Friday, 29 January 2010

happiness hit her like a train on a track

Son zamanlarda emaillerime sürekli olarak ulaşamıyor olmanın eksikliğini iyice hissetmeye başladım. Her ne kadar zamanının %90ını evde ve evde olduğu her dakikayı uyku, duş ve yemek dışında laptop başında geçiren bir insan olsam da bu bana yetmiyordu artık. Evet, indirim mailinin mailing list üyelerine ulaşması ve bir Marc Jacobs ayakkabının sold out olması arasında geçen dakikaları bir elinizin parmaklarıyla sayabileceğinizi bilseniz siz de bana hak verirdiniz sevgili okuyucular. Aynı şey konser biletleri için de geçerli. Ve bu aralar okulsal durumlarım çok çılgın olduğu için de maillerime sürekli ulaşabilir halde olmam gerek, evet. Ayrıca netbook'um her ne kadar mini ötesi de olsa açılması için beklemem gereken o 1-2 dakika beni sinir ediyor. Bunlar da kendime bir adet Blackberry almamın çok gerekli olduğuna dair sunduğum bahaneler. Bir nevi justification da denebilir. (Dilimizin-içine-ediyorsun'culara not: "Mazur göstermek" justification anlamını tam olarak vermiyor bana göre.)




İşin garip olan kısmı Blackberry'i daha Türkiye'deyken almış olmam. "2 hafta oldu nerede bu telefon" konseptli sayısı tahminen 10'a ulaşan mail'lerime haftalardır cevap vermeyen Orange'ı arayıp "Sizi aradık ama ulaşamadık o yüzden siparişinizi iptal ettik" cevabı aldıktan sonra aklımdan "Kapsama alanınız o kadar dandik ki evimde telefon çekmiyor, o yüzden ulaşamıyorsunuz" geçiyorken telefondaki kızcağızın suçu olmadığını kendime hatırlattım, o da siparişimi bir daha kaydetti. Denedi daha doğrusu, çünkü salak Orange insanları uluslararası kartımı verify edemiyorlarmış da, falanmış filanmış. Sonuç olarak sokağın başındaki Orange'a gittim sabah sabah ve telefonumu kendim aldım, kartım da gayet verify edilebildi, "Bekledim de gelmedin" bir durum değilmiş o kadar, değil mi sevgili Orange yetkilileri? Sonra annemin "Bilmemkaç milyarlık kaç kere ne aldın öyle" diye panik içinde araması sonucu ortaya çıktı ki gayet o "Kredi kartınızda sorun çıktı, tamamlayamadık" dedikleri siparişlerin tutarını provizyona almışlar. Gayet de olmuş yani, nedir anlamadım. Buradan İngiltere'ye taşınacaklara not: Orange'dan uzak durun mümkünse. Diğerlerinden daha pahalı bir operatör(müş) herkesten duyduğuma göre, başka bir operatör kullanmadığım için bilemiyorum, öyle über pahalı değil eğer daha pahalıysa bile, ama kapsama gücü çok çok dandik kesinlikle. Gayet şehrin en ana caddesindeki evimin hiç bir yerinde telefon çekmiyor. Ve son 1-2 haftada anladığım üzere müşteri servisleri tamamen non-existant. Az önce arayıp 20 dakika müzik dinledim telefonda ve açmamışlardı hala kapattığımda, ama müzik zevkleri güzelmiş, Meet Me Halfway ve You've Got the Love dinleyesim geliyordu hep bu aralar, haklarını vermek lazım o nedenle.

Sabah 8.40'ta uyanıp Florence + the Machine biletlerini almayı başardım bugün. Londra'daki 3 konserin 3'ü de sold out görünüyor şu anda.

12 Şubat'ta Fischerspooner vardı, iptal olmuş. Çok izlemek istiyordum Fischerspooner ama matter'daki konserler gece 2 gibi başladığı için biraz da üşeniyordum, rahatlamış olabilirim o yüzden iptal olduğu için.

Son 1 aydır elime aldığım her dergide Tom Ford'un ilk filmi A Single Man'i gördüğüm için filmi çok merak ediyordum ama yorumları okudukça deli gibi izleyesim gelmeye başladı. 2 hafta sonra gösterime giriyormuş.

Bir diğer izlenesi film de the Runaways. Sevgili olarak Dakota Fanning ve Kristen Stewart ayrıca, lol.


Quote of the day for a certain someone: I never wanted anything from you except everything you had and what was left after that too.

Thursday, 28 January 2010

happiness, how'd you get to be happiness

Just got my hands on a MbMJ Softy Zip Clutch in Chocolate!!


Florence + the Machine tickets for May go on sale tomorrow morning.

It's almost Friday.

A certain someone and I have started talking again.

I have loads of reasons to be happy today.

Sunday, 24 January 2010

i heart MJ

Marc Jacobs'ın sınırlı sayıda üretilen, çok az Marc by Marc Jacobs mağazasında oha ucuz fiyatlara satılan special item'ların Londra'daki Marc by Marc Jacobs'da satıldığını öğrendikten sonra gitmek için ölüyordum haftalardır. Cuma gecesi o niyetle evden çıktıktan ve trende üstüme üşenmeler basıp "Pazartesi falan giderim" kararı verdikten sonra First Out'a gittim bir arkadaşımla buluşmak için, 9 double Jack Daniels + diyet kola ve tanımadığım insanların aşırı ısrar etmeleri sonrasında kendimi son trenle dönmekten vazgeçmiş olarak ıyy-hayatta-gitmem-iğrenç bir mekan olan Candy Bar'da striptiz izlerken buldum. Sabah korkunç bir baş ağrısıyla King's College yurtlarının birinde uyandıktan sonra madem-geceyi-burada-geçirdim-bari-alışverişe-gideyim şeklinde MbMJ yolunu tuttum. Kaybolup durmam sonucu Google Maps'in 10 dakika süreceğini iddia ettiği yol 1 saati geçmiş, kırık ayağım artık insan üstü derecelerde acımaya başlamış ve diğer ayağım da kırılmaya yakın hale gelmişken karşımda MbMJ yerine Louis Vuitton bulduktan sonra ölmek üzere olan telefonumun son şarjıyla Google Maps'e girdim. Ters yöne yürümüş olduğumu anladıktan sonra sinirden ağlayarak eve dönmeyi tercih eden escapist kişiliğim ve bu-kadar-boşuna-mı-uğraştın-hadi-son-kez-bi-dene diye bağıran confrontational kişiliğim kapışırken birden önümde beliren South Audley Street levhasını görüp sevinçten zıplamaya başladı içimdeki ayağı hiç kırılmamış self-image.

İçerisi aşırı boş olmasına rağmen fiyatlar Mango Outlet'te Pazar günü 5 kilometrelik kasa sırasına sıra demeden "onu da, bunu da, bu da olsun" şeklinde eline geçeni peşine takılmış zavallı erkek arkadaşının kucağına yığan kadınları cezbedecek haldeydi gerçekten. eBay'de insanlar bunlara bilmeden mi 2 katı para ödüyorlar bilmiyorum. Fiyatı £5 olan ama baktığım 294729 tane etiketin hepsinin XS olması nedeniyle eeh deyip almaktan vazgeçtiğim Pride tshirtü aşırı içimde kaldı özellikle.




Yine kısmen pride konseptli Latince yazılı yüzükler pek şirindi.




Bir de pride demişken, eBay'de gördüğüm bu JC de Castelbajac halıya bayıldım!! Ama kilime de £400 verilmez yani. Yok artık.

My vault



My wishlist


Friday, 22 January 2010

what the freakin' frack!

Her zaman en güleryüzlü, en tatlı, en sevilesi hocalar neden notlar açıklandığında en mal insan olarak gerçek yüzlerini gösterirler? Neden bilmiyorum ama lise ve Yeditepe boyunca hep öyleydi benim için durum. En uyuz görünümlü tipler en adil şekilde not verirlerdi ve en ben-sizin-arkadaşınızım modundakilere notlar açıklandıktan sonra küfrederken bulurdum kendimi. University of Kent dolaylarında da durum aynıymış anlaşılan o ki.

Türkiye'de Christmas tatilimin tadını çıkarırken bir sabah mail'lerim arasında gözüme çarpan "Allegation of Plagiarism" e-mail'inin üzerinden 3 hafta geçti. İlk 1-2 gün çok ağladım, oturup essay'imi defalarca okudum nasıl böyle bir şeyle suçlanabilirim anlamak için ve yanlışlıkla bile yapmış olabileceğim en ufak bir akademik hırsızlık bulamadım.

Bu arada salak bir ödev için bu kadar sinirlerimi bozdum sananlar için, başkasının fikirlerini kendinin gibi göstermek olan plagiarism İngiltere'de bir öğrencinin işleyebileceği en büyük suç, cezaları 0 alıp sicile işlenmesiyle başlayıp okuldan atılmaya kadar gidiyor ve üniversiteler işverenlere kaydınızda plagiarism bulunduğunu bildirmekle yükümlüler kanunen. İlla bariz bir şekilde başkasının fikrini çalmak gerekmiyor, "Bu ödev bu öğrencinin kapasitesine göre fazla iyi göründü gözüme"den "Essayin başında günümüzde hızla globalleşen dünya demişsin ama kaynak belirtmemişsin"e kadar uzanan salak ve "yok artık" diyeceğiniz gerekçeler bile kabul ediliyor olayın disiplin kuruluna gitmesi için. Notlar da essay üzerinden veriliyor bu arada, sınav değil. Essay=midterm yani kısacası not ağırlığı açısından.

Okula gerekçeyi sorup durduğum ve her seferinde "Buraya gelince öğrenirsin" cevabı aldığım, sinir stresle geçen 2 hafta sonrası İngiltere'ye dönüp essay'imi aldım sonunda. O marksheet'i çantama koyup bölüm ofisinden çıkmam ve eve ulaşmamla geçen süre hayatımdaki en stresli anlardan biriydi, ama gerekçeleri okuduğum anda gözyaşlarım aşırı bir sinire dönüştü. Bu kadar saçma şeyler olamaz gerçekten:

1- Bazı quote'larımda kaynak belirtmişim ama başına ve sonuna tırnak işareti koymamışım. E ama onlar block quote? Yine bilmeyenler için, 3-4 satırı geçen uzunlukta olan alıntılar block quote olur ve tırnak işareti kullanılmadan, daha içten başlayarak yazılırlar. Görünen o ki hoca da bu bilmeyenler kategorisine dahil. İnsan nasıl PhD sahibi olur, kendi ders kitabını yazar, öğretim görevlisi olur ve bunu bilmez ya? Çok ilginç. Madem bilmiyorsun, neden bir insanın geleceğinin ağzına sıçabilecek bir karar vermeden önce gidip bir Punctuation kitabı alıp bakmıyorsun ki? Onu da geçtim, "tırnak işareti kullanmadın" diye öğrenciye 0 verip disipline yollamak nasıl bir insanın yapacağı şeydir?

2- Kullandığım ve kaynak olarak belirttiğim 2 tane journal article'ı 2 tane denyo bilmemne.com websitelerine copy paste yapmış, hocaya göre ben kaynak olarak aslında o dergi yazılarını değil websiteleri kullanmışım, ama kaynakta dergiyi belirtmişim, böyle şey mi olurmuş. Yok artık yani gerçekten. Kadın bir kere zahmet edip dergideki kaynak gösterdiğim yazıları okusa, alıntılarımın kelimesi kelimesine oradan olduğunu görecek bariz. Ayrıca orijinal kaynağı belirttiğim sürece milletin o kaynaktan çaldığı şeylerle açtığı websitelerinden bana ne ki? Her kullandığım kaynağı google'layıp çıkan her şeyi kaynak gösterecek halim yok herhalde.

Bunlardan çıkardığım sonuç hocanın kesinlikle problemli olması gerektiği. Şu anda disiplin kurulu duruşma tarihini bekliyorum, kadını şikayet etmeye çalışıyorum, şikayeti yapacağım bölüm sekreteri beni oyalayıp duruyor, geçiştirmeye çalışıyor falan, onunla uğraşıyorum. Ne saçma şeyler yani bunlar, bu standartlara göre eğitim verilse Türkiye'de profesörler de dahil olmak üzere bir tane insan mezun olmayı geçtim plagiarism içermeyen essay yazamaz kesinlikle, çok çok eminim.

Monday, 18 January 2010

computers, boobies and religious terrorists

İngiltere'deki internetime bir şey oldu. Eve geldiğimden beri fark ettim ki, bazı siteler açılmıyor. Hem netbook'um hem de laptop'umla denedim, ikisiyle de aynı siteler açılmıyor, yani durum bilgisayarımla alakalı değil. Firewall kapatarak da denedim, onunla da ilgili değil. Virüs taraması yaptım, bütün spyware ve türevlerini bulup sildim, yine aynı. IE7 ve IE8 aynı sonucu veriyor. Modemi 500 kere resetlemek de bir işe yaramadı. Sonra aklıma geldi proxy sitelerinden birini kullanarak girmek, o zaman açılmayan siteler açılıyor gayet. Servis sağlayıcım o siteleri engellemiştir desem engellenecek siteler değil, okulumun internet sitesi falan. Delirmek üzereyim, sorunun ne olduğu hakkında bir fikri olan var mı?

Bu arada hayati web sitelerim olan Facebook, eBay, the Purse Forum, Hotmail ve the Athenaeum açılıyor, thank the gods. Ama ders programıma bakamıyorum :(

Din ve terörizm essay'imin yarına kadar bitmesi gerek.

Balenciaga boobie ne kadar çirkin bir şeydir ayrıca. Boobie kelimesine uyuz olan bir tek ben miyim bir de?

Thursday, 14 January 2010

my heart is open to you

Bugünlerde ters bir ruh halindeyim. Herkesi tersleyip sonra üzülüyorum. Ayağıma alçımsı birşey takıldı bugün, bir daha kırarsam ameliyatmış, istemiyorum. Okulla ilgili Alize, Zeynep ve ailem dışında kimseyle paylaşmadığım problemlerim var. Buraya bile yazasım gelmiyor, daralıyorum çünkü aklıma gelince. Master başvurularıma hala gelmeyen cevapları bekledikçe daha da daralıyorum, ve Salı bitmiş olması gereken sıkıcı ötesi bir essay beni bekliyor. Cumartesi İngiltere'ye dönüyorum, Lisa 2 yıldır ilk kez beni almaya gelemiyor ve ülkeyi kar-buz götürüyor. Eve zamanında ulaşabileceğim ya da ulaşıp ulaşamayacağım belli değil. Belirsizlik canımı sıkıyor. Son derece zaafım olan bir insanın canı istediği anda hayatıma girip (waltzing into someone's life'ın karşılığının olmaması) yine canı istediğinde arkasını dönüp gitmesi ve benim her seferinde buna izin vermekten başka çaremin olmamasına sinir oluyorum. Sinir olan halimi sevmiyorum, huzurlu olmak istiyorum yine.

Geçen gün Mango'da duymam üzerine kafama takılan ve 13 yaşıma döndüren Silverchair-Miss You Love ile başlayıp Morrissey-Let Me Kiss You ile bitmeye karar verdi bu yazı.

There's a place in the sun
For anyone who has the will to chase one
And I think I've found mine
Yes, I do believe I have found mine

I've zig-zagged all over America and I cannot find a safety haven
Say, would you let me cry on your shoulder
I've heard that you'll try anything twice

Close your eyes and think of someone you physically admire
And let me kiss you, let me kiss you
But then you open your eyes and you see someone that you physically despise
But my heart is open, my heart is open to you.

Bu arada şu an fark ettim de, Miss You Love gibi depresifimsi bir şarkıyla mı insanları alışverişe teşvik etmeyi planlıyor Mango?

Monday, 11 January 2010

i want a lover i don't have to love

"Şanslıyım"dedi; Isabel’in telefonda göremeyeceği içten tebessümü ile. "Hayatımı senin gibi biriyle paylaşıyorum". Isabel de aynı duygular ve kelimeler ile karşılık verdi. Ardından tüm huzursuzluğu ile yeniden düşünmeye başladı. Peki, şans mıydı bu gerçekten? Sevdiği kadının her hatasını anlayış ile karşılamamış mıydı, başka insanlar ile onun için savaşmak zorunda kalmamış mıydı? Hayır, şans değil sevgiydi bu. İnsanlar kendilerini aldatmayacak, kendilerini kıskanmayacak, çok sık aramayacak, az da aramayacak ve en önemlisi kendilerini mutlu edebilecek sevgililer arıyorlardı. "Öyle bir sevgili yoktur aslında olamaz da" diye devam ediyordu düşünceleri. İnsan, ilişkisinde mutlu olmayı beklediği zaman mutsuz olmaz mıydı aslında ya da hayatta mutlu olacağım dediğinde mutsuzluk kendisinin en yakın takipçisi olmaz mıydı? Şimdi Isabel ile keyifli bir birlikteliği vardı ama bu kesinlikle şans değildi. Huzursuzdu. Nedeni ne tekrar aldatılma korkusu ne de terkedilmekti. Gerçek sevginin derinliğini, mütevazı duruşunu Isabel ile keşfetmişti ve kendisini huzursuz eden tek şey yaşamdaki mutlak sondu. Mutluluk ise ilişki ile ilişik bişey değildir aslında. Yaşamda nerede durduğun ve o durduğun yerden ne kadar memnun olduğun ile ilgili bir gerçektir mutluluk. O kadar masumane ve anlık. Isabel’in ses tonuyla tekrar anlık düşüncelerinden sıyrılmıştı. "Aşkım seni çok seviyorum" dedi Isabel. İnsanlar çok seviyorum, çok beğeniyorum diyor ama aşka gelince çok aşığım demiyorlardı. "Sevginin kendisi az bir şey mi de çok kelimesini eklemeye gerek duyuyoruz acaba" diye düşünürken günün ilk çayını yudumladı.

Aşkın L Hali'ni sonunda aldım ve şu anda okuyorum. Yukarıdaki alıntı kitaptaki "Filtre Cinayetlerinin Son Tanığı Isabel’di" adlı hikayeden.

Ne kadar da doğru aslında.. "İnsanlar kendilerini aldatmayacak, kendilerini kıskanmayacak, çok sık aramayacak, az da aramayacak ve en önemlisi kendilerini mutlu edebilecek sevgililer arıyorlardı". Var mı ki böyle bir şey, mükemmel sevgili? Eğer karşımızdaki insanın kusurlarını görebiliyor ve görmezden gelmek için efor sarfediyorsak o insanın "the one" olmadığını mı gösterir bu? Bu durumda mutsuz olmasak bile ilişkiyi bitirmeli miyiz karşımızdakinin "o" olmadığını bildiğimiz için? Devam etsek elindekiyle yetinen biri olmak uzun vadede kendimize yaptığımız bir ihanet falan olabilir mi?

"The one" nedir bilmiyorum, ama ne olmadığını biliyorum. Küçük, küçücük şeylerden anlaşılıyor yanlış insanla birlikte olduğunuz, ve başlangıçta görmezden gelerek mutlu olmaya devam edebilseniz bile zamanla o küçücük şeyler yüzünden sevgilisinin boğazına sarılası gelen ama yine de günde bilmemkaç kere "Seni seviyorum" diyen bir insan oluyorsunuz. Şu ana kadar %100 içimden gelerek söylediğim "Seni seviyorum"ların sayısını bir elimin parmaklarıyla sayabilirim. Her seferinde bu kez tamamen inanmadan söyleyip o cümleyi anlamsızlaştırmayacağım diyorum, ama malesef bu gerçekçi tavrımı çok az insan kaldırabilir sanırım. Hiç kimse hatta belki. Birlikte olduğum birine gidip "Sana karşı hislerim değişmedi ama artık o cümleyi kullanmak istemiyorum" desem anlayabilir mi ki beni? Karşımdaki o lafı edince (işin ironik kısmı o da beni %90 gerçekten sevmiyordur) ister istemez "Ben de" demek zorunda hissediyorum kendimi, ya da bazen çok sevgi dolu hissediyor olsam bile "o an" geçtikten sonra o his de gidiyor. Ama bir kere dedikten sonra sürekli söylemeye devam etme zorunluluğu dayatılıyor insana. Benim sevgi anlayışım bu değil. Çok hoşlanmak, çok istemek, yanında çok mutlu olmak, birlikte zaman geçirmekten zevk almak vs. ama sevgi değil. Bence insan karşısındaki için her şeyi göze alabiliyorsa o cümleyi kullanmalı ancak. "Seni seviyorum", ama "O gitmeyi çok istediğin konsere seninle gelemem, param yok/En sevdiğin ve bende kalan hırkanı sana yollayamam çünkü zamanım yok/40 yılda bir görüşme fırsatımız olan ve bana haftalar öncesinden haber verdiğin tek gün yanına gelemem çünkü iptal edemediğim bir işim çıktı". Love, my ass. Konsere gitmek için 50TL ve kargoya gitmek ya da evine çağırmak için yarım saati insan gerçekten istese yaratır. Gerçekten istiyor olsa yani. Ve yine o derecede bir şeyi yapmak isteyen insan onu yapabilmek için her şeyi bir yolunu bulup mutlaka iptal eder. Sadece yeterince istemiyor olduğunu gösterir bu bahaneler insanın, ve insan sevdiği insan için her şeyi yapar. Ve ben de aynı şeyleri kendim yapmıyor olan biri olsaydım bunları gerekli insanların yüzlerine söylerdim. Ama insanlar bunları duymak istemiyorlar, duysalar bile oturup mantıklı bir şekilde üzerinde düşünmek yerine diğer kulaklarından dışarı atacakları laflar bunlar. O yüzden "Ben de seni" demem daha kolay.

Thursday, 7 January 2010

oh lillian



Oh, Lillian
Look what you’ve done
You’ve stripped my heart
Ripped it apart in the name of fun

Oh, Lillian
I should have run
I should have known each dress you own is a loaded gun

Oh, Lillian
I need protection
I hear your voice and any choice I had is gone

You've seriously ruined me for everyone else.

Thursday, 31 December 2009

a perfect sonnet

8 saat sonra 2009 bitiyor. Normalde yılın bu zamanlarında negatif ruh hallerine bürünen bir insanımdır, bitişleri ve değişimi çok sevmem çünkü. Ama bu sene hiç yeni-bir-yıla-giriyoruz modunda değilim. Gayet de mutlu hissediyorum. Bu sene hiç bir resolution'ım olmamasından kaynaklanıyor sanırım. Değiştirmek istediğim hiç bir şey yok, hayatımdan çok memnunum. Şu an olduğum insan da kişisel doruk noktam olabilir sanırım zihinsel, ruhsal ve duygusal olarak. Yani kusursuz değil tabii ki, ama şu andaki maksimum noktama ulaşmış olduğumu düşünüyorum. Gerçekten, "kendim"den bu kadar memnun olduğum başka bir dönem hiç olmadı. Tüm problemler tamamen çevreden ve başka insanlardan, yani dış faktörlerden kaynaklanıyor, benimle en ufak bir ilgisi yok, o yüzden değiştirmek isteyebileceğim (ya da istesem de değiştirebileceğim) bir şey de yok. Bunu anlamanın verdiği rahatlık mükemmel gerçekten.

Once you knew a girl and you named her Lover
And danced with her in kitchens through the greenest summer
But autumn came, she disappeared
You can't remember where she said she was going to
But you know that she's gone 'cause she left you a song
That you don't want to sing

I believe that lovers should be chained together
And thrown into a fire with their songs and letters
And left there to burn
Left there to burn in their arrogance

But as for me I'm coming to my final failure
I've killed myself with changes trying to make things better
But I ended up becoming something other than what I had planned to be

Now I believe that lovers should be draped in flowers
And laid entwined together on a bed of clover
And left there to sleep
Left there to dream of their happiness