Thursday, 31 May 2012

you've got beautiful eyes, they travel down history

Şu kürtaj muhabbetinde ülkem prehistorik zihinlerinden birbiri ardına saçma sapan laflar geliyor. Gerçekten okudukça depresifleşiyorum. Ciddi anlamda tiksiniyor ve insanların bunun üzerine bile hala patlama noktasına ulaşmamasına hayret ediyorum. Umutsuzlaşıyorum.

**

Dün akşam National Theatre'a Christopher Eccleston'lu Antigone'yi izlemeye gittim. Aylar öncesinden biletler tükenmişti, ama tam iade edilen biletlerin son anda yeniden satıldığı güne denk gelerek en ortada, en önde bir koltuğu çok çok indirimli bir fiyata bulmayı başardım. Tiyatroyu en önden izlemek, her detayı görmek bir başka oluyor.


Oyun öncesi aylardır gitmek istediğim, ama nedense her heveslenişimin kapalı olduğu Pazartesi gününe denk geldiği ve dolayısıyla gidemediğim BFI Mediatheque'e gittim. Eğer Londra'ya yolunuz düşerse mutlaka tavsiye ederim, ücretsiz olarak   tüm BFI milli arşivini izleyebiliyorsunuz. Akla gelebilecek her türlü şeyden oluşan binlerce filmlik bir arşiv. 150 videodan oluşan LGBT temalı koleksiyonlarına göz atarken 1992 yapımı bir kısa filme denk geldim. Zaman zaman gittiğim bir barda görüp güzel olduğunu düşündüğüm bir kadının gençlik haline rastladım. Aynı koleksiyon içinde izlediğim alakasız bir başka kısa filmde de o vardı. Dünya gerçekten küçük.



**

Yarın D, diğer kız arkadaşı ve ben Manchester'a gidiyoruz. Geldiğimde nasıl geçtiğini bildireceğim.

Tuesday, 29 May 2012

release me from the heatwave

Türkiye gündemini düzenli olarak takip etmiyorum. Çok dolu bir haftasonu geçirdim, o yüzden gündemi kürtajın işgal ettiğini yeni öğrendim. Ekşi sözlüğe bir girdim, "karnındaki çocuğu öldürme hakkı isteyen kadın" gibi mal mal başlıklar, "kürtaj yasağı" temalı entryler dolmuş.

Türk toplumunun yakın zamanda prehistorik çağdan günümüze adım atacağına dair en ufak bir umut kırıntısı taşıyor olsaydım, o da o yazılanları gördükten sonra yok olurdu.

Öncelikle, hiçbir erkeğin kürtaj hakkında atıp tutma hakkı yok. Kendileri çocuk taşıyabilecek hale geldikleri zaman yorum yapabilirler.

İkinci olarak, kürtaj karşıtı örümcek kafalılara karşı yapılan "Ama kadın tecavüze uğrarsa, çocuğu engelli doğacaksa kürtaj olmasın mı" argümanı sinirime dokunuyor. Kadının vücudu kendisine aittir, üzerinde kimse hak iddia edemez. Dolayısıyla kürtaj kararı da YALNIZCA kadına aittir. Kadın kürtaj kararını meşru göstermek için tecavüz, engel gibi şeyleri neden göstermek zorunda değildir. "Ama babanın söz hakkı yok mu" insanları sırf adamın birisi 3-5 saniyeliğine spermiyle olaya katkıda bulundu diye vücutlarında istemedikleri bir ağırlığı 9 ay taşımanın, sonra da hayat boyu onun bakımıyla uğraşıp sorumluluğunu üstlenmenin nasıl bir his olabileceği üzerinde düşünebilirler.

Bir diğer sinir olduğum nokta ise bu miladi zihniyete sahip insanların doğmamış, fasülye kadar bir fetüsten "bebek, çocuk, canı ve ruhu olan şey" gibi bahsederek Emrah edebiyatı yapmaları. 

Gezegenin doğal kaynakları şimdiden tam kapasite çalışırken, daha fazla nüfusu kaldıramayacak haldeyken ve milyonlarca yetim çocuk varken üremeyi gerekli görenleri de ayrı bir garip karşılıyorum.

Özetle kürtaj karşıtı insanlardan hiç hazzetmiyorum. İnanan biri olsam tüm bu tartışma içimde "Allahım aklıma mukayet ol" deme isteği uyandırırdı.

**

Cuma sevgilimle üniforma partisine gittik. Bodrum katı dungeon olan bir pub'da 20-30 tane askeri/polis üniformalı kadınla takılmak son derece gerçeküstü bir deneyimdi. Cumartesi sabahı yokluğumda gelmiş olan kürk pelerini almak için postaneye gittik. Böylece haftaya Manchester'daki konferansta giyeceğim prenses kostümü tamamlanmış oldu. Oradan nehir kenarına gittik, Globe Theatre'da Haluk Bilginer'in oyunu vardı. Güneşin alnında pişerek bitse de gitsek modunda oyunu izledikten sonra kendimizi en yakın yeşil alana attık. Eve geldik, yemek yapıp yedik ve yorgunluktan erkenden sızdık. Pazar sabahı güneşli ve 27 derece olan havayı görünce içimi deli bir pikniğe gitme arzusu kapladı. Marketten bir şeyler alıp Battersea Park'a pikniğe gittik. Mükemmeldi. 

Hava çok, çok sıcak. Klimamı özlüyorum.




Thursday, 24 May 2012

all i've felt was leading to this

Uzun zamandır Olimpiyatlar'a bilet almayı düşünüyor, ama bir olay olmasından korkan arkadaşlarımın da etkisiyle "Ya başıma bir şey gelirse" mantığından kurtulamıyordum. Bugün bir daha ne zaman Olimpiyat'a denk geleceğim diye düşünerek biletimi aldım. Hadi bakalım.

Dün tıkış tıkış bir koltukta neredeyse dört saatlik bir uçuş deneyimi yaşayıp geceyarısı Londra'ya indim. Saniyesi saniyesine son treni yakaladıktan ve tanrının unuttuğu bir istasyonda gece gece ikinci bir tren bekledikten sonra eve geldiğimde saat 1.30'a geliyordu. Uyumadan önce bir gelen mektuplara bakayım dedim. BBC Hackney Weekend biletim ve eBay'den aldığım bir şeyin yokluğumda geldiğini belirten kartın arasında adresin el yazısıyla yazıldığı, hiçbir posta damgası ya da pul taşımayan bir zarf duruyordu. Merakla açtım, içinden bir tanecik sevgilimin yüzlerce "Seni seviyorum"la doldurduğu, beni çok özlediğini söyleyen bir "Eve hoşgeldin" mektubu çıktı. Yine ailemi ve evimi geride bırakmanın ve yol yorgunluğunun yol açtığı dandik, aksi ruh halimin yerini anında deliler gibi aşık, mutlu bir his aldı. Benim için kimse böyle bir şey yapmamıştı, nasıl mutlu ve şanslı hissettim, anlatamam.

Norveç'te Brusand'dan otele dönerken trende yıllardır dinlemediğim Lamb-Gorecki'yi dinlemiştim. Buz gibi soğuk bir günde hiç bilmediğim bir ülkede tek başıma kalkıp trenle uzak bir sahil kasabasına gitmenin, kilometrelerce yürüyüp bomboş ve görkemli kumsala ulaşmanın, saatlerce tek bir insana bile rastlamamanın verdiği yalnız ve romantik bir ruh hali içindeydim. O şarkıyı dinlerken ilk keşfettiğimde hissetmediğim bir özdeşleşme hissettim sözleriyle. O an, hayatımda bana nasıl hissettirdiğini hiç unutmayacağım anlardan biri olarak yerini aldı.

Wednesday, 23 May 2012

i won't hurt you, unless you ask me to hurt you

Tam İzmir'e alışmıştım ki, Londra'ya dönüş zamanı geldi. Az sonra bahsedeceğim şey dışında süper bir tatil geçirdim. Ben 30-35 derece günlük güneşlik bir hava beklerken çoğu gün kısmen kapalı ve serindi, ama yine de bir gün Ilıca'da ve bir gün Kuşadası'nda deniz-kum-güneş faslı yapmayı başardım.

O da değil, Londra bugün 27 derece ve güneşliymiş. Mayıs ayında görülmemiş şey gerçekten. Bugün daha erken saatte dönüyor olsam, yarın sabah uyanır uyanmaz kendimi Brighton'a atar ve bütün gün güneşlenirdim.

Kötü şey demişken, bir buçuk yıl önce aldığım Sony Vaio laptop'um yavaşlama belirtileri göstermeye başlamıştı, ama yaşına göre kabul edilebilir bir yavaşlamaydı. Türkiye'ye geldiğimde hızı gittikçe azalmaya başladı, öyle ki Pazar akşamı Windows'un başlayabilmesi tam olarak 3 saat 45 dakika sürdü. Virüs falan bulaştığı sonucuna varıp geri bir tarihe almaya çalıştım, ama yapamadı. İçindekileri alıp format atayım dedim, denediğim hiç bir taşınabilir belleği tanımadı. 36 saat falan uyumak ve yemek yemek dışında full bununla uğraştıktan sonra laptop'un annemin işyerindeki IT bölümüne gitmesine karar verdik. Hard diskin sizlere ömür olduğu ve içindeki dosyaların kurtarılmasının mümkün olmadığı ortaya çıktı. Laptop hala garanti kapsamında olduğu için Sony'i aradık, ertesi gün İngiltere'ye döneceğimi ve hemen tamir edilmesi gerektiğini söyledik, 2 saatte hard disk'i değiştirip laptop'umu geri verdiler. Binlerce fotoğraf, şarkı, ebook kaybettim, ama bilgisayarsız kalmadığıma şükrediyorum. Giderken bunu burada bırakmak zorunda kalsaydım çok kötü olurdu, yeni bir laptop istemiyorum çünkü. Bilgisayardır, telefondur, iPod'dur, kameradır türü teknolojik bıdılarımı 4-5 sene geçip iyice kullanılamaz hale gelene kadar kullanıyorum; tamir edilemez ya da garanti süresi dolduğu için tamiri çok pahalıya gelecek durumda olmaları dışında bu bahsettiğim şeylerin yenisini almak bana kafayı teknolojik trendlere kaptırıp giden enayi insan modeli olmak gibi geliyor. O yüzden yeni bir laptop almak zorunda kalmadığıma çok sevindim.

Geçen haftasonu babam bana "Bak bakalım bunu hatırlayacak mısın" diye Timo Maas'ın Brian Molkolu şarkısı Pictures'ı dinletti. Çok sevmeme rağmen 7 yıldır dinlememiştim, gerçekten de şarkının varlığını unutmuşum. O zaman bana pek bir şey ifade etmeyen sözleri şu anda anlamlandırabiliyor olmam da ilginç bir şey.

Friday, 18 May 2012

what a shame

Geçen gün profil fotoğrafını değiştirdiği notification'ı gelince Türkiye'deki eski sevgililerimden birinin profiline yönlendim. Birlikte olduğumuz zaman (4 yıl önce) hiç bir erkekle birlikte olmamış olan ve olmaya niyeti yokmuş gibi görünen bu insanın profilinde bir erkekle ilişkide olduğunu görünce şoke oldum. Bilmem kaç sene önce Türkiye'de bulunduğum bir dönemde sevgilimsi olduğum ve bana kendini eşcinsel olarak tanıtan biri daha şu anda bir erkekle birlikte. Gerçekten çok şaşırtıcı.

Bu insanların ikisi de ailelerinin eşcinsel olduklarını öğrenmesinden fena halde korkan tiplerdi. Gerçekten biseksüel olmaları ve cinsel yönelimleri konusunda kafalarının karışık olması mümkün değil mi, mümkün tabii. Ama ben bu insanlarla yaşadığım şeylere dayanarak (en azından birinin) tamamen kendilerini kandırmakta olduklarını, "Kendimi karşı cinsten hoşlanmaya zorlarsam belki gerçekten hoşlanırım" zihniyetinde olduklarını düşünüyorum. Buna gerçekten inanıyorlar mı bilemiyorum. 

Geçen sene yine Türkiye'den bir arkadaşım bana "artık eşcinsel olmak istemediğini" ve kendini "normal" olmaya zorlamaya karar verdiğini, bunun için bir erkek arkadaş edindiğini söylemişti. Bu üç insan da aynı mantıkta sanıyorum ki: Kendi eşcinselliklerinin "yanlış" olduğuna inanmalarına neden olan içselleştirilmiş bir homofobi, benliğini kaybedecek hale gelene kadar kendini kandırmak, homofobiye maruz kalma riskine girmemek için ot gibi yaşayıp gitmeyi seçmek.

Ne kadar da üzücü.

Tuesday, 15 May 2012

we'll never feel so safe again, but love always remains

Geçtiğimiz hafta oldukça ilginçti. Yazacak vaktim olmadı.

Salı akşamı İKSV'nin çok daha büyük ve İngiliz versiyonu olan BFI'da 1982 yılından kalma, iki kadın atletin ilişkisini anlatan bir film olan Personal Best'in gösterimine gittim. Eski filmlerden zevk alan biri olamadım asla, ancak bu film çok hoşuma gitti. Hem eğlenceli, hem de bu aralar Londra'yı baştan aşağı saran Olimpiyat ruh haline uygun bir filmdi.

Çarşamba akşamı tam laptopumu kapatıp yatmak üzereydim ki, Barack Obama eşcinsel evliliğe destek verdiğini açıkladı.

Perşembe günü London School of Economics'in kütüphanesinde yer alan LGBT arşivinde bir workshop'a katıldım. Arşiv adından da anlaşılabileceği üzere eşcinsel, biseksüel ve trans bireyleri ilgilendiren gazete, dergi, poster, el ilanı gibi belgeleri topluyor ve LGBT kültürün kaydını tutuyor. Workshop oldukça ilginçti, 1940'lardan kalma eşcinsel dergilerine göz atma fırsatı yakaladım. Daha sonra bir soru-cevap session'ı vardı. Birisi Obama'nın önceki akşamki açıklamasından bahsetti. Ben, ve çevremdeki pek çok eşcinsel, görevdeki bir ABD Başkanı'nın ilk kez açıkça eşcinsel evliliği desteklemesine tarihin dönüm noktalarından biri olarak bakıyorduk. O açıklamayı gördükten sonra gerçekten mutluluktan ağlamak istedim, ABD Ordusu'ndaki 'don't ask, don't tell' muhabbetinin kaldırılmasından beri ABD'deki bir gelişmenin beni bu kadar mutlu ettiğini hatırlamıyorum. ABD ile en ufak bir alakası olmayan biri olmama rağmen hayatımda ilk kez eşcinsel evliliğin ABD'de, İngiltere'de ve hatta Türkiye'de mümkün olacağını ve dünya gözüyle bunu görebileceğimi hissettim. Workshop'ta benim eşcinsel hakları açısından cidden önemli bir adım olarak gördüğüm bu açıklama hakkında "Onun böyle demesi neyi değiştiriyor ki" diyen biri vardı. Obama'nın o açıklamayı seçim öncesi "pembe oy"u toplamak için yapmış olması benim için önemini azaltmıyor. ABD'de eşcinsel evliliğin eyaletlerin inisiyatifine bırakılmış olması nedeniyle Obama'nın eşcinsel evliliğe arka çıkması yasal olarak pek bir şey ifade etmeyebilir, ancak yine de bu anın neden bu kadar önemli olduğunu açıklamak zorunda olmadığıma, azıcık common sense sahibi insanların bunu kavrayabileceğine inanıyorum.

İngiltere'de bu aralar eşcinsel evliliğin yasallaşması gündemde. Eşcinseller şu anda dini olmaması dışında evlilikle tamamen aynı anlama gelen "civil partnership" olayına girebiliyorlar, ancak evlenemiyorlar. Birkaç aşırı dinci grup dışında ülkenin çoğu eşcinsel evliliğe sıcak bakıyor ve yakın zamanda eşcinsel evliliğin İngiltere'de mümkün hale geleceğine inanıyorum. Darısı diğer ülkelerin başına.

Cuma akşamı BFI üyeleri için yönetmen Asif Kapadia ile bir söyleşi vardı. Söyleşiden sonra Kapadia'nın kendisine en çok ilham veren film olarak nitelediği Do the Right Thing gösteriliyordu. Her ay iki kez yapılan ve ünlü isimlerin konuk edildiği bu üyelere özel ücretsiz gösterimlere bir ay öncesinden başvurmak gerekiyor ve biletler kurayla veriliyor. Bu ay nasıl olduysa bana iki tane bilet denk geldi, sevgilimle gittik.

Film öncesi Thames nehri kıyısındaki Las Iguanas'ta Pescado a la Macho adlı über bir yemek yedik. Kerevit, karides, kalamar ve midye beyaz şarap ve paprikalı bir sosla pişirilip pilavla birlikte servis edilmişti. Hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Yemek eşliğinde içtiğimiz güzelim Şili şarabı beni kısmen çakırkeyif yapmıştı zaten. Oradan BFI'daki gösterim öncesi kokteyle gittik, bedava alkolü görünce kendimi tutamadım. Alkol eşliğinde daha da eğlenceli hale gelen Do the Right Thing son derece izlenesi bir filmdi, tavsiye edilir.

Cumartesi günü hayatımda üçüncü kez motora bindim. Sevgilimle önce aylardır görünmeyen güneşin tadını çıkarmak için Whitstable'a gittik (Sarah Waters hayranları orayı Tipping the Velvet'teki istiridyeci kızın yaşadığı kasaba olarak biliyorlar). Yengeçli sandviçlerimizi ve piknik battaniyemizi alıp deniz kenarına kurulduk. Oradan İngiltere'ye ilk taşındığımda yaşadığım Canterbury'e geçtik. Özlemişim. Motor üzerinde bir buçuk saatlik bir mesafenin popo ve bacaklarımın içine etmesi dışında çok, çok güzel bir gündü.


Onun dışında evdeydim. Yarın bir haftalığına İzmir'e gideceğim, o yüzden D beni görmeye geldi. Onu görmeden sekiz gün nasıl geçireceğim, bilmiyorum. Düşüncesi bile içimi bir fena yapıyor. Ne zaman evime gelse gittikten sonra içime çok, çok kötü bir ağırlık çöküyor. İlk bir saat kendimi çok yalnız hissediyorum.

Monday, 7 May 2012

my best friends are all listening to crunk

Bu aralar Facebook listemdeki Türkiye insanlarının yarısı yurtdışında yaşıyor. Bunlar içinde bir grup insanın "Ülkemi özledim, ah gurbet" temalı update'lerine denk geliyorum sık sık. Ve bu insanlar gittikleri ülkede sürekli Türkler'le takılan, Türk mekanlarına giden, Türk yemekleri yiyen, internetten Türk gazeteleri okuyup Türk televizyonu izleyen, Türk müziği dinleyen, siyasetinden futbol maçı skorlarına kadar ülkede olan biten her şeyi takip eden tipler.

Ben bu seneki ev arkadaşımın tesadüfen Türk olması dışında Londra'da en ufak bir Türk çevresi olmayan, Türk mekanlarına gitmeyen, ülkede olan biteni pek takip etmeyen ve Türkiye'deki arkadaşlarıyla ancak onlar istediğinde ya da Türkiye'ye gideceği zaman konuşan biriyim. Haftada bir falan buradaki gazetelerde Türkiye'yle ilgili bir haber var mı diye bakıyorum, onun dışında çok çılgın bir şey olursa zaten ekşi sözlük'te sol frame'de görürüm zihniyetindeyim. Düzenli olarak Türkiye'den sadece annemle ve babamla konuşuyorum, her hafta mail'leştiğim biri var, birkaç arkadaşımla Facebook'ta arada konuşuyoruz, onun dışında Türkiye'yle pek bağım yok orada olmadığım zaman. Ve İngiltere'de yaşadığım dört yıl boyunca bir kez olsun "aaahhhh gurbet" türü bir şey hissetmedim.

Bu ülke özlemine yol açan şeyin ülkeyle bağlarını koparmama olduğunu düşünüyorum. Eğer insan herhangi bir sebepten uzun süreli olarak yurtdışında yaşamayı planlıyorsa, o bağların kısmen kopması, ya da en azından fena halde esnemesi gerekiyor. İnsanın enerjisini ve dikkatini taşındığı ülkedeki hayata, insanlara, kültüre uyum sağlamaya vermesi gerekiyor. Yoksa Amerika'nın bilmem ne kentinde "Küçük Türkiye" arayan, orada yaşamın tadını çıkarmak yerine evde oturup "Ah İstanbul İstanbul olalı" diye Sezen şarkılarına ağlayan tipler oluyorsunuz.

Benim bağlarım hiçbir zaman güçlü değildi, belki o yüzden zorluk yaşamadım ve bana söylemesi kolay geliyor. Bilmiyorum. Oluşundan günler sonra öğrendiğime göre Sibel Kekilli "Yüzde 10 Türk hissediyorum" demiş ve çılgın, gözü kapalı milliyetçiler sinirden kendilerinden geçmişler. O lafa katılmadan edemedim, yüzde 10 bile benim için şüpheli hatta.

**

Londra'da süper sample sale'ler oluyor. Kısa süreli olarak ünlü markaların eski sezon, gelecek sezon ya da vitrin ürünleri %70'i bulan indirimlerle satılıyor. Sadece aksesuar ve ayakkabılardan oluşan ve Balenciaga, Miu Miu, Marc by Marc Jacobs gibi markaların yer aldığı bir sample sale'e davetiye bulmayı başardım geçen hafta. Çanta fiyatları gittiğim diğer indirimlere göre yine de tuzluydu, ama aşağıda görmekte olduğunuz £80 değerindeki Marc by Marc Jacobs flip flop'ları 25 pound'a almayı başardım. Bir tane vardı, pembeydi ve ayağıma tam oldu. Mutlu oldum.


Camden'daki sample sale sonrası nasıl olsa Kuzey Londra'dayım diyerek sevgilim ve çocuğuyla buluştum. Çocuklardan pek hazzetmeyen ve hayatında hiç çoluk çocuklarla iletişimi olmamış biri olarak fena halde stres yapmıştım nasıl olacak diye. Ama gayet iyi anlaştık. Kendimi Nando's'un aile bölümünde oturup bebek beslerken buldum. Çok acayipti. İyi acayip ama, kötü acayip değil.

Thursday, 3 May 2012

kiss me and comfort me, my sweet

Bugün aklıma 4-5 yıl öncesinden kalma, bir o kadardır dinlemediğim bir şarkı takıldı. Akşam gideceğim sauna partisi için oje sürdüğüm sırada arka arkaya milyon kere dinledim.

O kadar güzel ki.

Wednesday, 2 May 2012

let me kiss you hard in the pouring rain

Geçen hafta Norveç'e gittim. Döneli birkaç gün olmasına rağmen günlerim fena halde koşuşturmaca geçti, ancak  yazacak zaman bulabiliyorum.

Norveç ilginç bir deneyimdi. "Yaşasın deniz ürünleri!!" şeklinde bir heyecanla gitmiştim, ülkedeki yeme-içme fiyatlarını görünce nasıl bir şoka girdim anlatamam. Ülkenin en büyük dördüncü şehrinde olmamıza rağmen her şey Londra fiyatlarının üç, Türkiye fiyatlarının ise beş katıydı. Marketlerde bir kutu kola 12TL'ye satılıyordu. En sıradan ve ucuz restoranlarda içecekler ve bahşiş dahil olmadan bir akşam yemeği kişi başı 150TL civarındaydı. Son derece salaş barlarda bile bira fiyatları 30TL'den başlıyordu, yüksek alkollü bir biranın şişesinin 120TL olduğuna denk geldim. Stavanger bile böyleyse Oslo'yu düşünmek dahi istemiyorum. Yurtdışına çıkınca yerel yemekleri olabildiğince tatmak isteyen, oturup uzun uzun yemek yemeyi turist deneyiminin en önemli kısımlarından sayan biriyimdir. Hayatımda ilk kez yabancı bir ülkede yerel yemek falan demeyip öğle yemeklerini tamamen açlık giderme amacıyla marketlerden olabildiğince ucuz şeyler alarak geçiştirmek zorunda kaldım. İnanılmaz cidden.

Bir de birlikte yemek yediğimiz insanların bazıları Londra'da yaşadığımı duyunca "Londra da amma pahalı şehir" türü yorumlar yaptılar. Şaka gibi gerçekten. Londra'da kişi başı 150TL'ye Michelin yıldızlı restoranlarda başlangıç + ana yemek + tatlı yeniyor.

Astronomik fiyatlar dışında Norveç gördüğüm kadarıyla inanılmaz bir ülkeydi. Tekneyle bütün gün fiyordları gezdim, 1 km yürümeye üşenmeyip dünyanın en güzel kumsallarından biri seçilen bir plaja gittim; kanımı donduran soğuk ve rüzgara, her tarafıma kaçan kumlara aldırmadan Londra'dan getirdiğim dandik Evening Standard gazetesini serip üzerine oturdum. Görünürde tek bir insan olmamasının tadını çıkararak o inanılmaz manzaraya karşı oturdum, hayatımın aldığı yönü düşündüm.

Karşınıza gitme fırsatı çıkarsa Güneybatı Norveç tarafına mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Mümkünse yaz sezonunun başlamadığı, havanın size kuzeyde olduğunuzu hissettirecek kadar soğuk olduğu ve bölgenin doğa harikalarını ziyarete gittiğinizde etrafın turistlerle kaynamadığı bir zamanda.

Hayatta güzelim bir kumsala kışın kimse yokken gitmek kadar huzur verici çok az şey biliyorum.

**

Yarın sevgilim akşam yemeğine gelecek. İngiliz sevgililere Türk mutfağını tanıtmayı kendine görev bilen, ancak hayatında Türk yemeği taş çatlasa 2-3 kere pişirmiş biri olarak üşenmedim, ona kalamar dolması ve yalancı mantı yapmaya karar verdim. Kalamarlarımı ricotta ve pesto ile dolduracak, nette bulduğum tüm tariflere ters düşen babamın tarifiyle pişireceğim. Yapabilmek için internetten yufka siparişi vermemi gerektiren yalancı mantının ise nasıl olacağı merak konusu.

Umarım her şey yolunda gider ve bu işin altından kalkabilirim.


Monday, 23 April 2012

you fit me better than my favourite sweater

Aylardır arada sırada aklıma gelen bir şey var:

Ben "garage sale" söz öbeğinin Türkçe'de kullanılmasından fena halde nefret ediyorum. 

Kesinlikle Türkçe'ye-İngilizce-karıştırıp-dilimizin-içine-ediyorlar-bik-bik-bik insanı değilim. Ama bazen insanlar öyle laflar seçiyorlar ve onların öyle çok bokunu çıkarıyorlar ki, duymaktan bana sıkıntı geliyor.

Garage sale deyişinin kökeni insanların ıvır zıvır eşyalarını isimden de belli olduğu üzere genelde garajlarında satmalarına dayanıyor. Türkiye nüfusunun yüzde ikisinin falan garajı vardır herhalde. O yüzden bu lafın kullanımına sinir oluyorum. "Bahar temizliği" deseniz ve yaz-kış o lafı kullansanız bile daha iyi. 

"Garage sale" yerine kullanılabilecek bir laf öneremiyor olsam da, artık bunu görmek istemiyorum.

Bir diğer uyuz olduğum ithal deyiş:

"Nom nom nom"

İşte bu içimde tam anlamıyla kusma isteği yaratıyor. Garage sale x 1000.

**

İlk görüşmemizin üzerinden 8 hafta 2 gün, St. Patrick's Day'e denk gelen ilk date'imizin üzerinden ise 6 hafta 2 gün geçti. Hala çılgınlar gibi aşık bir ruh halindeyim. 

İki ay benim için kritik bir dönem. Şu ana kadar kime aşık olduğumu sandıysam, iki ay içinde mutlaka o heyecan ve aşkımsı hisler yok oldu. O kadar ki, şu ana kadar hiç gerçekten aşık olmadığım sonucuna ulaşmamın sebebi bu: Bu kadar kısa zamanda yok olan, bu kadar dayanıksız hisler bütünü aşk olamaz, olsa olsa infatuation (yoğun, ancak kısa süreli, aşık olduğunu sanma hali). 

Ayrıca şu ana kadar birlikte olduğum tüm insanların istisnasız hepsinin uyuz olduğum ufak özellikleri vardı: Saçlarını her gün yıkamamaları, ellerine bakmamaları, sinirime dokunan bir şekilde yürümeleri, garip kelimeler kullanmaları, aksanları, bilmem neleri. Bu özellikleri görmezden gelmeye çalışmak ilk günlerin heyecanı geçtikçe daha da zorlaşırdı ve iki ay sınırına dayandıktan sonra o minik şeylere de dayanamaz hale gelirdim. Şu anki sevgilimin içten içe değiştirmek istediğim en ufak bir özelliği yok. En ufak detayına kadar her şeyine bayılıyorum, her yönüyle benim için mükemmel. Ve hislerim zamanla azalacağına, onu daha çok tanıdıkça ve onunla daha çok zaman geçirdikçe artıyor. Geçen gün ona aşık olmaya başladığımı anladığım günkü hislerimi düşünüyordum, şu anki hislerimle kıyaslanamaz bile.

Mutluluk.