İngiltere'de yaşayan Türk ve gay kız arkadaşlarımla aramızda haftada bir falan mutlaka *rolleyes* efekti eşliğinde "Türkiye lezbiyenleri işte kızım, naparsın" şeklinde bir muhabbet geçiyor. Gerçekten Türkiye lezbiyenlerinin çok büyük kısmı bir acayip, ya da bu acayiplik belki hetero kadınlarda da var, bilemiyorum. Ama Türkiye gay ortamlarına altı yıl önce adımımı attığımdan beri dikkat ettim ki kadınların çoğunda inanılmaz bir (bu ifadeyi kullanmak istemezdim ama) "kezbanlık" var. Tanıştıktan 10 dakika sonra "Başka hiçbir kadınla konuşma, hayatında sadece ben olmalıyım" türü maço tavırlar içine gireni mi ararsın, ilk görüşte "hayatımın aşkığğğğ" diye yapışanı mı ararsın, kavga dövüş ilişkilere "aşk" diyen gurursuzları mı ararsın, ayda bir Facebook'ta sevgilisinin soyadını alanı mı ararsın, her türlü sorunlu insan var. Ve maalesef bunlar Türkiye lezbiyen ortamının çoğunluğunu oluşturuyor.
İnsanlar neden doğru düzgün tanımadıkları kadınlara bu kadar bağlanıyor ve neden bu kadar sahipleniciler, emin değilim. Belki ülkede potansiyel sevgili sayısı sınırlı olduğundan her ellerine geçirdiklerine yapışıyorlar. Belki öyle büyük bir aşık olma isteği hissediyorlar ki, kendilerini ancak böyle abartılı davranışlarda bulunarak kandırabiliyor ve "aşık olduklarına" inandırabiliyorlar. Belki sadece özgüvensizlik, kendini değersiz görme. Ya da belki kültürel bir şey - birine bağlanma aşamasına gelene kadar birden fazla insanla görüşme ("dating") işi Türk kültüründe pek yer bulan bir şey değil, daha dereyi görmeden paçayı sıvıyor ve sonra da can havliyle kendini suya atıyor herkes.
Ben de zamanında böyle miydim diye düşünüyorum da, ergenliğim bitti biteli bu tür mağara kadını tavırlarda olduğumu hatırlamıyorum. Nedir bu aşırı sahipleniciliğin, aceleciliğin sebebi? Bu duruma getirebileceği bir açıklaması olan varsa lütfen paylaşsın.
Tuesday, 26 November 2013
Friday, 15 November 2013
something borrowed, something blue
Blue is the Warmest Colour takıntım son gaz devam ediyor. Bugün arkadaşlarımla evimin hemen karşısındaki gay kitapevindeki kitaplara bakarken filmin uyarlandığı çizgi romana denk geldim - hem de imzalıydı! Yazarın (çizer?) geçen hafta evimin dibine gelmiş olmasından haberim olmaması sinir bozucu, ama yine de çok sevindim.
**
En son işyerimdeki kontratım olaylı bir şekilde sona erdiğinden beri harıl harıl iş arıyorum. Hiçbir şeyi kaçırmamak için her gün mutlaka belli başlı siteleri kontrol edip bulduğum her şeye başvuruyorum. Yakın zamanda iki görüşmeye gittim. İlkinden pek memnun kalmadım, zaten çok istediğim bir iş değildi. İşe alınmadığıma ne şaşırdım, ne de üzüldüm. Pazartesi görüşmeye gittiğim yerin olmasını ise çok istiyordum, üstelik görüşmem süper geçti. Ve görüşmemi yapan kadınla aramızda çok iyi bir elektrik vardı. Buna rağmen dün işi alamadığımı öğrendiğimde çok üzüldüm ve çok şaşırdım - öyle mükemmel bir görüşme performansıyla bile işin bana teklif edilmesine yetmiyorsa bu iş nasıl olacak?
Bugün sabah arkadaşlarımla Starbucks'ta kahve içmek için buluştuğumuzda tam ben bundan bahsederken telefonum çaldı - Pazartesi görüşmemi yapan kadın. Bana aynı rolü kısa süreli olarak önermek istediklerini söyledi. Normalde kısa süreli bir şey düşünmüyordum ama evde boş oturmaktan sıkıldığım için ve maaşı çok yüksek olduğu için kabul ettim. Bir ay orada çalışıp o sırada iş arıyor olacağım.
**
Bir önceki Paris ziyaretimin üzerinden 1 ay geçmeden yarın yine Paris'te olacağım. Ayağımdaki kemik yine çatladı galiba, 10 dakika zor yürüyebilir durumda olduğum için Disneyland planım iptal oldu :(
**
En son işyerimdeki kontratım olaylı bir şekilde sona erdiğinden beri harıl harıl iş arıyorum. Hiçbir şeyi kaçırmamak için her gün mutlaka belli başlı siteleri kontrol edip bulduğum her şeye başvuruyorum. Yakın zamanda iki görüşmeye gittim. İlkinden pek memnun kalmadım, zaten çok istediğim bir iş değildi. İşe alınmadığıma ne şaşırdım, ne de üzüldüm. Pazartesi görüşmeye gittiğim yerin olmasını ise çok istiyordum, üstelik görüşmem süper geçti. Ve görüşmemi yapan kadınla aramızda çok iyi bir elektrik vardı. Buna rağmen dün işi alamadığımı öğrendiğimde çok üzüldüm ve çok şaşırdım - öyle mükemmel bir görüşme performansıyla bile işin bana teklif edilmesine yetmiyorsa bu iş nasıl olacak?
Bugün sabah arkadaşlarımla Starbucks'ta kahve içmek için buluştuğumuzda tam ben bundan bahsederken telefonum çaldı - Pazartesi görüşmemi yapan kadın. Bana aynı rolü kısa süreli olarak önermek istediklerini söyledi. Normalde kısa süreli bir şey düşünmüyordum ama evde boş oturmaktan sıkıldığım için ve maaşı çok yüksek olduğu için kabul ettim. Bir ay orada çalışıp o sırada iş arıyor olacağım.
**
Bir önceki Paris ziyaretimin üzerinden 1 ay geçmeden yarın yine Paris'te olacağım. Ayağımdaki kemik yine çatladı galiba, 10 dakika zor yürüyebilir durumda olduğum için Disneyland planım iptal oldu :(
Saturday, 26 October 2013
less unkind
Salı akşamı Londra'ya yeni taşınan bir tanıdığımı zaman zaman gittiğim ama uzun süredir uğramamış olduğum bir mekana götürdüm. Gideceğimiz gün Facebook'ta o akşamın Malta gecesi olduğunu görüp "Ne alaka" tepkisi vermiş, sıkıntıdan öleceğimizi düşünmüştüm. O yüzden gecenin sonunda sahnede bu kadınla karşılaşmak tam bir sürpriz oldu:
Videonun kalitesi çok iyi değil, ama mükemmel bir şarkı - canlı dinlemek gerçekten tüylerimi diken diken eden bir deneyimdi. Salıdan beri nakarat bölümü kafamda dönüp duruyor.
Onun dışında Maltaca'nın Arapça kökenli bir dil olduğunu öğrenmiş oldum.
Videonun kalitesi çok iyi değil, ama mükemmel bir şarkı - canlı dinlemek gerçekten tüylerimi diken diken eden bir deneyimdi. Salıdan beri nakarat bölümü kafamda dönüp duruyor.
Onun dışında Maltaca'nın Arapça kökenli bir dil olduğunu öğrenmiş oldum.
Monday, 21 October 2013
blue is the warmest colour
Cannes'da Palme d'Or aldığından beri Blue is the Warmest Colour ( La Vie d'Adèle – Chapitres 1 & 2) filmini daha önce benzeri görülmemiş bir heyecanla bekliyordum. Sonunda perşembe akşamı Londra Film Festivali kapsamında filmi izleme fırsatı buldum. Hem filmin bana hissettirdiklerini ancak sindirebildiğim için, hem de hakkını vermek istediğim için bu post'u ancak yazabiliyorum.
Hayır, vazgeçtim, filmin bende uyandırdığı hisleri hala tamamen anlamlandırabilmiş değilim, ama aklımdan geçenleri yazıya dökmeyi denemek istiyorum.
Yönetmen Abdellatif Kechiche olağanüstü bir şey yaratmış; ilk aşkın ne kadar muhteşem ve insana hayat veren bir şey olduğunu, ama bitişinin de bir o kadar harap edici olduğunu bize Adèle'in gözlerinden aktarmış. Filmin çoğunluğu boyunca karakterlerin yüzlerine yakın çekimde olan kamera sayesinde Adèle'in tüm hislerini (aşık olma anı, mutluluk, utanç, tutku, şefkat, korku, acı, hüzün, yalnızlık) kendi içimde hissettim. Kendi cinsel yönelimimle barışma sürecimi, o sürecin başlangıcında gülümseyişi filmdeki Emma'nın aynısı olan ilk kız arkadaşımla filmde olduğu gibi bir trafik ışığında tanıştığımız ve ilk görüşte aşık olduğum anı hatırladım. Adèle gibi kendimi bulma, yetişkinliğe adım atma çabası içinde yaptığım hatalarla o ilk aşkın içine edişim, aşık olduğum insanın bana tekmeyi basışı ve yine Adèle gibi gecenin bir yarısı sokaklarda salya sümük ağlaya ağlaya gezişlerim gözümün önüne geldi.
Üç saat inanılmaz hızlı geçti, film bittiğinde içimde uyanan melankoli hala gitmedi. Çok, çok etkilendim. Uzun zamandır bu kadar derin hissetmediğim özlemleri içimde uyandırdı bu film. İlk aşkımı, bana Emma'nın filmde Adèle'e baktığı gibi bakan birinin varlığını özledim. Tarif edemiyorum ama ben konuşurken havadan sudan bile konuşuyor olsam dünyanın en ilginç şeyinden bahsediyormuşum gibi şefkat dolu bir gülümsemeyle dinleyen birisinin varlığını özledim.
Bu filmin o kadar üstesinden gelemedim ki, festival boyunca daha sonra iki kez daha gittiğim Curzon Mayfair'de diğer filmlere konsantre olmak yerine Adèle'in hikayesini düşünüp nostaljiye kapılmak gibi garip davranışlar içine girdim. Sanki bir parçamı bu filmi izlediğim sırada oturduğum sinema koltuğunda bırakmışım gibi.
Sanırım bu filmin favori filmler listemde direk bir numaraya oturduğunu söylememe gerek yok.
Hayır, vazgeçtim, filmin bende uyandırdığı hisleri hala tamamen anlamlandırabilmiş değilim, ama aklımdan geçenleri yazıya dökmeyi denemek istiyorum.
Yönetmen Abdellatif Kechiche olağanüstü bir şey yaratmış; ilk aşkın ne kadar muhteşem ve insana hayat veren bir şey olduğunu, ama bitişinin de bir o kadar harap edici olduğunu bize Adèle'in gözlerinden aktarmış. Filmin çoğunluğu boyunca karakterlerin yüzlerine yakın çekimde olan kamera sayesinde Adèle'in tüm hislerini (aşık olma anı, mutluluk, utanç, tutku, şefkat, korku, acı, hüzün, yalnızlık) kendi içimde hissettim. Kendi cinsel yönelimimle barışma sürecimi, o sürecin başlangıcında gülümseyişi filmdeki Emma'nın aynısı olan ilk kız arkadaşımla filmde olduğu gibi bir trafik ışığında tanıştığımız ve ilk görüşte aşık olduğum anı hatırladım. Adèle gibi kendimi bulma, yetişkinliğe adım atma çabası içinde yaptığım hatalarla o ilk aşkın içine edişim, aşık olduğum insanın bana tekmeyi basışı ve yine Adèle gibi gecenin bir yarısı sokaklarda salya sümük ağlaya ağlaya gezişlerim gözümün önüne geldi.
Üç saat inanılmaz hızlı geçti, film bittiğinde içimde uyanan melankoli hala gitmedi. Çok, çok etkilendim. Uzun zamandır bu kadar derin hissetmediğim özlemleri içimde uyandırdı bu film. İlk aşkımı, bana Emma'nın filmde Adèle'e baktığı gibi bakan birinin varlığını özledim. Tarif edemiyorum ama ben konuşurken havadan sudan bile konuşuyor olsam dünyanın en ilginç şeyinden bahsediyormuşum gibi şefkat dolu bir gülümsemeyle dinleyen birisinin varlığını özledim.
Bu filmin o kadar üstesinden gelemedim ki, festival boyunca daha sonra iki kez daha gittiğim Curzon Mayfair'de diğer filmlere konsantre olmak yerine Adèle'in hikayesini düşünüp nostaljiye kapılmak gibi garip davranışlar içine girdim. Sanki bir parçamı bu filmi izlediğim sırada oturduğum sinema koltuğunda bırakmışım gibi.
Sanırım bu filmin favori filmler listemde direk bir numaraya oturduğunu söylememe gerek yok.
nothing to worry about
UYARI: Bu çok fena "ranty" bir yazı olacak.
Geçen ay 1 yıla yakın süredir yapmakta olduğum iş için yakın zamanda müdürüm olarak işe başlayan adam tarafından ilan verildiğinden ve bunun kendimi değersiz hissettirdiğinden bahsetmiştim. O post'u yazmamdan sonra Silik Adam şeklinde isimlendirmeyi layık gördüğüm müdürüm tam bir empati yoksunluğu göstererek bana bahsi geçen iş ilanını web sitemizde, Facebook ve Twitter sayfalarımızda falan promote ettirdi. Benim hislerimi düşünerek nezakaten bunları kendinin yapmamasına, bana yaptırmasına ayrı sinirim bozuldu.
Sekiz günlük, enerjimi tamamen bitiren ve grip olarak döndüğüm Kopenhag ve Berlin iş gezisinden bir gün sonra ilana başvuranların mülakatları vardı. O gün yorgun ve hastaydım, kafamı bulandıran grip ilaçları alıyordum ve ben ofiste çalışmaya çalışırken mülakata gelen diğer insanları görüp her şey normalmiş gibi davranmak zorunda olmanın awkward'lığı vardı; dolayısıyla mülakatta bazı sorularda beynim durdu ve söylemek istediğim şeyleri söyleyemedim. "Olsun, nasıl olsa beni ve iyi iş yaptığımı biliyorlar, mülakatta söyleyememiş olsam da doğru cevapları bildiğimi biliyorlar" diye düşündüm. Bunlar olurken ilana başvuranlardan birinin mülakatının diğerlerinden iki gün sonra yapılacağını öğrendim. Hasta olduğumu ve daha yeni Londra'ya döndüğümü, hazırlanacak zamanımın olmadığını bilmesine rağmen Silik Adam'ın bana da iki gün sonra görüşmeye gelme şansı tanımamasına kızdım.
Pazartesi günü işe gittim, mülakata çağrılan son kişiyle görüşüldü. Yarım saat sonra Silik Adam beni çağırarak damdan düşer gibi, suratında salak bir sırıtışla "Başkasını işe almaya karar verdik ama yarın sana geri bildirim vermeye hazırız" dedi. Onun bu empati yoksunu ve duygusuz tavrı işe alındığından beri kendisiyle aramda oluşan negatif enerjinin son noktası oldu ve kontratımın sonuna kadar kalmak istemediğimi, o hafta işi bırakmak istediğimi söyledim.
Benim kontratımdan erken çıkmak gibi alışılmadık bir istekte bulunmam sonucu İnsan Kaynakları işin içine girdi. İK'dan sorumlu kadın beni toplantıya çağırdı ve neden böyle bir şey istediğimi sordu. Silik Adam'ın bana böyle bir haberi damdan düşer bir şekilde verdiğini ve büyük kısmını tuvalette ağlaya ağlaya geçirdiğim o gün boyunca bir kez olsun "İyi misin" diye sormadığını, o bir metre ötemde otururken hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam etmemin imkansız hale geldiğini söyledim. Silik Adam'la karakter uyumsuzluğu yaşadığımı, beyin ve inisiyatif gerektiren bütün işlerimi elimden alarak kendisinin üstlendiğini, iki aydır bana "ayak işi" tabir edebileceğimiz saçma sapan işleri yaptırdığını anlattım. Kendimi kanıtlayabileceğim işlerin hepsini benden almasaydı mülakatta takılıp kalmam o kadar önemli olmazdı diye düşünüyorum ve bana sadece web sitesini ve sosyal medya hesaplarımızı update etme, newsletter gönderme gibi kısmen önemsiz işleri layık gören bir adamın beni "müdür" başlıklı bir role alacak kadar ciddiye almamış olmasına şaşırmıyorum. O yüzden bu recruitment muhabbetinin objektif bir şekilde yapıldığına inanmıyorum (özellikle diğer başvuranların özgeçmişlerini gördükten sonra). Belki de bana yapmamı söylediği şeylerin bazılarını "Hayır, bence bu öyle değil böyle olmalı" diyerek yapmadığım, her dediğini kendi fikirleri olmayan bir subordinate gibi uygulamadığım için Silik Adam'ın beni o rolde en başından beri istemediğini düşünüyorum.
Ben bunlardan bahsedince olay daha yukarı taşındı, bu hafta CEO ile görüşerek bunların hepsini teker teker anlatacağım. Silik Adam'a da nasıl yönetici olunacağı ve insanlarla nasıl iletişim kuracağı konusunda eğitim verilecek. Kontratımın kalan iki haftasını evden çalışarak tamamlayacağım.
Tüm bu olanlara birkaç gün çok sinirim bozulmuştu, ama artık üzgün değilim, haksızlığa uğramış olmaya biraz sinirliyim sadece. Başka insanların yetersizliklerinin benim suçum olmadığını, bunlara üzülmemem gerektiğini sonunda anladım. Ama benim neslim asgari ücretin az üstü işleri kapmak için birbirini tepelerken böyle benim kadar eğitimli bile olmayan saçma sapan tiplerin sadece doğru zamanda doğdukları için iş hayatında bir yerlere gelebilmiş olmasını hazmedemiyorum. Gerçekten, "iletişimci" olduğu halde insanlarla nasıl iletişim kurması gerektiğine dair en ufak bir fikri olmayan, teknoloji özürlü dede yaşında biri olmasına rağmen bana sosyal medya kullanımı konusunda tavsiye vermeye kalkan, bilgisayarda nasıl arama yapacağını bile bilmeyen ve her şeyde benden yardım isteyen birinin beni işimden etmiş olması bunun saçmalığının en büyük göstergesi.
Böyle zavallı karakterlerle bir daha karşılaşmak zorunda olmasam keşke, ama biliyorum hayatta bolca varlar.
Geçen ay 1 yıla yakın süredir yapmakta olduğum iş için yakın zamanda müdürüm olarak işe başlayan adam tarafından ilan verildiğinden ve bunun kendimi değersiz hissettirdiğinden bahsetmiştim. O post'u yazmamdan sonra Silik Adam şeklinde isimlendirmeyi layık gördüğüm müdürüm tam bir empati yoksunluğu göstererek bana bahsi geçen iş ilanını web sitemizde, Facebook ve Twitter sayfalarımızda falan promote ettirdi. Benim hislerimi düşünerek nezakaten bunları kendinin yapmamasına, bana yaptırmasına ayrı sinirim bozuldu.
Sekiz günlük, enerjimi tamamen bitiren ve grip olarak döndüğüm Kopenhag ve Berlin iş gezisinden bir gün sonra ilana başvuranların mülakatları vardı. O gün yorgun ve hastaydım, kafamı bulandıran grip ilaçları alıyordum ve ben ofiste çalışmaya çalışırken mülakata gelen diğer insanları görüp her şey normalmiş gibi davranmak zorunda olmanın awkward'lığı vardı; dolayısıyla mülakatta bazı sorularda beynim durdu ve söylemek istediğim şeyleri söyleyemedim. "Olsun, nasıl olsa beni ve iyi iş yaptığımı biliyorlar, mülakatta söyleyememiş olsam da doğru cevapları bildiğimi biliyorlar" diye düşündüm. Bunlar olurken ilana başvuranlardan birinin mülakatının diğerlerinden iki gün sonra yapılacağını öğrendim. Hasta olduğumu ve daha yeni Londra'ya döndüğümü, hazırlanacak zamanımın olmadığını bilmesine rağmen Silik Adam'ın bana da iki gün sonra görüşmeye gelme şansı tanımamasına kızdım.
Pazartesi günü işe gittim, mülakata çağrılan son kişiyle görüşüldü. Yarım saat sonra Silik Adam beni çağırarak damdan düşer gibi, suratında salak bir sırıtışla "Başkasını işe almaya karar verdik ama yarın sana geri bildirim vermeye hazırız" dedi. Onun bu empati yoksunu ve duygusuz tavrı işe alındığından beri kendisiyle aramda oluşan negatif enerjinin son noktası oldu ve kontratımın sonuna kadar kalmak istemediğimi, o hafta işi bırakmak istediğimi söyledim.
Benim kontratımdan erken çıkmak gibi alışılmadık bir istekte bulunmam sonucu İnsan Kaynakları işin içine girdi. İK'dan sorumlu kadın beni toplantıya çağırdı ve neden böyle bir şey istediğimi sordu. Silik Adam'ın bana böyle bir haberi damdan düşer bir şekilde verdiğini ve büyük kısmını tuvalette ağlaya ağlaya geçirdiğim o gün boyunca bir kez olsun "İyi misin" diye sormadığını, o bir metre ötemde otururken hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam etmemin imkansız hale geldiğini söyledim. Silik Adam'la karakter uyumsuzluğu yaşadığımı, beyin ve inisiyatif gerektiren bütün işlerimi elimden alarak kendisinin üstlendiğini, iki aydır bana "ayak işi" tabir edebileceğimiz saçma sapan işleri yaptırdığını anlattım. Kendimi kanıtlayabileceğim işlerin hepsini benden almasaydı mülakatta takılıp kalmam o kadar önemli olmazdı diye düşünüyorum ve bana sadece web sitesini ve sosyal medya hesaplarımızı update etme, newsletter gönderme gibi kısmen önemsiz işleri layık gören bir adamın beni "müdür" başlıklı bir role alacak kadar ciddiye almamış olmasına şaşırmıyorum. O yüzden bu recruitment muhabbetinin objektif bir şekilde yapıldığına inanmıyorum (özellikle diğer başvuranların özgeçmişlerini gördükten sonra). Belki de bana yapmamı söylediği şeylerin bazılarını "Hayır, bence bu öyle değil böyle olmalı" diyerek yapmadığım, her dediğini kendi fikirleri olmayan bir subordinate gibi uygulamadığım için Silik Adam'ın beni o rolde en başından beri istemediğini düşünüyorum.
Ben bunlardan bahsedince olay daha yukarı taşındı, bu hafta CEO ile görüşerek bunların hepsini teker teker anlatacağım. Silik Adam'a da nasıl yönetici olunacağı ve insanlarla nasıl iletişim kuracağı konusunda eğitim verilecek. Kontratımın kalan iki haftasını evden çalışarak tamamlayacağım.
Tüm bu olanlara birkaç gün çok sinirim bozulmuştu, ama artık üzgün değilim, haksızlığa uğramış olmaya biraz sinirliyim sadece. Başka insanların yetersizliklerinin benim suçum olmadığını, bunlara üzülmemem gerektiğini sonunda anladım. Ama benim neslim asgari ücretin az üstü işleri kapmak için birbirini tepelerken böyle benim kadar eğitimli bile olmayan saçma sapan tiplerin sadece doğru zamanda doğdukları için iş hayatında bir yerlere gelebilmiş olmasını hazmedemiyorum. Gerçekten, "iletişimci" olduğu halde insanlarla nasıl iletişim kurması gerektiğine dair en ufak bir fikri olmayan, teknoloji özürlü dede yaşında biri olmasına rağmen bana sosyal medya kullanımı konusunda tavsiye vermeye kalkan, bilgisayarda nasıl arama yapacağını bile bilmeyen ve her şeyde benden yardım isteyen birinin beni işimden etmiş olması bunun saçmalığının en büyük göstergesi.
Böyle zavallı karakterlerle bir daha karşılaşmak zorunda olmasam keşke, ama biliyorum hayatta bolca varlar.
Saturday, 12 October 2013
gravity
Geçen hafta gittiğim sekiz günlük iş gezisinden yeni döndüm. Hem fiziksel, hem de ruhsal olarak beni çökme noktasına getiren; her gün gecenin geç saatlerine kadar çalıştığım ve 10 dakika olsun kendime zaman ayıramadığım; her an "sosyal" bir ortamda bulunmak zorunda kaldığım ve bununla baş edebilmek için her gün aralıksız alkol aldığım acayip bir sekiz gün oldu. Hala o çılgın haftanın yorgunluğunu üzerimden atmaya çalışıyor olsam da Kopenhag, Malmö ve Berlin'i ilk kez görmek, hem de bunu bedavaya yapmak süper bir şeydi.
Dönüşte o yorgunlukla nasıl bir kafadaydım artık bilmiyorum ama Heathrow'da uçaktan inince girdiğim tuvalette bir an önce pasaport kontrole gideyim diye acele ederken ve aynı anda Facebook'ta mesaj yazmaya çalışırken güzelim Blackberry'mi klozete düşürdüm. Evrene şükürler olsun ki hareketle çalışan otomatik sifon devreye girmeden telefonu klozetten almayı başardım ve hemen pilini çıkardım. Ve o panikle telefonu kurulayıp pilini geri takmak ve açmaya çalışmak gerizekalılığında bulundum. Telefon açıldığı gibi motor sesine benzer korkunç bir ses çıkarmaya başladı, hemen geri kapadım. Yakın zamanda internette okuduğum "Telefonunuzu suya düşürürseniz pirinçli bir kaba koyun" önerisi aklıma geldi, şehir merkezine ulaştığım gibi bir poşet pirinç alıp hepsini telefonun üzerine boşalttım. Daha alalı bir sene olmayan, pembe telefonumu çöpe atıp yerine siyah ve sıkıcı bir Blackberry alma fikrinden korka korka açmayı denedim ertesi gün telefonu, hiç sorunsuz çalışmaya başladı. Yani neymiş, telefonunuzu suya düşürürseniz anında pilini çıkarıp kurulamak ve daha sonra pirinçle dolu bir kapta en az 12 saat bekletmek işe yarıyormuş.
**
Londra Film Festivali bu hafta başladı. Dün BFI IMAX'te ilk festival filmim olan Gravity'i izledim. Görsel olarak hayatımda bu kadar büyüleyici bir film izlememiştim. Özellikle filmi İngiltere'nin en büyük ekranında en ön sırada üç boyutlu izlemek gerçekten uzaydaymışım, filmin içindeymişim izlenimi veriyordu. Üstelik yönetmen Alfonso Cuarón filmi bizzat sunmaya gelmişti.
Benim için yılın en iyi filmi bu olacak gibi.
Yarın festivale François Ozon filmi Jeune et Jolie ile devam edeceğim.
Dönüşte o yorgunlukla nasıl bir kafadaydım artık bilmiyorum ama Heathrow'da uçaktan inince girdiğim tuvalette bir an önce pasaport kontrole gideyim diye acele ederken ve aynı anda Facebook'ta mesaj yazmaya çalışırken güzelim Blackberry'mi klozete düşürdüm. Evrene şükürler olsun ki hareketle çalışan otomatik sifon devreye girmeden telefonu klozetten almayı başardım ve hemen pilini çıkardım. Ve o panikle telefonu kurulayıp pilini geri takmak ve açmaya çalışmak gerizekalılığında bulundum. Telefon açıldığı gibi motor sesine benzer korkunç bir ses çıkarmaya başladı, hemen geri kapadım. Yakın zamanda internette okuduğum "Telefonunuzu suya düşürürseniz pirinçli bir kaba koyun" önerisi aklıma geldi, şehir merkezine ulaştığım gibi bir poşet pirinç alıp hepsini telefonun üzerine boşalttım. Daha alalı bir sene olmayan, pembe telefonumu çöpe atıp yerine siyah ve sıkıcı bir Blackberry alma fikrinden korka korka açmayı denedim ertesi gün telefonu, hiç sorunsuz çalışmaya başladı. Yani neymiş, telefonunuzu suya düşürürseniz anında pilini çıkarıp kurulamak ve daha sonra pirinçle dolu bir kapta en az 12 saat bekletmek işe yarıyormuş.
**
Londra Film Festivali bu hafta başladı. Dün BFI IMAX'te ilk festival filmim olan Gravity'i izledim. Görsel olarak hayatımda bu kadar büyüleyici bir film izlememiştim. Özellikle filmi İngiltere'nin en büyük ekranında en ön sırada üç boyutlu izlemek gerçekten uzaydaymışım, filmin içindeymişim izlenimi veriyordu. Üstelik yönetmen Alfonso Cuarón filmi bizzat sunmaya gelmişti.
Benim için yılın en iyi filmi bu olacak gibi.
Yarın festivale François Ozon filmi Jeune et Jolie ile devam edeceğim.
Sunday, 29 September 2013
motto
Facebook feed'imde İstanbul'daki LGBT derneklerinden birinin sayfasında bir anket link'ine denk geldim. Bir psikolog eşcinsellerle ilgili akademik çalışması için yardım istiyordu. Doldurmaya niyetim olmadığı halde link'e tıkladım. Ankette "Kaç yıldır eşcinsel yaşamınızı devam ettiriyorsunuz" gibi absürt bir soruya denk geldikten ve onun hemen altında "Aileniz bu yaşam stilinizden haberdar mı" sorusunu gördükten sonra anketin meşruiyeti konusunda kafamda ciddi soru işaretleri oluştu.
Eşcinsellikten "yaşam tarzı" olarak bahsedilmesi gerçekten içimde bir tepinme isteği uyandırıyor. Yaşam tarzı insanların bilinçli olarak seçtiği, yine bilinçli bir seçim yaparak değiştirebileceği, bu nedenle değişken ve geçici olabilen bir şeydir. Sabahları erken uyanıp bilmem kaç kilometre koşmak bir yaşam tarzıdır. Vejetaryen olmak bir yaşam tarzıdır. Hipster olmak bir yaşam tarzıdır. Eşcinsellik yaşam tarzı falan değildir. Cinsel yönelimdir.
Psikologlar bu kafadaysa, o psikologların "danışmanlık" edeceği insanların halini düşünmek bile istemiyorum. Ama maalesef Türkiye'de bizzat denk geldiğim homofobik psikiyatristleri düşününce pek de şaşırtıcı bir durum değil.
İnsan gerçekten bazı üniversitelerde verilen eğitimin kalitesine hayret ediyor. Okullarda psikoloji bölümünde gerçekten de toplumun hiçbir kesimini dışlamayacak ya da ötekileştirmeyecek bir dil kullanılması gerektiği öğretilmiyor mu? En ufak bir "diversity training" verilmiyor mu? Gerçekten inanılır gibi değil.
**
Cuma günü Londra'daki orta karar üniversitelerin birinin öğrenci derneğinde iş görüşmem vardı. Okul şehrin o kadar dışında ki, bir saat süren iç bayıcı bir yolculuk sonrası kampüse ulaştığımda zaten içimde bir bezginlik oluşmuştu. Ana resepsiyona gidip görüşeceğim kişinin adını verdim. Resepsiyondaki kadının defalarca aramasına rağmen adam telefonunu bir türlü açmadı, tamamen yabancı olduğum bir kampüste görüşmeme 10 dakika kala öğrenci birliğini sora sora bulmak zorunda kaldım. Neyse tam buldum derken baktım ki bahsi geçen adam gayet masasında oturuyor, bilmem kaç kere aranmasına rağmen telefona cevap verme gereği duymamış. Bunu fark edince iyice bir sinir oldum. Beni biraz da öğrenci birliğinde beklettikten sonra görüşmemi yapacak kişilerin yanına yine kampüsün diğer ucuna götürdüler. Görüşmede bulunan üç kişiden bir tanesinin yüzü görüşme boyunca somurtuk ötesiydi. İş de alışık olduğumun çok altında, sıkıntıdan cinnet geçirtecek bir şeye benziyor. Bütün bu deneyim bende öyle negatif bir izlenim bıraktı ki, işi alamazsam rahatlayacağım. Bu iş arama muhabbeti beni o kadar daralttı ki, artık her şeyi oluruna bırakıp "Hayırlısı" lafını motto'm edindim.
Eşcinsellikten "yaşam tarzı" olarak bahsedilmesi gerçekten içimde bir tepinme isteği uyandırıyor. Yaşam tarzı insanların bilinçli olarak seçtiği, yine bilinçli bir seçim yaparak değiştirebileceği, bu nedenle değişken ve geçici olabilen bir şeydir. Sabahları erken uyanıp bilmem kaç kilometre koşmak bir yaşam tarzıdır. Vejetaryen olmak bir yaşam tarzıdır. Hipster olmak bir yaşam tarzıdır. Eşcinsellik yaşam tarzı falan değildir. Cinsel yönelimdir.
Psikologlar bu kafadaysa, o psikologların "danışmanlık" edeceği insanların halini düşünmek bile istemiyorum. Ama maalesef Türkiye'de bizzat denk geldiğim homofobik psikiyatristleri düşününce pek de şaşırtıcı bir durum değil.
İnsan gerçekten bazı üniversitelerde verilen eğitimin kalitesine hayret ediyor. Okullarda psikoloji bölümünde gerçekten de toplumun hiçbir kesimini dışlamayacak ya da ötekileştirmeyecek bir dil kullanılması gerektiği öğretilmiyor mu? En ufak bir "diversity training" verilmiyor mu? Gerçekten inanılır gibi değil.
**
Cuma günü Londra'daki orta karar üniversitelerin birinin öğrenci derneğinde iş görüşmem vardı. Okul şehrin o kadar dışında ki, bir saat süren iç bayıcı bir yolculuk sonrası kampüse ulaştığımda zaten içimde bir bezginlik oluşmuştu. Ana resepsiyona gidip görüşeceğim kişinin adını verdim. Resepsiyondaki kadının defalarca aramasına rağmen adam telefonunu bir türlü açmadı, tamamen yabancı olduğum bir kampüste görüşmeme 10 dakika kala öğrenci birliğini sora sora bulmak zorunda kaldım. Neyse tam buldum derken baktım ki bahsi geçen adam gayet masasında oturuyor, bilmem kaç kere aranmasına rağmen telefona cevap verme gereği duymamış. Bunu fark edince iyice bir sinir oldum. Beni biraz da öğrenci birliğinde beklettikten sonra görüşmemi yapacak kişilerin yanına yine kampüsün diğer ucuna götürdüler. Görüşmede bulunan üç kişiden bir tanesinin yüzü görüşme boyunca somurtuk ötesiydi. İş de alışık olduğumun çok altında, sıkıntıdan cinnet geçirtecek bir şeye benziyor. Bütün bu deneyim bende öyle negatif bir izlenim bıraktı ki, işi alamazsam rahatlayacağım. Bu iş arama muhabbeti beni o kadar daralttı ki, artık her şeyi oluruna bırakıp "Hayırlısı" lafını motto'm edindim.
Thursday, 5 September 2013
whatever will be will be
Uzun zamandır bu kadar kötü bir gün geçirmemiştim. Şu anda çalıştığım yerde kontratım Ekim sonu bitiyor ve bu hafta kontratımın bir süre uzatılabileceğini, Eylül ve Ekim boyunca da full time olacağımı öğrendiğimden beri keyfim yerindeydi. İşe girdiğimde de bu kısa süreli kontratım bittiğinde terfi ettirilip uzun süreli bir kontratla çalışmaya başlayabileceğim ima edilmişti. Ancak bana bu muhabbetler yapılırken perde arkasında başka şeylerin döndüğünü öğrendim.
Dün ofiste kısmen kulak misafiri olduğum bir konuşmada birkaç hafta önce müdürüm olarak işe başlayan adamın işe başladığımda zamanı gelince bana teklif edileceği ima edilen rol için başkalarını aramak istediği izlenimini edindim. Bütün akşamım buna canımı sıkarak geçti. Tam "Doğru düzgün duyamadım, belki yanlış anlamışımdır" diye kendimi biraz sakinleştirmiştim ki, başka bir şey için ofisin ortak ağında arama yaparken "İletişim Müdürü İş İlanı" diye bir dosyaya denk geldim. Evet, daha işe başlayalı bir ay bile olmayan yeni adam tam bir dağdan inip bağdakini kovma örneği göstererek o rolü bana vermek yerine iş ilanı vermeye karar vermiş. O kadar sinirlendim ki, gün içinde iki kez tuvalette ağlarken buldum kendimi. Bugünkü toplantımızda bu adam bana bu iş ilanı muhabbetini açıklarken haberim yokmuş ve çok etkilenmemişim gibi tepki vermeyi nasıl başardım, nasıl yüzümde bir gülümsemeyle "Haber verdiğiniz için teşekkürler" diyebildim bilmiyorum. Önceden o dosyaya denk geldiğim ve kendimi hazırlayacak zaman bulduğum için muhtemelen.
Bu iş ilanına başvurmamı istiyorlar, ama birçok açıdan yetersiz bulduğum biri tarafından gayet hak ettiğim bu rol için "yeterince iyi" bulunmamam çok gücüme gitti açıkçası. Bir de üstüne üstlük o "daha iyi" insan bulunana kadar işleri idare etmem için bana kontratımı 1-2 ay uzatma ihtimalinden bahsetmeleri kendimi iyice kullanılmış hissettirdi. Her işte bir hayır olduğuna, ilk başta kötü görünen şeylerin aslında insanı sonunda güzel şeyler bekleyen yollara yönlendirdiğine kesinlikle inanıyorum; tek hazmedemediğim nokta profesyonel açıdan "eksik" gördüğüm birinin hakkımda bu kararı vermiş olması.
Kendisine karmadan öpücükler diliyorum.
Bir de üstüne geçen sene bu zamanlar çok fena aşık olduğum eski sevgilimin beni Facebook'tan sildiğini fark ettim bugün. Konuşmasam da, arkadaş kalma isteğim olmasa da asla yapmadığım, çocukça bulduğum bir harekettir listeden eski sevgili, eski en yakın arkadaş vs silmek. Zamanında o kadar değer vermiş olduğum bir insanı hayatımdan tamamen çıkarmak istemem ben, o yüzden anlayamıyorum.
Bugün kötü bir gün.
Dün ofiste kısmen kulak misafiri olduğum bir konuşmada birkaç hafta önce müdürüm olarak işe başlayan adamın işe başladığımda zamanı gelince bana teklif edileceği ima edilen rol için başkalarını aramak istediği izlenimini edindim. Bütün akşamım buna canımı sıkarak geçti. Tam "Doğru düzgün duyamadım, belki yanlış anlamışımdır" diye kendimi biraz sakinleştirmiştim ki, başka bir şey için ofisin ortak ağında arama yaparken "İletişim Müdürü İş İlanı" diye bir dosyaya denk geldim. Evet, daha işe başlayalı bir ay bile olmayan yeni adam tam bir dağdan inip bağdakini kovma örneği göstererek o rolü bana vermek yerine iş ilanı vermeye karar vermiş. O kadar sinirlendim ki, gün içinde iki kez tuvalette ağlarken buldum kendimi. Bugünkü toplantımızda bu adam bana bu iş ilanı muhabbetini açıklarken haberim yokmuş ve çok etkilenmemişim gibi tepki vermeyi nasıl başardım, nasıl yüzümde bir gülümsemeyle "Haber verdiğiniz için teşekkürler" diyebildim bilmiyorum. Önceden o dosyaya denk geldiğim ve kendimi hazırlayacak zaman bulduğum için muhtemelen.
Bu iş ilanına başvurmamı istiyorlar, ama birçok açıdan yetersiz bulduğum biri tarafından gayet hak ettiğim bu rol için "yeterince iyi" bulunmamam çok gücüme gitti açıkçası. Bir de üstüne üstlük o "daha iyi" insan bulunana kadar işleri idare etmem için bana kontratımı 1-2 ay uzatma ihtimalinden bahsetmeleri kendimi iyice kullanılmış hissettirdi. Her işte bir hayır olduğuna, ilk başta kötü görünen şeylerin aslında insanı sonunda güzel şeyler bekleyen yollara yönlendirdiğine kesinlikle inanıyorum; tek hazmedemediğim nokta profesyonel açıdan "eksik" gördüğüm birinin hakkımda bu kararı vermiş olması.
Kendisine karmadan öpücükler diliyorum.
Bir de üstüne geçen sene bu zamanlar çok fena aşık olduğum eski sevgilimin beni Facebook'tan sildiğini fark ettim bugün. Konuşmasam da, arkadaş kalma isteğim olmasa da asla yapmadığım, çocukça bulduğum bir harekettir listeden eski sevgili, eski en yakın arkadaş vs silmek. Zamanında o kadar değer vermiş olduğum bir insanı hayatımdan tamamen çıkarmak istemem ben, o yüzden anlayamıyorum.
Bugün kötü bir gün.
Tuesday, 13 August 2013
sweet bird of youth
Dün akşam Tennessee Williams oyunu Sweet Bird of Youth'u izledim. Başrolde Sex and the City'de sevdiğim tek karakter olan Samantha'yı canlandıran Kim Cattrall vardı. En önde oturuyordum ve oyun boyunca Kim Cattrall en fazla yarım metre uzağımdaydı - oyunda ele alınan yitip gitmekte olan gençliğe duyulan özlem konusuna paralel olarak 56 yaşında olan Kim Cattrall'ın cildinde en ufak bir yaşlanma belirtisi olmaması dikkatimi çekti. Botoks ifadesizliği de yoktu yüzünde. Sırrı nedir bilmek istiyorum.
Yaşlanmak demişken, geçen ay 24 olduğumdan beri "Aman Tanrım, yaşlanıyorum" endişesi taşımaya başladım. Zaman o kadar hızlı geçiyor ki, günün birinde geçmişe bakıp hayatımı yeterince dolu yaşamamış olduğumu düşünmekten korkuyorum. Öte yandan bütün hafta sabah akşam çalışıp hafta sonu olunca kendime gelecek zamanı ancak bulabilirken nasıl hayat dolu dolu yaşanabilir diye düşünmüyor da değilim.
Daha şimdiden bu ruh halindeysem yakın gelecekte ilk kırışıklığımı ya da ilk beyaz saç telimi gördüğümde ayna karşısında bayılıp gideceğim herhalde.
Çok uzun süre single kalmaktan kafam düşüne düşüne içinden çıkılmayacak şeylere takılıyor.
Yaşlanmak demişken, geçen ay 24 olduğumdan beri "Aman Tanrım, yaşlanıyorum" endişesi taşımaya başladım. Zaman o kadar hızlı geçiyor ki, günün birinde geçmişe bakıp hayatımı yeterince dolu yaşamamış olduğumu düşünmekten korkuyorum. Öte yandan bütün hafta sabah akşam çalışıp hafta sonu olunca kendime gelecek zamanı ancak bulabilirken nasıl hayat dolu dolu yaşanabilir diye düşünmüyor da değilim.
Daha şimdiden bu ruh halindeysem yakın gelecekte ilk kırışıklığımı ya da ilk beyaz saç telimi gördüğümde ayna karşısında bayılıp gideceğim herhalde.
Çok uzun süre single kalmaktan kafam düşüne düşüne içinden çıkılmayacak şeylere takılıyor.
Wednesday, 7 August 2013
taking steps is easy, standing still is hard
Cumartesi günü arkadaşlarımla Brighton'a gittik. Sabahın sekiz buçuğunda evden çıkıp gece bir buçukta eve döndüğüm uzuuun bir gündü.
Senelerdir gitmek istediğim, Avrupa'nın en büyük Pride organizasyonlarından biri diye bilinen Brighton Pride'ın yürüyüşü Londra'dakine kıyasla çok daha soluktu, hepimiz hayal kırıklığına uğradık. Ama yürüyüşten sonra Preston Park'ta düzenlenen etkinlik süperdi. Koca bir parkta on binlerce LGBT insan, bütün gün aralıksız canlı müzik ve DJ olan 6-7 farklı çadır, lunapark, güneşin altında çimlere uzanmak... Mükemmeldi.
Parktan sonra Brighton'ın (bildiğim kadarıyla) kadınlara özel olan yegane gay pub'ının önünde mangal ve sokak partisi vardı, oraya gittik. Kalabalık arasında içkimi yudumlarken uzakta biriyle göz göze geldim. Ben tuvalete gittim, önümde 10 kişilik falan sıra vardı. O sırada bu bakıştığım kadın geldi ve arkamda durmaya başladı. Ama durmak dediğim, yapışacak, o kadar yakın duruyor. Neyse, ben cesaretimi toplayıp kadına iki kelime laf edemeden sıra bana geldi ve çıktıktan sonra da trenimizi yakalamak için partiden ayrılmak zorunda kaldık.
Düşünüyorum da, böyle gay ortamlarda birileriyle bütün gece bakışıp durduğum, ama dibime bile gelseler korkudan donup kaldığım, sonra da bir şey yapmadan eve gittiğim için pişman olduğum çok oluyor bu aralar. Kadınlar nedense genelde hoşlandıkları insana dik dik bakıp duruyor ve ilk adımı atmıyorlar, baktıkları insan da bir şeyine sinir oldu diye mi bakıyor, beğendi diye mi bakıyor anlamıyor. Biri çok bariz flört etmedikçe jetonu düşmeyen biri olarak ben hiç anlayamıyorum, bir de üstüne genel olarak tanımadığı insanla muhabbete giremeyen yapım eklenince ortaya fena bir durum çıkıyor. Bunun üstesinden gelebilmek istiyorum, önerilere açığım.
**
Tanıdığım herkesin bahsedip durduğu yeni Netflix dizisi Orange is the New Black'i izlemeye Pazar günü sonunda başladım. Evde olduğum ve uyumadığım her dakikamı OITNB izleyerek geçirdim ve 1. sezonu bugün bitirdim. Uzun zamandır beni bu kadar saran, kalbimde kendine bu kadar yer bulan bir dizi olmamıştı. Bunda uzun boy, koyu renk saç ve kalın ses üçlemesiyle hayatımın kadını idealine cuk oturan Alex'in de rolü olabilir.
Mutlaka izleyin.
**
"Come be my little spoon"
Senelerdir gitmek istediğim, Avrupa'nın en büyük Pride organizasyonlarından biri diye bilinen Brighton Pride'ın yürüyüşü Londra'dakine kıyasla çok daha soluktu, hepimiz hayal kırıklığına uğradık. Ama yürüyüşten sonra Preston Park'ta düzenlenen etkinlik süperdi. Koca bir parkta on binlerce LGBT insan, bütün gün aralıksız canlı müzik ve DJ olan 6-7 farklı çadır, lunapark, güneşin altında çimlere uzanmak... Mükemmeldi.
Parktan sonra Brighton'ın (bildiğim kadarıyla) kadınlara özel olan yegane gay pub'ının önünde mangal ve sokak partisi vardı, oraya gittik. Kalabalık arasında içkimi yudumlarken uzakta biriyle göz göze geldim. Ben tuvalete gittim, önümde 10 kişilik falan sıra vardı. O sırada bu bakıştığım kadın geldi ve arkamda durmaya başladı. Ama durmak dediğim, yapışacak, o kadar yakın duruyor. Neyse, ben cesaretimi toplayıp kadına iki kelime laf edemeden sıra bana geldi ve çıktıktan sonra da trenimizi yakalamak için partiden ayrılmak zorunda kaldık.
Düşünüyorum da, böyle gay ortamlarda birileriyle bütün gece bakışıp durduğum, ama dibime bile gelseler korkudan donup kaldığım, sonra da bir şey yapmadan eve gittiğim için pişman olduğum çok oluyor bu aralar. Kadınlar nedense genelde hoşlandıkları insana dik dik bakıp duruyor ve ilk adımı atmıyorlar, baktıkları insan da bir şeyine sinir oldu diye mi bakıyor, beğendi diye mi bakıyor anlamıyor. Biri çok bariz flört etmedikçe jetonu düşmeyen biri olarak ben hiç anlayamıyorum, bir de üstüne genel olarak tanımadığı insanla muhabbete giremeyen yapım eklenince ortaya fena bir durum çıkıyor. Bunun üstesinden gelebilmek istiyorum, önerilere açığım.
**
Tanıdığım herkesin bahsedip durduğu yeni Netflix dizisi Orange is the New Black'i izlemeye Pazar günü sonunda başladım. Evde olduğum ve uyumadığım her dakikamı OITNB izleyerek geçirdim ve 1. sezonu bugün bitirdim. Uzun zamandır beni bu kadar saran, kalbimde kendine bu kadar yer bulan bir dizi olmamıştı. Bunda uzun boy, koyu renk saç ve kalın ses üçlemesiyle hayatımın kadını idealine cuk oturan Alex'in de rolü olabilir.
Mutlaka izleyin.
**
"Come be my little spoon"
Subscribe to:
Posts (Atom)