucunu elimde mini bir kitap olarak görmek çok fantastik duygular uyandırdı içimde.

Son 1 aydır yemek ve duş araları dışında abartısız yatıp kalkıp tezimle uğraştığımdan şu anda inanılmaz boş hissediyorum, "Hayat ne anlamsız" ruh halindeyim. ÖSS sonrası da böyle olmuştum, insan o stres süreci boyunca "Keşke boş zamanım olsaydı" diye düşünürken birden boş kalınca neye uğradığını şaşırıyor. Hala normal bir ruh haline dönemedim. Tez yazma süreci boyunca ev taşıma faslı beni etkilemesin diye yabancı bir evde kalmış olmamın, ve bugün yeni evimize ilk kez gidişimin de etkisi var muhtemelen.

Günlerdir yazmak istediğim çok şey vardı, ama şimdi yazamıyorum hiç birini.

Yarın Çeşme'ye gidiyorum, oradan Sakız'a gideceğiz birkaç gün. Sonra yine Çeşme, ve Babylon Soundgarden'a. Hayat umarım normale döner o sırada.

Wednesday, 24 August 2011

beymen vs. MJ



Az önce Markafoni Beymen satışında 55TL'den 25TL'ye düşen bir adet Beymen anahtarlıkla karşılaştım (bkz. solda). Sağdakiler ise Marc Jacobs'ın Special Items koleksiyonuna ait, 3 sezon önce 5 dolara satılıyordu yanlış hatırlamıyorsam.

Başkasının tasarımını çalıp bilmemkaç katı fiyata satmak da bir başarı tabii.

Sinirleniyorum böyle şeylere hakikaten.

Monday, 22 August 2011

little girl with one eye

Üyesi olduğum bazı sitelerde profilime "X insanlarla konuşmak istemiyorum" yazmak zorunda kalıyorum. Çünkü bazı insanlar ısrarla tanışmak istediğim insan profiline hiç uymadıkları halde mesaj atarak bana böyle yapmanın gerekliliğini gösteriyorlar (bkz. profilimin tepesinde koca koca gay yazmasına rağmen hala mesaj atıp duran erkekler). Zaman zaman insanlar bunu yaparak kendini beğenmiş göründüğümü söylüyorlar, ama kendini beğenmişlikten ne kadar uzak bir insan olduğumu bildiğimden şu ana kadar öyle denmesinin üzerinde durmamıştım. Dün Gaydar'da bir profil görene kadar.

Konuşmak istemediğim X insan profili herkese copy-paste aynı "Slm, msn'im şu eklesene" mesajı atanlar, cam'de seks ya da erkek arkadaşıyla arasına üçüncü arayanlar, ve "Tanışabilir miyiz" diye muhabbete başlayanlardır (şu "Tanışabilir miyiz"e mantık çerçevesi içinde açıklayamadığım bir uyuzluğum var özellikle). Onun dışında "Böyle böyle insanlar bana mesaj atmasın" demeyi önyargılı ve ukalaca buluyorum hakikaten ben de.

Bu bahsettiğim profilde kız "Emolarla, drama kraliçeleriyle, küçük kızlarla konuşmak istemiyorum" diyordu. Önce aklımdan "Onlara emo denmiyor bir kere, emo kid deniyor" diye geçirdikten sonra "Pardon, bu küçük kızlar kim oluyor" diye sorma gereği duydum kendisine. Öğrendim ki küçük kızlar "Teenage olanlar, olgun olmayanlar ve yaşı geçtiği halde teenage gibi davrananlar" oluyormuş. Şimdi tanımıyorum etmiyorum bu insanı, ama eğer kendisi gibi insanları tanımadan etiketlendirme meraklısı olsaydım muhtemelen "Küçük kızlar" kategorime yollayacağım biri olurdu. Böyle bir peşin hüküm merakı kaç insanın olgunluk standartlarına uyuyor merak ediyorum çünkü.

Niye kendimi bu kızla aynı tutmuyorum? Çünkü benim mesaj almak istemediğim insan tipi belli: Bir insan ya erkek kimliklidir, ya değildir; ya "Tanışalım mı" demekte ısrarlıdır, ya değildir; ya cam seks/üçüncü insan arıyordur, ya aramıyordur. Bunların ortası, gri bölgesi yok. Ama şimdi hangi insan bunu okuyup "Ben olgun değilim ya, mesaj atmayayım bu kıza" diyecek ki? Ya da insanın başkasını" küçük kız" olarak etiketlemeye hakkı var mı? Özellikle de bir kadının kadını aşağılayıcı bir deyiş olan "küçük kız"ı başka kadınlardan bahsederken kullanması gerçekten de içler acısı bir durum değil mi?

Ukala insanlar kadar itici bulduğum birileri yok gerçekten. Biri ne kadar etkileyici görünürse görünsün, kendini beğenmişliği ortaya çıktığı an benim için güzelliği sıfıra iniyor. Ukalalığı, kendini beğenmeyi çekici bulan var mı acaba?

Olmalı ki insanlar böyle itici olmaya devam edebiliyorlar.

Saturday, 20 August 2011

nimm mich mit

Kafayı son birkaç yıldır Yunan kültürüyle bozmuş bir insan olarak yıllardır evimize 10 dakika mesafede bir adet Yunan tavernası bulunduğunu öğrendiğimde inanılmaz sevinmiştim. Geçenlerde sonunda fırsat oldu ve gidebildim.

Ben mi çok şey bekliyordum, bilmiyorum, ama hiç beklediğim gibi değildi.

- Ouzo'nun bardağı 20TL'ydi. Evet, 20TL. Yunanistan'da 3 euro falan bu tür yerlerde.

- Kalamar ızgara ve dolma 6TL olan inanılmaz fiyatlarıyla beni benden aldı. Kızartma kalamar için malesef aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Ayrıca kalamar sosunda bildiğimiz bütün karabiber vardı bir sürü, hiç sevmediğim bir tat olduğundan ağzımda sürekli karabiberlerin parçalandığını hissetmek hoş değildi.

- "Caciki" bildiğimiz süzme yoğurtla yapılmıştı, ekşiydi. Tzatziki'nin bir tür kese yoğurduyla yapıldığını biliyorum, ve şu ana kadar onlarca farklı tavernada yememe rağmen bir türlü tam olarak nasıl bir yoğurt kullanıldığını kestiremedim. Yoğurdu kendileri mi süzüyorlar nedir sırrı bilemiyorum, ama kesinlikle Türkiye'de marketlerde satılan hazır süzme yoğurtlara benzemiyor tadı, o ekşilik olmuyor. Keşke nasıl yaptıklarını bilsem ve evde yapabilsem. Deli gibi seviyorum çünkü.

- Grek salatada bildiğimiz beyaz peynir kullanılmıştı, feta değil. Ayrıca içinde dereotu falan vardı. Güzel bir salataydı, ama "Grek" değildi kesinlikle.

- Türkiye'de feta satılıyor mu? Bilen varsa çok sevineceğim.

Şu tezim bitsin, kendimi bir Yunan adasına atıp ouzo stoklayacağım. Babam da "Lesvos'a gidelim Eylül'de" falan dedi geçen gün. Eylül'de dünyanın her yerinden binlerce gay kadın Uluslararası Kadın Festivali için adaya doluşuyor, o yüzden yanımda babamla gitmek konusunda kararsızım.

Tez sonrası yıl sonuna kadar boşum. Yunanca öğrenmeye başlamayı planlıyorum, bir dahaki gidişimde en azından yemek falan Yunanca sipariş edebilmek istiyorum.

Üniversiteye ilk başladığımda çok dinlediğim, uzun zamandır aklıma gelmemiş bir şarkı Sözlük'te karşıma çıktı bugün. Paylaşmak istedim:

Wednesday, 17 August 2011

the swan

Tezim için 2 tane reality show analiz ediyorum. The Bachelor sonunda bitti, The Swan maratonuna başladım bugün. Bir yanda evdeki eşyalar kolileniyor, klimacılar evdeki klimaların hepsini söküyor her yerden tak tak tak duvar kırma sesleri geliyor; diğer yanda ben saçma sapan bir program izlemeye çalışıyorum.

Ve bu saçma sapan programı izleyebilmek için ne zorluklar atlattım. İnternetteki milyon torrent sitesinin hiç birinde, Amazon UK'de, eBay UK'de bulamadım The Swan'ı. En son çare olarak bir sürü para verip eBay Amerika'dan aldım, Amerika'daki bir tanıdığın evine yollattım, o buraya getirdi, falan filan. Sonra izleyebilmek için evdeki laptoplardan birinin region'ını değiştirmek zorunda kaldım. Ama sonunda başardım.

The Swan ne kadar salak bir program, anlatamam. Çoğu gayet normal görünen, ama "Çok çirkinim, hayata küstüm" modunda olan; bunu değiştirmek için akla gelebilecek her türlü estetik operasyona maruz kalan; maksimum 10 kilo fazlaları olduğu halde ölüm orucu modu diyet ve spor programları içinde olan; ve tüm bunların sonucunda elde ettikleri görüntüyü görünce ayna karşısında ağlama krizlerine giren bir grup kadın. Tam bir kuğuya dönüşen çirkin ördek teması.

Hani biri kendini küçük düşürür ve siz onun yerine utanırsınız ya, bütün programı öyle bir ruh hali içinde izliyorum. Mutlulukla söylüyorum ki şu anda hayatımda hiç almadığım kadar kilo almış olmama rağmen hiç bir zaman bu programdaki kadınlar kadar "Görünüşümden o kadar tiksiniyorum ki, ucube gibiyim" moduna girmedim. Kendilerine akıl ve fikir diliyorum gerçekten. Etrafınızdaki insanların salak saçma güzellik idealleri yüzünden bu kadar acıya katlanıp 500 tane ameliyat olacağınıza direk zihniyetinizi değiştirip kendinizi toplumun dayattığı "güzellik" anlayışından kurtarsanız, eminim çok daha mutlu olursunuz uzun dönemde.

Görünüş o kadar önemli değil. Gerçekten değil. Ya da belki çok yüzeysel bazı insanlar için öyledir, ama benim için değil. Tabii ki insanların ilk gördüğümüz şeyleri dış görünüşleri, ama biriyle 2 dakika geçirdikten sonra gerçekten görüntü önemsiz hale geliyor. Celebrity crush'larımı istisna olarak görürsek, şu ana kadar etkilendiğim insanların neredeyse tamamı geleneksel güzellik anlayışına uymayan tipler oldu (çoğu kadında etkileyici bir nokta bulabiliyorum deyip duruyorum hep). Ve "çok güzel" olarak kabul edilen insanları hiç etkileyici bulmadım şu ana kadar. "Güzellik" denen şeyi tanınmaya değer insanlar zaten o kadar üst sıralara koymuyorlar.

Bunu da dedikten sonra şimdi The Swan'a geri dönmem lazım.

Tuesday, 16 August 2011

proud



Bu haftasonu gidemediğim için bildiğiniz kahrolduğum, Avrupa'nın en süper pride yürüyüşü Brighton Pride Parade vardı. Ve Facebook listemin yarısı oradaydı. Arkadaşlarımın fotoğraflarına bakıp kendimden geçiyorum şu an. Çok şirin anlar, birbirinden ilginç giysiler var. Yeşil Parti'nin, British Airways çalışanlarının, ve polisin yürüyüşe katılması da dikkat çekici.




















the bachelorette

Tezim yüzünden The Bachelor ile kafayı bozmuş haldeyken ara vereyim diye TV'yi açıp karşımda The Bachelorette görünce E!'ye geçmeye karar verdim. Orada da Kristen Stewart ile ilgili bir program vardı. Tipi değil ama o kızın hareketleri, tavırları aşırı bir gay vibe taşıyor bence. Gay olduğunu açıkladığında "I knew it!!" yapabilmek için bunu da buraya yazıyorum.

**

Evimizde son 2 gecemiz. Bu eve hiç aşırı bir bağlılık duymamış olsam ve anneme bizi buraya taşıdığı için hep kızmış olsam da üzülüyorum taşınacağımız için. Taşınırken hep böyle hüzünlenirim zaten.

Bu kısa post'tan sonra şimdi malesef The Bachelor'a dönmem gerek.

Monday, 15 August 2011

the boy who blocked his own shot

Tezimle ilgili fena stres olmuş durumda uykuya daldıktan birkaç saat sonra fena bir karın ağrısıyla uyandım. Önce premenstruallikten kaynaklandığını varsayarak uyumaya devam ettim, ama biraz sonra yeniden uyandım. Hayatımda hissetmediğim kadar şiddetli, bir an kafama ciddi ciddi "Biri birazdan beni kurtarmazsa acıdan öleceğim" düşüncesi sokan bir ağrıydı. Bütün geceyi tuvalette worshipping the porcelain goddess modunda geçirdim. Gıda zehirlenmesi olduğunu tahmin ettiğim bu şey, tam tezime %100 konsantre olmam gereken şu son 2 haftada çok fena oldu.

Tezimi 1 Eylül'de teslim etmem gerekiyor. Daha doğrusu ciltlenmiş bir halde 1 Eylül'de İngiltere'ye yollamam gerekiyor. 1 Eylül'ün bayramın son günü olduğunu fark ettim dün. Yani o tarihte ne açık ciltçi, ne de çalışan kurye/kargo vs. bulabileceğimi sanmıyorum. Çünkü herkes Müslüman ya bu ülkede, bazı insanların din temalı sanrılarına olan akıl almaz inançları dolayısıyla ülkede yaşam duruyor. Bana ne sizin inancınızdan, bayramınızdan; ben sadece tezimi bitirip gönderebilmek istiyorum. Bu saçma sapanlık yüzünden tezimi neredeyse 1 hafta önce bitirmek zorunda kalacağım eğer açık yer bulamazsak, ve yetişmesi mümkün değil haftaya.

Türkiye'de yaşamaktan tüm benliğimle nefret ettiğim anlardan biri.

Sunday, 14 August 2011

you bring eyesight to the blind

10 yıl kadar önce bu zamanlar dinliyor olduğum rastgele bir şarkı:


Ve onu dinlerken aklıma bu geldi, yine o zamanlardan: