Florence and the Machine'in seneye çıkacak olan yeni albümünde yer alacağını tahmin ettiğim Strangeness and Charm son bir kaç aydır periyodik olarak aklıma takılıyor. Sözleri güzel, kendisi güzel. Henüz stüdyoda kaydedilmediğinden ya da kayıtlar ortaya çıkmadığından sadece canlı versiyonunu bulabildim, tavsiye ederim.
Hydrogen in our veins, it cannot hold itself, my blood is boiling
And the pressure in our bodies, that echoes up above, it is exploding
And our particles that burn, it is all because they yearn for each other
And although we stick together, it seems that we are stranging one another
Feel it on me love
Feel it on me love
Feel it on me love
(Strangeness and charm)
See it on me love
See it on me love
See it on me love
(Strangeness and charm)
An atom to atom, oh can you feel it on me love
And a pattern to pattern, oh can you see it on me love
Atom to atom, oh what's the matter with me love
Strangeness and charm
The static from your arms, it is a catalyst
You're a chemical that burns, there is nothing like this
It's the purest element, but it's so volatile
An equation heaven sent, and you'll forever inject
Friday, 23 July 2010
Thursday, 22 July 2010
miami bad
Yarın akşam babamın gayet emrivaki yaparak bana da bilet almasıyla The Cranberries konserine götürülüyorum. Hangi akla hizmet olduğunu bilmediğim bir şekilde 160TL vererek VIP biletleri alması yüzünden de konseri normal bilet sahibi olan arkadaşlarımın yanında izleme şansım yok olmuş oluyor. Bir de zaten konserin başlama saati Biletix'de geceyarısı görünüyor, o saatlerde uyku moduna geçen ve evde sakin bir Cuma akşamını tercih eden bünyemin hoşuna gitmiyor bu tür emrivakiler. İşin tek iyi yanı konserin Çeşme'deki favori mekanım Seaside'da olması. Denize girmeye falan gündüz çok gittiğim bir yer olan Seaside'a gece hiç gitmedim, orada sahne nerede, o kadar insanı oraya tıkıp bir de VIP alanı falan nasıl ayıracaklar "sahne" önüne merak ediyorum. Başka giden var mı?
Yine de bu konser üşenmeyi bırakıp bu seneki Çeşme sezonunu açmama bahane olması açısından iyi oldu sanırım.
Kafamda Foals-Miami bugünlerde diyerek The Mentalist izlemeye gittim ben.
I promised you open ocean glow
Mother of pearl, gold, and indigo
Cut through the waves, I watched you swim away
I'll never love you more than today
Now black light sets on my short day
Oh, you betrayed me, you gave it away
You don't mind picking up salt to rub into my wounds
Would you be there
Be there
Be there for me
In Miami
Yine de bu konser üşenmeyi bırakıp bu seneki Çeşme sezonunu açmama bahane olması açısından iyi oldu sanırım.
Kafamda Foals-Miami bugünlerde diyerek The Mentalist izlemeye gittim ben.
I promised you open ocean glow
Mother of pearl, gold, and indigo
Cut through the waves, I watched you swim away
I'll never love you more than today
Now black light sets on my short day
Oh, you betrayed me, you gave it away
You don't mind picking up salt to rub into my wounds
Would you be there
Be there
Be there for me
In Miami
Monday, 19 July 2010
horchata
Bu sene hangi okulda yüksek lisansıma başlayacağım hala kesinleşmedi. Birkbeck'e ortalamam yetiyor, Sussex ve Goldsmiths'e girip giremeyeceğim Ağustos sonu-Eylül başı gibi notlarım resmi olarak açıklandığında belli olacak.
Bilmeyenler ve msn'de/gerçek hayatta konuyla ilgili yakınmalarıma denk gelmeyenler için: Brighton'da mı Londra'da mı yaşasam ikilemiyle karşı karşıyayım bu aralar. Goldsmiths Güney Londra'da, ama pek gitme olasılığım yok gibi. Birkbeck yine Londra'da British Museum dolaylarında, şehrin en merkezi yerinde. Gitme ihtimalimin en yüksek olduğu okul, ama notlarım kaldığım o dersi daha vermediğim için henüz kesinleşmedi ve o yüzden yurda başvurma tarihini kaçırdım. Okulun yeri şehrin en turistik bölgelerinden biri olduğu için çevredeki özel yurt ve evlerde tek kişilik oda fiyatları ayda £800'dan başlıyor. Londra'da daha az merkezi bir yerde oda tutmanın fiyatı ise ayda £600 gibi. Bir de Lisa'nın evindeki eşyalarımı Londra'ya taşımak için kamyonetimsi bir şey tutmam gerekeceği gerçeği var, Londra'ya Lisa'nın arabayla girmesi mümkün değil çünkü, ve o kadar eşyayı tren + metro yoluyla taşımam imkansız.
Bu problemler karşıma çıktıkça kafamda son bir kaç aydır "hmm aslında olabilir" kategorisine yerleştirmiş olduğum Brighton'da yaşama fikrine "evet ya, neden olmasın" gözüyle bakmaya başladım. Sussex Uni Brighton'a 6km falan, yani küçük de olsa orada okuma ihtimalim durumunda orada yaşamak çok işime gelir. Ama Londra'da bile okuyor olsam Brighton'da yaşamak doable gibi görünüyor bana. Birincisi Brighton'da ev kirası + Londra'ya tren bileti fiyatları Londra'da yaşamaya kıyasla ayda £300 falan az oluyor, önemsiz bir para da değil. İkincisi Birkbeck'de okursam haftada sadece 2 gün dersim olacak, Brighton da Londra'ya 1 saat, yani haftada 2 gün 1 saat yol gidip gelmek çok da zor iş değil. Üçüncüsü Brighton deniz kıyısında olması, genel olarak Londra'ya göre daha sıcak ve samimi olan havasını sevmem, Londra'nın karmaşıklığı olmadan sıkılınmayan ve aranan şeylerin bulunabildiği boyutta bir şehir olması, en çok da metrekareye 5 gay düşen süper bir popülasyona ev sahipliği yapması nedeniyle yaşamaktan çok zevk alacağımı düşündüğüm bir şehir.
Bu 2-3 hafta içinde bu işi kesinleştirip halletmem gerekiyor. Sussex Uni'den cevap bekleyecek vaktim yok, o yüzden Londra'da okuyacağımı düşünerek karar vermem en mantıklısı. Brighton'da yaşayıp Londra'da okuma işinin olabilitesi var mı sizce? Anket koyuyorum.
21 olmuş bulunuyorum ayrıca, çok çılgın.
Bilmeyenler ve msn'de/gerçek hayatta konuyla ilgili yakınmalarıma denk gelmeyenler için: Brighton'da mı Londra'da mı yaşasam ikilemiyle karşı karşıyayım bu aralar. Goldsmiths Güney Londra'da, ama pek gitme olasılığım yok gibi. Birkbeck yine Londra'da British Museum dolaylarında, şehrin en merkezi yerinde. Gitme ihtimalimin en yüksek olduğu okul, ama notlarım kaldığım o dersi daha vermediğim için henüz kesinleşmedi ve o yüzden yurda başvurma tarihini kaçırdım. Okulun yeri şehrin en turistik bölgelerinden biri olduğu için çevredeki özel yurt ve evlerde tek kişilik oda fiyatları ayda £800'dan başlıyor. Londra'da daha az merkezi bir yerde oda tutmanın fiyatı ise ayda £600 gibi. Bir de Lisa'nın evindeki eşyalarımı Londra'ya taşımak için kamyonetimsi bir şey tutmam gerekeceği gerçeği var, Londra'ya Lisa'nın arabayla girmesi mümkün değil çünkü, ve o kadar eşyayı tren + metro yoluyla taşımam imkansız.
Bu problemler karşıma çıktıkça kafamda son bir kaç aydır "hmm aslında olabilir" kategorisine yerleştirmiş olduğum Brighton'da yaşama fikrine "evet ya, neden olmasın" gözüyle bakmaya başladım. Sussex Uni Brighton'a 6km falan, yani küçük de olsa orada okuma ihtimalim durumunda orada yaşamak çok işime gelir. Ama Londra'da bile okuyor olsam Brighton'da yaşamak doable gibi görünüyor bana. Birincisi Brighton'da ev kirası + Londra'ya tren bileti fiyatları Londra'da yaşamaya kıyasla ayda £300 falan az oluyor, önemsiz bir para da değil. İkincisi Birkbeck'de okursam haftada sadece 2 gün dersim olacak, Brighton da Londra'ya 1 saat, yani haftada 2 gün 1 saat yol gidip gelmek çok da zor iş değil. Üçüncüsü Brighton deniz kıyısında olması, genel olarak Londra'ya göre daha sıcak ve samimi olan havasını sevmem, Londra'nın karmaşıklığı olmadan sıkılınmayan ve aranan şeylerin bulunabildiği boyutta bir şehir olması, en çok da metrekareye 5 gay düşen süper bir popülasyona ev sahipliği yapması nedeniyle yaşamaktan çok zevk alacağımı düşündüğüm bir şehir.
Bu 2-3 hafta içinde bu işi kesinleştirip halletmem gerekiyor. Sussex Uni'den cevap bekleyecek vaktim yok, o yüzden Londra'da okuyacağımı düşünerek karar vermem en mantıklısı. Brighton'da yaşayıp Londra'da okuma işinin olabilitesi var mı sizce? Anket koyuyorum.
21 olmuş bulunuyorum ayrıca, çok çılgın.
Tuesday, 13 July 2010
losing the light
Zeynep'le aşık olunan insanın en saçma davranışlarına, tüm haksızlıklarına, acı çektirmelerine katlandıktan sonra bir yerde bir "eeeh sikerler" diyip çekip gitme eşiği olduğundan bahsediyorduk. Her insanın içinde ukte kalan, unutamadığı yarım kalmış bir aşk oluyor, evet, ama bir gün o aşkların tamamlanamaz kabul edilip rafa kaldırılma zamanı geliyor. En "hiç bir zaman unutmam, hep bir yerim ona aşık kalacak" denilen insana bile zamanla "bu yaptıklarına ben niye katlanmışım ki, ne salakmışım" gözüyle bakılıyor. Bir anda değişiyor insanın bakış açısı. Bazen sabah bir anda artık o insana olan duyguları ölmüş olarak uyanıyor insan durup dururken. Bazen yapılan bir şey bardağı taşıran son damla oluyor. Bazen insan hem kendisinin, hem de karşısındaki insanın değiştiğini; "bir gün döneceğim insan o olacak" diye tutunduğu sadık gerçek aşkın aslında sadece unutabilmek için bir kapanışa ihtiyaç duymak ve o kapanışı bulamayınca geçmişte sıkışıp kalmak olduğunu fark ediyor bir anda, tak diye. Durup dururken, aniden olan bu aydınlanma anı çoğumuz için kaçınılmaz sanırım.
Facebook'tan gelen bir event invitation yoluyla Yeditepe'deki sınıf arkadaşlarımdan birinin öldüğünü öğrendim az önce. İçim bir garip.
The L Word'ün bu sahnesini ve çalan şarkıyı seviyorum. Ana uygun malesef.
Facebook'tan gelen bir event invitation yoluyla Yeditepe'deki sınıf arkadaşlarımdan birinin öldüğünü öğrendim az önce. İçim bir garip.
The L Word'ün bu sahnesini ve çalan şarkıyı seviyorum. Ana uygun malesef.
Monday, 12 July 2010
4:13 dream
Son günlerde fena rüyalar görüyorum. Bir kaç gün önce rüyamda Alize, Deniz ve Facebook'tan biliyor olduğum ama pek tanımadığım bir kız vardı. İstanbul'a o bahsettiğim kızı görmeye gitmiştim, kız daha buluşmamızın üzerinden 1 saat geçmeden gideceğini söylemişti, ve ben sinirlendiğimi, eve dönmek isteyip dönemediğimi, İstanbul'a geldiğime çok pişman olduğumu hatırlıyorum. Sonra nasıl olduysa Alize'nin yanında buldum kendimi. Onun evinde kalıyordum sanırım, hava karlı ve griydi. Alize beni takmıyordu, ben geldiğim için daha da pişman oluyordum.
Önceki gece Paris'te bir metro istasyonunda olduğumu, çok eşyam olduğu için eşyalarımı yere bıraktığımı ama trene binerken çantalarımdan birini platformda unuttuğumu ve o gün gündüz hazzetmediğimden bahsediyor olduğum birinin de rüyamda olduğunu, beni sorumsuzlukla suçladığını gördüm. Çantam kaybolduğu için çok üzülüyor, ama bir yandan da rüya görüyor olduğumu ve uyandığımda hiç bir şeyi kaybetmemiş olacağımı biliyordum. Uyanınca nasıl rahatladım, anlatamam.
Dün geceki rüyam en kötüsüydü. Eskiden arkadaşım olan ama artık alakam olmayan ne kadar insan varsa bir mekana toplanmış bana garip garip bakıyorlardı. Sonra tanımadığım birilerinin masama oturduğunu, birinin bardan 1 kasa bira satın aldığını (?!) ve giderken çoğu içilmemiş olan kasayı masada unuttuğunu hatırlıyorum. Daha sonra oturup o biraları içmeye başladım, tatları daha çok limonata gibiydi ama bira olduklarını biliyordum. Bir süre sonra yanıma bir garson kız geldi, bana dışarıdan aldığım biraları içtiğimi bildiğini söyledi. Uyuz olduğum bir insanın bana bakarak diğer bir uyuz olduğum insana bir şeyler fısıldıyor olduğu sırada garsona biraları masamda oturan bir kızın bardan satın aldığını anlatmaya çalışıyordum. Kız doğruyu söylediğimi kabul etmedikçe sinir oldum, "mekanınız bir tarafınıza girsin" modunda kalkıp çıktım. Sonra uçarak (evet, uçarak) bir yerlere gidiyordum, gerisini hatırlamıyorum.
Concerta kullanırken rahatsız edici derecede gerçekçi, film senaryosu kadar detaylı ve bir o kadar garip olaylarla dolu rüyalar görürdüm. Bu aralar gördüğüm rüyalar bana o dönemi hatırlattı.
Dün uzun zamandır izlemek istediğim Chloe'yi izleme fırsatı buldum. Eğer izlemeyi düşünüyorsanız gerisini okumayın.
---------------spoiler------------------
Julianne Moore çok güzel ve seksi bir kadın, rolüne yakışmış. Ama Amanda Seyfried'de o baştan çıkarıcı, şuh kadın havası yoktu. Çok çocuk görünüyor ve Chloe rolünde olmasını çok yadırgadı gözlerim.
Julianne Moore ve Amanda Seyfried'in sevişme sahnesi hoşuma gitmedi. Seyfried'in G3 dergisine verdiği bir röportajda sahneyi "Benim için çok rahatsız ediciydi" olarak tanımlamasından mı bilmiyorum ama bana çok sahte göründü. En ufak bir tutku yoktu, iki oyuncu da bitse de gitsek modunda gibilerdi, birbirlerine dokunmaktan tiksiniyorlar ve belli etmemek için zor tutuyorlardı sanki. Çok mekanik ve inandırıcılıktan uzak buldum kısacası o sahneyi; o yüzden film tüm etkileyiciliğini yitirdi benim için. Aslında ilgi çekici olan bu konu çok daha akılda kalıcı bir şekilde işlenebilirdi.
Özetle heteroseksüel erkeğin aldatma ve lezbiyenleri gözetleme fantezilerini doyurmaya yönelik bir filmden başka bir özelliği yok gibi Chloe'nin. Sinemada izlemeyi düşünüyorsanız paranıza yazık.
Dikkatimi çeken asıl nokta filmin adının Türkçe'ye Büyük Hata olarak çevrilmesi oldu. Böyle kafalarına göre filmin adıyla alakası olmayan isimler bulan Türk çevirmenlere fena halde uyuz oluyorum zaten. Filmi annemle izledim, o filmdeki "büyük hata"nın kadının Chloe'yi tutarak ailesinin hayatının içine etmesi olduğunu düşünüyor. Bana orada "büyük hata" olarak bahsedilen şey Julianne Moore'un karakterinin (Catherine) lezbiyen bir ilişkiye girmesiymiş gibi geldi. Zaten Catherine'in filmde Chloe ile yaşadıklarına "İyiydi güzeldi ama benim asıl düşündüğüm hep kocamdı" şeklinde bakması onun da bu ilişkiyi bir hata olarak gördüğüne işaret ediyor. O yüzden o büyük hatanın Catherine'in Chloe ile olan ilişkisi olduğunu düşünüyorum (kadının bir kadınla birlikte olmasına, ya da en azından kadının evlilik dışı bir ilişkisi olmasına yargılayıcı bir bakış var gibi geldi bana). Homofobi konusunda inanılmaz hassasım, en ufak derecelerde olanı bile gözüme batıyor, o yüzden filmin adının o şekilde çevrilmesini offensive buluyorum.
Son olarak sinir olduğum şey ise filmin çevirisiydi. Catherine'in adı altyazılarda Katrin olarak geçiyordu falan. Komik misiniz diye sorasım geldi filmin çevirmenleri her kimse. Sinir bozucu.
---------------spoiler------------------
Önceki gece Paris'te bir metro istasyonunda olduğumu, çok eşyam olduğu için eşyalarımı yere bıraktığımı ama trene binerken çantalarımdan birini platformda unuttuğumu ve o gün gündüz hazzetmediğimden bahsediyor olduğum birinin de rüyamda olduğunu, beni sorumsuzlukla suçladığını gördüm. Çantam kaybolduğu için çok üzülüyor, ama bir yandan da rüya görüyor olduğumu ve uyandığımda hiç bir şeyi kaybetmemiş olacağımı biliyordum. Uyanınca nasıl rahatladım, anlatamam.
Dün geceki rüyam en kötüsüydü. Eskiden arkadaşım olan ama artık alakam olmayan ne kadar insan varsa bir mekana toplanmış bana garip garip bakıyorlardı. Sonra tanımadığım birilerinin masama oturduğunu, birinin bardan 1 kasa bira satın aldığını (?!) ve giderken çoğu içilmemiş olan kasayı masada unuttuğunu hatırlıyorum. Daha sonra oturup o biraları içmeye başladım, tatları daha çok limonata gibiydi ama bira olduklarını biliyordum. Bir süre sonra yanıma bir garson kız geldi, bana dışarıdan aldığım biraları içtiğimi bildiğini söyledi. Uyuz olduğum bir insanın bana bakarak diğer bir uyuz olduğum insana bir şeyler fısıldıyor olduğu sırada garsona biraları masamda oturan bir kızın bardan satın aldığını anlatmaya çalışıyordum. Kız doğruyu söylediğimi kabul etmedikçe sinir oldum, "mekanınız bir tarafınıza girsin" modunda kalkıp çıktım. Sonra uçarak (evet, uçarak) bir yerlere gidiyordum, gerisini hatırlamıyorum.
Concerta kullanırken rahatsız edici derecede gerçekçi, film senaryosu kadar detaylı ve bir o kadar garip olaylarla dolu rüyalar görürdüm. Bu aralar gördüğüm rüyalar bana o dönemi hatırlattı.
Dün uzun zamandır izlemek istediğim Chloe'yi izleme fırsatı buldum. Eğer izlemeyi düşünüyorsanız gerisini okumayın.
---------------spoiler------------------
Julianne Moore çok güzel ve seksi bir kadın, rolüne yakışmış. Ama Amanda Seyfried'de o baştan çıkarıcı, şuh kadın havası yoktu. Çok çocuk görünüyor ve Chloe rolünde olmasını çok yadırgadı gözlerim.
Julianne Moore ve Amanda Seyfried'in sevişme sahnesi hoşuma gitmedi. Seyfried'in G3 dergisine verdiği bir röportajda sahneyi "Benim için çok rahatsız ediciydi" olarak tanımlamasından mı bilmiyorum ama bana çok sahte göründü. En ufak bir tutku yoktu, iki oyuncu da bitse de gitsek modunda gibilerdi, birbirlerine dokunmaktan tiksiniyorlar ve belli etmemek için zor tutuyorlardı sanki. Çok mekanik ve inandırıcılıktan uzak buldum kısacası o sahneyi; o yüzden film tüm etkileyiciliğini yitirdi benim için. Aslında ilgi çekici olan bu konu çok daha akılda kalıcı bir şekilde işlenebilirdi.
Özetle heteroseksüel erkeğin aldatma ve lezbiyenleri gözetleme fantezilerini doyurmaya yönelik bir filmden başka bir özelliği yok gibi Chloe'nin. Sinemada izlemeyi düşünüyorsanız paranıza yazık.
Dikkatimi çeken asıl nokta filmin adının Türkçe'ye Büyük Hata olarak çevrilmesi oldu. Böyle kafalarına göre filmin adıyla alakası olmayan isimler bulan Türk çevirmenlere fena halde uyuz oluyorum zaten. Filmi annemle izledim, o filmdeki "büyük hata"nın kadının Chloe'yi tutarak ailesinin hayatının içine etmesi olduğunu düşünüyor. Bana orada "büyük hata" olarak bahsedilen şey Julianne Moore'un karakterinin (Catherine) lezbiyen bir ilişkiye girmesiymiş gibi geldi. Zaten Catherine'in filmde Chloe ile yaşadıklarına "İyiydi güzeldi ama benim asıl düşündüğüm hep kocamdı" şeklinde bakması onun da bu ilişkiyi bir hata olarak gördüğüne işaret ediyor. O yüzden o büyük hatanın Catherine'in Chloe ile olan ilişkisi olduğunu düşünüyorum (kadının bir kadınla birlikte olmasına, ya da en azından kadının evlilik dışı bir ilişkisi olmasına yargılayıcı bir bakış var gibi geldi bana). Homofobi konusunda inanılmaz hassasım, en ufak derecelerde olanı bile gözüme batıyor, o yüzden filmin adının o şekilde çevrilmesini offensive buluyorum.
Son olarak sinir olduğum şey ise filmin çevirisiydi. Catherine'in adı altyazılarda Katrin olarak geçiyordu falan. Komik misiniz diye sorasım geldi filmin çevirmenleri her kimse. Sinir bozucu.
---------------spoiler------------------
Friday, 9 July 2010
there's a hole in your soul like an animal
Bu aralar içimde iptal olan tatil planları, yazmam gereken essay ve kaçıracağım accommodation başvurusu da dahil olmak üzere bir sürü nedenden kaynaklanan sürekli bir anksiyete var. Sürekli mail'lerime bakamazsam bir şey olacakmış gibi hissediyorum, içim bir an olsun rahat etmiyor, sabah uykumu alamadan uyanıyorum inbox'uma bakmak için. Tabii bunda Blackberry internet servisimin 1 haftalığına kapatılmış olmasının da etkisi var, mail'lerim anında telefonuma gelmeyince sürekli bilgisayar açma ihtiyacı duyuyorum.
Huzursuzluk kaynağı olan şeylerin çoğu ortadan kalktı, ama nasıl çözeceğimi bilemediğim bir mess var ellerimde. Cunt list'imde üst sıralarda olan ve hiç ama hiç hazzetmediğim bir insanın bana yaptığının karşılığını bulmasını sağlama şansım var. Eskiden olsa hiç tereddüt etmezdim, ama artık kinci ve intikamcı kişiliğimin yerini kimin ne yaptığını umursamaz, her koyunun kendi bacağından asılacağına inanan bir düşünce tarzı aldı. "Bana nasıl böyle bir mallık yaparsın, sana bunu ödeticem"den "Bu kadar mal olduğunu öğrendiğim iyi oldu, zararın neresinden dönsem kardır"a transfer oldum kısacası. O yüzden doğru şeyi yapmak ve bahsettiğim insana hak ettiği gibi davranmak arasında kararsızlığa düştüm. Sağa bununla ilgili bir anket koydum, siz ne yapardınız?
I'm not sure what I'm looking for anymore
I just know that I'm harder to console
I don't see who I'm trying to be instead of me
But the key is a question of control
Can you say what you're trying to play anyway
I just pay while you're breaking all the rules
All the signs that I find have been underlined
Devils thrive on the drive that is fueled
All this running around, well it's getting me down
Just give me a pain that I'm used to
Huzursuzluk kaynağı olan şeylerin çoğu ortadan kalktı, ama nasıl çözeceğimi bilemediğim bir mess var ellerimde. Cunt list'imde üst sıralarda olan ve hiç ama hiç hazzetmediğim bir insanın bana yaptığının karşılığını bulmasını sağlama şansım var. Eskiden olsa hiç tereddüt etmezdim, ama artık kinci ve intikamcı kişiliğimin yerini kimin ne yaptığını umursamaz, her koyunun kendi bacağından asılacağına inanan bir düşünce tarzı aldı. "Bana nasıl böyle bir mallık yaparsın, sana bunu ödeticem"den "Bu kadar mal olduğunu öğrendiğim iyi oldu, zararın neresinden dönsem kardır"a transfer oldum kısacası. O yüzden doğru şeyi yapmak ve bahsettiğim insana hak ettiği gibi davranmak arasında kararsızlığa düştüm. Sağa bununla ilgili bir anket koydum, siz ne yapardınız?
I'm not sure what I'm looking for anymore
I just know that I'm harder to console
I don't see who I'm trying to be instead of me
But the key is a question of control
Can you say what you're trying to play anyway
I just pay while you're breaking all the rules
All the signs that I find have been underlined
Devils thrive on the drive that is fueled
All this running around, well it's getting me down
Just give me a pain that I'm used to
Tuesday, 6 July 2010
balenciaga calcaire box


Designer çanta takıntısı çok fena bir şey. Gerçekten. Bir çantaya asgari ücretin bilmemkaç katı para yatırdıktan sonra kullanmaya kıyamamak, aylarca bekleyip aldıktan sonra 1-2 haftada yeni ufuklara yelken açıp yeni bir çanta bekleyişine girmek çoğu insanın anlayamadığı bir şey. Ben de bu hastalığa yakalanmadan önce böyle şeyleri pek anlamazdım, ama artık ben de bir çanta bağımlısıyım. Hayatımın en büyük heyecanı kendime bir çantayı hedef belirlemek ve aylarca onu elde edebilmeye uğraşmak oldu.
Bu heyecanımı paylaşanlar "holy grail" terimini biliyorlardır. Her şeyden çok istenen, almak için deli olunan, alışverişin "ultimate" hedefi olan ve alındıktan sonra insana diğer tüm çantalardan çok bir tatmin hissi veren çantalara deniyor holy grail. Benim holy grail'im Calcaire renk bir Balenciaga idi. Wishlist'imin en tepesinde oturmakta olan bu çanta 1 yıllık arayışlarımdan sonra sonunda bugün elime ulaştı. Her ne kadar bütçemi fena zorlamış olsa da (ve Türkiye'de o kadar pahalı bir çantayı sokağa çıkarmaya cesaret edemeyeceğimi bilsem de) onu elime aldığım, ona dokunduğum an hissettiklerim paha biçilemezdi gerçekten. Kafam güzelmiş gibi bir high içerisindeyim şu an, anlatamam ne kadar mutlu olduğumu.
Sunday, 4 July 2010
i love lucy
Önceki gün Digiturk'e bakınırken karşıma Kate Moennig'in hastane dizisi Three Rivers çıktı. Diğer hastane dizilerine göre oldukça sıkıcı, ama Kate için izlenebilir bir dizi (zaten pek uzun ömürlü olmadı bildiğim kadarıyla). Yine de Kate bence uzun saçlı olmamalı. Gerçekten peruk takmış bir transwoman gibi görünüyor.
Ben "oha Türkiye'de televizyonda KM gördüm" diye bir süre sevindikten sonra laptop'uma geri dönmüştüm ki açık televizyondan gelen "I'm Lucy Lawless" sesi üzerine kafamın nasıl bir hızla televizyona geri döndüğünü anlatamam. Aynı gün içinde ruined-me-for-life dediğim hayatımın 1 numaralı kadını Lucy ve 2 numaralı kadını Kate'i Digiturk'te görebilmek süper gerçekten. Ama Lucy'nin de siyah saçlı halini seviyorum en çok. İşin garip kısmı doğal halinin sarı olması.

Neyse, Digiturk'ün yeni dizilerinden Legend of the Seeker'ın tanıtım videosunu sunuyor kendisi (dizide yok). Yeni Zelanda aksanını da çok garipsiyorum, İngiliz aksanıyla konuşan Ed Westwick/R-Pattz duymak gibi oluyor. Yine de o "epic adventure" deyişini yerim ben Lucy'nin.


Neyse, Digiturk'ün yeni dizilerinden Legend of the Seeker'ın tanıtım videosunu sunuyor kendisi (dizide yok). Yeni Zelanda aksanını da çok garipsiyorum, İngiliz aksanıyla konuşan Ed Westwick/R-Pattz duymak gibi oluyor. Yine de o "epic adventure" deyişini yerim ben Lucy'nin.
Saturday, 3 July 2010
who would give a law to lovers? love is unto itself a higher law.
Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği (CİSED) adlı adını ilk kez duyuyor olduğum bir kurum Türkiye'de eşcinsel evliliğe bakış konulu bir anket yapmış. Ankette sürpriz olmayan bir şekilde Türk insanının eşcinsel evliliğe sıcak bakmadığı sonucu ortaya çıkmış. Habere buradan bakabilirsiniz.
Buraya kadar her şey normal. Ama kafama takılan bazı şeyler var:
-Ankete %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si "eşcinsel, biseksüel, travesti veya transseksüel" olmak üzere 5000 kişi katılmış.
Birincisi dünyada sadece Türkiye'de yapıldığını gördüğüm travesti ve transseksüel ayrımını çok saçma buluyorum. LGBT yerine LGBTT kısaltmasını kullanmak falan gerçekten başka ülkelerde olmayan bir şey. LGBT toplumunun bu TT olayını benimsemesini doğru bulmuyorum, çünkü bu ayrım travesti=seks işçisi önyargısını pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor. İnsan travestiyse mutlaka para karşılığı seks yapıyor olmalı miti travestileri transseksüellerden ayrı tutarak güçlendiriliyor. Travesti de gayet transseksüeldir, ikisine de trans denmesi en doğrusu bence.
İkincisi %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si LGBT ne demek ki? LGBT'ler kadın ya da erkek değil mi? Bu kadar salak bir sınıflandırma olabilir mi gerçekten?
-"Eşcinsel evliliğe ülkemizde izin verilmeli midir?" sorusuna ankete katılanların %8'i "evet", %86'ı "hayır" ve %6'ı ise "fikrim yok" yanıtı vermiş. %12'si LGBT olan anket insanlarının sadece %8'inin "evet" cevabı vermesi gerçekten üzücü. Hiç bir zaman evlenmeyi düşünmüyorum; evliliği genel olarak gereksiz ve heteroseksüel olduğunda kadını baskılayıcı, eşcinsel olduğunda eşcinselleri içinde istemeyen heteroseksist düzene dahil olma çabası olarak görüyorum. Ama bu eşcinsellerin evlenme seçeneğinin olmaması gerektiğini düşünmem anlamına gelmiyor, o seçenek kişiye ait olmalı. Kısacası evlenmek isteyen eşcinselleri ve evlilik kavramını anlamıyor olsam da eşcinsel evliliği sonuna kadar destekliyorum. Bu yüzden insanların nasıl LGBT bir birey olarak kendini tanımlayıp (ki o ankete katılan bir sürü insan hetero olmadığı halde kendini o şekilde tanımlamıştır ankette) eşcinsel evliliğe "evet" yanıtı vermediğini aklım almıyor. Kişinin kendi kimliğine yönelik bir homofobi söz konusu sanırım.
-Bu CİSED adlı kurumun genel başkanı Dr.Cem Keçe aşağıdaki lafları etmiş ayrıca habere göre, hiç birine yorum getirmeme bile gerek yok (ama yine de yorumlarımı parantez içinde belirttim), they're pretty self-explanatory ve everyone knows how I feel about homophobia:
"İzlanda Başbakanı Johanna Sigurdardottir'in birlikte yaşadığı kız arkadaşı Jonina Leosdottir ile evlenmesini medyanın en az Heteroseksüel evlilikler gibi doğal ve normal bir durum olarak sunması, toplum ruh sağlığı açısından sakıncalar doğurabilir, çocuklarımızın ve gençlerimizin kafasını karıştırabilir (eşcinsel evliliğin anormal olduğunu çocuklarımızın kafasına kazıyıp onları da minik homofoblar olarak yetiştirmeliyiz yani, god forbid eşcinsellerin normal insanlar olduğu gibi ahlaksız fikirler edinebilirler çünkü yoksa). Yurt dışındaki otoriteler ve ülkeler eşcinsellik hakkındaki görüşlerini bilimsel verilere göre değil tamamıyla ideolojik yaklaşımlarına ve kapitalist sistemin dayatmalarına göre oluşturmuştur (eşcinselliğin normal ya da doğal olmadığına dair bir bilimsel veri yoktur, "normal" kavramı zaten bilimsel bir kavram değildir, görecelidir). Sorumluluk taşıması gereken bir başbakanın yaptığı eşcinsel evlilik, eşcinselliğin toplum tarafından doğal ve normal bir durum olarak algılanmasını sağlamayacaktır (eşcinselliğin sorumsuzluk örneği olduğuna dair homofobik bir görüşe zaten mantık içinde denilecek bir şey bulamadım)."
-CİSED Genel Başkan Yardımcısı Psk. Gülüm Bacanak: "CİSED olarak yeni bir görüş ortaya atıyoruz: Biz eşcinselliğin tek bir durum olmadığını, birçok alt tipi olduğunu, tek bir yapı olarak ele alınmaması gerektiğini ve bazı alt tiplerinin tedavi edilebileceğini, eşcinselliğin bir tercih olmadığını ama eşcinsel ilişki yaşamanın bir tercih olduğu görüşünü savunuyoruz."
Niye kimse heteroseksüelliğin alt tiplerini falan araştırmıyor, for the love of god? Ayrıca "Bazı alt tipleri tedavi edilebilir" falan nedir ya? Hangi tarih öncesi dönemde yaşıyor bu insanlar? Kendilerini bilim insanı, araştırmacı falan olarak görüyorlar bir de; homofobik görüşlerine bilim adı altında kredibilite kazandırmaya çalışan bigot'lar is more like it.
Ayrıca "eşcinsellik tercih değildir ama eşcinsel ilişki yaşamak tercihtir" ne biçim bir laf öyle? Niye kimse heteroseksüel ilişki yaşama tercihinden bahsetmiyor o zaman? İnsanlar "eşcinsel" olmamak için hayatları boyunca hiç ilişki yaşamasınlar mı?
-CİSED Genel Sekreteri Psk. Dan. Fatma Ayrık: "Biz CİSED olarak, tedavi arayışında olan, tedavi olamayacaksa intihar etmeyi düşünen ve değişim isteyen eşcinsellere tedavi şansının verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kimseye zorla, istemediği halde "sen tedavi olmalısın" deme gibi bir hakkımız da olamaz. Bu ayrımın iyi yapılması gerekmektedir. "Ben eşcinsel bir hayat sürmekten mutluyum" veya "eşcinsel bir yaşamı tercih ediyorum" diyen bir arkadaşımıza "hasta" demek çok yanlıştır. Değişim isteyen eşcinsel arkadaşlarımızı ve ailelerini dinlemeden, aile, cinsel ve geçmiş hikâyelerini almadan "sen eşcinselsin ve bu durumla yaşamak zorundasın" demek de çok ama çok yanlıştır."
Eşcinselliğin bir hastalık olmadığını ve tedavi edilemeyeceğini ama homofobinin tedavi edilebilir bir sosyal hastalık olduğunu ne zaman öğrenecek acaba ülkem insanları? Bir sonraki milenyumda bu konuya geri dönelim.
Gender and Sexuality Studies'i meslek edinmek isteyen bir insan olarak ülkemizdeki cinsiyet ve cinsellik araştırmalarının böyle tiplere kaldığını görmek beni çok sinirlendiriyor.
Buraya kadar her şey normal. Ama kafama takılan bazı şeyler var:
-Ankete %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si "eşcinsel, biseksüel, travesti veya transseksüel" olmak üzere 5000 kişi katılmış.
Birincisi dünyada sadece Türkiye'de yapıldığını gördüğüm travesti ve transseksüel ayrımını çok saçma buluyorum. LGBT yerine LGBTT kısaltmasını kullanmak falan gerçekten başka ülkelerde olmayan bir şey. LGBT toplumunun bu TT olayını benimsemesini doğru bulmuyorum, çünkü bu ayrım travesti=seks işçisi önyargısını pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor. İnsan travestiyse mutlaka para karşılığı seks yapıyor olmalı miti travestileri transseksüellerden ayrı tutarak güçlendiriliyor. Travesti de gayet transseksüeldir, ikisine de trans denmesi en doğrusu bence.
İkincisi %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si LGBT ne demek ki? LGBT'ler kadın ya da erkek değil mi? Bu kadar salak bir sınıflandırma olabilir mi gerçekten?
-"Eşcinsel evliliğe ülkemizde izin verilmeli midir?" sorusuna ankete katılanların %8'i "evet", %86'ı "hayır" ve %6'ı ise "fikrim yok" yanıtı vermiş. %12'si LGBT olan anket insanlarının sadece %8'inin "evet" cevabı vermesi gerçekten üzücü. Hiç bir zaman evlenmeyi düşünmüyorum; evliliği genel olarak gereksiz ve heteroseksüel olduğunda kadını baskılayıcı, eşcinsel olduğunda eşcinselleri içinde istemeyen heteroseksist düzene dahil olma çabası olarak görüyorum. Ama bu eşcinsellerin evlenme seçeneğinin olmaması gerektiğini düşünmem anlamına gelmiyor, o seçenek kişiye ait olmalı. Kısacası evlenmek isteyen eşcinselleri ve evlilik kavramını anlamıyor olsam da eşcinsel evliliği sonuna kadar destekliyorum. Bu yüzden insanların nasıl LGBT bir birey olarak kendini tanımlayıp (ki o ankete katılan bir sürü insan hetero olmadığı halde kendini o şekilde tanımlamıştır ankette) eşcinsel evliliğe "evet" yanıtı vermediğini aklım almıyor. Kişinin kendi kimliğine yönelik bir homofobi söz konusu sanırım.
-Bu CİSED adlı kurumun genel başkanı Dr.Cem Keçe aşağıdaki lafları etmiş ayrıca habere göre, hiç birine yorum getirmeme bile gerek yok (ama yine de yorumlarımı parantez içinde belirttim), they're pretty self-explanatory ve everyone knows how I feel about homophobia:
"İzlanda Başbakanı Johanna Sigurdardottir'in birlikte yaşadığı kız arkadaşı Jonina Leosdottir ile evlenmesini medyanın en az Heteroseksüel evlilikler gibi doğal ve normal bir durum olarak sunması, toplum ruh sağlığı açısından sakıncalar doğurabilir, çocuklarımızın ve gençlerimizin kafasını karıştırabilir (eşcinsel evliliğin anormal olduğunu çocuklarımızın kafasına kazıyıp onları da minik homofoblar olarak yetiştirmeliyiz yani, god forbid eşcinsellerin normal insanlar olduğu gibi ahlaksız fikirler edinebilirler çünkü yoksa). Yurt dışındaki otoriteler ve ülkeler eşcinsellik hakkındaki görüşlerini bilimsel verilere göre değil tamamıyla ideolojik yaklaşımlarına ve kapitalist sistemin dayatmalarına göre oluşturmuştur (eşcinselliğin normal ya da doğal olmadığına dair bir bilimsel veri yoktur, "normal" kavramı zaten bilimsel bir kavram değildir, görecelidir). Sorumluluk taşıması gereken bir başbakanın yaptığı eşcinsel evlilik, eşcinselliğin toplum tarafından doğal ve normal bir durum olarak algılanmasını sağlamayacaktır (eşcinselliğin sorumsuzluk örneği olduğuna dair homofobik bir görüşe zaten mantık içinde denilecek bir şey bulamadım)."
-CİSED Genel Başkan Yardımcısı Psk. Gülüm Bacanak: "CİSED olarak yeni bir görüş ortaya atıyoruz: Biz eşcinselliğin tek bir durum olmadığını, birçok alt tipi olduğunu, tek bir yapı olarak ele alınmaması gerektiğini ve bazı alt tiplerinin tedavi edilebileceğini, eşcinselliğin bir tercih olmadığını ama eşcinsel ilişki yaşamanın bir tercih olduğu görüşünü savunuyoruz."
Niye kimse heteroseksüelliğin alt tiplerini falan araştırmıyor, for the love of god? Ayrıca "Bazı alt tipleri tedavi edilebilir" falan nedir ya? Hangi tarih öncesi dönemde yaşıyor bu insanlar? Kendilerini bilim insanı, araştırmacı falan olarak görüyorlar bir de; homofobik görüşlerine bilim adı altında kredibilite kazandırmaya çalışan bigot'lar is more like it.
Ayrıca "eşcinsellik tercih değildir ama eşcinsel ilişki yaşamak tercihtir" ne biçim bir laf öyle? Niye kimse heteroseksüel ilişki yaşama tercihinden bahsetmiyor o zaman? İnsanlar "eşcinsel" olmamak için hayatları boyunca hiç ilişki yaşamasınlar mı?
-CİSED Genel Sekreteri Psk. Dan. Fatma Ayrık: "Biz CİSED olarak, tedavi arayışında olan, tedavi olamayacaksa intihar etmeyi düşünen ve değişim isteyen eşcinsellere tedavi şansının verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kimseye zorla, istemediği halde "sen tedavi olmalısın" deme gibi bir hakkımız da olamaz. Bu ayrımın iyi yapılması gerekmektedir. "Ben eşcinsel bir hayat sürmekten mutluyum" veya "eşcinsel bir yaşamı tercih ediyorum" diyen bir arkadaşımıza "hasta" demek çok yanlıştır. Değişim isteyen eşcinsel arkadaşlarımızı ve ailelerini dinlemeden, aile, cinsel ve geçmiş hikâyelerini almadan "sen eşcinselsin ve bu durumla yaşamak zorundasın" demek de çok ama çok yanlıştır."
Eşcinselliğin bir hastalık olmadığını ve tedavi edilemeyeceğini ama homofobinin tedavi edilebilir bir sosyal hastalık olduğunu ne zaman öğrenecek acaba ülkem insanları? Bir sonraki milenyumda bu konuya geri dönelim.
Gender and Sexuality Studies'i meslek edinmek isteyen bir insan olarak ülkemizdeki cinsiyet ve cinsellik araştırmalarının böyle tiplere kaldığını görmek beni çok sinirlendiriyor.
Tuesday, 29 June 2010
travel is glamorous only in retrospect
Bu gece 22.05 uçağıyla İzmir'e dönüyorum. 19 Eylül'e kadar oralardayım.
Klimalı, kedili, temizlikçili, Digiturk'lü evimi; aklıma esince kum-deniz-güneş üçlüsünü yapabilmeyi (İngiltere'nin 27 derece olunca omg-bayılıcaz-sıcaktan dedirten güneşi ve gri denizi sayılmıyor) ve arkadaşlarımı özlemiştim, geri dönmek güzel o yüzden. Ama bir şey olur diye dandik çantayla sokağa çıkmayı, gece eve taksiyle dönmek zorunda olmayı, inci sözlük modeli tacizcileri, 3 ay sonunda insanda ciddi psikolojik rahatsızlıklara neden olabilecek derecede homofobik ve patriarchal toplumu özlemedim hiç; eminim bunlara sinir olup Londra'yı özleyeceğim orada olduğum zaman boyunca. İzmir'deki evimi, arkadaşlarımı, Yunanistan'a/Çeşme'ye vs. mega yakın oluşumu ve genel olarak oradaki hayatımı çok seviyorum gerçekten; ama toplum geneline hakim olan o kapalı zihniyete full time katlanabilmem mümkün değil. Bu da hayatımı Türkiye'de yaşayarak ve içimi bir huzursuzluk/restlessness/frustration kaplamadan sürdürebilme olasılığımı yok ediyor sanırım.
Son 5 yıldır şehirden şehire, evden eve, ülkeden ülkeye şeklinde yaşıyorum. İstanbul'da aynı evde yaşadığım 1,5 yılı saymazsak hiç bir evde/yurtta vs. 1 yıldan uzun yaşamadım. İzmir, İstanbul, Canterbury ve bu Eylül'den itibaren Londra ya da Brighton (hala belli değil) olmak üzere dolanıp duruyorum. ADD (attention deficit disorder) sahibiyim, onun semptomlarından biri olan bir sürü şeye heves etmek ama başladığı işi hiç bitirememek, bir şeyi bırakıp başka bir şeye başlamak ve aklına esip deli deli şeyler yapmaya bir anda karar vermek huyu bende fazlasıyla var. Kullandığım ADD ilaçları da bu dürtümü engelleyemiyor, bu iyi bir şey mi bilmiyorum, ama tatminsizlik ve Türkçe'sini bulamadığım bir restlessness hissi yaratıyor bu bende. Nerede, ne yapıyor olursam olayım yerimde duramıyorum kısacası zihinsel olarak. Sürekli yeni bir şeyler yapmak, yeni bir yerlere gitmek, yeni birileriyle tanışmak görmezden gelinemez bir ihtiyaç haline geliyor benim için. Aynı yer, aynı insanlar, aynı şeyi yapıyor olmaktan sıkılmak değil bu, değişim "zorunlu" benim için. Bir seçim değil, bir zorunluluk. Kimseyi arkamda bırakmayı ya da her elimi attığım şeyi yarım bırakmayı ben seçmiyorum, içime öyle bir kıpır kıpırlık/bir şey yapmazsa delirecek hissi geliyor ki kalkıp gitmek zorunda hissediyorum kendimi. Son 4 yıl içinde İstanbul'a taşınmam, sonra Hollanda'ya taşınmak istemem, ondan vazgeçip kendimi Canterbury'de bulmam, şu anda da Canterbury'i ve mezun olduğum bölümü bırakıp tamamen alakasız bir şey okumaya Londra'ya gidiyor olmam da bu yüzden.
En basiti ev taşımaya üşenmem olan bir sürü neden yüzünden artık bir yerde daha uzun süre kalabilmek istiyorum. Bir yere kök salabilecek bir insan olacağımı sanmıyorum hiç bir zaman, ama aynı şehirde 2 yıldan fazla bulunabilmeye hazırım sanırım artık. O bir yerde uzun süre kalınca daralma hissim azaldı, Londra ya da Brighton da bunu yapmak için mükemmel olacak bence.
"England you kick ass" diyerek valiz toplamaya geri dönüyorum, yarından itibaren İzmir'den bildiriyor olacağım.
Klimalı, kedili, temizlikçili, Digiturk'lü evimi; aklıma esince kum-deniz-güneş üçlüsünü yapabilmeyi (İngiltere'nin 27 derece olunca omg-bayılıcaz-sıcaktan dedirten güneşi ve gri denizi sayılmıyor) ve arkadaşlarımı özlemiştim, geri dönmek güzel o yüzden. Ama bir şey olur diye dandik çantayla sokağa çıkmayı, gece eve taksiyle dönmek zorunda olmayı, inci sözlük modeli tacizcileri, 3 ay sonunda insanda ciddi psikolojik rahatsızlıklara neden olabilecek derecede homofobik ve patriarchal toplumu özlemedim hiç; eminim bunlara sinir olup Londra'yı özleyeceğim orada olduğum zaman boyunca. İzmir'deki evimi, arkadaşlarımı, Yunanistan'a/Çeşme'ye vs. mega yakın oluşumu ve genel olarak oradaki hayatımı çok seviyorum gerçekten; ama toplum geneline hakim olan o kapalı zihniyete full time katlanabilmem mümkün değil. Bu da hayatımı Türkiye'de yaşayarak ve içimi bir huzursuzluk/restlessness/frustration kaplamadan sürdürebilme olasılığımı yok ediyor sanırım.
Son 5 yıldır şehirden şehire, evden eve, ülkeden ülkeye şeklinde yaşıyorum. İstanbul'da aynı evde yaşadığım 1,5 yılı saymazsak hiç bir evde/yurtta vs. 1 yıldan uzun yaşamadım. İzmir, İstanbul, Canterbury ve bu Eylül'den itibaren Londra ya da Brighton (hala belli değil) olmak üzere dolanıp duruyorum. ADD (attention deficit disorder) sahibiyim, onun semptomlarından biri olan bir sürü şeye heves etmek ama başladığı işi hiç bitirememek, bir şeyi bırakıp başka bir şeye başlamak ve aklına esip deli deli şeyler yapmaya bir anda karar vermek huyu bende fazlasıyla var. Kullandığım ADD ilaçları da bu dürtümü engelleyemiyor, bu iyi bir şey mi bilmiyorum, ama tatminsizlik ve Türkçe'sini bulamadığım bir restlessness hissi yaratıyor bu bende. Nerede, ne yapıyor olursam olayım yerimde duramıyorum kısacası zihinsel olarak. Sürekli yeni bir şeyler yapmak, yeni bir yerlere gitmek, yeni birileriyle tanışmak görmezden gelinemez bir ihtiyaç haline geliyor benim için. Aynı yer, aynı insanlar, aynı şeyi yapıyor olmaktan sıkılmak değil bu, değişim "zorunlu" benim için. Bir seçim değil, bir zorunluluk. Kimseyi arkamda bırakmayı ya da her elimi attığım şeyi yarım bırakmayı ben seçmiyorum, içime öyle bir kıpır kıpırlık/bir şey yapmazsa delirecek hissi geliyor ki kalkıp gitmek zorunda hissediyorum kendimi. Son 4 yıl içinde İstanbul'a taşınmam, sonra Hollanda'ya taşınmak istemem, ondan vazgeçip kendimi Canterbury'de bulmam, şu anda da Canterbury'i ve mezun olduğum bölümü bırakıp tamamen alakasız bir şey okumaya Londra'ya gidiyor olmam da bu yüzden.
En basiti ev taşımaya üşenmem olan bir sürü neden yüzünden artık bir yerde daha uzun süre kalabilmek istiyorum. Bir yere kök salabilecek bir insan olacağımı sanmıyorum hiç bir zaman, ama aynı şehirde 2 yıldan fazla bulunabilmeye hazırım sanırım artık. O bir yerde uzun süre kalınca daralma hissim azaldı, Londra ya da Brighton da bunu yapmak için mükemmel olacak bence.
"England you kick ass" diyerek valiz toplamaya geri dönüyorum, yarından itibaren İzmir'den bildiriyor olacağım.
Subscribe to:
Posts (Atom)