Dün telefonuma mesaj atan insan adımı bir yerlerden bilen bir telefon sapığı çıktı. İnsanlar hayatına dahil bile olmadıkları birine (arkadaşım olan birinin beni konuşturmak için böyle şeylerle uğraşma gereği duymayacağını varsayıyorum) salak saçma mesajlar atmak için neden zaman, enerji ya da paralarını harcıyorlar bilmiyorum. Akıl fikir.
Doğumgünümden beri Alsancak'a gitmemiştim, 1 ay 1 gün oldu bugün. Bu 12 yaşından beri practically Alsancak'ta yaşayan ben için çok anormal bir durum (yaşamak derken: haftanın en az 3-4 gününü Alsancak'ta geçirerek büyüyen, orada okumuş olan, İzmir'den taşındıktan sonra her geri geldiğinde mümkün olabildiğince sık oraya giden ve tüm sosyal hayatı oraya endeksli bir insandım). Ortaokul lise yıllarımda "Mesai yapar gibi sabahtan akşama Alsancak'tasın her gün, yeter artık" diye diye dilinde tüy biten babam bu halimi bilse mutluluk gözyaşları döker ve daha sonra da "Bu kıza noldu böyle" diye endişelenmeye başlardı. Eskiden "Yüzünü göremiyoruz" diye yakınan annemin "Hadi dışarı çık biraz arkadaşlarını gör, haftalardır evden çıkmadın" demeye başlaması üzerine durumun garipliğini ve ciddiyetini kavrayıp bugün dışarı çıkmaya karar verdim. Bu günleri göreceğimi hiç sanmazdım, ama çok isteksizim bir süredir. Hep aynı insanlar, hep aynı döngüden çok sıkıldım. Her yıl yeni bir mekanda toplanan, arada bir tipleri ve dinledikleri müzik değişen ama aslen aynı kalan insanlar. İzmir çok ölü ve kendini yenileyemeyen bir yer.
Bugün fena nostaljik bir günümdeyim. Sabah aklımda Theatre of Tragedy-Der Tanz der Schatten ile uyandım. Yıllardır dinlemediğim bir şarkıydı. Almanca'nın en yakıştığı şarkılardan ayrıca, sonundaki ich liebe dich kısmına bayılıyorum. Bir de o abi olmasa, sadece Liv Kristine söylese ne güzel olacak. Burada bahsettiğim şarkıları dinleyen ya da videoları izleyen var mı bilmiyorum ama tavsiye ederim.
Oradan HIM'e kaydı aklım. Tüm zamanlarımın favori HIM şarkısı (ve genel olarak favori şarkılarımdan biri) I've Crossed Oceans of Wine to Find You'dur. Cenazemde çalınacak şarkı için ciddi anlamda düşünebilirim, o derece bayılıyorum. Onu da uzun zamandır dinlememiştim.
There was a time when I could breathe my life into you. One by one your pale fingers started to move. And I touched your face, and all death was erased, and you smiled like an angel fallen from heaven just to be lifted up again. And you kissed my lips with those once cold fingertips, you brought me back to life. And all things come to an end, we don't have to pretend. Slowly we fall asleep and never wake up again. We're so Christ-like, we're so lifelike, Vampire Christ. In the grace of our love we writhe in pain, and death is not far away, and soon we'll sleep. And never wake up again.
Saturday, 21 August 2010
Friday, 20 August 2010
tall, dark, and dangerous




Gözen az önce bana KM'in son fotolarını yolladı. Mükemmel çıkmış. Kesinlikle mü-kem-mel!!
Bu kadına zaten obsesif derecede hayran olmasam bunları gördükten sonra olurdum.
Fotoğrafları burada bulabilirsiniz.
you're just like my ritalin, you always win
Özellikle Amerika'da popüler bir konu olan dikkat eksikliği bozukluğu (ADD) nedense ülkemizde pek bilinmiyor. Hatta psikiyatrist ve nörologların çoğu ADD'nin uyduruk bir şey olduğuna inanıyor denk geldiğim kadarıyla.
Depresyon tanısıyla gidip üstüne ADD tanısı eklenerek çıktığım psikiyatristimden sonra ADD sahibi olduğumu düşünen ve düşünmeyen psikiyatristler çıktı karşıma. ADD'm olmadığına inananlardan aldığım izlenim ADD'nin gerçek olmadığını düşündükleri yönündeydi. Nörolog olan babamın "Tembelliğine ve dağınıklığına ADD gibi uydurma bir hastalığı bahane gösteriyorsun" şeklindeki düşüncesinin Türkiye'deki çoğu psikiyatrist tarafından paylaşıldığını sanıyorum.
Bu yanılgının sebebi insanların ADD'nin somut bir bozukluk (ki bence bozukluk kelimesi negatif bir anlam taşıdığından doğru kelime değil) olduğunu bilmemeleri. ADD'si olan insanların beyni "normal" beyinlerden farklı işliyor (neurology of ADD, dopamine, norepinephrine falan diye Google'layabilirsiniz). Hatta ADD'li insanların genelde beyinlerinin sağ kısmının baskın olduğuna inanılıyor. Gerçekten de sağ beyni baskın insanların özellikleriyle ADD semptomları karşılaştırıldığında büyük benzerlikler görülüyor, yani ikisi arasında bir bağlantı olması oldukça mümkün.
Bu arada az önce bana "aşk olsun sana, beni unuttun, küstüm" şeklinde mesaj atan insan eğer bunu okuyorsa: Telefon değiştirdim ve şu anki telefonum numaralar sim kartımda kayıtlı olmasına rağmen biri arayınca, mesaj atınca vs. sadece numara gösteriyor, isim değil. Düzeltemiyorum bunu, kim olduğuna da bakamıyorum. Yani kim olduğunu bilmiyorum bu yüzden.
Depresyon tanısıyla gidip üstüne ADD tanısı eklenerek çıktığım psikiyatristimden sonra ADD sahibi olduğumu düşünen ve düşünmeyen psikiyatristler çıktı karşıma. ADD'm olmadığına inananlardan aldığım izlenim ADD'nin gerçek olmadığını düşündükleri yönündeydi. Nörolog olan babamın "Tembelliğine ve dağınıklığına ADD gibi uydurma bir hastalığı bahane gösteriyorsun" şeklindeki düşüncesinin Türkiye'deki çoğu psikiyatrist tarafından paylaşıldığını sanıyorum.
Bu yanılgının sebebi insanların ADD'nin somut bir bozukluk (ki bence bozukluk kelimesi negatif bir anlam taşıdığından doğru kelime değil) olduğunu bilmemeleri. ADD'si olan insanların beyni "normal" beyinlerden farklı işliyor (neurology of ADD, dopamine, norepinephrine falan diye Google'layabilirsiniz). Hatta ADD'li insanların genelde beyinlerinin sağ kısmının baskın olduğuna inanılıyor. Gerçekten de sağ beyni baskın insanların özellikleriyle ADD semptomları karşılaştırıldığında büyük benzerlikler görülüyor, yani ikisi arasında bir bağlantı olması oldukça mümkün.
Bu arada az önce bana "aşk olsun sana, beni unuttun, küstüm" şeklinde mesaj atan insan eğer bunu okuyorsa: Telefon değiştirdim ve şu anki telefonum numaralar sim kartımda kayıtlı olmasına rağmen biri arayınca, mesaj atınca vs. sadece numara gösteriyor, isim değil. Düzeltemiyorum bunu, kim olduğuna da bakamıyorum. Yani kim olduğunu bilmiyorum bu yüzden.
Thursday, 19 August 2010
there's things i haven't told you, i go out late at night
Akare Yurtdışı Eğitim Fuarı'ndan bir email gelmiş. Emaildeki görsel de bu:

Aklıma takılanlar:
-Ankara'da bir tanecik mi Sheraton var? Ankara ne biçim başkent? Ankara neden başkent?
-İstanbul'da 29482 tane "The Marmara Otel" var. Hangi the Marmara'da olacağını yazmaz mı insan?
-MBA'in açılımı "Master of Business Administration" olduğuna göre, oraya Master yazıp bir de ayrı MBA yazmanın anlamı ne?
-"Üniversite" nedir ayrıca? Master üniversite değil mi? Lisans yazsalarmış bari. Gerçi MBA'in master olduğunu bilmeyen yurdum insanı lisansın ne olduğunu bilmez, o ayrı.
Gerçekten ama, insanlar lisansın ne olduğunu bilmiyorlar. Ne okuyorsun sorusuna "Lisansım yeni bitti" cevabı verdiğimde 1-2 aylık bir sertifika programı bitirdim sanıyor galiba insanlar. İlginç.
Lisans kelimesi günlük kullanıma girmeli artık. Ben şimdi bitirdiğim bölümü insanlara ne diye açıklayacağım yoksa? "Üniversite bitti" desem bitmedi, daha yüksek lisansı var bunun.
Alakasız konuya atlayan paragraf: Ülkemin LGBT networking sitelerinden Gabile eşcinsellerin referandumda ne yönde oy kullanacaklarına dair bir anket yapmış. 10-16 Ağustos arasında yapılan ankette katılan 33222 kişinin % 57.54'ü Hayır diyeceğini, % 32.93'ü Evet diyeceğini, % 9.53'ü ise kararsız olduğunu belirtmiş.
Ben eşcinsel olup "Hayır" dışında bir seçeneği aklının ucundan bile geçirenin aklından şüphe ederim açıkçası. "Evet" diyecek ya da demeyi düşünen insan ya Cemil İpekçi muhafazakarıdır ve kendinden utanmalıdır, ya aslen homofobiktir ve kendinden utanmalıdır, ya olup bitenden haberi olmayan bir cahildir ve kendinden utanmalıdır, ya da olup bitenin gerçek anlamını kavrayamayan, önüne sunulanı "doğru" kabul eden bir saftır ve zaten oy kullanma hakkı sahibi olmamalıdır.
Bir gün bu ülkede mahalle kavgası gibi birbirinin karakterine laf atılarak siyaset yapılmayan, insanların olan biteni bilmemne gazetesinde sunulan şekliyle değil de gerçek haliyle bilmeye çabaladığı ve oyunu bilinçli olarak verdiği günler görebilmek dileğiyle..
Aklıma takılanlar:
-Ankara'da bir tanecik mi Sheraton var? Ankara ne biçim başkent? Ankara neden başkent?
-İstanbul'da 29482 tane "The Marmara Otel" var. Hangi the Marmara'da olacağını yazmaz mı insan?
-MBA'in açılımı "Master of Business Administration" olduğuna göre, oraya Master yazıp bir de ayrı MBA yazmanın anlamı ne?
-"Üniversite" nedir ayrıca? Master üniversite değil mi? Lisans yazsalarmış bari. Gerçi MBA'in master olduğunu bilmeyen yurdum insanı lisansın ne olduğunu bilmez, o ayrı.
Gerçekten ama, insanlar lisansın ne olduğunu bilmiyorlar. Ne okuyorsun sorusuna "Lisansım yeni bitti" cevabı verdiğimde 1-2 aylık bir sertifika programı bitirdim sanıyor galiba insanlar. İlginç.
Lisans kelimesi günlük kullanıma girmeli artık. Ben şimdi bitirdiğim bölümü insanlara ne diye açıklayacağım yoksa? "Üniversite bitti" desem bitmedi, daha yüksek lisansı var bunun.
Alakasız konuya atlayan paragraf: Ülkemin LGBT networking sitelerinden Gabile eşcinsellerin referandumda ne yönde oy kullanacaklarına dair bir anket yapmış. 10-16 Ağustos arasında yapılan ankette katılan 33222 kişinin % 57.54'ü Hayır diyeceğini, % 32.93'ü Evet diyeceğini, % 9.53'ü ise kararsız olduğunu belirtmiş.
Ben eşcinsel olup "Hayır" dışında bir seçeneği aklının ucundan bile geçirenin aklından şüphe ederim açıkçası. "Evet" diyecek ya da demeyi düşünen insan ya Cemil İpekçi muhafazakarıdır ve kendinden utanmalıdır, ya aslen homofobiktir ve kendinden utanmalıdır, ya olup bitenden haberi olmayan bir cahildir ve kendinden utanmalıdır, ya da olup bitenin gerçek anlamını kavrayamayan, önüne sunulanı "doğru" kabul eden bir saftır ve zaten oy kullanma hakkı sahibi olmamalıdır.
Bir gün bu ülkede mahalle kavgası gibi birbirinin karakterine laf atılarak siyaset yapılmayan, insanların olan biteni bilmemne gazetesinde sunulan şekliyle değil de gerçek haliyle bilmeye çabaladığı ve oyunu bilinçli olarak verdiği günler görebilmek dileğiyle..
Wednesday, 18 August 2010
saturnine
Dr.Oetker'in Çikolata Şelalesi'ni yaptım bugün. Yapmadan önce Sözlük'te başlığına bakayım dedim, bir zamanlar hayatımın önemli insanlarından olan birinin o zamanlar başlığın altına bir entry yazdığını gördüm. Sonra onun yazdıklarına baktım ne yapıyormuş diye. Oradan da uzun zamandır dinlemediğim ama çok sevdiğim bir şarkı olan Teardrop'a geldim. Orijinalinin yeri ayrı olsa da Anneke van Giersbergen versiyonunu koydum aşağı (koymayı denedim ama Youtube'um sapıttığından embed'leyemiyorum, buradan bakabilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=y8v0j4wh7g4). Anneke'nin sesine bayılıyorum, şarkıya çok yakışmış.
Bazen nick olarak Eloise kullanıyorum. İnsanlar Eloise'in Abelard'ın Heloise'inden ya da iki genç kızın aşkını anlatan Eloise filminden geldiğini sanıyorlar genelde. İkisi de değil. The Cure'un A Letter to Elise şarkısındaki Elise'in The Million Dollar Hotel filmindeki Milla Jovovich karakteri Eloise ile birleşiminden geliyor benim için Eloise.
I guess you could say my life only really started about two weeks ago. That's when I lost my best friend Izzy... and found Eloise. Eloise...she was something to live for. And I guess that means something to die for. Some people said that she was just a dumb slut, but I knew she wasn't dumb. Whatever Eloise was or wasn't didn't matter to me. She was the love of my life, even though I hadn't actually met her... yet.
Anneke demişken, aklıma favori the Gathering şarkım Saturnine geldi (bilmiyorsanız gerçekten tavsiye ederim: http://www.youtube.com/watch?v=afd6xHvKBtU). Bayadır dinlememiştim. Eskiden beni ağlatması garanti olan bu şarkı (hatta tüm depresyon şarkılarımın hiç biri) artık beni etkileyemiyor. İnsan aşk acısı çekmediğinde aşk şarkılarının Disneyworld soundtrack'i dinlemekten bir farkı kalmıyor sanırım. Aşk acısız hayat ne anlamsız, müzik bile zevk vermiyor eskisi gibi.
The day you went away
You had to screw me over
I guess you didn't know
All the stuff you left me with
is way too much to handle
But I guess you don't care
Whatever on earth possessed you
to make this bold decision
I guess you don't need me
While whispering those words
I cried like a baby
Hoping you would care
You don't need to preach
You don't have to love me, all the time
Bazen nick olarak Eloise kullanıyorum. İnsanlar Eloise'in Abelard'ın Heloise'inden ya da iki genç kızın aşkını anlatan Eloise filminden geldiğini sanıyorlar genelde. İkisi de değil. The Cure'un A Letter to Elise şarkısındaki Elise'in The Million Dollar Hotel filmindeki Milla Jovovich karakteri Eloise ile birleşiminden geliyor benim için Eloise.
I guess you could say my life only really started about two weeks ago. That's when I lost my best friend Izzy... and found Eloise. Eloise...she was something to live for. And I guess that means something to die for. Some people said that she was just a dumb slut, but I knew she wasn't dumb. Whatever Eloise was or wasn't didn't matter to me. She was the love of my life, even though I hadn't actually met her... yet.
Anneke demişken, aklıma favori the Gathering şarkım Saturnine geldi (bilmiyorsanız gerçekten tavsiye ederim: http://www.youtube.com/watch?v=afd6xHvKBtU). Bayadır dinlememiştim. Eskiden beni ağlatması garanti olan bu şarkı (hatta tüm depresyon şarkılarımın hiç biri) artık beni etkileyemiyor. İnsan aşk acısı çekmediğinde aşk şarkılarının Disneyworld soundtrack'i dinlemekten bir farkı kalmıyor sanırım. Aşk acısız hayat ne anlamsız, müzik bile zevk vermiyor eskisi gibi.
The day you went away
You had to screw me over
I guess you didn't know
All the stuff you left me with
is way too much to handle
But I guess you don't care
Whatever on earth possessed you
to make this bold decision
I guess you don't need me
While whispering those words
I cried like a baby
Hoping you would care
You don't need to preach
You don't have to love me, all the time
Tuesday, 17 August 2010
bb is totally addictive
Çocukluğumdan beri internet bağımlısıyım. Günümün büyük bölümü evimize ilk kez internet geldiği günden itibaren bilgisayar başında geçer oldu. Evde olduğum her dakikayı duş almak, uyumak, tuvalete gitmek ve Türkiye'deysem Digiturk'te dizi izlemek dışında laptop başında geçiriyorum. Sabah uyanır uyanmaz bilgisayarı açıyor, yemeklerimi karşısında yiyor, uyurken sabah ilk iş açılmak üzere yatağımın yanına bırakarak kapatıyorum. Nete giremeden bir gün geçirme düşüncesi bile tüylerimi ürpertiyor, sadece bu yüzden tatile gitmeyi sevmiyor ve arkadaşlarımda kalamıyorum (eskiden tatile gitmek bu yüzden işkence gibi gelirdi, artık TurkcellConnect falan filan var tabii). Emaillerime ve üye olduğum sitelere bakamadığım her dakika bir şeyler kaçırıyormuşum gibi, bir şey olacakmış gibi hissediyorum.
Blackberry'm hayatıma girdiğinden beri bu internete-bağlı-olmadıkça-içimde-sürekli-bir-huzursuzluk-olması olayı yok oldu. Yurtdışına bir yere tatile gitmediğim sürece Blackberry Internet Service sayesinde tüm emaillerime anında ulaşabiliyorum, Facebook'uma bakabiliyorum; otobüs, vapur türü yerlerde ya da birini beklerken hiç sıkılmıyorum, MSN'de ya da nette zaman öldürüyorum. Blackberry Messenger'da insanlara "nasıl olsa beleş" mantığıyla saçma sapan mesajlar atabiliyorum "İçkim çok limonlu, sevmedim" şeklinde. "Bu şarkı neydi ya" diye merak ettiğimde ya da aklıma bir şey takılıp "Hatırlamazsam şimdi bütün akşam aklımda olacak" moduna girdiğimde hemen Google'ı açıp bakabiliyorum. Gönül rahatlığıyla evden çıkabiliyorum kısacası. Hatta laptop bağımlılığım bile azaldı, sabah uyanıp Blackberry'mden emaillerime ve Facebook notification'larıma bakıp önemli bir şey olmadığını gördüğümde ilk iş bilgisayar açma ihtiyacı duymaz oluyorum. 1-2 günlük tatillere netbook'umu almadan çıktığım bile oluyor. Blackberry'me o kadar bağımlı hale geldim ki, olmasa ne yaparım ya da onu almadan önce ben nasıl yaşıyormuşum bilemiyorum. Elektrik öncesi dönemi nasıl hayal edemiyorsam, Blackberry'siz bir hayatı da o kadar hayal edemiyorum. iPhone falan, my ass yani.
Top Ten Signs You’re a BlackBerry Addict
Kaynak: Laptop Mag
10. After a cross-country flight you wait for all your new messages to download before you alert loved ones you’re still alive.
9. You try to use BlackBerry keyboard shortcuts in Outlook. (No, you can’t hit the space bar to type “@”)
8. You think the iPhone would be much better if it only had a physical keyboard–and a trackball smackdab in the middle of the touch screen.
7. Your BlackBerry keeps you regular. Go to the bathroom without it and you’d have to “push” on your own.
6. You joined Facebook just so you could try the BlackBerry app. (No friends? The “I have a BlackBerry, I’m out of your league” group has 4,409 members.)
5. You’ve learned to drive with your knees.
4. Five or more consecutive vibrating alerts is on par with an orgasm.
3. You swap service outage stories with other “victims.”
2. You’ve completely forgotten that a blackberry is a fruit.
1. You’re reading this on your…..
Herkes BB alsın ve bana PIN'ini versin istiyorum.
Blackberry'm hayatıma girdiğinden beri bu internete-bağlı-olmadıkça-içimde-sürekli-bir-huzursuzluk-olması olayı yok oldu. Yurtdışına bir yere tatile gitmediğim sürece Blackberry Internet Service sayesinde tüm emaillerime anında ulaşabiliyorum, Facebook'uma bakabiliyorum; otobüs, vapur türü yerlerde ya da birini beklerken hiç sıkılmıyorum, MSN'de ya da nette zaman öldürüyorum. Blackberry Messenger'da insanlara "nasıl olsa beleş" mantığıyla saçma sapan mesajlar atabiliyorum "İçkim çok limonlu, sevmedim" şeklinde. "Bu şarkı neydi ya" diye merak ettiğimde ya da aklıma bir şey takılıp "Hatırlamazsam şimdi bütün akşam aklımda olacak" moduna girdiğimde hemen Google'ı açıp bakabiliyorum. Gönül rahatlığıyla evden çıkabiliyorum kısacası. Hatta laptop bağımlılığım bile azaldı, sabah uyanıp Blackberry'mden emaillerime ve Facebook notification'larıma bakıp önemli bir şey olmadığını gördüğümde ilk iş bilgisayar açma ihtiyacı duymaz oluyorum. 1-2 günlük tatillere netbook'umu almadan çıktığım bile oluyor. Blackberry'me o kadar bağımlı hale geldim ki, olmasa ne yaparım ya da onu almadan önce ben nasıl yaşıyormuşum bilemiyorum. Elektrik öncesi dönemi nasıl hayal edemiyorsam, Blackberry'siz bir hayatı da o kadar hayal edemiyorum. iPhone falan, my ass yani.
Top Ten Signs You’re a BlackBerry Addict
Kaynak: Laptop Mag
10. After a cross-country flight you wait for all your new messages to download before you alert loved ones you’re still alive.
9. You try to use BlackBerry keyboard shortcuts in Outlook. (No, you can’t hit the space bar to type “@”)
8. You think the iPhone would be much better if it only had a physical keyboard–and a trackball smackdab in the middle of the touch screen.
7. Your BlackBerry keeps you regular. Go to the bathroom without it and you’d have to “push” on your own.
6. You joined Facebook just so you could try the BlackBerry app. (No friends? The “I have a BlackBerry, I’m out of your league” group has 4,409 members.)
5. You’ve learned to drive with your knees.
4. Five or more consecutive vibrating alerts is on par with an orgasm.
3. You swap service outage stories with other “victims.”
2. You’ve completely forgotten that a blackberry is a fruit.
1. You’re reading this on your…..
Herkes BB alsın ve bana PIN'ini versin istiyorum.
Monday, 16 August 2010
a long time ago, we used to be friends
2 hafta öncesine ait de olsa bu haberi yeni gördüm.
"Vakit, eşcinsellere tazminat ödeyecek
Yargıtay, Üskül’ün, KAOS-GL’ye yaptığı ziyaret için “sapıkları ziyaret etti” diye yazan Vakit’in tazminat ödemesine karar verdi
Gey ve eşcinsellerin sivil toplum örgütü KAOS GL Derneği, 2008 yılında, “Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma” adı altında bir etkinlik düzenledi. Toplantıya Ak Partili, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Zafer Üskül de katıldı. Vakit gazetesinin Ankara Temsilcisi Serdar Arseven, Üskül’e köşe yazısında, “Üskül’ün tercihi sapıklardan yana” ifadeleriyle tepki gösterdi. Yazıda, “Tutmuş, cinsel sapıkların toplantısına katılmış! Affedersiniz.şey-nelerin toplantısında boy göstermiş! ‘Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı’ olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil... ‘homoseksuel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!” denildi.
Kaos GL, Vakit ve Arseven aleyhine tazminat davası açtı. Yerel mahkeme davayı reddetti. Ancak Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu kararı bozdu. Daire, “cinsel yönelimleri farklı olan kişilere hakaret niteliğindeki” ifadeler nedeniyle tazminata hükmedilmesi gerektiği belirtildi. Karar, eşcinselliğin hastalık olduğunu savunan Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf hakkında açılacak olası tazminat davaları açısından da emsal teşkil ediyor."
-İlk olarak "gey" kelimesinden nefret ediyorum. Gidip yabancı bir dilden bir kelime alacaksanız adam gibi alın, böyle Türkçeleştirme çabasına girilince ortaya ne idiği belirsiz garip kelimeler çıkıyor. İkincisi, "gey ve eşcinseller" nedir ki? Böyle redundant (aynı anlamı taşıyan ve dolayısıyla gereksiz kelimeler kullanmak, i.e. Michael Jackson şarkıcısı, ÖSS sınavı) ifadeler beni sinir ediyor. Lütfen haberi yazan Milliyet insanı bana gay ve eşcinsel arasındaki 7 farkı açıklasın. Bir de 2 paragrafta bile sürüyle bulunan yazım hatalarını düzeltsin o sırada.
-AKP ile ters düşmek istemeyen gazetelerin bir süredir yazarlarının "AKP'li" yerine "Ak Partili" ifadesini kullanmasında ısrar ettiklerini bilmem biliyor musunuz. 41 kere dersek olur mantığında bir "ak kaşık" hikayesi sanırım.
-Vakit yazarı demiş ki: "[AKP vekili] 'Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı' olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil ‘homoseksüel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!" Vakit yazarı bir insanın ağzından çıkan bir lafa hak vermek tüylerimi ürpertiyor ama katılmadan edemiyorum. AKP'ye mi kalmış LGBT haklarını korumak? Give me a break.
-Mahkemenin kararı "cinsel yönelimleri farklı olan kişiler" gibi homofobik bir ifade kullanılmış olsa bile sevindirici. İnsanların bu tür lafların yanlarına kalmayacağını görmeleri açısından süper. Ama "cinsel yönelimi farklı" nedir ya? "Heteroseksüellik normal, eşcinseller farklı (yani anormal)" demek oluyor bu. Daha çok yolu var yani ülkem insanının.
"Vakit, eşcinsellere tazminat ödeyecek
Yargıtay, Üskül’ün, KAOS-GL’ye yaptığı ziyaret için “sapıkları ziyaret etti” diye yazan Vakit’in tazminat ödemesine karar verdi
Gey ve eşcinsellerin sivil toplum örgütü KAOS GL Derneği, 2008 yılında, “Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma” adı altında bir etkinlik düzenledi. Toplantıya Ak Partili, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Zafer Üskül de katıldı. Vakit gazetesinin Ankara Temsilcisi Serdar Arseven, Üskül’e köşe yazısında, “Üskül’ün tercihi sapıklardan yana” ifadeleriyle tepki gösterdi. Yazıda, “Tutmuş, cinsel sapıkların toplantısına katılmış! Affedersiniz.şey-nelerin toplantısında boy göstermiş! ‘Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı’ olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil... ‘homoseksuel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!” denildi.
Kaos GL, Vakit ve Arseven aleyhine tazminat davası açtı. Yerel mahkeme davayı reddetti. Ancak Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu kararı bozdu. Daire, “cinsel yönelimleri farklı olan kişilere hakaret niteliğindeki” ifadeler nedeniyle tazminata hükmedilmesi gerektiği belirtildi. Karar, eşcinselliğin hastalık olduğunu savunan Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf hakkında açılacak olası tazminat davaları açısından da emsal teşkil ediyor."
-İlk olarak "gey" kelimesinden nefret ediyorum. Gidip yabancı bir dilden bir kelime alacaksanız adam gibi alın, böyle Türkçeleştirme çabasına girilince ortaya ne idiği belirsiz garip kelimeler çıkıyor. İkincisi, "gey ve eşcinseller" nedir ki? Böyle redundant (aynı anlamı taşıyan ve dolayısıyla gereksiz kelimeler kullanmak, i.e. Michael Jackson şarkıcısı, ÖSS sınavı) ifadeler beni sinir ediyor. Lütfen haberi yazan Milliyet insanı bana gay ve eşcinsel arasındaki 7 farkı açıklasın. Bir de 2 paragrafta bile sürüyle bulunan yazım hatalarını düzeltsin o sırada.
-AKP ile ters düşmek istemeyen gazetelerin bir süredir yazarlarının "AKP'li" yerine "Ak Partili" ifadesini kullanmasında ısrar ettiklerini bilmem biliyor musunuz. 41 kere dersek olur mantığında bir "ak kaşık" hikayesi sanırım.
-Vakit yazarı demiş ki: "[AKP vekili] 'Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı' olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil ‘homoseksüel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!" Vakit yazarı bir insanın ağzından çıkan bir lafa hak vermek tüylerimi ürpertiyor ama katılmadan edemiyorum. AKP'ye mi kalmış LGBT haklarını korumak? Give me a break.
-Mahkemenin kararı "cinsel yönelimleri farklı olan kişiler" gibi homofobik bir ifade kullanılmış olsa bile sevindirici. İnsanların bu tür lafların yanlarına kalmayacağını görmeleri açısından süper. Ama "cinsel yönelimi farklı" nedir ya? "Heteroseksüellik normal, eşcinseller farklı (yani anormal)" demek oluyor bu. Daha çok yolu var yani ülkem insanının.
Friday, 13 August 2010
cherish
Önceki gün sabaha karşı Balıkesir'de deprem olduğunu duymamın hiç çaktırmadan beni baya etkilediğini fark ettim dün gece uyumaya çalışırken (bugün o taraflara gidecek olmam yüzünden olabilir). Fena halde uykusu kaçmış kafamda "Deprem olursa nereye saklansam en iyi korunurum, ay o dolap da üstüme düşer kesin, ya ayna kırılıp beni keserse" modu düşünceler dolanıp durdu sürekli. Arka planda da "I'm waiting for the night to fall/ I know that it will save us all" şeklinde bir Depeche Mode şarkısı çalıyordu. "Hangi şarkıydı ya bu" diyerek şarkının devamını getirmeye çalışırken beynim başka bir DM şarkısı olan Damaged People'a atladı:
When I feel the warmth
Of your very soul
I forget I'm cold
And crying
When your lips touch mine
And I lose control
I forget I'm old
And dying.
Bana İngilizce'deki en sevdiğim kelimenin ne olduğunu sorsalar agony ya da cherish derdim. Cherish kelimesinin hem kendisini, hem de anlamını çok seviyorum. "I cherish you" cümlesini (ve From Autumn to Ashes şarkısında söylenişini) daha da çok seviyorum. Keşke insanlar bu cümleyi kullanmaktan bu kadar korkmasalar.
Note to self: Joan Jett and the Blackhearts-Fetish dinle.
When I feel the warmth
Of your very soul
I forget I'm cold
And crying
When your lips touch mine
And I lose control
I forget I'm old
And dying.
Sabah gayet her şey yerli yerinde uyanarak mutlu oldum.
Bugün annemin Akçay-Ayvalık tarafındaki yazlığına gidiyoruz. O evin yeri ayrı benim için. 12-13 yaşlarımdaki teenage angst dönemimden itibaren tüm kalp kırıklıklarımdan, aile problemlerimden, moral bozukluklarımdan, iç sıkıntılarımdan, depresyonlarımdan sonra gittiğim yer hep o ev oldu. Bir çok ilki o evde yaşadım, ailemden gizli bir çok şeyi orada keşfettim. Neden bilmiyorum, ama çok huzurlu oluyorum ben o evde. İzmir'den ne kadar içim sıkkın olarak yola çıkmış olursam olayım 3 saatlik yol sonrası oraya ulaştığımda kafamdaki rahatsız edici her şey bana dokunamayacakları bir şekilde bir duvarın arkasında bırakılmış oluyor. Sürekli içimde olan "bir şeyler kaçırıyorum" hissi yok oluyor, boş oturmak beni rahatsız etmez oluyor, yerinde duramayan ve sürekli bir şeylerle meşgul olma ihtiyacı duyan bir insan olarak ben orada huzur buluyorum.Bana İngilizce'deki en sevdiğim kelimenin ne olduğunu sorsalar agony ya da cherish derdim. Cherish kelimesinin hem kendisini, hem de anlamını çok seviyorum. "I cherish you" cümlesini (ve From Autumn to Ashes şarkısında söylenişini) daha da çok seviyorum. Keşke insanlar bu cümleyi kullanmaktan bu kadar korkmasalar.
Note to self: Joan Jett and the Blackhearts-Fetish dinle.
Tuesday, 10 August 2010
oh my god, you look just like shakira, no no, you're catherine zeta
Digiturk'ün kendi kanalları dışında pek televizyon izlemiyorum (tek istisnam haberler). Dolayısıyla normal kanallarda ne olup bittiğinden pek haberim olmuyor. Yazlıkta her kanalın açık olduğu Digiturk kartını getirmeyi unutmuş olduğum için oradaki çok az kanalın açık olduğu kartla yetinmek zorunda kaldım haftasonu. Dizi ve film kanalları kapalıydı. Sıkıntıdan delirmemek için saçma bir Türk kanalı izliyordum ki "Daha konsere aylar olmasına rağmen U2 İstanbul konseri biletleri neredeyse tükendi" gibi bir laf duydum sunucudan. Burada problematik olan bir kaç şey var:
-Konser 6 Eylül'deymiş, daha "aylar" hatta ay bile yok yani. Sunucu hatası
-U2 Türkiye'de bir daha görme şansının olmayabileceği, çok büyük bir hayran kitlesi olan ve "büyük gruplar" kategorisinde sayılan bir grup. Konsere 1 ay bile kalmamış olmasına rağmen biletlerin sadece "neredeyse" tükenmiş olması çok ilginç. Nedense ülkem insanında önceden bilet alma huyu yok, gidip kapıdan alıyor insanlar.
İngiltere'de durum tam tersi. "NME okuyucusu dışında çok az insanın bildiği gruplar" kategorisindeki yerel, yani bir konserini kaçırsanız 3-4 ay sonra yine denk gelebileceğiniz grupların konser biletleri 6 ay falan önce satışa çıkıyor; kapıyı geçtim 2-3 ay önceden bilet bulmak mümkün olmuyor (hatta şu ana kadar kapıda bilet satılan bir konsere gitmedim Londra'da). Eğer biraz da hipster kitlenin benimsediği, ünlenmeye başlamış bir grupsa satışa çıkmasının ardından 15 dakika içinde biletlerin tükendiğine denk gelmişliğim de çok var.
Sonradan hayal kırıklığına uğramamak için bir konsere yarım yıl önceden bilet almanın da dezavantajları var tabii:
1- İnsan aldığı bileti unutuyor, konser tarihine denk gelen programlar yapılıyor, sonra çık o işin içinden çıkabilirsen.
2- 6 ay sonra insan bir gruptan sıkılmış olabiliyor.
3- Benim gibi sosyal bilimler master programlarının dersleri genelde akşam olan bir okulda okuyacak olma ihtimaliniz varsa "Oh fuck, bu konserlerin bazıları derslerime denk gelecek kesin" diye panik yapıyorsunuz.
Özellikle bu unutma işi benim için büyük bir problem (geçen gün Brüksel gezim ve Yeasayer konseri denk gelebilir diye bir anda aklıma geldi, denk gelmediğini görüp rahatlayana kadar "hangisini iptal ederim öyle olursa, ay şimdi otelin de parası ödendi, ama bileti de aldım, napıcam" şeklinde kafayı yedim). Blackberry'nin calendar'ına uyuz olduğumdan yanımda ajanda taşımaya başlamıştım bir ara hatta, böyle aylar sonrasına planlamış olduğum şeyleri yazıyordum. Yarım bıraktığım her şey gibi o da yalan oldu, o yüzden şu ana kadar almış olduğum bilmemkaç ay sonrasının biletlerini buraya yazıyorum.
27 Eylül Ptesi: Placebo, Londra
06 Ekim Çarş: Everything Everything, Londra
14-17 Ekim Perş-Pazar: Brüksel
21 Ekim Perş: Yeasayer, Londra
10 Kasım Çarş: M.I.A., Londra
15 Kasım Ptesi: Marina and the Diamonds, Brighton
1 Aralık Çarş: Vampire Weekend, Brighton
Çarşamba ve Perşembe dersim olmaması dileğiyle.
-Konser 6 Eylül'deymiş, daha "aylar" hatta ay bile yok yani. Sunucu hatası
-U2 Türkiye'de bir daha görme şansının olmayabileceği, çok büyük bir hayran kitlesi olan ve "büyük gruplar" kategorisinde sayılan bir grup. Konsere 1 ay bile kalmamış olmasına rağmen biletlerin sadece "neredeyse" tükenmiş olması çok ilginç. Nedense ülkem insanında önceden bilet alma huyu yok, gidip kapıdan alıyor insanlar.
İngiltere'de durum tam tersi. "NME okuyucusu dışında çok az insanın bildiği gruplar" kategorisindeki yerel, yani bir konserini kaçırsanız 3-4 ay sonra yine denk gelebileceğiniz grupların konser biletleri 6 ay falan önce satışa çıkıyor; kapıyı geçtim 2-3 ay önceden bilet bulmak mümkün olmuyor (hatta şu ana kadar kapıda bilet satılan bir konsere gitmedim Londra'da). Eğer biraz da hipster kitlenin benimsediği, ünlenmeye başlamış bir grupsa satışa çıkmasının ardından 15 dakika içinde biletlerin tükendiğine denk gelmişliğim de çok var.
Sonradan hayal kırıklığına uğramamak için bir konsere yarım yıl önceden bilet almanın da dezavantajları var tabii:
1- İnsan aldığı bileti unutuyor, konser tarihine denk gelen programlar yapılıyor, sonra çık o işin içinden çıkabilirsen.
2- 6 ay sonra insan bir gruptan sıkılmış olabiliyor.
3- Benim gibi sosyal bilimler master programlarının dersleri genelde akşam olan bir okulda okuyacak olma ihtimaliniz varsa "Oh fuck, bu konserlerin bazıları derslerime denk gelecek kesin" diye panik yapıyorsunuz.
Özellikle bu unutma işi benim için büyük bir problem (geçen gün Brüksel gezim ve Yeasayer konseri denk gelebilir diye bir anda aklıma geldi, denk gelmediğini görüp rahatlayana kadar "hangisini iptal ederim öyle olursa, ay şimdi otelin de parası ödendi, ama bileti de aldım, napıcam" şeklinde kafayı yedim). Blackberry'nin calendar'ına uyuz olduğumdan yanımda ajanda taşımaya başlamıştım bir ara hatta, böyle aylar sonrasına planlamış olduğum şeyleri yazıyordum. Yarım bıraktığım her şey gibi o da yalan oldu, o yüzden şu ana kadar almış olduğum bilmemkaç ay sonrasının biletlerini buraya yazıyorum.
27 Eylül Ptesi: Placebo, Londra
06 Ekim Çarş: Everything Everything, Londra
14-17 Ekim Perş-Pazar: Brüksel
21 Ekim Perş: Yeasayer, Londra
10 Kasım Çarş: M.I.A., Londra
15 Kasım Ptesi: Marina and the Diamonds, Brighton
1 Aralık Çarş: Vampire Weekend, Brighton
Çarşamba ve Perşembe dersim olmaması dileğiyle.
Friday, 6 August 2010
procrastination will tear us apart
Yarın akşam Çeşme'ye 293820. kez Nouvelle Vague izlemeye gidiyorum. O yüzden sevdiğim Nouvelle Vague şarkılarını dinliyordum ki Love Will Tear Us Apart cover'larını ne kadar sevdiğimi fark ettim. Orijinalinin tadı ayrı olsa bile Fall Out Boy'unkiyle birlikte en sevdiğim cover onlarınki. Nouvelle Vague versiyonunda vokalin louv deyişinin hastasıyım özellikle.
Bu son videoyu ise Sözlük'ten bir arkadaşım motivasyon eksikliği entry'imde "çok procrastination yapıyorum" yazdığımı görünce yollamış. Hayatımın olayı procrastination gerçekten. Kesinlikle izleyin.
Bu son videoyu ise Sözlük'ten bir arkadaşım motivasyon eksikliği entry'imde "çok procrastination yapıyorum" yazdığımı görünce yollamış. Hayatımın olayı procrastination gerçekten. Kesinlikle izleyin.
Subscribe to:
Posts (Atom)