Friday, 22 January 2010

what the freakin' frack!

Her zaman en güleryüzlü, en tatlı, en sevilesi hocalar neden notlar açıklandığında en mal insan olarak gerçek yüzlerini gösterirler? Neden bilmiyorum ama lise ve Yeditepe boyunca hep öyleydi benim için durum. En uyuz görünümlü tipler en adil şekilde not verirlerdi ve en ben-sizin-arkadaşınızım modundakilere notlar açıklandıktan sonra küfrederken bulurdum kendimi. University of Kent dolaylarında da durum aynıymış anlaşılan o ki.

Türkiye'de Christmas tatilimin tadını çıkarırken bir sabah mail'lerim arasında gözüme çarpan "Allegation of Plagiarism" e-mail'inin üzerinden 3 hafta geçti. İlk 1-2 gün çok ağladım, oturup essay'imi defalarca okudum nasıl böyle bir şeyle suçlanabilirim anlamak için ve yanlışlıkla bile yapmış olabileceğim en ufak bir akademik hırsızlık bulamadım.

Bu arada salak bir ödev için bu kadar sinirlerimi bozdum sananlar için, başkasının fikirlerini kendinin gibi göstermek olan plagiarism İngiltere'de bir öğrencinin işleyebileceği en büyük suç, cezaları 0 alıp sicile işlenmesiyle başlayıp okuldan atılmaya kadar gidiyor ve üniversiteler işverenlere kaydınızda plagiarism bulunduğunu bildirmekle yükümlüler kanunen. İlla bariz bir şekilde başkasının fikrini çalmak gerekmiyor, "Bu ödev bu öğrencinin kapasitesine göre fazla iyi göründü gözüme"den "Essayin başında günümüzde hızla globalleşen dünya demişsin ama kaynak belirtmemişsin"e kadar uzanan salak ve "yok artık" diyeceğiniz gerekçeler bile kabul ediliyor olayın disiplin kuruluna gitmesi için. Notlar da essay üzerinden veriliyor bu arada, sınav değil. Essay=midterm yani kısacası not ağırlığı açısından.

Okula gerekçeyi sorup durduğum ve her seferinde "Buraya gelince öğrenirsin" cevabı aldığım, sinir stresle geçen 2 hafta sonrası İngiltere'ye dönüp essay'imi aldım sonunda. O marksheet'i çantama koyup bölüm ofisinden çıkmam ve eve ulaşmamla geçen süre hayatımdaki en stresli anlardan biriydi, ama gerekçeleri okuduğum anda gözyaşlarım aşırı bir sinire dönüştü. Bu kadar saçma şeyler olamaz gerçekten:

1- Bazı quote'larımda kaynak belirtmişim ama başına ve sonuna tırnak işareti koymamışım. E ama onlar block quote? Yine bilmeyenler için, 3-4 satırı geçen uzunlukta olan alıntılar block quote olur ve tırnak işareti kullanılmadan, daha içten başlayarak yazılırlar. Görünen o ki hoca da bu bilmeyenler kategorisine dahil. İnsan nasıl PhD sahibi olur, kendi ders kitabını yazar, öğretim görevlisi olur ve bunu bilmez ya? Çok ilginç. Madem bilmiyorsun, neden bir insanın geleceğinin ağzına sıçabilecek bir karar vermeden önce gidip bir Punctuation kitabı alıp bakmıyorsun ki? Onu da geçtim, "tırnak işareti kullanmadın" diye öğrenciye 0 verip disipline yollamak nasıl bir insanın yapacağı şeydir?

2- Kullandığım ve kaynak olarak belirttiğim 2 tane journal article'ı 2 tane denyo bilmemne.com websitelerine copy paste yapmış, hocaya göre ben kaynak olarak aslında o dergi yazılarını değil websiteleri kullanmışım, ama kaynakta dergiyi belirtmişim, böyle şey mi olurmuş. Yok artık yani gerçekten. Kadın bir kere zahmet edip dergideki kaynak gösterdiğim yazıları okusa, alıntılarımın kelimesi kelimesine oradan olduğunu görecek bariz. Ayrıca orijinal kaynağı belirttiğim sürece milletin o kaynaktan çaldığı şeylerle açtığı websitelerinden bana ne ki? Her kullandığım kaynağı google'layıp çıkan her şeyi kaynak gösterecek halim yok herhalde.

Bunlardan çıkardığım sonuç hocanın kesinlikle problemli olması gerektiği. Şu anda disiplin kurulu duruşma tarihini bekliyorum, kadını şikayet etmeye çalışıyorum, şikayeti yapacağım bölüm sekreteri beni oyalayıp duruyor, geçiştirmeye çalışıyor falan, onunla uğraşıyorum. Ne saçma şeyler yani bunlar, bu standartlara göre eğitim verilse Türkiye'de profesörler de dahil olmak üzere bir tane insan mezun olmayı geçtim plagiarism içermeyen essay yazamaz kesinlikle, çok çok eminim.

Monday, 18 January 2010

computers, boobies and religious terrorists

İngiltere'deki internetime bir şey oldu. Eve geldiğimden beri fark ettim ki, bazı siteler açılmıyor. Hem netbook'um hem de laptop'umla denedim, ikisiyle de aynı siteler açılmıyor, yani durum bilgisayarımla alakalı değil. Firewall kapatarak da denedim, onunla da ilgili değil. Virüs taraması yaptım, bütün spyware ve türevlerini bulup sildim, yine aynı. IE7 ve IE8 aynı sonucu veriyor. Modemi 500 kere resetlemek de bir işe yaramadı. Sonra aklıma geldi proxy sitelerinden birini kullanarak girmek, o zaman açılmayan siteler açılıyor gayet. Servis sağlayıcım o siteleri engellemiştir desem engellenecek siteler değil, okulumun internet sitesi falan. Delirmek üzereyim, sorunun ne olduğu hakkında bir fikri olan var mı?

Bu arada hayati web sitelerim olan Facebook, eBay, the Purse Forum, Hotmail ve the Athenaeum açılıyor, thank the gods. Ama ders programıma bakamıyorum :(

Din ve terörizm essay'imin yarına kadar bitmesi gerek.

Balenciaga boobie ne kadar çirkin bir şeydir ayrıca. Boobie kelimesine uyuz olan bir tek ben miyim bir de?

Thursday, 14 January 2010

my heart is open to you

Bugünlerde ters bir ruh halindeyim. Herkesi tersleyip sonra üzülüyorum. Ayağıma alçımsı birşey takıldı bugün, bir daha kırarsam ameliyatmış, istemiyorum. Okulla ilgili Alize, Zeynep ve ailem dışında kimseyle paylaşmadığım problemlerim var. Buraya bile yazasım gelmiyor, daralıyorum çünkü aklıma gelince. Master başvurularıma hala gelmeyen cevapları bekledikçe daha da daralıyorum, ve Salı bitmiş olması gereken sıkıcı ötesi bir essay beni bekliyor. Cumartesi İngiltere'ye dönüyorum, Lisa 2 yıldır ilk kez beni almaya gelemiyor ve ülkeyi kar-buz götürüyor. Eve zamanında ulaşabileceğim ya da ulaşıp ulaşamayacağım belli değil. Belirsizlik canımı sıkıyor. Son derece zaafım olan bir insanın canı istediği anda hayatıma girip (waltzing into someone's life'ın karşılığının olmaması) yine canı istediğinde arkasını dönüp gitmesi ve benim her seferinde buna izin vermekten başka çaremin olmamasına sinir oluyorum. Sinir olan halimi sevmiyorum, huzurlu olmak istiyorum yine.

Geçen gün Mango'da duymam üzerine kafama takılan ve 13 yaşıma döndüren Silverchair-Miss You Love ile başlayıp Morrissey-Let Me Kiss You ile bitmeye karar verdi bu yazı.

There's a place in the sun
For anyone who has the will to chase one
And I think I've found mine
Yes, I do believe I have found mine

I've zig-zagged all over America and I cannot find a safety haven
Say, would you let me cry on your shoulder
I've heard that you'll try anything twice

Close your eyes and think of someone you physically admire
And let me kiss you, let me kiss you
But then you open your eyes and you see someone that you physically despise
But my heart is open, my heart is open to you.

Bu arada şu an fark ettim de, Miss You Love gibi depresifimsi bir şarkıyla mı insanları alışverişe teşvik etmeyi planlıyor Mango?

Monday, 11 January 2010

i want a lover i don't have to love

"Şanslıyım"dedi; Isabel’in telefonda göremeyeceği içten tebessümü ile. "Hayatımı senin gibi biriyle paylaşıyorum". Isabel de aynı duygular ve kelimeler ile karşılık verdi. Ardından tüm huzursuzluğu ile yeniden düşünmeye başladı. Peki, şans mıydı bu gerçekten? Sevdiği kadının her hatasını anlayış ile karşılamamış mıydı, başka insanlar ile onun için savaşmak zorunda kalmamış mıydı? Hayır, şans değil sevgiydi bu. İnsanlar kendilerini aldatmayacak, kendilerini kıskanmayacak, çok sık aramayacak, az da aramayacak ve en önemlisi kendilerini mutlu edebilecek sevgililer arıyorlardı. "Öyle bir sevgili yoktur aslında olamaz da" diye devam ediyordu düşünceleri. İnsan, ilişkisinde mutlu olmayı beklediği zaman mutsuz olmaz mıydı aslında ya da hayatta mutlu olacağım dediğinde mutsuzluk kendisinin en yakın takipçisi olmaz mıydı? Şimdi Isabel ile keyifli bir birlikteliği vardı ama bu kesinlikle şans değildi. Huzursuzdu. Nedeni ne tekrar aldatılma korkusu ne de terkedilmekti. Gerçek sevginin derinliğini, mütevazı duruşunu Isabel ile keşfetmişti ve kendisini huzursuz eden tek şey yaşamdaki mutlak sondu. Mutluluk ise ilişki ile ilişik bişey değildir aslında. Yaşamda nerede durduğun ve o durduğun yerden ne kadar memnun olduğun ile ilgili bir gerçektir mutluluk. O kadar masumane ve anlık. Isabel’in ses tonuyla tekrar anlık düşüncelerinden sıyrılmıştı. "Aşkım seni çok seviyorum" dedi Isabel. İnsanlar çok seviyorum, çok beğeniyorum diyor ama aşka gelince çok aşığım demiyorlardı. "Sevginin kendisi az bir şey mi de çok kelimesini eklemeye gerek duyuyoruz acaba" diye düşünürken günün ilk çayını yudumladı.

Aşkın L Hali'ni sonunda aldım ve şu anda okuyorum. Yukarıdaki alıntı kitaptaki "Filtre Cinayetlerinin Son Tanığı Isabel’di" adlı hikayeden.

Ne kadar da doğru aslında.. "İnsanlar kendilerini aldatmayacak, kendilerini kıskanmayacak, çok sık aramayacak, az da aramayacak ve en önemlisi kendilerini mutlu edebilecek sevgililer arıyorlardı". Var mı ki böyle bir şey, mükemmel sevgili? Eğer karşımızdaki insanın kusurlarını görebiliyor ve görmezden gelmek için efor sarfediyorsak o insanın "the one" olmadığını mı gösterir bu? Bu durumda mutsuz olmasak bile ilişkiyi bitirmeli miyiz karşımızdakinin "o" olmadığını bildiğimiz için? Devam etsek elindekiyle yetinen biri olmak uzun vadede kendimize yaptığımız bir ihanet falan olabilir mi?

"The one" nedir bilmiyorum, ama ne olmadığını biliyorum. Küçük, küçücük şeylerden anlaşılıyor yanlış insanla birlikte olduğunuz, ve başlangıçta görmezden gelerek mutlu olmaya devam edebilseniz bile zamanla o küçücük şeyler yüzünden sevgilisinin boğazına sarılası gelen ama yine de günde bilmemkaç kere "Seni seviyorum" diyen bir insan oluyorsunuz. Şu ana kadar %100 içimden gelerek söylediğim "Seni seviyorum"ların sayısını bir elimin parmaklarıyla sayabilirim. Her seferinde bu kez tamamen inanmadan söyleyip o cümleyi anlamsızlaştırmayacağım diyorum, ama malesef bu gerçekçi tavrımı çok az insan kaldırabilir sanırım. Hiç kimse hatta belki. Birlikte olduğum birine gidip "Sana karşı hislerim değişmedi ama artık o cümleyi kullanmak istemiyorum" desem anlayabilir mi ki beni? Karşımdaki o lafı edince (işin ironik kısmı o da beni %90 gerçekten sevmiyordur) ister istemez "Ben de" demek zorunda hissediyorum kendimi, ya da bazen çok sevgi dolu hissediyor olsam bile "o an" geçtikten sonra o his de gidiyor. Ama bir kere dedikten sonra sürekli söylemeye devam etme zorunluluğu dayatılıyor insana. Benim sevgi anlayışım bu değil. Çok hoşlanmak, çok istemek, yanında çok mutlu olmak, birlikte zaman geçirmekten zevk almak vs. ama sevgi değil. Bence insan karşısındaki için her şeyi göze alabiliyorsa o cümleyi kullanmalı ancak. "Seni seviyorum", ama "O gitmeyi çok istediğin konsere seninle gelemem, param yok/En sevdiğin ve bende kalan hırkanı sana yollayamam çünkü zamanım yok/40 yılda bir görüşme fırsatımız olan ve bana haftalar öncesinden haber verdiğin tek gün yanına gelemem çünkü iptal edemediğim bir işim çıktı". Love, my ass. Konsere gitmek için 50TL ve kargoya gitmek ya da evine çağırmak için yarım saati insan gerçekten istese yaratır. Gerçekten istiyor olsa yani. Ve yine o derecede bir şeyi yapmak isteyen insan onu yapabilmek için her şeyi bir yolunu bulup mutlaka iptal eder. Sadece yeterince istemiyor olduğunu gösterir bu bahaneler insanın, ve insan sevdiği insan için her şeyi yapar. Ve ben de aynı şeyleri kendim yapmıyor olan biri olsaydım bunları gerekli insanların yüzlerine söylerdim. Ama insanlar bunları duymak istemiyorlar, duysalar bile oturup mantıklı bir şekilde üzerinde düşünmek yerine diğer kulaklarından dışarı atacakları laflar bunlar. O yüzden "Ben de seni" demem daha kolay.

Thursday, 7 January 2010

oh lillian



Oh, Lillian
Look what you’ve done
You’ve stripped my heart
Ripped it apart in the name of fun

Oh, Lillian
I should have run
I should have known each dress you own is a loaded gun

Oh, Lillian
I need protection
I hear your voice and any choice I had is gone

You've seriously ruined me for everyone else.

Thursday, 31 December 2009

a perfect sonnet

8 saat sonra 2009 bitiyor. Normalde yılın bu zamanlarında negatif ruh hallerine bürünen bir insanımdır, bitişleri ve değişimi çok sevmem çünkü. Ama bu sene hiç yeni-bir-yıla-giriyoruz modunda değilim. Gayet de mutlu hissediyorum. Bu sene hiç bir resolution'ım olmamasından kaynaklanıyor sanırım. Değiştirmek istediğim hiç bir şey yok, hayatımdan çok memnunum. Şu an olduğum insan da kişisel doruk noktam olabilir sanırım zihinsel, ruhsal ve duygusal olarak. Yani kusursuz değil tabii ki, ama şu andaki maksimum noktama ulaşmış olduğumu düşünüyorum. Gerçekten, "kendim"den bu kadar memnun olduğum başka bir dönem hiç olmadı. Tüm problemler tamamen çevreden ve başka insanlardan, yani dış faktörlerden kaynaklanıyor, benimle en ufak bir ilgisi yok, o yüzden değiştirmek isteyebileceğim (ya da istesem de değiştirebileceğim) bir şey de yok. Bunu anlamanın verdiği rahatlık mükemmel gerçekten.

Once you knew a girl and you named her Lover
And danced with her in kitchens through the greenest summer
But autumn came, she disappeared
You can't remember where she said she was going to
But you know that she's gone 'cause she left you a song
That you don't want to sing

I believe that lovers should be chained together
And thrown into a fire with their songs and letters
And left there to burn
Left there to burn in their arrogance

But as for me I'm coming to my final failure
I've killed myself with changes trying to make things better
But I ended up becoming something other than what I had planned to be

Now I believe that lovers should be draped in flowers
And laid entwined together on a bed of clover
And left there to sleep
Left there to dream of their happiness

Wednesday, 30 December 2009

no hidden catch, no strings attached, just freelove



"KURTULACAKSIN HİSSİ : Hissin adı, bu. Bir şeyler olacak. Üç vakte, beş vakte, yedi vakte kadar bir şeyler. Üzülme artık. Valla bir şeyler olacak. Yedi yaşından beri üzgünsün. Yedi buçuk yaşından beri. Teselli kabul etmiyorsun. Çok üzüldün. Çok bekledin. Dur şimdi bu bedende. Gitme bir yere. Sana çok güzel bir şey gelecek. Çok güzel, iyi, tatlı bir şey. Harika bir hal gelecek içine: İyilik hali, uçuşma hali, sevinç, mutluluk, mutluluktan delirme hali. Oldu işte. Kanların işe yaradı. Silme üstüne. Sana en nihayet bir müjde işte: Kurtulacaksın Hissi."

Bu kadar güzel bir his neden ruhuma ağırlık veriyor günlerdir? Bilmiyorum. İronik bir şekilde kafamda Freelove çalmaya başlıyor.

if you've been hiding from love
i can understand where you're coming from

if you've suffered enough
i can understand what you're thinking of
i can see the pain that you're frightened of

and i'm only here
to bring you free love
let's make it clear
that this is free love
no hidden catch
no strings attached
just freelove

i've been running like you
now you understand why i'm running scared

i've been searching for truth
and i haven't been getting anywhere
no i haven't been getting anywhere

and i'm only here
to bring you free love
let's make it clear
that this is free love
no hidden catch
no strings attached
just free love


we've been running from love
and we don't know what we're doing here
no we don't know what we're doing here

we're only here
sharing our free love
let's make it clear
that this is free love
no hidden catch
no strings attached
just free love


Blogumda Kurtulacaksın Hissi yazımı ararken Hope-Bring Me Flowers sözleri takıldı gözüme. O şarkıyı uzun zamandır dinlemedim, ama ne kadar da uygun aslında. Sözler gibi tatlı, içimden taşacak kadar sevimli, şirin bir his var üzerimde. Zaman zaman ağır geldiği için korkuyor bile olsam gitsin istemediğim bir his.

Kelime anlamıyla tamamen enchantée olmak böyle bir şey sanırım.

Tuesday, 29 December 2009

nipple confidence

The L Word'ü çok özlüyorum. Hatta Alice'in 2 dakikada herkese Jenny ve Shane'i yetiştirmesi sahnesi tüm dizideki en sevdiğim sahne olabilir. I <3 Alice!!

Wednesday, 23 December 2009

passio factionis

Beymen Blender'ın sitesine denk geldim bugün, çok eğlenceli.







Ayrıca şu an dikkatimi çekti, ne Vakko ne de Beymen'in online alışveriş imkanı sunmaması ne kadar ilginç bir durum. Umarım gelecekte bunu değiştirmeyi planlıyorlardır.

JC de Castelbajac takıntım aldı başını yürüdü bir de bu aralar.






Bugün alışveriş sitelerine bakınırken House of Holland'ın Passio Factionis (Latince 'passion for fashion') t-shirtü indirimdeydi, yine de 35 pound veresim gelmedi. T-shirt modunda değilim bu aralar, daha bir kadife dantel cici şeyler giyesim geliyor. Pişman olmam umarım.


Agyness falan da vardı üstünde. Alsam mı? Karar veremiyorum. Yardım?

Tuesday, 22 December 2009

i recommend limiting one's involvement in other people's lives to a pleasantly scant minimum

7 yıldır Ekşi Sözlük'te yazar olmama rağmen son 3-4 yıldır sözlüğe 40 yılda bir bakar hale gelmiştim. 2 gün öncesine kadar.

Gayet trajikomik bir şekilde sözlüğe bu aralar yeniden yazmaya başlama sebebim felaket derecede arttığını gördüğüm homofobik görüşler oldu. Eskiden toplumun geneline kıyasla daha aklı başında insanların olduğunu düşündüğüm sözlük artık önüne gelenin alınmasıyla "sokaktaki vatandaş" havasına bürünmüş. Kürtler'le ilgili benim bile küfür problemi olmayan bir insan olarak burada yazmayı leş bulduğum küfürler içeren başlıklar mı ararsınız; koca adam olmuş ana dilinin noktalama işaretlerinden, yazım kurallarından bihaber olanları mı. Aşırı bir muhafazakarlaşma, ve ironik bir şekilde yozlaşma anında hissediliyor sol frame'deki başlıklara bir göz atarak. Sözlükte tartışma ortamı bulunmadığından -hem tanım formatlı olduğu, hem de bahsettiğim insanlar kim ne derse desin fikirleri değişmeyecek kadar köktenci olduğu için- düşüncelerimi buraya yazmaya karar verdim.

Eşcinsellikle ilgili bir topic açmış birileri, 3-4 insan bu çağda "yok artık" dedirtecek kadar prehistorik görüşlerini belirtiyorlar falan filan.

-Eşcinsellik sana batıyorsa, rahatsız oluyorsan neden o topic'tesin ki? Neden paragraflarca şey yazmak için zaman, çaba vs. harcayasın ki? Tepki alacağını biliyorsun, o tepki her insanın sinirini az çok bozar, neden bunları bile bile yine de inatla oraya onları yazarsın ki? Normal bir insan niye bunu yapar, gerçekten merak ediyorum çok. Ben şahsen tiksindiğim bir insan grubunu destekleyen bir konunun içine dalıp özellikle tiksinen görüşlerimi belirterek zamanımı harcamam. "Don't like gay marriage? Then don't have one." gibi bişey.

-Eşcinsellik doğal değilmiş. Sağ elle sol kulağı tutmak gibiymiş, sol elle tutmak varken nasıl doğal olurmuş. Doğal nedir bir kere? "Doğada olan" mıdır? Doğada var işte. Google it, eşcinsel olarak çiftleşen bilmemkaç tane hayvan türü var. Onu geçtim, "insan" adlı hayvan var bir kere.

-Eşcinseller üreyemiyorlarmış bu yüzden doğal değilmiş. Her seks yapan heteroseksüel çift üremeli mi o zaman, nedir? Doğum kontrol yöntemleri, el ele tutuşmak, öpüşmek falan o zaman yapılmasın, doğal değil. Ayrıca üreme yeteneği olmayan heteroseksüel insanlar da seks yapmamalılar o zaman.

-Üremekten bahsedince olay tamamen "seks"e bağlı hale geliyor. Eşcinsel insanların hayatının tek amacı seks yapmak mıdır? Eşcinsel ilişkilerin tek olayı seks midir? Bu seks bakış açısıyla bakarsak her kadın-erkek içeren sosyal ilişkinin tek amacı seks midir? Saçmalık tamamen.

-Hastalıkmış eşcinsellik. Buna diyecek birşey bile bulamıyorum. Asıl nefret dolu, zarar verici ve hastalık olan homofobidir.

-Eşcinsellik kader değilmiş. Seçiyoruz yani. Böyle beyinsizlerin olduğu bir toplumda kim bile bile kendi isteğiyle eşcinsel olmayı seçer ki? Ayrıca bu adama gidip neden heteroseksüel olduğunu sorsak "Öyleyim çünkü" der eminim. Ben de böyleyim işte. Öyle ya da böyle doğmak, işte bütün mesele bu. Seçimle falan alakası yok bunun.

-Bir insan neden bu kadar güçlü bir şekilde homofobik olur? İlk bahsettiğim şeye geliyor konu. Normal bir insan umursamaz, geçer gider. Gerçekten böyle insanların gizli eşcinseller olduklarına ve kendi closet'larının acısını out insanlardan çıkarmaya çalıştıklarına inanıyorum. Gerçekten, yarası olmayan gocunmaz çünkü.

-Sex Addict diye birisi son derece gay olduğunu bas bas bağıran entry'ler yazmış bir sürü, hepsi de çok aklı başında ve seviyeli şeyler olmasına rağmen verilen tepkiler çok leş. "Homofobik değilim ama gözümüze sokuyor, rahatsız oluyorum". Rahatsız oluverin bir zahmet. Heteroseksüel olduğunuz için canınız, işiniz, aile-arkadaş ilişkileriniz tehlikeye girmiyor, şurada 10 dakika rahatsız oluverin yani lütfen. Çok oluyorsanız okumayın, zorla mı? Siz heteroseksüelliğinizi sokmuyor musunuz milletin gözüne? Sokakta el ele gezip barlarda öpüşmüyor musunuz? Sinema, televizyon, kitaplar, sosyal ortamlar, her yeri ele geçirmediniz mi zaten? Biraz rahatsız olmanız problem değil bence, evet. İnsanları rahatsız ede ede kazanılıyor bazı şeyler.

"Sex Addict bana homofobik damgası yapıştırdı, değilim ben". Sen ona gay damgası yapıştırmadın mı? Homofobi illa şiddet değildir ayrıca. Orada "heteroseksüelliğin x olması" diye bir topic yokken "eşcinselliğin x olması"ndan bahsedilmesi ayrımcılık değil midir? Senin gibi olmayanı "öteki"leştirmek değil midir?

Daha çok şey bulabilirim bu konuda söyleyecek, ama gerçekten bir kulağından girip bir kulağından çıkıyor insanların, zamanıma yazık o yüzden.

Bu arada Avatar'a gittim dün, 3D mükemmeldi.

--spoiler--

Filmin tamamı Irak'taki ABD işgali eleştirisiydi bu arada, dikkatini çekti mi kimsenin? "We'll fight terror with terror" lafı -gayet Mr Bush'un ağzına yakışır bir laf-, yerlilerin dinlerine bağlı oluşuyla dalga geçen ve bilmedikleri bir yerde savaştıkları için herşeyi eline yüzüne bulaştıran Amerikalılar, oraya gezegenin doğal kaynaklarını sömürmek için gitmiş olmaları... Çok aynıydı yani.