Bugün İngiltere PSW vizesine başvurdum, haftaya konsolosluğa gidip belgelerimi teslim edeceğim. PSW başvurusu için banka hesabımdaki paranın son 90 günde 2800 pound'un altına düşmediğini göstermem gerekiyor. Bunun için de ya bankadan "Şu hesabın bakiyesi son 90 günde 2800 pound'un altına düşmemiştir" yazısı ya da İngilizce hesap dökümü gerekiyor.
Bugün HSBC'ye gittim o mektubu almak için. Şubede tek kişi çalışıyordu, o da suratsızlıktan ölmek üzere gibi görünen, 20 dakikalık işimiz boyunca bir kere gülümsediğini görmediğim ve söylediğim her şeye "Öff" ifadesiyle, sinirli sinirli cevap veren bir kişiydi. "Böyle böyle mektup lazım" diyorum, "Onu veremeyiz" diyor ters ters.
"Neden veremiyorsunuz?"
"Bankamız ancak standart mektuplar verebiliyor"
"Ama standart mektubunuzda o paranın hesabımda 90 gündür durduğu yazmıyor, vize başvurum sizin yüzünüzden reddedilirse ne olacak?"
"Şu ana kadar hiç başımıza böyle bir şey gelmedi, İngiltere vizesi için hep bu mektubu veriyoruz"
"Siz o mektubu turist vizesi için veriyorsunuz, benimki farklı bir vize ve 90 gün demesine ihtiyacım var"
"Hayır, mümkün değil"
"O zaman İngilizce hesap dökümü ya da banka cüzdanı verin"
"Hayır, İngilizce veremiyoruz"
Aynen şu muhabbete yarım saatimi harcadım. Sonunda ancak "Hesapta şu kadar para var" diye bir mektup verdiler, onun için de 60TL aldılar. Bir de Türkçe hesap cüzdanı. İnternet sitelerinden İngilizce hesap dökümü alıp onu bankada mühürletebilirim, ama onda da ismim yazmıyor, sadece hesap numaram yazıyor. Onu versem, yanına da bankanın verdiği Türkçe döküm ve mektubu eklesem, "İngilizcesi burada, ama onda isim yazmadığı için hem ismimin hem de hesap numaramın yazdığı banka mektubu ve Türkçe dökümü de ekliyorum" diye not düşsem, sorun çıkar mı acaba? Vize başvuru ücreti 1420TL, sorun çıksın istemiyorum.
Eğer vizem bu yüzden reddedilirse bizzat gidip o kişiye laf hazırlayacağım.
Son birkaç gündür şu vize belgeleriydi, bilmem neydi derken stresten kafayı yedim gerçekten. Sakız çiğneme sıklığında ağrı kesici kullanmama rağmen gündüz işi gücü bırakıp yatakta kıvranmama neden olacak şiddette baş ağrıları içindeyim vize için belge toplamaya başladığımdan beri. Sürekli aklımda bu var, başka şey yapamıyorum, düşünemiyorum; film izlemeye ya da bir şey okumaya kalktığımda 2 dakika geçmeden beynim bana bir şeylerin ters gittiği binlerce farklı senaryo gösteriyor. Bitse de kurtulsam.
Friday, 13 January 2012
Tuesday, 10 January 2012
the computer erased your heart
Son birkaç post'umdan da anlayabileceğiniz gibi okula vize için gereken belgeler konusunda attığım emailler'e cevap alamıyordum bir haftadır. Bu yüzden günlerdir sinir stres içindeydim, Blackberry'min kırmızı ışığı ne zaman yansa midem ağzıma geliyordu. Bugün "Yeter artık" diyerek öğrenci işlerinin müdürünün kişisel email adresine mail atmaya karar verdim. Kadın mail'imi hemen okumuş ve gereken kişiye yönlendirmiş. 10 dakika içinde günlerdir ulaşamadığım ofisin müdürü bana ulaştı ve işimi halletti. Mail attığım kadın bana cevap vermeyen tipleri fırçalamış da sanırım, mail attığım her iki adresten de özür maili geldi çünkü bugün. Eğer her şey yolunda giderse belge bu hafta elime ulaşmış olacak ve pazartesi vizeye başvurabileceğim. Yine her şey yolunda giderse ver elini Londra, ev arama telaşı ve Justice + Marina and the Diamonds konseri. Bana şans dileyin, ya da inançlı biriyseniz dua falan edin lütfen (bir an "I can't believe I said that" oldum yazdığımı okuyunca).
Bugünlerde Placebo bas insanı Stefan'ın side project'i olan Hotel Persona'nın Brian Molkolu şarkısı Modern Kids'e takmış durumdayım. Evden çıkmaz hale geldiğim ve "gece hayatı" denen şeyin gerçekleştiği yerlerde eğlenmek yerine çevremdekilere dışarıdan garipser bir gözle baktığım şu dönemde ruh halime fena halde uygun bir şarkı.
Modern kids, future freaks...
Zamanla insanın eğlence anlayışı değişiyor, buna kesinlikle inandım artık. Son birkaç yıldır üstümde olan gece-saat-1-oldu-mu-eve-dönüp-uyuma isteğine geçici bir şey gözüyle bakıyordum. Geçmedi. Artık gerçekten de çevremde olup biteni algılayamayacak kadar sarhoş olmadığım sürece bütün gece dışarıda olmaya katlanamıyorum. Eğlenebilmek için deli gibi alkol almak, o kafayla eğlendiğimi sanmak ama sabah yaşadıklarımın yarısını hatırlamadan, zombi gibi uyanmak çok anlamsız geliyor. Açıkçası son zamanlarda karaciğerimin durumundan da şüphe etmeye başladım.
Babamın bile çılgın gece hayatı varken benim o enerjiyi kendimde bulamayışım kalıcı bir şey mi? Zamanla yine "modern kid" ortamlarından keyif alacak mıyım? Bilmiyorum. Siz de böyle dönemlerden geçiyor musunuz, yoksa bu "büyümenin" getirdiği bir şey mi, büyümek her neyse artık?
Bugünlerde Placebo bas insanı Stefan'ın side project'i olan Hotel Persona'nın Brian Molkolu şarkısı Modern Kids'e takmış durumdayım. Evden çıkmaz hale geldiğim ve "gece hayatı" denen şeyin gerçekleştiği yerlerde eğlenmek yerine çevremdekilere dışarıdan garipser bir gözle baktığım şu dönemde ruh halime fena halde uygun bir şarkı.
Modern kids, future freaks...
Zamanla insanın eğlence anlayışı değişiyor, buna kesinlikle inandım artık. Son birkaç yıldır üstümde olan gece-saat-1-oldu-mu-eve-dönüp-uyuma isteğine geçici bir şey gözüyle bakıyordum. Geçmedi. Artık gerçekten de çevremde olup biteni algılayamayacak kadar sarhoş olmadığım sürece bütün gece dışarıda olmaya katlanamıyorum. Eğlenebilmek için deli gibi alkol almak, o kafayla eğlendiğimi sanmak ama sabah yaşadıklarımın yarısını hatırlamadan, zombi gibi uyanmak çok anlamsız geliyor. Açıkçası son zamanlarda karaciğerimin durumundan da şüphe etmeye başladım.
Babamın bile çılgın gece hayatı varken benim o enerjiyi kendimde bulamayışım kalıcı bir şey mi? Zamanla yine "modern kid" ortamlarından keyif alacak mıyım? Bilmiyorum. Siz de böyle dönemlerden geçiyor musunuz, yoksa bu "büyümenin" getirdiği bir şey mi, büyümek her neyse artık?
Monday, 9 January 2012
you'll remember me for the rest of your life
Okulun arşiv bölümüne ulaşmaya çalışıyorum bir haftadır. 'Urgent' diye etiketlediğim 2 tane mail attım, cevap gelmeyince öğrenci işlerine mail attım "Cevap gelmiyor" diye, onlar da cevap vermedi. Çıldırmak üzereyim dersem abartmış olmam. Bu götzekalıların işlerini yapmaması yüzünden 1 hafta kaybettim ve bir mucize falan olmazsa Justice + Marina and the Diamonds konserini kaçıracağım. İnanılmaz sinirliyim gerçekten bu konuda, daha fazla ne yapabilirim, kaç tane mail atabilirim bilmiyorum. Yarın bir tane daha atacağım, gün içinde cevap gelmezse çarşamba sabahı öğrencilerle ilgilenen en üst düzey kişiye bu konuyla ilgili uzuuun bir şikayet maili atacağım. Bu nasıl iş anlamadım gerçekten. Türkiye'deki kurumlar email özürlü olur diye düşünürdüm hep, ama Yeditepe'de okurken bile maillerime günlerce cevap gelmediği olmamıştı. University of Kent'teki öğrencilik hayatım boyunca da attığım her emaile gününde cevap gelirdi. Goldsmiths'te nedense mayıs ayından beri attığım hiçbir email'e cevap gelmedi, hep 3-4 kez daha "Bir haftadır mail atıyorum cevap vermiyorsunuz" konseptli bir mail attıktan sonra cevap veriyor okulun administration takımı (hocalar değil).
Goldsmiths'te okumayı düşünenlere not: Bu okulda hocalar dışında birine (X sekreteri, Y ofisi gibi) acil iş düşürmeyin, işiniz varsa da ofislerine gidip sorununuzu öyle halledin. İşler ittire kaktıra yürüyor çünkü gördüğüm kadarıyla.
Bıktım, bıktım, bıktım.
Ve 'First Day' geldi o sırada nedense aklıma.
**
Pazar günü TKBL All Star 2012 vardı. Evime 10 dakika yürüyüş mesafesinde yapıldığı için ve değişiklik arayışı içinde olduğum için gitmeye karar verdim. Ekranda katılan oyuncuları gösteriyorlardı teker teker. O sırada gördüğüm anda dünyanın en tatlı gülüşüne sahip olduğuna karar verdiğim biri ekranda belirdi. Elimdeki kitapçığı açtım, yapılacak olan yarışmaların birine katılacağını öğrendim. Güzeldi, evet. Ve korkarım ki bu kadar yüzeysel biriyim. Belki de dünyanın en tatlı gülen insanı, aynı zamanda dünyanın en uyuz insanıdır, değil mi?
Tanımadığım insanlara bakıp karakterleri ve hayatları hakkında kafamda birşeyler yaratmayı gerçek potansiyel sevgilileri tanımaktan daha çok seviyorum.
Goldsmiths'te okumayı düşünenlere not: Bu okulda hocalar dışında birine (X sekreteri, Y ofisi gibi) acil iş düşürmeyin, işiniz varsa da ofislerine gidip sorununuzu öyle halledin. İşler ittire kaktıra yürüyor çünkü gördüğüm kadarıyla.
Bıktım, bıktım, bıktım.
Ve 'First Day' geldi o sırada nedense aklıma.
**
Pazar günü TKBL All Star 2012 vardı. Evime 10 dakika yürüyüş mesafesinde yapıldığı için ve değişiklik arayışı içinde olduğum için gitmeye karar verdim. Ekranda katılan oyuncuları gösteriyorlardı teker teker. O sırada gördüğüm anda dünyanın en tatlı gülüşüne sahip olduğuna karar verdiğim biri ekranda belirdi. Elimdeki kitapçığı açtım, yapılacak olan yarışmaların birine katılacağını öğrendim. Güzeldi, evet. Ve korkarım ki bu kadar yüzeysel biriyim. Belki de dünyanın en tatlı gülen insanı, aynı zamanda dünyanın en uyuz insanıdır, değil mi?
Tanımadığım insanlara bakıp karakterleri ve hayatları hakkında kafamda birşeyler yaratmayı gerçek potansiyel sevgilileri tanımaktan daha çok seviyorum.
Saturday, 7 January 2012
slackerbitch
Hayatta 10 yıldır falan dinlediğim ve o süreç boyunca zaman zaman aklım başka heveslere kaysa da benim için yeri her zaman ayrı olacak olan üç grup var. İlki açık arayla Placebo, 2000 yılından beri hayatımın her önemli anına eşlik eden ve şarkı sözlerini vücudumda istediğim tek grup. İkincisi uzun aralardan sonra bazen birden tekrar dinlemeye başladığım ve her yeniden başladığımda sanki ilk dinleyişimmiş gibi içimde "O kadar görkemli, tanrısal, kelimelere sığdıralamaz bir grupsunuz ki" hissi uyandıran, bilmem kaç neslin birden hayatına dokunan az gruptan biri olan Depeche Mode. Üçüncüsü de ergen aşık ruh halimin favori gruplarından olan ve toplum içinde "Seviyorum" demesi fena halde "uncool" hale geldiği halde delicesine aşık olabilmeyi dilediğimde şu yaşımda bile açıp dinlediğim HIM. Ve fark ettim ki, Depeche Mode dışında, bu grupların en sevdiğim şarkıları hep b-side'lar ya da bonus track'ler: Then The Clouds Will Open For Me, Leni, Slackerbitch, Dark Sekret Love, I've Crossed Oceans of Wine To Find You, The 9th Circle. Gözden kaçanlar kısacası.
Neden öyle acaba?
Neden öyle acaba?
Thursday, 5 January 2012
wanderlust
Bir süre öncesine kadar "İngiltere'ye gidip ailemden uzak kalacağıma, iş arama ve ev taşıma + o evi çekip çevirme derdiyle uğraşacağıma, İzmir'de kendi evimin rahatlığında yaşamak ne güzel" türü bir düşünce vardı kafamda. Boş oturmanın, sabahtan akşama dizi izleyecek vaktimin olmasının, ailemin ve genel olarak el bebek gül bebek ev ortamımın tadını çıkarıyordum. Ama son zamanlarda içimdeki İngiltere özlemi bambaşka olmaya başladı. Londra'yı, oradaki yaşamımı ve İzmir'e göre çok sınırlı sayıda olsalar da arkadaşlarımı deli gibi özlüyorum. Bir metroyla şehrin her yerine gidebilmeyi, 2-2.5 saatte Galler'de ya da Paris'te olabilmeyi, evde sıkıldığım zaman Time Out London'ı açıp gay & lesbian event'lere baktığımda her gün en az 5-6 şey bulabilmeyi özlüyorum. Galerilerin, konserlerin, diğer kültür-sanat etkinliklerinin, dünya mutfağının ve kaliteli şarapların elini sallasan ellisi modunda olmasını özlüyorum. İnternetten alışveriş yapılacak milyon tane site olmasını özlüyorum. Londra'ya dönme ihtiyacı duyuyorum deli gibi ve bir an önce.
Uzun süre aynı yerde kaldığımda içime fena bir yerinde duramama hissi doluyor. Orada ne kadar güzel zaman geçirmiş olursam olayım, başka bir yere gitme zamanımın geldiğini hissediyorum. Beni 17 yaşındayken İzmir'den İstanbul'a, oradan Canterbury'e, son olarak da Londra'ya taşıyan his. "Wanderlust".
Türkçe karşılığı olmayan, çok, çok güzel bir kelime. Wanderlust: Yolculuk ve gezmek için duyulan güçlü tutku, dayanılmaz dürtü.
Şu ana kadar içimdeki bu dürtünün ortaya çıkmadığı tek yer Londra oldu. Belki zamanla ortaya çıkar, belki de Samuel Johnson'ın o ünlü sözü doğrudur: "Londra'dan bıkan, hayattan bıkmış demektir. Ne de olsa, hayatın sunabileceği her şey, Londra'da bulunur."
PS. Geçenlerde Masterchef'in Amerikan versiyonunda Cat Cora diye bir şefin konuk olduğu bölümü izlemiştim. Eşcinsel stereotipi bir görünüşü olmamasına rağmen kadını gördüğüm anda "Bu kadın kesin gay" demiştim aklımdan. Wikipedia'dan öğrendiğime göre gayet öyleymiş. Gaydar'ım süper, baktığım gibi anlıyorum valla. Kendimi tebrik etmek istedim buradan.
this is how sue sees it
Glee maratonuma devam ederken aşağıdaki replikleri duydum ve nedense salak salak gülmemi durduramadım birkaç dakika. Sue Sylvester karakterine bayılıyorum. O aksiliği, kötü niyeti, herkesi terslemesi ve çılgın mizah anlayışı beni benden alıyor. Hayatımda bir Sue Sylvester istiyorum.
Bu videoyu daha önce paylaşmıştım, ama bayılıyorum, o yüzden bir daha.
Will: I just want you to know, you can lean on me right now.
Sue: Oh William, I wouldn't dare lean on you—so much grease in your hair I'd probably slide right off.
Bu videoyu daha önce paylaşmıştım, ama bayılıyorum, o yüzden bir daha.
Wednesday, 4 January 2012
what a shame
Bu aralar yine internet alışverişine sardım. Kargoculara kapıyı açmaya üşendiğim için de paketleri annemin iş adresine yollatıyorum. Annem bu sabah işe gittiğinde masasının üzerinde Bimeks'ten bir koli bulmuş. Ben bir şey sipariş verdim sanıp eve getirmiş. Ama ben Bimeks'ten bir şey almamıştım. Kolinin üzerinde annemin adı yazıyor, içinde de 3000 liralık falan 2 tane laptop var. Ben üzümü yiyip bağını sormama taraftarıydım ama annem "Ne alaka" şeklinde Bimeks'i aradı. Kargo için adres etiketi basılırken bir hata yapıldığı ortaya çıktı. Hayallerim yıkıldı.
**
Gündüz Glee izlemediğim zamanlarda Hercule Poirot filmleri eşliğinde örgü örüyorum. Yıllardır arada bir örgü örmeye heves ederim, ama başladığım hiçbir şey bitmez. Bu sefer kazağımı bitirmeye kararlıyım.
**
İngiltere çalışma/iş arama vizesine başvurmak için okuldan bir belgeye ihtiyacım var. 10 Şubat'taki Justice ve Marina and the Diamonds konserine yetişebilmem için belgenin bu hafta gelmesi gerekiyor. PTT'yle gelmesi de üç hafta sürüyor. O yüzden okula email attım kurye ayarlasam ona verebilir misiniz diye. Bugün Noel tatilinden sonraki ilk iş günüydü. Bütün gün bekledim, mailime cevap gelmedi. Kabul, bu işle uğraşan ofis 2 haftalık bir tatilde pek çok mail alıyordur. Ama yüzlerce bile olsa, koca bir iş gününde o kadar insan hepsine cevap verebilir, değil mi?
İşini doğru düzgün yapmayanlar beni sinir ediyor.
Sunday, 1 January 2012
a room of one's own
Dün birisi bana 4 yıl önce gerçekleşmiş bir olaydan bahsetti. Söz konusu olayın başımdan geçtiğini düne kadar tamamen unutmuştum. Hafızamın o kadar derinlerinde kalmış ki, "Gerçekten böyle bir şey olmuş muydu ya" diye sordum kendime, o anı abartısız bir yabancının başından geçmiş gibiydi.
Erken ve gayet ayık sonlandırdığım yılbaşı partisinden sonra eve gelip yatağıma girdiğimde uyku ve uyanıklık arasında gidip gelirken aklıma şu geldi: "O olay şu anda üzerinde yattığım yatakta olmuştu". Bu da hafızam için pek bir şey ifade etmedi. Ama bir kere o düşünce aklıma girdikten sonra bu yatakta yaşadığım şeyleri düşündüm (odasında hiç bir zaman sandalye, koltuk vs bulunmamış biri olarak hayatımın tamamı yatakta geçiyor denebilir). Son derece nostaljik biri olmama rağmen bu düşünce beni sentimental ruh hallerine sürüklemedi. Nedenini düşündüm. İstanbul'da yaşarken aldığım bu yatağım benimle birlikte İzmir'e geldi. Ama sanırım yatağın anıları İstanbul'daki odamda kaldı. Önemli anılarımla ilişkilendirdiğim için benim için değerli olan ve İstanbul'dan getirdiğim objeleri düşündüm. Hiçbiri beni İstanbul'daki odamı kafamda canlandırmak kadar duygusallaştırmadı. O yüzden anıların eşyalarda değil, mekanlarda yaşadığına karar verdim. Ya da belki eşyaları gittiğimiz yere götürebilirken, mekanları arkada bırakmak zorunda kaldığımız için, ulaşılamayan/kaybedilmiş şeyler olarak mekanlar nostalji hissini daha fena tetikliyordur. Bilemiyorum.
Odaların kendi enerjileri olduğuna sonuna kadar inanıyorum. Şu ana kadar bir sürü evde yaşadım ve bazı evler nedensiz bir şekilde bana korkutucu, soğuk ve rahatsız edici geliyordu. Bazılarında da aynı şekilde kendimi çok rahat ve huzurlu hissederdim. Eğer ev ve odaların enerjileri varsa ve o enerjiyi hissedebiliyorsak, neden o etkileşim çift taraflı olmasın? Neden his ve anılarımız o enerjinin bir parçası haline gelmesin?
creature of the night
Bugünlerde sabahtan akşama Glee izliyorum. Dün de Digiturk'te 2. sezon maratonu vardı. Rocky Horror Picture Show'u konu alan bölümü yeniden izledikten sonra bütün akşam kafamda Touch-a Touch-a Touch-a Touch Me çaldı hiç durmadan. Rocky Horror Picture Show çocukluğumdan beri hayatta en sevdiğim müzikal olmuştur, eğer izlemediyseniz mutlaka izleyin. Glee'yi zaten izlemeniz gerektiğinden bahsetmiyorum bile :)
Neyse, şarkının Glee versiyonu bence süper olmuş. Jayma Mays'in "I wanna be dirty" deyişine bayıldım özellikle. Kalp.
Neyse, şarkının Glee versiyonu bence süper olmuş. Jayma Mays'in "I wanna be dirty" deyişine bayıldım özellikle. Kalp.
Thursday, 29 December 2011
you can tell everybody this is your song
Çocukken en sevdiğim bilgisayar oyunlarından olan RollerCoaster Tycoon, geçenlerde National Geographic'te rollercoaster yapımıyla ilgili bir program izledikten sonra aklıma gelmişti. Baktım üçüncüsü falan çıkmış, oynamaya başladım. Manyak gibi sabahtan akşama bununla uğraşıyorum. Bağımlılık yapıcı gerçekten.
Böyle uzun süre evde oturduğum dönemlerde sıkıntıdan bir şeylere sarıyor ve bütün günümü onunla geçiriyorum. Bu takıntım her zaman kısa ömürlü oluyor, hevesim kısa sürede geçiyor. Başladığım iş de yarım kalıyor o yüzden genelde. İlgi alanlarım konusunda böyle daldan dala bir yaklaşımımın olmasına yakın çevrem "Maymun iştahlısın/Hiçbir şeyi bitirmiyorsun" şeklinde bakıyor. Bilmiyorlar ki gerçekten elimde değil, gerçekten ilgim birden pat diye başka bir şeye kayıyor. Aynı şeyi ilişkiler konusunda da yaşıyorum. Yeni bir arkadaşla/sevgiliyle deli gibi zaman geçirirken, birden ilk günlerde hissettiğim o coşku yok oluyor. Şu ana kadar çocukluğumdan beri hala arkadaş olduğum tek bir insan var, o derece (hep 93290 tane çocukluk arkadaşı olan tipleri kıskanmışımdır hatta).
**
Son birkaç gündür tanımadığım 543'lü farklı numaralar arayıp duruyor. Hem de insanın tanımadığı birini aramasının kaba ötesi kaçtığı abuk saatlerde. Normalde zaten bilmediğim numara arayınca açmam, bir de böyle görgüsüz gibi saçma sapan saatlerde aramalarına iyice sinir oldum, her kim(ler)se. Sattığım çantayla ilgili konuşmak isteyen bir kadına email adresimi ve telefon numaramı vermiş, mesajımın sonuna da "Emaille haberleşmeyi tercih ediyorum, lütfen mail atın" yazmıştım. Onun olabileceğinden şüpheleniyorum. Eğer oysa, özellikle aramak yerine mail atmasını söylediğim halde aradığı için sinir olacağım.
İnsanlar neden cep telefonu sahibi olmamın her an ulaşılmak istediğim anlamına gelmediğini anlamıyorlar? Güzelim Facebook ve email varken, insanlarla telefonla iletişmeyi sevmiyorum gerçekten. Telefonumu da ailemle konuşmak ve buluşacağımız zaman arkadaşlarımla haberleşmek dışında kullanmıyorum. Tanımadığı insanları gecenin 10'unda arayan ya da sabah 9'da arayıp uzun uzun çaldırarak uyandıran insanlar neyin kafasını yaşıyor merak ediyorum o yüzden. Tanımadığın birinin evine gidip, o saatte 10 kere zilini çalar mısın? Probably not. E o zaman niye telefonla rahatsız ediyorsun?
**
Birkaç hafta önce televizyonda kahvaltıma eşlik edecek bir şeyler ararken The Glee Project'e denk geldim. O günden sonra kaçırmadan izlemeye başladım. Bilmeyenler için, The Glee Project, Glee dizisinin yeni sezonunda rol alacak insanın yetenek yarışması modunda bir elemeyle seçildiği bir reality show. Programda Glee'nin yaratıcısı Ryan Murphy'nin "Paul Smith modellerine benziyorsun" şeklinde tanımladığı, Cameron adlı bir yarışmacı vardı. Erkeklere zerre ilgim olmamasına ve dizinin ilerleyen bölümlerinde hardcore Hristiyan olduğunun ortaya çıkmasına rağmen, onun olduğu sahnelerde gözümü ekrandan alamadığımı fark ettim. Tam bir o-kadar-şirinsin-ki-en-yakın-arkadaşım-ya-da-erkek-kardeşim-falan-ol-istiyorum anı yaşıyorum bu çocuğa bakarken. The OC'deki Seth'in daha utangaç ve daha yakışıklı hali gibi. Kalp.
**
Bu da 10 yaşındayken falan deliler gibi sevdiğim bir şarkıydı, bu aralar yine aklımda.
Böyle uzun süre evde oturduğum dönemlerde sıkıntıdan bir şeylere sarıyor ve bütün günümü onunla geçiriyorum. Bu takıntım her zaman kısa ömürlü oluyor, hevesim kısa sürede geçiyor. Başladığım iş de yarım kalıyor o yüzden genelde. İlgi alanlarım konusunda böyle daldan dala bir yaklaşımımın olmasına yakın çevrem "Maymun iştahlısın/Hiçbir şeyi bitirmiyorsun" şeklinde bakıyor. Bilmiyorlar ki gerçekten elimde değil, gerçekten ilgim birden pat diye başka bir şeye kayıyor. Aynı şeyi ilişkiler konusunda da yaşıyorum. Yeni bir arkadaşla/sevgiliyle deli gibi zaman geçirirken, birden ilk günlerde hissettiğim o coşku yok oluyor. Şu ana kadar çocukluğumdan beri hala arkadaş olduğum tek bir insan var, o derece (hep 93290 tane çocukluk arkadaşı olan tipleri kıskanmışımdır hatta).
**
Son birkaç gündür tanımadığım 543'lü farklı numaralar arayıp duruyor. Hem de insanın tanımadığı birini aramasının kaba ötesi kaçtığı abuk saatlerde. Normalde zaten bilmediğim numara arayınca açmam, bir de böyle görgüsüz gibi saçma sapan saatlerde aramalarına iyice sinir oldum, her kim(ler)se. Sattığım çantayla ilgili konuşmak isteyen bir kadına email adresimi ve telefon numaramı vermiş, mesajımın sonuna da "Emaille haberleşmeyi tercih ediyorum, lütfen mail atın" yazmıştım. Onun olabileceğinden şüpheleniyorum. Eğer oysa, özellikle aramak yerine mail atmasını söylediğim halde aradığı için sinir olacağım.
İnsanlar neden cep telefonu sahibi olmamın her an ulaşılmak istediğim anlamına gelmediğini anlamıyorlar? Güzelim Facebook ve email varken, insanlarla telefonla iletişmeyi sevmiyorum gerçekten. Telefonumu da ailemle konuşmak ve buluşacağımız zaman arkadaşlarımla haberleşmek dışında kullanmıyorum. Tanımadığı insanları gecenin 10'unda arayan ya da sabah 9'da arayıp uzun uzun çaldırarak uyandıran insanlar neyin kafasını yaşıyor merak ediyorum o yüzden. Tanımadığın birinin evine gidip, o saatte 10 kere zilini çalar mısın? Probably not. E o zaman niye telefonla rahatsız ediyorsun?
**
Birkaç hafta önce televizyonda kahvaltıma eşlik edecek bir şeyler ararken The Glee Project'e denk geldim. O günden sonra kaçırmadan izlemeye başladım. Bilmeyenler için, The Glee Project, Glee dizisinin yeni sezonunda rol alacak insanın yetenek yarışması modunda bir elemeyle seçildiği bir reality show. Programda Glee'nin yaratıcısı Ryan Murphy'nin "Paul Smith modellerine benziyorsun" şeklinde tanımladığı, Cameron adlı bir yarışmacı vardı. Erkeklere zerre ilgim olmamasına ve dizinin ilerleyen bölümlerinde hardcore Hristiyan olduğunun ortaya çıkmasına rağmen, onun olduğu sahnelerde gözümü ekrandan alamadığımı fark ettim. Tam bir o-kadar-şirinsin-ki-en-yakın-arkadaşım-ya-da-erkek-kardeşim-falan-ol-istiyorum anı yaşıyorum bu çocuğa bakarken. The OC'deki Seth'in daha utangaç ve daha yakışıklı hali gibi. Kalp.
**
Bu da 10 yaşındayken falan deliler gibi sevdiğim bir şarkıydı, bu aralar yine aklımda.
Subscribe to:
Posts (Atom)