Sunday, 18 March 2012

i predict a riot

Bu haftam tamamen bir date'ten diğerine koşturarak geçti. Pazartesi ve salı biriyle buluştuğumdan bahsetmiştim. Her iki akşam da süperdi. Çarşamba gününü evde deşarj olarak geçirdikten sonra perşembe başka biriyle buluştum. Haber vermeden 10 dakika falan geç kaldığı yetmezmiş gibi, özür bile dilemedi. Enerji/mizaç/whatever olarak hiç uyuşmadık, dış görünüşü de bende en ufak bir elektrik yaratmadı. Göğüslerinin neredeyse yemek yediğimiz masaya fışkıracağı derecede dekolte bir üst ve bu kış havasında acayip kaçacak derecede mini bir şort giymişti. Yanımızdan her geçen bize bakıyordu, o derece. Rahatsız ediciydi. Sonra da erkek arkadaşı olduğundan, normalde erkeklerle görüştüğünden ve benim buluştuğu ilk kız olduğumdan bahsetti. Biseksüel olmasına rağmen LGBT komünitesiyle en ufak bir bağının olmadığını söyledi. Biseksüel kadınlara karşı hiçbir garezim olmamasına rağmen çoğunlukla erkeklerle birlikte olan ve kadınlara ara sıra değişiklik olsun diye denedikleri bir tat gözüyle bakan kadınları çok itici buluyorum. Özellikle dyke kimliğinin modası geçmiş bir kavram haline geldiği, queer/"heteroflexible"/"homoflexible"/panseksüel/bilmem ne olmanın cool sayıldığı Londra ortamında eşcinselliğin siyasi boyutuyla hiçbir alakası olmayan tipler beni çileden çıkarıyor. Apolitik olmayı marifet sayan, LGBT toplumu anlayışı olmayan, Londra gibi bir yerde yaşamasına rağmen arkadaş çevresi ve gittiği mekanların tümü hetero olan, eşcinsel kültürünün temel taşı sayılan filmlerden/dergilerden/kitaplardan/sitelerden tamamen bihaber olan insanlara sinir oluyorum.

Neyse, bahsettiğim tüm bu sebeplerden dolayı başağrısı bahanesiyle kalkıp başka bir yere gittim. Cuma günü pazartesi ve salı görüştüm dediğim kızla Imperial War Museum'a gittik. Orada yeterince moralimizi bozduktan sonra (hayvani bir Yahudi Soykırımı sergileri var) Thames kıyısındaki Las Iguanas'ta caipirinha eşliğinde nachos ve burrito yedik. Sonra da BFI'ın barında biraz oturduk. 10'a doğru eve geldim. Güzel bir gündü.

Cumartesi feminist seminer vardı bir tane, ona gittim. İlginçti. Sonra başka biriyle buluşmak üzere Soho'ya gittim (bir önceki post'umda bahsettiğim çiftin yarısı). St.Patrick's Day yüzünden barların hepsi tıka basa doluydu, daha saat 6 olmasına rağmen insanlar sokaklara taşarak Guinness içiyordu. Oturacak yer bulmak için 10 tane falan bar gezmek zorunda kaldık. En sonunda Londra'nın gay sokağı olan Old Compton Street'te bir barın bodrum katında boş bir masa bulabildik. Mekanda bizden başka kadın yoktu, herkes "Yanlış mı geldiniz" modunda bakıyordu. Bas bas bağıran müziğe ve çevremizi saran erkek ordusuna rağmen bar kapanana kadar orada oturduk, konuştuk, karakter olarak ne kadar benzer olduğumuz konusunda hayrete düştük. Oxford Circus metro istasyonunun ortasında ilk kez öpüştük. Eve döndüm.

Yıllardır doğru düzgün öpüşen biriyle karşılaşmadıktan sonra aynı hafta içinde süper öpüşen iki insana denk gelince mutlu oldum. Güzel öpüşmenin sırrı kesinlikle 1-sürekli sakız çiğnemek, 2-dilin dozunu kaçırmamak, 3-acele etmemek, tadını çıkarmak. Uzun zamandır bunlara dikkat eden biri karşıma çıkmıyordu, karşımdaki insan kötü öpüşünce ben de kötü öpüşmek zorunda kalıyordum. Sevindim.

Wednesday, 14 March 2012

pick another stranger and fall in love

Manchester öncesi birisi netten bana mesaj atmıştı. O günden beri de sürekli (and I do mean sürekli) telefonda mesajlaşıyorduk. Normalde havadan sudan konularda mesajlaşmaktan ya da günde 50 kere atılan canımlı cicimli mesajlardan fazlasıyla nefret ederim; ama nedense bu insanla sürekli iletişim içinde olma ihtiyacı hissediyorum. Pazartesi akşamı ilk kez görüştük. Alakasız dünyaların insanları olmamıza rağmen ilk andan itibaren süper anlaştık. Normalde yeni insanlara ne diyeceğimi bilemem, gerilirim, ağzımdan çıkacak her cümleyi kafamda önce 2-3 kere düşünürüm. Bu kızla hiç öyle değil. Ağzıma geleni söylüyor ve aptal/komik görüneceğim diye en ufak bir kaygı hissetmiyorum. O da aynı şekilde. O yüzden hiç acayip sessizliklerin ya da garip "Oha, bunu dediğine inanamıyorum" türü anların olmadığı süper rahat bir yemek yedik. Sonra kokteyl içmeye gittik. Hayatımda ilk kez gece bitsin istemedim, yürümekten nefret eden biri olarak "Hadi çıkıp nehir kenarında yürüyelim" dedim. Gecenin bir yarısı London Eye'ın altında Big Ben manzaralı bir bank bulup oturduk. Saatlerce saçma sapan şeylerden bahsettik. Çok, çok, çok güzeldi.

.

Dün de bütün akşam birlikteydik, inanılmaz eğlendim. Londra'ya Léon açılmış, orada midye yedik. Sonra da De Hems diye bir Hollanda barına gittik. Sevdiğim biraların çoğu vardı, çok mutlu oldum.





Öte yandan, görüştüğüm bir çift vardı. Biriyle çok iyi anlaşıyoruz, ama birkaç saçma davranışına denk geldikten sonra diğerinden soğumaya başladım. Garip, sahiplenici ve kontrol edici tavırlar içine girmeye başladı. Ve bu davranışlarından rahatsız olduğumu söylediğimde beni manipüle/sinir etmek adına mesajlarıma ertesi gün falan cevap veriyor. Cezalandırır gibi. Böyle manipülatif davranışlara hiç gelemiyorum kesinlikle. Özellikle de birden fazla insanın dahil olduğu ilişkilerde bu tür drama kraliçesi modu davranışlara hiç yer yok. Ve tahmin ediyorum ki, biriyle olan ilişkimi kesersem, diğeriyle de kesmek zorunda kalacağım. Buna kısmen canım sıkılıyor. Bir yandan da rahatlayacağımı hissediyorum. Bir tane demanding insan bile bana fazla gelirken, son 1 haftam sürekli bana mesaj atan 3 insanla geçti. Hayatımda kendime ait hiç yer kalmamış, zamanımın çoğu başkalarına ait hale gelmiş gibi hissediyorum. Bu bahsettiğim çift çok fazla zamanımı talep eder hale geldi. Daralıyorum. Bu çok eşlilik muhabbeti sandığımdan daha zor. Ya da bazı insanlar genel olarak zor. Bilemiyorum.

Sunday, 11 March 2012

my heart, it grows

Birkaç gündür Manchester'daydım. Tahminimden çok daha küçük, çok daha atraksiyonsuz ve hayatın gece başladığı bir şehirdi. Akşam 7'de yemek yediğimizde bizden başka yemek yiyen yoktu ve 8 gibi bir bara oturduğumuzda içeride yalnızca 2-3 masa doluydu. Benim mayışmam sonucu geceyarısına doğru gay mekanların olduğu Canal Street'i terk etmeye başladığımızda barlar daha yeni yeni dolmuştu. Londra'nın merkezi yerlerindeki bar ve pub'ların 18.00 civarı ağzına kadar dolmasına ve club'lar dışındaki mekanların 23.00 gibi kapanmasına alışık olan bana bu çok acayip geldi. Londra'da trenden indiğim gibi kendimi bir pub'a attım ve arkadaşlarımı-da-zorla-eve-erken-döndürüyorum diye vicdan azabı çekmeden 11'de eve dönmenin tadını çıkardım. "Gözünü sevdiğimin Londrası" demiş de olabilirim ayrıca.

Trende yanımda oturan kadın ve koridorun diğer ucunda oturan sarhoş adamın teki eşcinselliği tartışıyorlardı. "Benim gaydar'ım çok iyi" dedi kadın, "Hayır hayatım, 2 saattir bir eşcinselin yanında oturuyorsun ve farkında bile değilsin" oldum. Sonra adam "Homofobik değilim, hafif öpücüklere de karşı değilim ama iki erkeğin sokakta yiyişmesinden çok rahatsız oluyorum, yaşadıkları toplumu rahatsız etmemeye dikkat etmeliler" türü bir laf etti. Bu yaşa kadar düşmemiş, ama amcanın jetonunu düşürelim: "Homofobik değilim, ama..." diye başlayan cümleler kuran herkes gibi sen de gayet homofobiksin. Eşcinseller senin gerikafalı zihniyetini rahatsız etmemek için kendi özgürlüklerini feda edeceğine, sen biraz sınırlarını genişletsen ve modern dünyaya adım atsan nasıl olur? Gerizekalı.

Manchester'da süper bir planetarium vardı. Londra'dakine de gideyim dedim, bir de baktım ki şu anda Londra'da aktif olan bir planetarium yokmuş. Yazık.

Evinde kaldığım arkadaşımın Türk bir ev arkadaşı vardı. Sabahtan akşama Türk dizileri izliyordu internetten. Bu zihniyeti de hiç aklım almıyor. Sen İngiltere'ye taşın, en ufak bir İngiliz arkadaş çevren olmasın, takıldığın herkes Türk olsun, bütün gün Türkçe konuşup Fatmagül bilmem ne izle, Türk restoranlarına git falan filan. E İngiltere'ye ne yapmaya geldin o zaman? Gerçekten çok garipsiyorum. Bence insan kendi seçimiyle başka bir ülkede yaşamaya gidiyorsa, o ülkenin insanlarına ve yaşam biçimine ayak uydurmalı. Ülkenin her şeyini yanında getireceksen, niye terk ediyorsun ki? İlginç.

Bugün Londra'daki bir mezarlığın lezbiyen tarihini anlatan bir tura katıldım. Tek başıma turun başlamasını bekliyor ve tanıdık var mı diye çevreme bakınıyordum ki, çok sevdiğim roman yazarlarından biri olan Sarah Waters'ın yanımda durduğunu gördüm. Hala fena halde star-struck bir durumdayım. *sigh*

Nisan sonunda Norveç'e gitmek için uçak bileti aldım. Ve Londra'daki Placebo konseriyle çakıştığını fark ettim. Placebo biletimi satmak zorunda kalacağım. Hayatta Placebo'nun önüne geçecek bir şey olacağını hiç sanmazdım, ama uçak biletleri çok daha pahalıydı ve iadesi mümkün değil. Ve Placebo'yu milyon kere izledim, Norveç'e ilk gidişim.

Uh Huh Her gelecekmiş Nisan'da Londra'ya, az önce biletimi aldım. Şu ana kadar ne zaman onları izlemek istesem bir şey oluyor ve izleyemiyordum, umarım bu sefer iptal falan olmaz.

Wednesday, 7 March 2012

no good deed

Üyesi olduğum forumların birinde birisinin "Çok fena depresyondayım" konseptli bir başlık açtığını gördüm dün. Depresyonuna konu olan şey daha önce benim de başıma gelmiş olduğundan içinde bulunduğu durumu kısmen anlayabildiğimi, benim de benzer bir şey yaşadığımı ve umudunu kaybetmemesini söyleyen bir mesaj attım. Mesajım için teşekkür etti, biraz daha detaylı olarak neye canının sıkıldığından bahsetti, ben de detaya girdim. Bir daha da cevap gelmedi. Bugün başlığa yazılmış olan şeylere cevap verdiğini gördüm. Okumuş olduğu halde mesajıma cevap vermeye tenezzül etmemesi sinirimi bozdu. Sen gayet public bir foruma uzuuun, kendini acındıran bir yazı yazıyorsun; insanlar haline üzülerek biraz olsun moralini düzeltmek için kendi günlerinden zaman ayırarak sana mesaj atıyorlar, en ufak bir müteşekkir olma belirtisi göstermiyorsun.

Bazılarına cidden iyilik yaramıyor.

**

Dün gittiğim (gay) barda yanıma fena halde sarhoş, giydiği gümüş rengi deri etek kıçını zor kapatan bir kız oturdu. İzin istemeden oturmasına uyuz olsam da bir şey demedim, görmezden geldim sadece. Bir 5-10 dakika sonra falan durup dururken bana adımı sordu. Söyledim. Sonra da gayet damdan düşer gibi "Bu arada ben gay değilim, ama bu mekanı seviyorum" dedi. Hetero insanların kendi başlarına gay barlara gitmesine çok istisnai durumlar dışında sinir olan bir insan olarak "Hıı ne güzel" falan türü bir cevap verdim. "Ama merak etme, senin gay olman benim için problem değil" dedi sonra. Kamera şakasında olduğuma inanmaya başlamıştım ki, "Seksi bir erkek arıyorum ama burada da hiç ilgimi çeken biri yok" diyerek masadan kalktı, yanda oturan (erkek) gay çifte sardı. Kendisine içki aldırmaya çalıştı, almak istemediler, bu sefer başka masalara gidip ne olduğuna dair en ufak bir fikrim olmayan muhabbetlere girdi. En son baktığımda güvenlik görevlisi tarafından dışarı atılıyordu.

Ne yüzsüz insanlar var.

**

Yarın İstanbul zamanlarıma ait ve yıllardır görmediğim bir arkadaşımı görmek için Manchester'a gidiyorum. Yaşasın.

Friday, 2 March 2012

girls in the men's room

Geçen hafta ev arkadaşım evimizin salonunda bir adet minicik tarla faresi görmüş. Nehir kıyısındaki en lüks restoranlarda bile tarla faresi görmüşlüğüm olduğu için ve ev nehre 5 dakika olduğu için pek anormal bir durum değil aslında, ama bunu öğrendiğimden beri korku-stres-merak karışımı garip bir ruh halindeyim. Tarla farelerini gerçekten çok şirin bulmakla beraber evimin salonunda saklambaç oynamalarından rahatsızım. Öte yandan, canlı bir varlığı, özellikle de o kadar şirin varlıkları öldürmek vicdanımın sınırlarını zorluyor. O yüzden elektronik fare kaçıran sinyal yayan cihazlar en mantıklı çözüm gibi geldi. Tam biz onları aldıktan sonra apartman yöneticisi olan alt kat komşumuzun "Cuma günü tüm daireler ilaçlanacak" şeklinde bir not bıraktığını gördüm.

Az önce evi ilaçlamak için ilaçlama amcasıyla birlikte alt komşumuz da geldi. Ev arkadaşım kızın çok güzel olduğunu söylemişti daha önce, ama kapıyı açıp karşımda androjenler güzeli bir insan görmeyi beklemiyordum. Kısacık koyu renk saçlı, uzun boylu, gamzeli ve inanılmaz şirin gülüşü olan benim yaşlarımda bir kız. Karşısında pijamalı, pembe pofuduk terlikli, saç baş içler acısı bir durumda ben.

Giderken eve koydukları kilitli kapanların anahtarının onda olduğunu, gerekirse evine gelip alabileceğimi söyledi. Sonra da o tatlı gülüşünü gösterip gitti.

Köpek dişi mi ne deniyor emin değilim, o üstteki sivri dişleri diğerlerinden daha uzun olan insanların gülüşlerini çok çekici buluyorum.

Thursday, 1 March 2012

because we're worth it

Bugün BFI (İngiliz Film Enstitüsü) üyeleri için London Lesbian and Gay Film Festival biletleri satışa çıkıyordu. Bilet satışı halka açılana kadar tüm biletlerin tükeneceğini bildiğimden fena halde stres yapmıştım nasıl bilet bulacağım diye. Geçen sene ev arkadaşım BFI üyesiydi, onun kartıyla ayırtacaktım, ama şansıma o haftasonunu laptopum olmadan bir otelde geçirdiğimden telefonla ayırtmak zorunda kaldım. Abartısız yaklaşık 4 saat denedim, sonunda telefon bağlandığında üyelere satışın ilk günü olmasına rağmen biletler tükenmişti. Bu sene aynı strese girmemek için dün gidip 35 pound'a kıydım ve üyelik satın aldım. 11.30'da satış başladı. Yavaaaş yavaş çalışan sitede 5 bileti sepetime atmıştım ki, 11.38'de site kilitlendi. Yaklaşık 45 dakika falan aralıksız F5'e bastım, sonunda site düzeldi. Ama o sırada kilitlenmeden önce sepete attığım biletler de gitti. Yine site çökmesin diye dua ederek baştan hepsini teker teker aldım. Sonunda yaklaşık 200TL'lik sinema bileti alışverişi yapmayı başardım.

Bu seneki filmler süper, süper ve süper. Maddi çöküntüye uğramamak adına istediğim her filme bilet alamadım ve seçmekte çok zorlandım. Bilet aldıklarım:

Girl or Boy, My Sex is Not My Gender

Festivallere bayılıyorum. Ama çok pahalılar.

Monday, 27 February 2012

these bonds are shackle free

Geçen hafta bir forum buluşmasında tanıştığım, ilk aşamada hoşlandığım ve burada bahsettiğim biri vardı. Cinsiyet kimliği konusunda kafa karışıklığı yaşadığını sandığımı, ve bunun sorun yaratacağını düşündüğümü yazmıştım. Sonunda bu konudan tamamen bağımsız sorunlar ortaya çıktı ve kendisiyle bir daha konuşmama kararı aldım. *Kesinlikle*, büyük ruhsal sorunları olan biri bana göre.

En son birlikte oturup konuşmamızdan sonra "Bu iş yürümeyecek, birbirimize uygun değiliz, üzgünüm" türü bir mesaj attım ona. Bana hak verdiğini ve arkadaş olmak istediğini söyledi. Sonra da sürekli telefonuma mesaj yağdırmaya başladı. Günde 20, 30 mesaj falan. Beni tanıyorsanız mesajlaşmaktan ya da havadan sudan telefon muhabbetlerinden nefret ettiğimi biliyorsunuz. Ben soğuk cevap verdiğim, ya da aradığında açmadığım halde, arka arkaya 3-4 tane mesaj atıyordu. Benden 15 yaş falan büyük olmasına rağmen birinin bu şekilde davranmasını çok garipsiyordum. Neyse, birkaç gün önce falan başkasıyla randevum vardı. Bahsettiğim insana tek eşlilik olayına kesinlikle girmeyeceğimi önceden söylemiştim. Buna rağmen bu duruma bozulduğunu hissettim. Sonra cumartesi günü bana "Naber" temalı bir mesaj attı. "İyiyim, senden naber" dediğimde de beni kırmak istemediğini ama bana o gün bir blind date'e gideceğini söyledi. Gerçekten içimden gelerek "Umarım iyi geçer" dedim. Neden kırılacağımı düşündü bunu da anlamadım. Blind date sonrası sarhoş bir şekilde beni aradı, buluşmak istediğini söyledi, çıkmak istemediğimi söyledim, sonra bana "Arkadaş kalmakta anlaşmıştık evet, ama çok etkileniyorum senden" diye bir sürü mesaj attı.

Pazar günü buluştuğumuz forumun brunch'ı vardı, oraya gidecektim, önceki gece buluşma teklifini reddettiğim için kendimi suçlu hissettim ve ona da isterse benimle gelebileceğini söyledim. Gittik, fena halde sarhoş oldu ve saçmalamaya başladı. Yanımızda oturan birisi bana dövmemin anlamını sordu, ben de söyledim. Bunun üzerine bu bahsettiğim kişi saçma salak bir kıskançlık krizine girdi. "Neden dövmenin anlamını söyleyerek onunla flört ediyorsun," falan filan. "Canımın istediğiyle flört ederim, seni ilgilendirmiyor" cevabı vermek zorunda hissettim ben de. Hiçbir zaman sevgilim olmamış ve olmayacak olan, tek eşli olmadığımı defalarca söylediğim ve kıskançlığa asla tahammülüm olmadığını bilen birinin kıskançlığıyla benim günümün ve ruh halimin içine etmesine çok, çok sinirlendim gerçekten. Ama sarhoş olduğu için fazla bir şey demek istemedim. Sonra elimi tutmaya başladı, ben çekiyorum, o tutuyor. Benden ne kadar hoşlandığını, etkilendiğini, ne kadar güzel olduğumu falan söylüyor bilmem kaç kere. "Elimi tutmamalısın, arkadaştan öte bir şey olmayacağız, birbirimizi mutlu edeceğimizi düşünmüyorum" diyorum. Boşluğa bakan, "İyi misin" diye koluna dokunulunca boşluğa bakmaya devam eden insan modeli haline geliyor. Sonra dönüp "Haklısın, ben zaten seninle birlikte olmayı hiç istememiştim" diyor. Kalkıp gidiyor. Yarım saat sonra geri geliyor, bir sürü insanın içinde aynı muhabbetlere başlıyor. Sonunda eve göndermeyi başarıyorum. Ve öğreniyorum ki, o gün birkaç kişi ona gidip "Birlikte misiniz" diye sormuş, o da "O istedi ama ben onu geri çevirdim" cevabı vermiş hakkımda. Yüzsüzlüğe gelin lütfen. 30'larının sonlarına gelmiş koskoca kadın, ben ona kendisiyle bir ilişki içinde olmak istemediğimi söyledim diye gidip insanlara "Hayır, onu ben reddettim" şeklinde yalan söyleme ihtiyacı duyuyor kendini iyi hissetmek için. İşin garip kısmı, kendini yalan söylüyor gibi görmüyor, kendini buna inandırmış.

Tek eşli olmak istemediğimi ve yetişkin insan kıvamına geldiğimden beri kıskançlık duygusu hissetmediğimi söylediğimde çoğu insanın inanmadığını düşünüyorum. Mümkün olabildiğine inanmıyorlar. Başkalarıyla birlikte olmalarını dert etmediğimi söylediğimde gerçekten dert etmiyor olduğumu akılları almıyor. Karşıma her zaman tek-eşliliğe-ve-kıskançlığa-kesinlikle-hayır kuralımın istisnası olacağı gibi çocukça bir inancı olan tipler çıkıyor nedense. Ve bana asıl anormallik kendi özgüven ve özsaygı yoksunu kıskançlıkları değil de, benmişim gibi davranıyorlar.

Kıskançlık sağlıklı ya da gurur duyulması gereken bir his değil. Bilinçli bir şekilde yok edilmesi gereken, negatif bir duygu. Ne hissedene, ne de kendisi için hissediliyor diye mutlu olana bir getirisi yok. İnsanlar neden bunu göremiyor? Anlamıyorum.

Friday, 24 February 2012

lost in translation

Bugün London Metropolitan University'de bir panele gittim. London Met ile ilgili olarak kafamda dandik bir okul olduğuna dair bir izlenim vardı, bugün akademisyenlerinin halini görünce o izlenimim daha da güçlendi. Goldsmiths'de okuduğum ve zihinsel olarak bana ilham veren ve düşüncelerimin sınırlarını zorlayan akademisyenlerden eğitim aldığım için kendimi şanslı hissettim.

Seminerde arkamda iki tane tip oturuyordu. Konuşmacılar hakkında falan "Ayy, şuna uyuz oluyorum, sevgilisinden ayrılsa da ben yavşasam", "Bir transseksüel eksikti, onu da bulmuşlar" şeklinde mal mal muhabbetler yapıyorlardı. Türkçe konuştukları için kimsenin anlamayacağını varsayıyorlardı muhtemelen. Yurtdışında ne zaman Türk birilerine denk gelsem, önce "Nolur, saçma sapan bir laf etmesinler" diye dua ediyorum içimden, sonra da o salak lafları benden başka kimse anlamıyor diye şükrediyorum. Genellemelerden hoşlanmıyor olsam da gözlemlerime göre Türkler'de "Nasıl olsa yabancı ülkedeyim, kimse anlamıyor, ağzıma geleni söyleyeyim" gibi bir zihniyet var. Ve başkasının işine burun sokmakta üstlerine yok. Daha önce de Londra metrosunda sevgilimin elini tutarken bize bakarak Türkçe olarak yanındaki tipe "Lezbiyenlere bak" diyen bir gerizekalı kadına denk gelmiştim. İnsanlar bilmiyor ki dünya küçük, Londra'da milyonlarca Türk var. Onu da geçtim, ben o insanların yerinde olsam, kimsenin anlamayacağını düşünüyor olsam bile transfobik ve homofobik düşüncelerimi dile getirerek ne kadar gerikafalı biri olduğumu göstermeye utanırım.

Ve evet, insanlara bakıp yanındakine "Lezbiyene bak, transseksüele bak" demek homo/transfobi örneği oluyor, bilmeyenler için.

**

Ekşi Sözlük'te bu aralar homofobi yine yolunu almış gidiyor. Her zaman vardı, ama bu aralar ne zaman sözlüğü açsam sol frame'de homofobik başlıklar görüyorum. Oturup eşcinsellere hakaret etmeye ciddi zaman harcayan insanlar var yani (ve "insan" terimini en geniş anlamıyla kullanıyorum burada). İnsan yapı olarak gelişmek, kendini aşmak ve daha iyi olmak isteyen; bunları amaçlayan bir varlık değil midir? Bazılarının geri kalmışlıklarına bu kadar hiddetle tutunuyor olmasını hayretle izliyorum.

Bilmeyenler için, evet, homofobikseniz uygar insan level'ına atlayamamışsınız henüz.

Tuesday, 21 February 2012

three blind mice

Pazardan beri Londra'da hava güneşli. Üç gün arka arkaya güneş bu mevsimde ve bu kentte çoook nadir bir şey, ve dediğim gibi, insan gerçekten öyle bir havada evde oturunca günü boşa harcamış hissediyor. Perşembeden itibaren her gün aralıksız evden çıktım ve bu benim için inanılmaz karakter dışı bir olay. Süper bir yerde yaşıyorum, bunun tadını çıkarmak istiyorum. Bir tane de bir ay boyunca bana çoğu restoranda %50 indirim sağlayan kartım var. O yüzden her gün akşam üstü falan süslenip dışarı çıkıyorum, Thames kenarında bir yere oturup şarap eşliğinde yemek yiyorum. Bu yemeklerin her birinin pound'un coşması sayesinde 60TL'ye denk geldiği ve bunu her gün yaptığım düşünülürse, bir an önce iş bulmam süper olabilir.

Tren indirim kartımı yeniledim. İş bulana kadar bol bol gezmek istiyorum. Gezilerime pazartesi Oxford'a giderek başlamayı planlıyorum.

Bugün her salı gittiğim bara gittim yemekten sonra. Ev modundaydım, ama evde oturmamak ve sosyal olmak için zorladım kendimi. Sosyal olmak dediğim de, sosyal bir ortama girip tek başıma takılmak. Daha fazlası harcamak istemediğim kadar büyük bir efor gerektiriyor. Neyse, koltuklarda yer bulabilmek için özellikle erken gittim. Sonra biri masamın diğer ucuna oturdu, yemek yiyip kalkacağını söyledi, bir şey demedim. O yiyip kalkana kadar masayı 10 tane falan arkadaşı işgal etmişti. Masadan kalkmama bile izin vermeyecek şekilde dört bir yanımı sardıkları yetmezmiş gibi, bana bir tek kelime bile etmediler. İnanılmaz derecede daraldım, programın başlamasını beklemeden çıktım.

Bazı insanlar çok görgüsüz. Tokatlamak istiyorum.

Sunday, 19 February 2012

let's do the time warp again

Londra'nın en güzel yerinde yaşadığıma fazlasıyla inanıyorum. Beş dakika yürüyüp kendimi kentin en turistik ve en süper kültürel/yemeksel aktiviteleriyle dolu bölgesinde bulmak süper.

Dün sabah evde tembel tembel oturuyordum ki, önceki post'umda karşılaşıp birlikte yemek yediğimden bahsettiğim insan mesaj attı. "Hadi 15 dakika sonra Waterloo'da buluşalım" diye kararlaştırdık, buluştuk. Bana cinsiyet kimliğinin erkek olduğunu, transition evresine girdiğinden beri biriyle birlikte olmadığını, ve birlikte olmayı düşündüğü ilk insan olan benim kendimi tamamen eşcinsel olarak gören biri olmamla ilgili çekincelerinden bahsetti. Daha önceden bana trans kimlikli olduğunu söylemişti; ama trans genderqueer bireyleri, birden fazla cinsiyet kimliğine sahip olanları, kendini tamamen cinsiyet kavramının dışında görenleri de kapsadığı için, eşcinsel kadınların üyesi olduğu bir forumun buluşmasında tanıştığım birinin kendini "erkek" olarak tanımladığını varsaymamıştım. Arkadaş çevremdeki trans erkeklerin hepsi kendilerini ya queer erkekler, ya da trans erkek olarak görüyor; heteroseksüel erkekler olarak değil. Ya da trans kimliklerine sahip çıkıyorlar diyelim. Bu bahsettiğim insan benim eşcinsel oluşumun ve onunla birlikte olsam bile kendimi asla biseksüel olarak tanımlamayacak olmamın onu rahatsız etmediğini öne sürüyor. Ama ben konuşmalarımızdan erkek kimliğinin onun için henüz çok yeni olduğu, hatta patronising olmak istemem ama hala oturma aşamasında olduğu ve o kimliği geçerli kılmak için kendini heteroseksüel ya da biseksüel ya da queer vs. olarak tanımlayan bir kadınla birlikte olma ihtiyacı duyabileceği izlenimini edindim. Değişiminden sonra kimliğinin başına trans ya da queer sıfatını koyan bir trans erkekle birlikte olma konusunda en ufak bir sorunum yok. Ama kendini "straight erkek" olarak tanımlayan trans bir sevgilimin olması, benim eşcinsel kimliğimin yok sayılması anlamına geliyor. Benim açımdan değil, ama toplum açısından öyle, ve toplum tarafından geçerli kılınmadıkça maalesef kimlikler bir anlam taşımıyor. Benim öyle biriyle birlikte olmam, kendi kimliğimin değişmesi demek oluyor; toplumun genelinin beni heteroseksüel olarak algılamasına neden oluyor. Ve o insan kendini kesinlikle queer olarak görmediği için, ben de heteronormatif bir ilişki içinde olmuş oluyorum. Asla, asla ve asla heteroseksüel ya da biseksüel bir kadın olarak algılanmak istemiyorum. Ama tabii ki, mevzubahis kişinin aklından neler geçiyor bilemiyorum. Hepsi sadece spekülasyon.

Bugün uyandığımda hava güneşliydi. Londra'da güneşli bir havada evde oturursam kendimi suç işliyor falan gibi hissediyorum. O yüzden hazırlandım, dışarı çıktım. London Eye'ın yanındaki Parlamento Binası manzaralı banklarda oturup turistleri izledim. Sonra bir kadeh şarap eşliğinde öğle yemeği yedim. Eve geldim, yıkanması gereken tonlarca çamaşırın bir kısmını yıkayacaktım ki, bu sefer de çamaşır makinesi bozulmuş.

*sigh*