Thursday, 1 November 2012

golden brown

Birazdan BFI'da Crash (David Cronenberg olan) gösterimine gideceğim. Bu kez çevremde oturup sürekli iç çeken biri olursa gerçekten çıldırabilirim.

**

Garnier UK Facebook sayfası bana çalışıyor sanki. Ne zaman yaptıkları çekilişlerin birine katılsam kazanıyorum. Şu ana kadar kendilerinden bir yüz yıkama jeli, bir makyaj temizleyici ve bir de tonik kazandım.



Son olarak da bugün elime Garnier'nin yeni çıkan saç boyası geçti. Piyasaya çıkmadan önce rastgele seçtikleri birkaç insanın denemesi için gönderilen bir ürün. Bu aralar saçımın renginden çok memnunum ve çok uzun zamandır ilk kez saçımı boyamıyorum. O yüzden sırf göndermişler diye saçımı boyamak istiyor muyum, emin değilim. Ayrıca saç boyası gibi alerjik reaksiyon yaptığında insanı öldürebilen bir şeyi test etmek  biraz korkutucu. Gerçi paket benim elime geçene kadar boya piyasaya çıkmış bile ve insanlar hakkında iyi şeyler yazmış. Karar veremedim.


**

Sıkıntıdan kendimi yine alışverişe verdim. Bugün e.l.f.'ten bir sürü makyaj fırçası sipariş verdim.

Bu giderek artan tüketim deliliğinden kurtulayım istiyorum.

Yeni birileriyle tanışmak ve daha faydalı şeylerle meşgul olmak istiyorum.

Artık biri bana iş versin istiyorum.

Tuesday, 30 October 2012

a space odyssey

BFI'da her ay Screen Epiphanies adı altında BFI üyelerine özel, ünlü insanların gelip  kendilerine en çok ilham veren filmi sundukları bir gösterim yapılıyor. Bu ayın filmi '2001: A Space Odyssey', filmi sunan ise 'Blues Brothers' ve 'Kurtadam Londra'da'nın yönetmeni John Landis idi. John Landis konudan konuya atlayarak ve Stanley Kubrick ile tanışma hikayesini anlatarak tüm salonu gülmekten yerlere yatırdıktan sonra film başladı. Kült bir film olmasına rağmen 2001: A Space Odyssey'i ilk izleyişimdi. İki saat 20 dakika süren, sadece 40 dakikasında diyalog olan, çok yavaş ilerleyen ve gerek kelimelerle değil görüntü ve müzikle kendini ifade ettiğinden, gerek senaryo çok yoruma açık olduğundan zor izlenen bir filmdi. Ama neden gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri kabul edildiğini, nasıl George Lucas ve Steven Spielberg gibi pek çok insana ilham kaynağı olduğunu anlamak hiç de zor değil. 1968 yılında bu kadar öngörü sahibi bir senaryo yazılabilmiş ve o zamanki teknolojiyle böyle bir görsellik yaratılabilmiş olmasına gerçekten hayret ediyor insan. Ve gerçekten de 1969 yılında aya sözde ayak basılması görüntüleri bu filmin çekildiği sırada Kubrick'in elinden mi çıkmış diye düşündürüyor. Zaman öldürmek ve kafa dağıtmak için izlenecek light bir film değil, ama kesinlikle insanın hayatı boyunca en az bir kez izlemesi gereken filmlerden.

Alakaya çay demlemek olacak biraz ama, sinemada arkamda oturan adam iki dakikada bir iç çekip duruyordu. Neredeyse üç saat boyunca düşünün ben konsantre olmaya, filmi çözmeye çalışıyorum, arkamda sürekli inanılmaz yüksek sesli bir şekilde iç çeken biri. İnsanlar bunu neden yapıyorlar bilmiyorum, ama çok sinirime dokunuyor gerçekten. Sıkıldığını belirtmek için mi, "Ben buradayım" deme ihtiyacı duyan egolarından mı, nedir bilmiyorum. Ama derin nefes almak için öyle abartı bir iç çekme sesi çıkarmak gerekmediğini biliyorum. Yani insan 40 yılda bir kafasına bir şey takıldığında iç çeker de, dikkat ederseniz göreceksiniz, bazı insanlar bunu alışkanlık haline getirmiş.

Açıklayamadığım bir şekilde bu sesli iç çekip durma muhabbetine çok uyuz oluyorum. Herkesi kendi sigara dumanına maruz kalmak zorunda sananlar bir, bunlar iki.

magic kingdom

Cuma sabahı 5'te kalkıp kendimi Eurostar trenlerinin kalktığı yere sürüklemeyi başararak Paris'e gittim. Çok uykusuz olduğum ve turistik yerleri önceki gidişlerimde gezdiğim için günü çok uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla Le Marais'de yiyip içerek ve laflayarak geçirdik. Orada yaşayan arkadaşım bana Parisliler'in ne kadar insan canlısı olduğundan, barlarda falan birilerinin gelip muhabbete girmesinin oldukça normal bir şey olduğundan bahsetti. Ve tam bu konuşmanın üzerine tek başıma Le Marais'de sadece kadınların takıldığı bir gay bar'a gittiğimde oturup bilmem kaç içki içmeme rağmen bir tek insanın bana gülümsediğine bile denk gelmedim. Son 5-6 yıldır ne zaman Paris'e gitsem en az bir kez tek başıma Le Marais'de bir barda oturuyor oluyorum ve şu ana kadar hiç böyle bir cana yakınlığa rastlamadım. Tam tersi, insanlar yabancı olduğumu fark ettikleri anda inanılmaz suratsız ve ters davranmaya başlıyorlar. Sanırım büyük çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ortamların dışarıya kapalı yapısı ve Fransızlar'ın genel milliyetçi tavrının birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir durum bu. Ağzımı açıp İngilizce konuşmaya başladığım an insanların tepkisi fark edilir bir şekilde değişiyor. Ve 21. yüzyılda bir Avrupa başkentinden beklenmeyecek şekilde çok az insan İngilizce konuşuyor. Gerçekten akıl alır gibi değil. İngilizce'nin dünyanın en geçerli dili olduğu bir dönemde insan nasıl İngilizce öğrenme gereği duymaz? Çocuk inadı gibi geliyor bana. Şehir olarak Paris'e bayılıyorum, ama ne zaman gitsem insanları beni o güzelim şehirden çok soğutuyor.

Cumartesi günü Disneyland'e gittim. O yorgunluğuma rağmen 10 saat boyunca ordaydım, artık yürüyemez hale gelmiş olmasam mutlaka kapanana kadar kalırdım. İlk kez yalnız gittim ve fark ettim ki tek başına gitmenin verdiği zevk aynı değil. Yine de Disneyland benim için dünyanın en büyülü, en mutlu, en güzel yeri. En sevdiğim, en çok olmak istediğim, çocuklar gibi eğlenmekten korkmadığım ve saçma Piglet kulaklarıyla gezmekten çekinmediğim yer. Hiçbir arkadaşımın benim heyecanımı paylaşmamasını, kimsenin benimle gitmek istememesini gerçekten çok garipsiyorum. Bir insan oradan nasıl zevk almaz? Hiç gitmedikleri ve nasıl bir yer olduğunu bilmedikleri için mi, yoksa "yetişkin" olmaya kendilerini çok kaptırdıkları için mi? Bilmiyorum. Ben Disneyland Paris'e onlarca kez gitmiş olmama rağmen hala 7 yaşında ilk kez gidişimde hissettiğim heyecanla gidiyorum, orada geçirdiğim gün yılımın en büyük olayı oluyor, içim sıkıldığı zamanlarda "Keşke orada olsaydım" diye düşünüyorum. Bunu arkadaşlarımla, sevdiğim insanlarla paylaşmak istiyorum, kimse narin poposunu kaldırıp benimle gelmiyor. Sanıyorum ki bende bir gariplik var.

Pazar Xena convention vardı. Ted Raimi ve Hudson Leick gelmişti, ikisinin de bahsettiği şeyler ilgi çekiciydi ve az sayıda kişinin olduğu bir ortam olduğundan ikisine de mekanda denk gelip konuşmak mümkündü. Convention'ın öğle arasında Pere Lachaise'e gidip Oscar Wilde ve Edith Piaf'ın mezarlarını gördüm. Özellikle Oscar Wilde'ınkini karşımda görünce içim bir acayip oldu. Daha sonra başka bir arkadaşımın evine gittim, şarap içtik, konuştuk, o sırada milyon sene önce İstanbul'da tanıdığım birileri geldi. Dünya ne küçük. Çakırkeyif bir şekilde gara gidip trenime bindim. Londra'da trenden indiğimde buz gibi havaya ve yağmura rağmen dilini konuştuğum, insanlarının zihniyetini anladığım, kendimi güvende ve evde hissettiğim bir yere ayak basmak ne kadar güzel bir histi, anlatamam.

Thursday, 25 October 2012

paris in flames

Yarın sabah olabilecek en geeky şeylerden birini yaparak Xena convention için Paris'e gidiyorum. Pazar günü  kar kış dinlemeden benimle Disneyland'e gidecek insan arıyorum. Paris'teyseniz bana ulaşın. Yoksa Pazartesi görüşmek üzere.

Wednesday, 24 October 2012

farhi

Bugün Londra'daki Nicole Farhi binasında görülmemiş boyutta bir sample sale vardı. Pek bir şey beklemeden, nasıl olsa o taraflardayım diye gidip bir sürü şeyle çıktım. Eğer bu hafta Londra'daysanız mutlaka uğrayın; eski sezonlardan kalma sample t-shirtler £10, elbise ve trikolar £35, montlar £75 idi. Ve şu ana kadar hiçbir sample sale'de görmediğim kadar model ve beden çeşitliliği vardı. 

Böyle sırf iki sezon öncesine ait diye %90'a varan indirimlerle satılan şeyleri görünce zamanında onlara sezon fiyatı ödeyenlere içim acıyor.


Farhi by Nicole Farhi t-shirt £70 £10


Nicole Farhi kazak £150 £35


Nicole Farhi triko elbise £260 £35


Nicole Farhi elbise £339 £35 



Saturday, 20 October 2012

you're giving me such sweet nothing

Kafayı alışverişle bozduğumdan bahsetmiştim. Normalde planlamadan, aklına esince alışveriş yapan biri değilim. Ama bu aralar karşıma çıkan ve ilginç gelen her şeyi almaya başladım. Geçen gün markete giderken önünden geçtiğim sokak satıcılarından birinde bu Pee & Poo denen oyuncaklara rastladım. Gören arkadaşım "Deli misin, bok şeklinde oyuncak alıp baş ucuna niye koydun ki" tepkisi verdi, ama Pee ve Poo şu anda yatağımdaki iki oyuncak ayıya eşlik ediyor.



Bir diğer 'impulse buy' denebilecek alışverişim ise bu Jean Paul Gaultier diyet kola şişesi oldu. Tam şişeyi almış kasaya gidiyordum ki, karşıma bir adet makyaj fırçası seti çıktı. Gözüme ucuz göründü, onu da almış bulundum. Ödeyip dışarı çıkar çıkmaz "Tanrım, ben niye Boots marka bir fırça seti aldım ki" diye düşünmeye başladım, Pazartesi geri vermeyi deneyecek ve doğru düzgün bir markanın setini alacağım.



Son olarak bu hafta ASOS indirimi coşmuş durumdaydı. 13 pound'a Lacoste ayakkabı falan satılıyordu, o derece. Birer çift Lacoste ve House of Holland x Superga ayakkabı, bir de elbise aldım. Ve normalde 150 pound edecekken bu kadar şeyin hepsi 46 pound'a geldi. ASOS'u seviyorum.




**

Bu aralar çok nadir alkol alıyorum. Sarhoş olmayalı bir ayı geçti. Bu akşam uzun zamandır ilk kez kendime içme izni veriyorum. Kafamda çalan şarkı:

compliance

Sabah evde sıkılmış otururken sinemaya gitmeye karar verdim. Londra Film Festivali gösterimleri arasında son dakikada bilet bulunabilen filmlerden ilgimi çeken tek film Compliance oldu. Filme inanılmaz ama gerçek bir olayı konu aldığından başka bir şey bilmeden girdim. İzlemek isteyenlere spoiler vermemek için olan bitenden bahsedemiyorum; ama benim için "Yok artık, amma enayi insanlar var" dedirten trajikomik bir şekilde başlayan film, gittikçe şoke edici bir hal aldı. Kolay rahatsız olan biri değilim ve birkaç rahatsız edici sahneden bahsetmiyorum. Abartısız, ilk 15-20 dakikasından itibaren filmi sürekli bir tiksinme/şok karışımı ifade ve "Nolur, lütfen tahmin ettiğim şey olmasın" düşüncesiyle izledim (ve tabii ki aklıma gelen ne varsa kızcağızın başına geldi). Dört yıldan fazla süredir İngiltere'de yaşayan, çok sık sinemaya giden ve İngiliz toplumunu blasé bilen biri olarak ilk kez bu ülkede birilerinin filmi yarıda bırakıp sinema salonunu terk ettiğine şahit oldum. Öyle 3-5 kişi de değil, salonun yarısı boşaldı.

Heyecanla tavsiye mi etsem, asla izlemeyin mi desem bilemiyorum. İzleyeceğim filmleri seçerken 1- filmin bana ufak tefek alakasız bilgiler de olsa yeni bir şey katıp katmayacağına, 2- beni kafa yormaya değer bir konuda düşündürüp düşündürmeyeceğine bakıyorum. Bu iki şartın birine sahip olmayan bir filmi izlemek bana zaman kaybı gibi geliyor. Compliance'ın bana kattığı tek şey "Bazı insanlar ne kadar aşağılık, bazıları ne kadar beyinsiz" diye düşündürmek oldu, bunun da kime ne artısı olur bilmiyorum, ama saatlerdir hala filmin etkisinden çıkamadıysam demek ki gördüğüme değmiş.

İzler misiniz, izlemez misiniz siz karar verin. Ama izlemeyecekseniz bari senaryonun özetini bulup okuyun. Böyle bir şeyin gerçek hayatta nasıl defalarca kez yaşandığını insanın aklı almıyor.

Thursday, 18 October 2012

smile like you mean it

İnternette zaman öldürmekten başka hiçbir şey yapmadığım günler moralimi fena bozuyor. Akşam olup da bütün gün hiçbir şey üretmeden ya da herhangi bir şey deneyimlemeden ot gibi yaşadığımı fark ettiğim an depresifleşiyorum. Bu aralar yine sosyal ortamlardan elimi eteğimi çektiğim, Starbucks çalışanları ve netten aldığım şeyleri getiren postacılardan başka kimseyle iletişim içinde olmadığım bir dönemden geçiyorum. Sosyal kelebek ruh halinde olduğum dönemlere dönüp bakıyorum da, o rahatlıkla insan içine çıkan, çevresindeki kalabalıktan zevk alan insan ben değilmişim gibi geliyor. İnsanlarla nasıl o kadar kolay iletişim kuruyormuşum, gerçekten hayret ediyorum. Kendimi sırf yapacak bir şeyler olsun diye sürekli online alışveriş yaparken buluyorum. Alıp hiç giymediğim giysiler dolabıma, kullanmadığım ıvır zıvırlar artık odama sığmıyor.

En son bu yüzükle kendimle nişanlanma kararı aldım, o kadar sıkılıyorum yapacak şey bulamamaktan.



İş sahibi olmak istiyorum artık!

**

1001. post'um kutlu olsun.

Wednesday, 17 October 2012

asshats

Bloguma rastgele ulaşan abazan erkek modellerine hedef olmaması için adını vermek istemediğim, Türkiye'deki eşcinsel kadınların sosyalleştiği bir site var. Oraya bakınırken üyelerden birinin "Pasif, birlikteliğin pembe yani 'dişi' tarafını simgeliyor" şeklinde bir yazısına denk geldim. Kendi de eşcinsel olduğu halde iki kadının ilişkisini pasif-aktif, pembe-mavi, dişi-eril gibi heteronormatif/ataerkil kavramlar üzerinden tanımlayacak kadar asimile olmuş tiplere gerçekten tepem atıyor; o yüzden yazıyı yazan kişiye yönelik ilk düşüncem "Sen neyin kafasını yaşıyorsun" oldu. Daha sonra yazının altına yazılan yorumlara baktım, aklımdan geçenleri dile getiren tek kişinin de diğer tüm üyelerden "Geç bu feminizm muhabbetlerini" tepkisi aldığını gördüm.

Maalesef bu sitede ve Türkiye'deki eşcinsel ortamlarda bu zihniyet çoğunlukta. Ve Türkiye eşcinsel altkültürüne hakim olan muhafazakarlık burada sona ermiyor. Daha az önce profiline seks aradığını yazan bir kadının "Sitemiz 'sex' değil arkadaşlık sitesidir, bu tarz arayışlarınız özeldir ve özelinizde yapmalısınız" bahanesiyle siteden atıldığını gördüm (seks'in Türkçe'de sex olarak yazılmasına ne kadar uyuz olduğuma girmiyorum bile). Kadına cinselliğini yaşama izni verilmemesi, cinselliğin (ya da kadınların hayatlarının) "özel" olarak nitelendirilerek tabulaştırılması gibi ataerkil düşünce biçimlerinin kadınlar tarafından diğer kadınlara dayatılmasını bir problem olarak görmüyor mu kimse? Seks arayanlara aşk propagandası yapan bu kafadaki insanlar, mevsimde bir üç gündür tanıdıkları insanlara "hayatımın aşkı" diye hitap edip Facebook'ta soyadlarını değiştirerek aşk kavramını çocuk oyuncağı haline getiren tipler aynı zamanda.

Muhafazakar eşcinsel modelinden gerçekten hiç hazzetmiyorum.

Tuesday, 16 October 2012

antiviral

En son Kanada'ya tatile giden arkadaşlarımın evlerine ve kedilerine baktığımdan bahsetmiştim. Başkasının evinin ve en kaprisli insanlarla yarışacak derecede el bebek gül bebek büyütülen kedilerinin sorumluluğunu almak omuzlarıma çok ağır geldi. Beş gün boyunca üşenmeden her gün yarım saat uzaklıktaki evlerine gidip geldim, evlerinin temizliğine ve kedilerinin bakımına kendi evime ya da kedime göstermediğim derecede özen gösterdim. Kendi kedimin mama ve su tası her zaman dolu olur, canı istediğinde gidip yer içer, dışarı çıkmaz, kumundan başka yere tuvaletini yapmaz. Bu baktığım kedilere her sabah 8'de ve her akşam 7'de 40'ar gram kuru mama + üzerine 10 adet kuru mama serpiştirilmiş yarımşar paket ıslak mama verilmesi gerekiyordu. Bir de bir tanesi ev kedisi değil, işin yoksa akşam akşam dışarıda onu ara. Diğeri de günde üç kez salonun orta yerine iğrenç kokulu bir hediye bırakıyor. Özetle beni aşan bir şey oldu bu hayvan/ev bakma deneyimi.

Tüm bunlara rağmen kedilere o kadar bağlandım ki, anahtarı teslim ederken içim bir fena oldu. Cumartesi gecesini arkadaşlarımın parti davetini geri çevirerek yatakta elektrikli battaniye ve kucağımda kıvrılıp uyuyan kediler eşliğinde kitap okuyarak geçirmek gerçekten çok, çok güzeldi. Ve böyle huzurlu bir ev yaşantısını ne kadar özlediğimi fark ettim. Her sene yeni bir eve taşınmaktan, yaşadığım hiçbir eve kök salamamaktan çok bıktım. Bana aitmiş gibi hissettiren bir ev bulayım, sene sonunda taşınma korkusu olmadan içini istediğim kadar ıvır zıvırla döşeyeyim ve eve gittiğimde beni bekleyen bir sevgilim ve kedilerim olsun istiyorum. Severek gittiğim bir işim olsun istiyorum. Keşke isteyince olsa.

**

56. Londra Film Festivali geçen hafta başladı. Gittiğim ilk film Beyond the Hills adıyla gösterilen Dupa Dealuri oldu. Uzun ve kasvetli, ama etkileyici ve izlenmeye değer bir filmdi. Daha sonra yönetmen Cristian Mungiu ile yapılan söyleşi de bana iyi ki gelmişim dedirtti. Ekşi Sözlük'te gördüğüm kadarıyla Filmekimi'nde de gösterilmiş ve gişe filmi izleyicileri kategorisinde olduklarını tahmin ettiğim insanlar sıkıcı bulmuşlar. Anlam veremedim. Ahlaki ikilemleri işleyen filmleri seviyorum.

Cumartesi günü festivale ara verdikten sonra Pazar günü Marion Cotillard söyleşisine gittim. Jeux d'Enfants'dan beri kariyerini takip ettiğim ve hastası olduğum Cotillard'ı dünya gözüyle o kadar yakından görmek hayatımın en unutulmaz anları listemde kesinlikle üst sıralara oturdu.



Dün akşam David Cronenberg'in oğlu Brandon Cronenberg'in debut filmi Antiviral gösterimi ve daha sonra Cronenberg'le söyleşi vardı. Bende tekrar tekrar izlenecek bir film izlenimi yaratmamış olmasına rağmen çok görsel ve celebrity kültürünü mükemmel bir şekilde eleştiren bir filmdi.

Film festivallerine bayılıyorum. Hem gelen izleyici ve sinemadaki atmosfer bir başka oluyor, hem de film sonrası söyleşiler sinema deneyimine ayrı bir boyut katıyor. Keşke ayda bir falan film festivaline gidebilsem.

**

Kolları bana çok uzun gelen Burberry trençkotum için günlerce terzi aradım. Ucuz olan terzilere güvenemedim, gözüme güvenilir görünen terzilerin de bir kol kısaltmak için neredeyse 150TL istemesi kazıklanmama prensibime çok ters düştü. Sonuç olarak trençkotu Burberry'nin Regent Street'teki ana mağazasına götürdüm. Normalde terzileri bedava çalışıyormuş, outlet mağazasından alınan ürünler için 25 pound (75TL) gibi cüzi bir ücret alıyorlarmış. Londra'da bulabileceğiniz en ucuz mahalle terzisinin en az 20 pound isteyeceğini düşünürseniz çok ucuz bir rakam. Hem kollarda değişiklik yapıldığı hiç belli olmuyor, hem de yanında çok şirin bir taşıma kılıfı verdiler. Böylece 1000 pound'luk bir trençkotu sadece geçen senenin modeli olduğu için 274 pound'a almış oldum. Londra'ya alışveriş için gelen ve Burberry outlet mağazasına uğramak isteyenlerin aklında bulunsun. Türkiye'ye dönecekseniz vergi iade formu doldurarak daha da ucuza getirebilirsiniz.

 **

Bu aralar Facebook listemde gözüme çarpan bir trend var: İstanbul'da yaşadığım dönemde gay olarak tanıdığım kadınlar erkeklerle evlenerek çoluk çocuğa karışıyorlar. Mahalle baskısına hedef olmama çabası mı, başka türlü çocuk sahibi olamayacaklarını düşünmeleri mi, kendilerini şartlaya şartlaya gerçekten aşık olduklarına mı inandırıyorlar, bilmiyorum. Ama gerçekten çok iç acıtıcı bir şey. Hem mutsuz/tatminsiz bir hayat yaşayacak olan kendilerine, hem bilerek ya da bilmeden böyle bir duruma düşen erkeklere, hem de dünyaya gelen çocuklara yazık.

Gerçekten ailesinden ya da toplumdan kabul görmek için böyle yalan hayatlar sürenler için en ufak bir sempati ya da saygı yok içimde. Hayatını dürüst ve açık bir şekilde sürdüren eşcinsellerin başına ne geliyorsa homofobiklerden geldiği kadar böyle karaktersiz insanlardan geliyor.