Friday, 6 February 2009

first loves die hard... and with a vengeance

The L Word SPIOLER ALERT!! 6. sezonu izlemediyseniz ya da detayları bilmek istemiyorsanız okumayın resimden sonrasını.



Evet. Max'in hamile olma olayı hayatımın en oha dakikalarından birini yaşattı bana. Yani 40 yıl düşünsem bir dizide en tahmin edilemez olay ne olabilir diye, bu hayatta gelmezdi aklıma, tebrik ediyorum gerçekten. Ben Max olsam sanırım öyle birşey başıma gelse ciddi anlamda intiharı düşünürdüm.

6. sezon 3. bölümde (LMFAO) Shane-Jenny ikilisine Alice ve Helena'nın tepkilerine bayıldım. "Az değilsin Alice" dedim ayrıca, 2 dakikada herkese bir dedikodu bu kadar mükemmel yayılabilir. Bir kez daha Alice'le olan karakter benzerliğime hayret ettim. Evet, dedikoducuyum. Bu aralar dedikodu yapmıyorum ama hiç, neden bilmiyorum, çevremde dedikodusu yapılacak insan kalmadı İngiltere'ye geldiğimden beri, ve Lisa dışında kimsenin özel hayatını bilecek kadar yakın değilim insanlarla, birkaç istisna dışında, o istisnalar da yakın arkadaşlarım olduklarından özel konularını kimseyle paylaşmam zaten. Evet, dedikodu öldü.

Bölümün geri kalanı baydı beni, Shane ve Jenny içeren hot sex scene istiyoruz efendim. Ayrıca Helena ve Dylan ne zaman make up sex yapacaklar merak ediyoruz. DYLENA!!

Tuesday, 3 February 2009

help, i can feel

En son yazımın son kısımlarını hiç hatırlamıyor olduğumu fark ettim bir anda, ilaçla uyuduğum zaman sabah hatırlamıyorum son yaptığım şeyleri. Aşırı alkol almak gibi tamamen, ilginç.

Karına sıçtığımın İngiltere'sinde trenler, bilmemneler, hiçbirşeyler çalışmıyor şu an, Canterbury'de tıkılmış durumdayım. Okulların ve işyerlerinin tatil olmasını fırsat bilip Nikki'yle Londra'ya gidecektik ki trenlerin iptal olduğunu fark ettik. Lisa da gelemiyordu buraya yolların buzlu olması nedeniyle. Yani gelebiliyordu da, Perşembe yeni bir kar fırtınası bekleniyormuş, geri dönemez diye gelmek istemedi. Benim "İstanbul'u özledim, arkadaşlarımı özledim, ne zorum vardı da buraya geldim, ne garip ülke burası ya, siz İngilizler de bir garipsiniz zaten, hem de PMS'im, seneye kalacak evim bile yok" diye ağlamaya başlamam üzerine kızcağız neye uğradığını şaşırıp "Tamam dur hemen giyinip yola çıkıyorum" moduna geçti. Depresyonum azaldı birden. Vodka-lemonade içerek onu bekliyorum şu anda. Lemonade dediğim limonata değil gerçi. Geldi sanırım.

eiskalte engel-- this life ain't worth living, your pretty face is going to hell

Seneye kalacağım evi arıyorum son 2 gündür deliler gibi. Burada işler Türkiye'deki gibi son ana bırakılmadığından, ve ben "Aman daha 1 yıl var" yaparken insanlar geçen Kasım'da seneye kalacakları evleri bulmuş olduğundan birbirinden dandik evler kapışılmakta şu an benim gibi son an insanları tarafından. Son an dediğim de daha 7 aydan fazla var. Bir yerde room-to-let yazısı görürsem kusabilirim her an, o derece kafam bulandı. Güzelim Türkiye'de Bağdat Caddesi'ndeki evime 1000 YTL'imsi bir kira verirken şu anda aynı kirayı sayıları 2 ve 6 arasında değişen insanlarla paylaşacağım bir evdeki tek bir odaya vermek için götümü yırtarak emlak sitelerinde gezinmem ve hala "Sorry but it's taken"'dan başka cevap alamamış olmam içler acısı bir durum cidden. Ayrıca salak mısınız kardeşim, kiraya vermişseniz niye ilanı kaldırmıyorsunuz ki? Öf cidden, öf. Şehrin en merkezi yerinde yaşamakta gayet kararlıyım, ucuz diye öğrenci semti bir yerde yaşamamakta çok fena da ısrarlıyım seneye. Bulabilirim umarım doğru düzgün bir yer.

Favori uyku ilacım olan ve normalde şizofreni/bipolar bozukluk tedavisinde kullanıldığı için Türkiye'ye dönmeden reçetesiz olarak alamayacağım sevgili Seroquel'im bitmiş bulunuyordu bir süredir. Hem uykuya dalana kadar beni kafam-güzel-oldu-ya yapan hem de 10 saatlik uykudan sonra bile ama-hala-uyuyorum-ben diye uyanmama neden olan felaket ilaç Imovane'ı alıyorum bugünlerde, sabahları uyanamıyorum doğal olarak, bütün gün uyuyorum, sonra bütün gece uyuyamıyorum, yine ilaç alıyorum, ve bu bir döngü halinde devam ediyor, sinirlerim bozuluyor. Boots'larda bulabileceğim reçetesiz uyku ilacı önerisi olan?

Kar yağıyor 2 gündür deli gibi, çok uzun zamandır bu kadar kar görmemiştim, Antalya'da uçağım iptal olduktan sonra İstanbul'a sonunda gelmeyi başardığım o geceden beri. Tüm kampüs delirdi herkes sokaklara attı kendini, snowboarduyla gelip kafasını kıranlar falan. Herkes bir acayip oldu iyice. Okul da tatil. Tres bien.

His daughter is twenty years of snow falling
She’s twenty years of strangers looking into each other’s eyes
She’s twenty years of clean
She never truly hated anyone or anything
She’s a dying breed


Kara en yakışan video bence bu, çok uzun zamandır izlemedim/dinlemedim:

HIM-Join Me(in death)


Dünyada Ville Valo'dan güzel erkek var mı (JRM belki) sorusuna pek cevap bulamıyorum. Adam mükemmel. Klip de, şarkı da. HIM sevmek artık uncool bir davranış evet biliyorum ama, what the hell!

Evet kafam uyku ilacı güzeli oldu artık, uyumalıyım.

Sunday, 1 February 2009

least likely

I don't give a fuck whose idea it was. You took part. You manipulated my emotions, you used me,
and you humiliated me, and you've got to be fucking insane thinking you could just prance in here, act as if nothing ever happened, tell me that you're happy, tell me that you're out of the closet, tell me that you're 'oh so sorry' for destroying my fucking life. Fuck you.



Son sahne mükemmel gerçekten de, Helena'nın Dylan'ın ağzına sıçış sahnesi. Hatta sonraki o "Fuck you!" tonlaması beni benden aldı gerçekten, ve Dylan'ın yüz ifadesi, geri sıçraması falan. Dylena kesinlikle favori çiftim bu sezon (Shenny'le kapışır hale geldiler benim için şu andan sonra).

Saturday, 31 January 2009

sexy, everything about you's so sexy

Tamamen kafayı yemiş bulunuyorum MW takıntımla. Evet gerçekten, Los Angeles'a taşınıp stalker olasım var, uçak bileti param olsa Dinah Shore'a gidip "Sana tapıyorum, nolur beni bir kere öp sadece" diyesim var. Deliriyorum belki evet, napabilirim ama bilmiyorum? Of. Myspace'te ekledi beni diye heyecan krizleri geçiriyorum, normal değil. Hayatımda ne gerçek, ne platonik ne de celebrity platonik olarak yüzünü gözümün önüne getirdiğim an ciddi anlamda nefes almamı engelleyen, kalbimin 20948729 kat çılgın attığı birisi olmamıştı. Of, of ve of.

Let me
I'll do anything if you just let me
Find a way to make you respond
I know you wanna break down those walls

And it's so challenging
Getting close to you
Is what I'm imagining
I just wanna see you get down
You gotta let it all out
Oh baby won't you
Just work with me

Work it a little
Get hot just a little
Meet me in the middle
Let go
Just a little bit more
Give me just a little bit more

Friday, 30 January 2009

screw the diet


Sıkıntıdan patlıyordum saatlerdir, saçımın mavileri de sıkmıştı beni, koyu pembeye boyadım, boyayı yıkamaya üşenerek bekliyorum 1 saattir. Bang! Bang! var bugün, ona mı gitsem diyorum, gitmeyi planlıyorum hatta ama Girls And boYs sitesine bakınca duraksadım birden. Screw the Diet Party varmış yarın, normalde G-A-Y sıkıyor beni bu aralar, ama ilginç geldi gayet parti. Ve chocolate fountains?? Donuts??? Beni benden aldı gerçekten.



Tam da diyetimi bozmuşken..

Thursday, 29 January 2009

loss-- an evening of exquisite misery

Sevgililer Günü'nde ne yapmalıyız sorusuna cevap ararken oldukça ilginç bir event çıktı karşıma: Loss Valentines Day Ball.

"For an evening of painful regret and melancholy akin to that only felt by Morrissey before, the Loss Valentines Day ball presents a night of Exquisite Misery where sadness, absence and crying are the themes of the evening.

With a seminar on how to deal with a broken heart by The Independent's Agony Aunt Virginia Ironside, and many other depressing and miserable acts on show, visitors to the Loss Valentines Day Ball will be asking themselves if it's all really worth it by the end of the night.

With a strict dress code of decaying beauty, perhaps you might like to take some inspiration from Miss Haversham and come wearing a moth eaten, raggedy old wedding dress. Dead flowers, mascara stained cheeks, and your grandad's old mourning coat are also bound to be met with sombre nods of approval. Smiling and laughing are thoroughly discouraged at the funeral to love and hope - there's a £1.00 fine for anyone caught flashing their pearly whites in a shameless grin.

To prove that revenge and not love conquers all, there will be a voodoo doll making session so you can stick pins in a likeness of your former beloved. And to put the final nail in the coffin of your romance, you can book to sign your divorce papers live on stage throughout the night."

Mükemmel bir fikir bence, bayıldım ben. Sold out olmasa giderdim kesin.

All the world is queer save thee and me. And even thou art a little queer.

Wednesday, 28 January 2009

coolness-- i has it


Liberty X-Just a Little dinliyorum arka arkaya, çocukluğuma döndüm bir an. 10 yıl oldu mu bu şarkı popüler olalı? Olmamıştır sanırım. Felaket derecede içilen bir akşam sonrası vodkayı neden sevmediğimi hatırladım tekrar. Yaşasın Cider+Blackcurrant.
iTunes sağolsun, milletin playlistlerini karıştırıyordum sıkıntıdan, 29782842 öğrenciyle bir arada yaşamanın bir avantajı olarak 150 tane falan playliste bakabiliyorum, karşı evdeki Fransız kızınkini dinliyorum şu an, baya zevksiz birisi sanırım kendisi. Ama bilmiyorum, ilgimi çekiyor nedense o kız, ilgi değil tam da, "intrigued" oluyorum diyelim, Türkçesi gelmedi aklıma.
Evet, Dilara'yı daha fazla bekletmeden o üçgenden bahsetmem lazım. 6 yıldır -oha evet- seni görmedikten sonra, bir anda tamamen başka bir ülkede "Hadi buluşalım" diyerek ikimiz de bilmemkaç saat tren yolculuğu yapıp Paris'te hayatımın en oha gecelerinden birini geçirdik. Pek iyi tanımadığım ama nedensiz şekilde yakın hissettiğim biriyle buluşup tamamen bize ait olan bir gün geçirmek, aşırı içip salak şeylerden bahsettikten ve anormal derecede özel konuları rahatça paylaşabildikten sonra sarhoş halde "Çok sevdim seni ben" moduna geçmek en son 9. sınıftayken Ezgi'yle yaptığım birşeydi. Seninle Placebo konserinde tanışmıştık, o da Placebo entry'lerimi falan sözlükte okuyup beğendiği için bulmuştu beni, sen blogumu okuyordun, o entrylerimi, yazdıklarımdan bahsederdik onunla da. Garip yani. Ve konuşmanız, tipiniz, Fransa ve Fransızca olayı, saçınız başınız, tavırlarınız, el kol hareketleriniz, o kadar aynı ki, gerçekten. Garip hissettim bir an, güzel birşeyin içine sıçmamak için 2. bir şans verilmiş gibi.
Evet, işte o üçgen bu Dilara :)
La Môme izledim geçen gün, bir fena oldu içim. Edith Piaf dinledim sonra. Dinliyorum.

Tuesday, 27 January 2009

time stops still when you've lost love

Zamanım yok şu anda, tiksinerek içtiğim Absolut+Cola Zero'm bittikten sonra sevgili okulumuzun daha da sevgili on-campus indie gecesi Ruby Tuesday'e gideceğim. Vodka sevmiyorum artık, kokusu, tadı, tiksindiriyor beni, ayıkken içemiyorum, bunu fark ettim. JD artık hep.

Zamanım yok deme nedenim Paris+Dilara+Ezgi üçgeni hakkında yazmam gereken birşey var, bunu da hatırlatma olarak koyayım kendime buraya.

Goldfrapp-Happiness'teki Fransızca bölümü nolur bir iyi insan çevirip bana yollasın ya. Of.

Cut Copy, Air France ve Does it Offend You, Yeah üçgeninde geçiyor bu aralar hayatım. Üçgen dolu.

Michelle Wolff takıntım über boyutlara ulaştı. iPod'umu dinlerken "Michelle olsa sever miydi bu şarkıyı acaba" diyorum falan. Birine sarılıyorum, "Keşke Michelle olsaydı" diyorum. Youtube'da videolarını izliyorum bütün gün, günlük hayatında nasıl biri görmek için. Pfh.


Friday, 23 January 2009

we rock in stilettos hoe!



Uzun zaman sonra yine Unibus ve ardından London Charing X yönünde giden bir Southeastern treninde buldum kendimi, biletlere zam gelmiş evet. İlk görüştüğümüz günden beri Lisa ilk kez beni almaya geç kaldı, gaybarların genel soğuk havasının aksine oldukça samimi ve şirin olan Maidstone'daki o pub'a gidecektik dün gece, yolda içmek için Strongbow istedi canım, Co-op'a gittik, son anda pasaportumun yanında olmadığını fark ettim, üniversite kimliğimde doğum tarihim yazıyordu aslında ama uyuz İngiliz insanları alkol satmıyor yine de pasaportum olmadan, yaşım tutmuyormuş gibi hissettim bir an kendimi, eve uğramaya karar verdik böylece alkol almadan, sonra da ben aslında evde oturup DVD keyfi yapmak istediğimi fark ettim, evde oturduk, Snakebite içtik bir sürü, daha doğrusu o içmedi, ben içtim, 10 gibi de uyuduk. Gündüz Lisa işe gittikten sonra Rocky Horror Picture Show izleyesim geldi, DVD player DVD'yi okumadı, sinir oldum, 2 tane kitap bitirdim gün boyunca. Canterbury'e geri döndüm akşam, sabah Paris'e gidiyorum, malesef hiç de erken kalkasım yok, 9'da evden çıkmam lazım sabah, hala hiçbirşeyimi hazırlamamış halde boş boş oturuyorum.

Snakebite ne kadar mükemmel birşey, gayet ısınmışken bile zevkle içebildiğim tek alkollü içki hatta. Keşke Türkiye'de de olsa, başka şey içmek zorunda kalmasam. Biri Türkiye'de bira kadar ucuz cider satışına başlasın mümkünse. Ve de blackcurrant juice satılsın. Belki vardır gerçi, bilmiyorum. Blackcurrant'ın Türkçe'si ne ayrıca?

Frenk üzümüymüş.




Satışa çıktığı gün sold out olan Peaches + Vitalic konser biletlerini son derece şans eseri bir şekilde ele geçirdikten sonra, yarın Paris'te Peaches izliyor olacağım evet. Şanslıyım pek çok şey için, mutluyum.

Ben Stiller'ın en vasat filmi sanırım ama, The Heartbreak Kid izledim. O Miranda kişiliği ne kadar Michelle Wolff'a benziyor, onun gayet lipstick versiyonu gibi hatta. Gaydar'ım birden zıplamaya başladı, kesin var birşey o kadında. Neyse, "Bitches be crazy" diyip duruyorum filmi izlediğimden beri.

If you say so
I’ll leave home, I’ll leave home

Like the dead that walk before me therein
I can’t believe that you ignore me, such a shame
I didn’t come here to try to hurt you, you hurt me
I’ll never sit back and say ‘that’ll do,’ I’m afraid.

Today I stood and walked away
I’m never coming back this way

Bu şarkıdaki "I didn't come here to try to hurt you, you hurt me" cümlesinin vurgusuna bayılıyorum.

Bitches be crazy!!