Friday, 24 December 2010

gender trouble

Türkiye'de biriyle feminizm/cinsiyet rolleri kavgası yapmadığım bir gün geçmiyor gerçekten. Ülke sınırları içine adım atalı 24 saat geçmeden biriyle bu konuda tartışmaya girmesem olmazdı zaten. Gaydar türü üye olduğum bir sitede kızın teki günlerdir bana yavşama mesajları atmaktadır. Birkaç gün boyunca o bana "Naber" konseptli mesajlar atıp ben "İyi, sen?" modu geçiştirdikten sonra olaylar gelişir (tırnak içine aldığım kelimeleri sarkastik bir şekilde kullandığıma dikkat çekerim):

(Aklımdan geçenleri italikle parantez içinde yazıyorum.)

Kız: Burada çok erkek görünümlü kızlar var, ben hoşlanmıyorum.
Ben: Bana göre "erkek görünümlü" olmak problem değil ("Butch'lardan nefret ediyorum" modu gay kadınlar içten içe homofobikler. Birisi bana böyle bir laf etti mi muhtemelen zeka seviyesi olarak kendimden düşük biriyle muhatap olacağımı anlıyorum).
K: Erkek görünümlü kızlardan hoşlanıyorsun yani (Şu dediğimden bu sonuca ulaştın ya, her ne kadar önyargılı olmak istemesem de idiot olduğuna dair kanım gittikçe güçleniyor).
B: İnsanları "erkek görünümlü/kadın görünümlü" olarak ayırmıyorum.
K: Dış görünüm olarak ayırmaktan bahsetmiyorum aslında (erkek "görünümlü" derken dış görünüşten bahsetmiyorsan neyden bahsediyorsun?). Karakter olarak yakıştırmıyorum kızların erkek gibi maço ve kaba davranmalarını (Kadın dediğin "ladylike" davranmalı yani sana göre, kadınsı, kibar, nazik, falan filan olmalı. Ataerkil düzenin kadına yakıştırdığı gibi olmalı).
B: Maçoluğu kimsede sevmem ama kadınların "hanım hanımcık" olmasını beklemek anti-feminist geliyor bana (Aklımdan "Of, çok gerizekalısın" demek geliyor ama feminist damarımı bastırarak düşüncelerimi olabildiğince az kırıcı bir şekilde ifade etmeye çalışıyorum).
K: Her bayanın içinde bir hanımlık vardır zaten. Ama bazı kadınların içinde erkekler var. Ve erkekmiş gibi davranıyorlar. Ben buna karşıyım.
B: İçimde en ufak bir "hanımlık" yok. Ben de "erkek gibi", "kadın gibi" kavramlarına karşıyım.
K: Görünüşün öyle demiyor ama (buradan hanımlık derken kadınsı bir görünüşü değil bir davranış biçimi olan hanımlığı kastettiğimi ve o yüzden tırnak işareti kullandığımı anlamamış olduğunu anlıyoruz). Görünüşe aldanmamak lazım demek ki (e evet, yeni mi öğreniyorsun bunu?). Sen muhalefetsin sanki biraz sıradışı (senin gibi sabit düşünceli, feminizm düşmanı insanlara kıyasla sıradışıyım sanki biraz, evet).
B: Cinsiyet Çalışmaları okuyorum, o yüzden bu kadın-erkek rollerinin bu kadar sert olmasından nefret ediyorum. Bana göre kadınsı ya da erkeksi diye bir şey yoktur. Bir insan kaba ya da maço olabilir, bu onu erkeksi yapmaz, kabalık kişisel bir özelliktir, cinsiyete bağlı değildir.
K: Peki kadın olup erkek gibi görünmenin mantığı ne? (Bu lafından sonra umutsuz vaka olduğunu anlıyorum)
B: Kadın olup "kadın" görünmenin mantığı neyse o. İnsan kendini nasıl bir görünüşle ifade etmek istiyorsa öyle edebilir. Senin kadın gibi görünmeyi seçmen erkek gibi görünmeyi seçen bir kadından daha geçerli yapmaz bu kararını.
K: Ben kadın olarak yaratıldığım için kadın gibi görünüyorum (tam bir beyinsiz olduğuna dair ulaştığım kanının geri dönüşü olmayacağı kesinleşti, butchfobik olduğun kadar transfobiksin de görünen o ki). Bu benim seçimim değil yaradanın doğuştan verdiği bir yetenek (yaradan muhabbetine de girdin, ya, güldürdün beni; kadınsı görünüşün "yetenek" olması ayrıca, lol, bildiğiniz gülüyorum bu sırada söz konusu insana acıyarak). Neyse konuyu kapatsak iyi olacak(bence de).
B: ...

Dünyada gerçekten çok gereksiz insanlar var.

Çarşamba çıktığımda çocuğun teki "Christmas Cuma günü" falan türü bir laf etti bana. "Hayır" dedim, "Christmas Cumartesi". Israrla Cuma olduğunu iddia edip durdu. Bugün de Facebook'ta en az 4-5 insanın bugünden Christmas olarak bahsettiğini gördüm. Anladım ki insanlar Christmas'ı 24 Aralık zannediyorlar. Değil. Bugün Christmas Eve, Christmas yarın. 24'ünü nereden çıkardılar anlamadım.

Tuesday, 21 December 2010

let's dance to joy division, and celebrate the irony

Birkaç gün önceki post'larımdan birinde THY'den pek hoşlanmadığımdan bahsetmiştim. Hoşlanmama sebebim direk İzmir-Londra seferinin olmayışı, ülkenin milli havayolu olarak uygun fiyatlı olması gerektiği halde ülkedeki en pahalı havayolu olması (British Airways'den hep daha pahalı oluyor Londra seferleri), ve uluslararası uçuşlarda diğer havayollarının bilmemkaç katı para almasına rağmen bagaj limitinin diğer havayollarından daha az olması ve üstüne üstlük ekstra bagajlar için kilo başına 10 euro almasıydı. 2-3 yıl önce İngiltere'ye bir ekstra bavul götürmek istediğimde benden 475TL ekstra bagaj parası istedikleri (ve benim "Siktirin gidin, o paraya bir bilet daha alır bavulumu yanımdaki koltuğa oturtur kemerini de takarım" tepkisi verip bagajımı bırakmak zorunda kaldığım) günden beri THY'den özellikle hazzetmiyordum. Dolayısıyla bu post'umda şöyle demiştim:

Normal koşullar altında yarın öğleden sonra İstanbul uçağına binip oradan 23.50'de mi ne son İzmir uçağını yakalayacaktım. En ufak bir gecikme olursa (ki olmaması mümkün değil gibi) o uçak kaçıyor. Bir sonraki uçak sabah 7'de. Her şeyine sinir olduğum ve British Airways İzmir uçuşunu iptal etmiş olmasa asla tercih etmeyeceğim Türk Havayolları öyle bir durum halinde yolcularını bir otele bile yerleştirmeyecek kadar cimri tabii ki. İnsanların bütün gece bir şişe suyun 3TL'ye satıldığı bir havaalanında ne bok yemesini bekliyorlar bilmiyorum. Bana insanoğlunun bildiği her bankadan bir kredi kartı çıkartan anneme şükrediyorum ki öyle bir şey olması durumunda havaalanındaki bir sürü lounge'dan istediğime girebiliyorum. Bu da geceyi rahat rahat koltuklara yayılıp beleş yemek ve beleş sınırsız Jack Daniels eşliğinde beleş internete girerek geçirebileceğim anlamına geliyor. Umarım her şey yolunda gider ve buna gerek kalmaz.

THY hakkındaki tüm laflarımı geri alıyorum dünden sonra.

Facebook'umda varsanız bunları zaten biliyorsunuz, ama dün olaylar şöyle gelişti:

12.30 gibi evden çıktım 12.55 Heathrow Express trenine binmek üzere. Yerlerde kar vardı, ama o sırada yağmıyordu. 13.10'da Heathrow'daydım. Terminalime gittiğimde güvenlik görevlileri havaalanı binasına giriş kapılarında kol kola vererek barikat kurmuş, kimseyi içeri sokmuyorlardı. Cumartesi uçuşların çoğu iptal olduğundan ve Pazar havaalanı tamamen kapalı olduğundan o günlerde uçuşunu kaçıranlar da dün Heathrow'a akın etmişti; o yüzden içeride adım atacak yer olmadığından insanları içeri almıyorlarmış, sonradan fark ettiğime göre. Dışarıda nefeslerin buhar olarak çıktığı derecede buz gibi bir havada en az bir 300 kişi AKP'nin ekmek dağıttığı tipler gibi birbirini ittire ittire tıkış tepiş bekliyor ve içeri girebilmeye çalışıyordu. Ben de söz konusu kalabalığa dahil oldum. Tam o anda kar yağmaya başladı. Karın altında 1 saat 45 dakika donarak ve kırık ayak kemiğimin içine edilerek bekledikten sonra sonunda güvenlik görevlilerinden biriyle konuşabilecek kadar yakına ittirilmeyi başardım. Adama o gün iptal olmamış bir uçuşum olduğunu ve kaçırmak üzere olduğumu söyleyip e-bilet'imi gösterdiğimde beni içeri aldı. Check-in yaptırırken uçağın 1,5 saat gecikmeli olduğunu söylediler. Güvenlikten geçtim, Starbucks'ta kahve içerken karşıdaki Harrods mağazasında bir Marc by Marc Jacobs çanta gözüme çarptı. %40 indirimle £160'a düşmüştü, alsam mı diye düşündüm, ama haftaya Noel sonrası indirimlerde daha da düşeceğini bildiğimden almadım. Bu sırada 1,5 saat geldi ve geçti; ama hala uçağımdan haber yoktu. Sonunda uçak 3 saat gecikmeli olarak kalktı. THY'nin uçağı normalde bindiğim British Airways uçaklarından çok daha lükstü, koltuk aralığı normalin 2 katı falandı, yemekler süperdi (THY'nin dış hat yemeklerinden daha güzelini hiç bir havayolunda yemedim), şaraplar da o kadar fena değildi ki uçuş boyunca 3 küçük şişe içtim. Alkolden yanaklarım kızarmış bir şekilde İstanbul'a indim, koştura koştura İç Hatlar'a gittim. Alakasız olacak şimdi ama, İstanbul kadar büyük bir şehrin Atatürk kadar varoş bir havaalanı sahibi olması ne acı. Gerçekten, iç hatlar acınası durumda zaten de, dış hatlarda bile bir bok yok. Nerede Harrods'lı, Burberry'li, Mulberry'li, Tiffany & Co'lu Heathrow; nerede transit yolcularını bir görevliyle karşılayıp araçla transfer etmek yerine yarım saat tek başına iç hatlara yürüten Atatürk Havalimanı. Neyse, iç hatlar THY masasına ulaştığımda içinde olmam gereken son İzmir uçağı 1,5 saat önce kaçmıştı. Türk Havayolları görevlileri beni ve aynı durumda olan 10 kadar kişiyi daha Taksim'de son derece lüks bir otele götürüp hepsini kendileri karşıladılar. THY yolcuları için özel olarak sabahın 4 buçuğunda hazırlanan kahvaltıyı bile THY ödüyordu (binebilecekleri bir sonraki uçak 2 gün sonra olan bazı insanların 2 günlük oda ve tüm öğünlerini karşılıyorlardı). Sabah THY'nin gönderdiği bir arabayla havaalanına geldim, ilk İzmir uçağına bindim, ve neredeyse 24 saat süren bir yolculuktan sonra evime ulaştım.

Bu da böyle bir gündü.

Sonuç olarak THY'yi çok takdir ettim, kabus gibi bir günü daha dayanılabilir hale getirdiler.

Birisi Sözlük'te "Aynı şehirdeki 2 havaalanı (Stansted, Luton) arı gibi işlerken biri (Heathrow) tamamen kapalı" yazmış. Stansted ve Luton Londra'ya dahil değiller. "Aynı şehirde" falan değiller yani. Mesajla bunu belirtmek istedim yazara, ama üşendim.

Sunday, 19 December 2010

reach out and touch faith

Bazen günlerce yazmayıp yazdığım günlerde de bilmemkaç tane post yazma alışkanlığım oluştu. Ama Ricky Gervais'in ateizm ve din hakkındaki bu yazısını okuyunca paylaşmadan duramadım.

Kesinlikle okuyun. Kendimi ateistten çok agnostik olarak tanımlıyorum, ama yazıda bahsedilen her şeye kelimesi kelimesine katılıyorum.

Bir de yazı hakkındaki yorumlardan biri düşüncelerimi çok iyi ifade ediyor:

Religion was a clever invention to control the masses long before ideas such as democracy and government emerged. You religious zealots, think about this - there are thousands of religions and gods, and you just happened to pick the correct, one. What are the odds? Why does god create babies with horrible diseases? Why did he create cancer? Christians believe we all are descendants of Adam and Eve. Whom did their children marry and have children with?

Science does not have all the answers, but it is the best tool we have to try to answer life’s tough questions. If religion teaches us anything, it should be about the dangerous power of brain washing. As someone said, if 40 million people believe a foolish thing, it is still a foolish thing. As the author points out, leeches and blood-letting were also generally accepted practices not too long ago.

If god gave me a brain and I choose to use it for critical thinking, am I going to rot in hell?

Her türlü insanı çekici bulabilirim, gerçekten. Ne kadar toplumun "güzellik" anlayışına uymayan, benimle karakter ve yaşam biçimi olarak tamamen alakasız biri olursa olsun; birinden etkilenme olasılığım var. Ama kesinlikle siyasi ve dini görüşleri bana zıt bir insandan etkilenmem. Dine önem veren biriyle birlikte olma ihtimalim sıfır, sıfır ve sıfır. Ne kadar güzel olursa olsun, ne kadar çekici olursa olsun, ne kadar iyi anlaşıyor olursak olalım; dinin bir koyun gütme aracı olduğunu göremeyen biriyle yüzeyselden öteye giden bir alakam olamaz. Özellikle dinin ikinci sınıf insan yerine koyduğu kadınların ve cehennemde yanacağını iddia ettiği gay insanların neden dindar olduğunu aklım almıyor gerçekten.

flight attendant

Heathrow Havalimanı'nda Cuma'dan beri kar ve buzlanma nedeniyle uçuşların çoğu iptal ya da rötarlıydı. Dün kalkışlara baktığımda sabah 9'da kalkması gereken uçaklar akşam 7'de kalkacak görünüyordu (o da kalkabildilerse tabii).

Dün öğlen Amerika'ya gitmesi gereken bir sınıf arkadaşıma saatlerce havaalanında bekledikten sonra uçuşun iptal olduğu ve Salı'ya kadar hiç bir uçuşta yer olmadığı söylenmiş. THY'yi aradım, böyle bir durumda yeni uçuş planlanacağını söylediler.

Normal koşullar altında yarın öğleden sonra İstanbul uçağına binip oradan 23.50'de mi ne son İzmir uçağını yakalayacaktım. En ufak bir gecikme olursa (ki olmaması mümkün değil gibi) o uçak kaçıyor. Bir sonraki uçak sabah 7'de. Her şeyine sinir olduğum ve British Airways İzmir uçuşunu iptal etmiş olmasa asla tercih etmeyeceğim Türk Havayolları öyle bir durum halinde yolcularını bir otele bile yerleştirmeyecek kadar cimri tabii ki. İnsanların bütün gece bir şişe suyun 3TL'ye satıldığı bir havaalanında ne bok yemesini bekliyorlar bilmiyorum. Bana insanoğlunun bildiği her bankadan bir kredi kartı çıkartan anneme şükrediyorum ki öyle bir şey olması durumunda havaalanındaki bir sürü lounge'dan istediğime girebiliyorum. Bu da geceyi rahat rahat koltuklara yayılıp beleş yemek ve beleş sınırsız Jack Daniels eşliğinde beleş internete girerek geçirebileceğim anlamına geliyor. Umarım her şey yolunda gider ve buna gerek kalmaz.

Eğer havaalanında stuck isem yarın bu saatlerde bu şarkıyı söylüyor olacağım:

One day I'll fly free, in the airplanes
"Where's my seat?", "Where's my champagne?"

"I'm such a pretty boy"

Heaven knows the lengths I go
To please them everyday
They don't even notice when I'm down

"Such a pretty boy"

Hotels were closed
And the airport was clean
I was stranded alone
In my southwest dream


i'm not in love

Buz gibi, karlı bir Londra Pazar'ına bu şarkı çok yakışıyor.



Bu aralar en ufak bir aşk benzeri his sahibi olmayan bir insan olduğumdan şarkı ruh halime de uygun. Daha önce hep aşık olmak isterdim, aşık olmadıkça hayatın anlamı yokmuş gibi gelirdi, o yüzden karşıma çıkan ve beni heyecanlandıran herkese aşık olduğumu sanırdım. Şu anda unutamadığım, yokluğu yüzünden kendimi tamamlanmamış hissettiğim biri olmadığından hayatımda hiç aşık olmamış olduğumu fark ediyorum. Ve hayatımda ilk kez aşık-olmak-istiyorum ruh halinde olmadığım bir dönemdeyim. Ve mutluyum. Çünkü şu anda her şey olması gerektiği gibi.

I saw your picture hangin' on the back of my door
Won't give you my heart
No one lives there anymore
And we were lovers
Now we can't be friends
Fascination ends
Here we go again
Cause it's cold outside, when you coming home
Cause it's hot inside, isn't that enough

I'm not in love

We are not in love.

Saturday, 18 December 2010

i've never been an extrovert, but i'm still breathing

Birkaç hafta önce biriyle tanıştım. Kendisi muhtemelen dünya üzerindeki en extroverted insan. Buluştuğumuzda saat akşam 7'ydi. Bana sabah 11'den beri dışarıda olduğunu söyledi. "Çalışıyor falan mıydın" diye sordum, güldü ve "No, I was socialising" cevabını verdi. Sabah evden çıkmasıyla benimle buluşması arasında bilmemkaç farklı insanla bilmemkaç farklı şey yapmış. Sonra bana iPhone'undaki takvimi gösterdi. Önümüzdeki 2 ay boyunca 2-3 gün dışında her gün için sosyal bir planı vardı.

Bu sabah kira ödemek için evden çıktım, Londra'nın gayet merkezinde son derece busy bir yol üzerinde yaşamama rağmen bileklerime kadar kar vardı. Havaalanları falan kapalı, o derece. Akşam çıkma planım vardı, bu havada yorganıma sarılıp pizza ısmarlayıp nette vakit öldürmekten başka şey yapasım gelmediğinden büyük ihtimalle yalan olacak (Amazon'dan 2.84 pound'a aldığım But I'm a Cheerleader DVD'im geldi, onu izleyebilirim). Çıksaydım Oxford Street-Regent Street tarafına gidecektim, evime uzaklığı 15 dakika. Yukarıda bahsettiğim kız da bugün oraya gidecekmiş, onun evine uzaklığı 1 saat 15 dakika. İnsan nasıl üşenmez?? Gerçekten, bu havada sabahın köründe (hayatta sabahın köründe zorunlu olmayan sosyal bir plan yapmam, ki bu tamamen ayrı bir post konusu) bu karda kışta niye kalkıp o kadar yol gider bir insan "sosyalleşmek" için?

Ben bu extrovert takımını anlamıyorum gerçekten. Ben günde sosyal bir ortama dahil olmamı gerektiren 2'den fazla plan asla yapamıyorum, 2 plan bile beni ruhen o kadar yoruyor ki eve gelip en az 36 saat tek başıma olup şarj olma ihtiyacı duyuyorum. Mesela o gün okula derse gideceksem (sosyal plan #1) ve dersten sonra kütüphanede yapmam gereken şeyler varsa (sosyal plan #2) akşam dışarı çıkma planımı iptal etmek zorunda kalıyorum. İnsanların arasında o kadar uzun süre bulunmak beni fena strese sokuyor, pilimi bitiriyor cidden.

Sabah uyandıktan sonra ilk iş dışarı çıkmak da beni çok rahatsız ediyor mesela, eğer dersim erkense ve sabah uyanıp direk okula gidiyorsam çıkışta hemen eve gelmek istiyorum; başka şey yapasım gelmiyor. Uyandıktan sonra kendi kendime bir 3-4 saat geçirmeden "sosyal" olmak, insan arasına karışmak istemiyorum. O yüzden arkadaşlarıyla asla öğlen-öğleden sonra-akşam üstü saatlerinde buluşmayacak biriyim. Akşam 6-7'den önce sosyalleşmek istemiyorum!

O yüzden ben bu kız ve türevlerini anlayamıyorum.

she's empty and so beautiful, i'll keep her here with me

Karlı bir sabaha kafamda Jack Off Jill-Vivica çalarak uyandım. 15 yaşımdan beri dinlememiştim, nereden esti bilmiyorum.

Bugün Goldsmiths Sosyoloji fakültesinin (Gender Studies'in bağlı olduğu fakülte) dönem sonu partisi vardı. Yine biraz boğazım ağrımaya başladığından ve über bir sorumsuzluk örneği gösterip tüm araştırmamı son ana bıraktığımdan gitmeyip akşamı kütüphanede geçirdim.

Duyduğuma göre mekanda "Siz feministler niye böyle kadın hakları diye dır dır edip duruyorsunuz bilmiyorum, bence fazla bile hakkınız var" türü laflar eden bir idiot varmış. Bölümümüzün kızları topluca ağzına sıçmışlar, az bile yapmışlar. Bir de göt beyinli herif Sosyoloji master'ı yapmış bir insanmış. Yazıklar olsun gerçekten böyle insanlara, devletin onun gibileri okutmak için harcadığı paraya yazık. Hani okumamış insan böyle laflar etse cahilliğine verilebilir de, o kadar "eğitilmiş" bir insanın hiç bir bahanesi olamaz.

Yarattın bari takip et diyoruz böyleleri için.

Bir de fotosunu çekmişler idiotun:



Vivica dinleyin benim için..

Oh Vivica, I wish you well
I watch you burn in humid hell
No sleeping pills, no old tattoos
Will save you now

He'll never change, he's just too vague
He'll never say you're beautiful
Oh Vivica, I wish you well, I really do, I really do

The apple falls far from the tree
She's rotten and so beautiful
I'd like to keep her here with me
And tell her that she's beautiful
She takes the pills to fall asleep
And dreams that she's invisible
Tormented dreams she stays awake
Recalls when she was capable

She's empty and so beautiful
I'll keep her here with me

Thursday, 16 December 2010

live a simple life in a quiet town?

Londra'da yine kar yağıyor. Haftasonu da aralıksız yağacakmış. Pazartesi Türkiye'ye dönmem gerekiyor, lütfen Heathrow kapanmasın.

Salı akşamı dışarıdaydım, "Sen Cumartesi Klub Fukk'ta değil miydin" diye bir kız geldi yanıma. Konuştuk, telefonumu istedi, sabah uyandığımda "Pazar günü yemeğe çıkmak ister misin" diye mesaj atmıştı. Önce bana yemek pişirmeyi önerdi, ama tanımadığım birinin evine gitmek istemediğimden dışarıda buluşmamızın daha iyi olacağını söyledim. Pazar günü nehir kıyısında İtalyan yemeye gideceğiz. Is this a date, sevgili okuyucular? Emin olamadım.

İngiliz göçmen yasası 10 gün önce değişti. Normalde İngiliz üniversitelerinden mezun olanlara 2 yıllık bir iş bulma ve çalışma imkanı veriliyordu, o vize kaldırıldı. Ayrıca bundan sonra çalışma izni çooook zor verilecek, eskiden verilen insan sayısının 10'da biri falan alabilecek ancak.

Tezimi Eylül'de teslim ediyorum, öğrenci vizem de Ekim'de bitiyor. Diplomam/sonuçlarım Aralık gibi gelecek. Ama ben Londra'da nasıl iş bulacağım o zaman Türkiye'den? Bu çok sinirimi bozmaya başladı. Ne yapabilirim?

1- Laf olsun diye doktoraya başvurmayı planlıyorum. En kötü ihtimalle gitmem.

2- Amerika'nın LGBT-friendly birkaç büyük şehrinde ve Amsterdam'da iş ya da doktora olanaklarını araştırmaya başlayacağım.

3- Türk medya kuruluşlarının birinin Londra ofisinde ya da Londra'daki Türk Konsolosluğu'nda iş bulmama yardım edebilecek birileri var mı diye bakacağım bu gidişimde.

Günün birinde Türkiye'ye dönmek istiyorum, ama şimdi değil. Hem gay, hem poly, hem de kinky bir insan olarak Türkiye'de yaşayabileceğimi sanmıyorum şu anda; özellikle poly ve kinky bir yaşam tarzını yeni yeni keşfetmeye başlamışken. Türkiye bunların birine bile açık değil, üçü birden insanlara fazla gelir kesinlikle. Kimliğim hakkında asla birşey gizlemek istemiyorum potansiyel bir işverenden, bu da Türkiye'de iş bulma olasılığımı çok azaltıyor. Ayrıca sosyal hayatım ölecek Türkiye'ye gelirsem, bu bahsettiğim yaşam tarzlarının üçünü birden paylaşan bir mekan ya da arkadaş grubu bulmam imkansız orada. O yüzden en az 3-4 yıl daha "hayatımı yaşayabileceğim" bir ülkede olmak istiyorum, settling down ruh haline gelene kadar.

Mezun olduktan sonra ne yapabileceğim konusunda önerilere açığım.

Sunday, 12 December 2010

will you take the pain i will give to you, and will you return it

Şu postumda dün gece KF'e gitmek için buluşacağım Theresa'nın geçen hafta buluştuğum bir kızın eski sevgilisi çıktığından bahsetmiştim.

Geçen hafta buluştuğum kızla (GHBK) dün aramda geçen diyalog:

Ben: KF'e gidiyor musun akşam?
GHBK: Hayır, eski sevgilim gidiyormuş diye duydum, o yüzden gidemiyorum.
B: Umm, eski sevgilin şu şu nickli insan olabilir mi acaba? Bana adının Theresa olduğunu söylemiştin, ve ben akşam adı Theresa olan biriyle KF'e gidiyorum.
GHBK: Ohh jeeeeesus, evet o benim hayatımın aşkı (şimdiki zaman kullanımına dikkat). Sana iyi eğlenceler.
B: Sorun değil, değil mi?
GHBK: Hayır canım, saçmalama. Umarım iyi vakit geçirirsin.

Theresa ile akşam fazla iyi vakit geçirdik. Bir daha görüşeceğimizi sanmıyorum, pişman da değilim, ama GHBK olanları duyarsa pek hoşuna gitmez herhalde. Ve onu tekrar görmek istiyorum. Umarım birisi ona dün gece olanları yetiştirmez.

Saturday, 11 December 2010

i give in to sin, because you have to make life livable

Bugün kendimi durduramıyorum, 4. post'um oldu bu.

Bu aralar bu şarkıya yeniden taktım. Bu aralar hayatım Strangelove ile dolduğundan olabilir:



Bu şarkı tüm gender trouble sahibi insanlara ve fagette'lere gelsin:



Bu da bana adımı veren şarkı olarak Leni:

(Not: O kadar depresif ki 2-3 yılda bir dinliyorum.)



I kneel before her, beneath this frozen sky
Beneath her shoulder, beneath her evil eye
She towers over this male who is a fly
My sci-fi lullaby

I kneel before her, beneath this frozen sky
I beg below her, my limbs are paralyzed
She beats me harder than any kind of guy
My sci-fi lullaby

Cross my heart and hope to die.

PS. İlk ve son şarkıların ikisinin de BDSM temalı oluşuna dikkatinizi çekmek istedim.