Thursday, 29 December 2011

you can tell everybody this is your song

Çocukken en sevdiğim bilgisayar oyunlarından olan RollerCoaster Tycoon, geçenlerde National Geographic'te rollercoaster yapımıyla ilgili bir program izledikten sonra aklıma gelmişti. Baktım üçüncüsü falan çıkmış, oynamaya başladım. Manyak gibi sabahtan akşama bununla uğraşıyorum. Bağımlılık yapıcı gerçekten.

Böyle uzun süre evde oturduğum dönemlerde sıkıntıdan bir şeylere sarıyor ve bütün günümü onunla geçiriyorum. Bu takıntım her zaman kısa ömürlü oluyor, hevesim kısa sürede geçiyor. Başladığım iş de yarım kalıyor o yüzden genelde. İlgi alanlarım konusunda böyle daldan dala bir yaklaşımımın olmasına yakın çevrem "Maymun iştahlısın/Hiçbir şeyi bitirmiyorsun" şeklinde bakıyor. Bilmiyorlar ki gerçekten elimde değil, gerçekten ilgim birden pat diye başka bir şeye kayıyor. Aynı şeyi ilişkiler konusunda da yaşıyorum. Yeni bir arkadaşla/sevgiliyle deli gibi zaman geçirirken, birden ilk günlerde hissettiğim o coşku yok oluyor. Şu ana kadar çocukluğumdan beri hala arkadaş olduğum tek bir insan var, o derece (hep 93290 tane çocukluk arkadaşı olan tipleri kıskanmışımdır hatta).

**

Son birkaç gündür tanımadığım 543'lü farklı numaralar arayıp duruyor. Hem de insanın tanımadığı birini aramasının kaba ötesi kaçtığı abuk saatlerde. Normalde zaten bilmediğim numara arayınca açmam, bir de böyle görgüsüz gibi saçma sapan saatlerde aramalarına iyice sinir oldum, her kim(ler)se. Sattığım çantayla ilgili konuşmak isteyen bir kadına email adresimi ve telefon numaramı vermiş, mesajımın sonuna da "Emaille haberleşmeyi tercih ediyorum, lütfen mail atın" yazmıştım. Onun olabileceğinden şüpheleniyorum. Eğer oysa, özellikle aramak yerine mail atmasını söylediğim halde aradığı için sinir olacağım.

İnsanlar neden cep telefonu sahibi olmamın her an ulaşılmak istediğim anlamına gelmediğini anlamıyorlar? Güzelim Facebook ve email varken, insanlarla telefonla iletişmeyi sevmiyorum gerçekten. Telefonumu da ailemle konuşmak ve buluşacağımız zaman arkadaşlarımla haberleşmek dışında kullanmıyorum. Tanımadığı insanları gecenin 10'unda arayan ya da sabah 9'da arayıp uzun uzun çaldırarak uyandıran insanlar neyin kafasını yaşıyor merak ediyorum o yüzden. Tanımadığın birinin evine gidip, o saatte 10 kere zilini çalar mısın? Probably not. E o zaman niye telefonla rahatsız ediyorsun?

**

Birkaç hafta önce televizyonda kahvaltıma eşlik edecek bir şeyler ararken The Glee Project'e denk geldim. O günden sonra kaçırmadan izlemeye başladım. Bilmeyenler için, The Glee Project, Glee dizisinin yeni sezonunda rol alacak insanın yetenek yarışması modunda bir elemeyle seçildiği bir reality show. Programda Glee'nin yaratıcısı Ryan Murphy'nin "Paul Smith modellerine benziyorsun" şeklinde tanımladığı, Cameron adlı bir yarışmacı vardı. Erkeklere zerre ilgim olmamasına ve dizinin ilerleyen bölümlerinde hardcore Hristiyan olduğunun ortaya çıkmasına rağmen, onun olduğu sahnelerde gözümü ekrandan alamadığımı fark ettim. Tam bir o-kadar-şirinsin-ki-en-yakın-arkadaşım-ya-da-erkek-kardeşim-falan-ol-istiyorum anı yaşıyorum bu çocuğa bakarken. The OC'deki Seth'in daha utangaç ve daha yakışıklı hali gibi. Kalp.



**

Bu da 10 yaşındayken falan deliler gibi sevdiğim bir şarkıydı, bu aralar yine aklımda.

Friday, 23 December 2011

Balenciaga Chevre Calcaire Box'umu satıyorum :(

Evin kullanılmayan çantalar cenneti haline gelmesi ve odamdaki iki kapılı dolaplardan birinin sadece çantadan oluştuğunu fark etmem üzerine kullanmadığım çantalarımı satmaya karar verdim.

Son derece orijinal Balenciaga çantalarımdan birini satıyorum. Rengi Calcaire (hafif pembemsi bir tonu olan çok açık bir bej). Modeli Box; First ile aşağı yukarı aynı boyda görünüyor, ama eni daha büyük olduğundan daha çok şey sığıyor.

Bu model ve bu renk artık üretilmiyor, o yüzden çok nadir rastlanan bir çanta olduğunu Balenciaga delisi biri olarak güvenle söyleyebilirim. Çok yumuşak keçi derisinden yapılma. Aynası, toz çantası ve çıkabilen omuz askısı var. Yeni gibi, kullanıldığı hiç belli olmuyor. Belirgin bir lekesi, izi vs. yok.

İki yıl önce İngiltere'den almıştım, aldığımdan beri sadece 2-3 kez kullanmış olduğum için satıyorum. Ben kullanmıyorsam bari başkası kullansın.

Kesinlikle orijinaldir, sahte çantaya elimi bile sürmem. İstediğiniz mağazada ya da Purse Forum'daki Authenticate This Balenciaga bölümündeki uzmanlara onaylatabilirsiniz.

İlgilenenler yorum atarak ulaşabilirler.

Fiyat 900 TL. İzmir'de elden de teslim edebilirim. Çantanın satış fiyatı bunun bilmem kaç katı olduğundan maalesef daha ucuza satmam mümkün değil.





Wednesday, 21 December 2011

don't leave me here with only mirrors watching me



Bu şarkıyı henüz dinlemediyseniz, mutlaka dinleyin.

Conor Oberst'in sesinin 2:50'de aldığı hale bayılıyorum. "Don't leave me here" derken nasıl bir çaresizlik, ne kadar çıplak bir acı var sesinde. Sadece bu şarkı için konuşmuyorum; hislerini sesine bu adam kadar iyi yansıtabilen bir başka kişi yok bu dünyada kesinlikle. Bu şarkıda ya da Haligh, Haligh, A Lie, Haligh'da falan bazen öyle bir titriyor ki sesi, yüzünü bile görmeden "Ağlıyor" diyor insan.

**

Staj bitişi neye uğradığını şaşırmış, fazla boş vakitten kafayı yemiş bir ruh halindeydim. Şimdi hayatım yine fena halde rutine bağladı. Ve yine "Zaman yetmiyor" moduna geçtim. Sabah 9.25'e saatimi kuruyorum. Uyanıp ilaç içiyor, bir yarım saat daha kedimle birlikte uyukluyorum. 10.10'da "The Glee Project" eşliğinde kahvaltı ediyorum. O bitince maillerime, Facebook'uma ve diğer hesaplarıma bakıyorum. Kitap okuyorum. Sonra Digiturk'teki dizilerimi izleyerek öğle yemeği yiyorum. Ruh halime göre Wii oynuyor ya da Agatha Christie romanlarının TV uyarlamalarını izliyorum. Yazdığım online dergi için İngiliz basınını takip edip, birkaç haber derliyorum. Çocukluğumun favori oyunlarından RollerCoaster Tycoon'u yeniden buldum bu aralar, biraz onu oynuyorum. Akşam yemeği yiyorum, Digiturk'te izlemek istediğim dizi ya da film varsa izliyorum, yoksa kitap okuyorum. Gece 1'de National Geographic'te yurtdışında yasadışı işlere bulaşıp hapse giren insanları konu alan Banged Up Abroad diye bir program oluyor; televizyonu o bittikten sonra kapanacak şekilde ayarlayıp yatağımda onu izliyor ve uyuyakalıyorum. Ertesi gün yine aynı şeyler baştan.

Peki sıkıcı mı, hayır, değil.

Tuesday, 20 December 2011

battle for the sun

Blogger'a birkaç gündür bir şey yazmıyordum, yokluğumda değişmiş mi, yoksa benim bilgisayarım mı kafayı yedi? Yukarıda foto ekle ve spellcheck imgelerinden başka şey kalmamış, yazı yazılan sayfada. İlginç.

**

İstanbul'dan geleli 5 gün oldu. Alışılmadık bir biçimde 5 gündür aralıksız, sular seller gibi yağmur yağıyor. Hava öyle kapalı ki, öğleden sonra 2 gibi falan ışık yakma ihtiyacı duymaya başlıyorum, hatta bazen daha erken. İnsanın ruhunu karartıcı bir hava gerçekten. Ve bunu ne zaman dile getirsem, "E Londra'da hep böyle değil mi, sen orada ne yapıyorsun o zaman" türü bir laf ediyor karşımdaki insan. Neden bilmiyorum, Londra'da havanın günler boyunca gri olması beni çok rahatsız etmiyordu. Belki genelde güneşli olan İzmir'in aksine Londra çoğu zaman gri olduğu için ve yaz dışında güneş çok nadir görüldüğü için havanın kapalı olması sıradan bir şey haline geliyordu, bir tür "blasé" olma durumu. Ya da belki insan öyle bir şehirde başka türlü yaşamanın mümkün olmadığını bildiği için kendini ruh halinin havadan olabildiğince az etkilenmesi için şartlıyor. Bilmiyorum.

İzmir'de (ya da Türkiye'nin çoğunda diyelim) güneşin değerini bilmiyoruz. Ancak olmadığı zaman onun bizim için ne kadar önemli olduğunu fark ediyoruz. Kış günü bile güneş gözlüğümüz çantamızdan, arabamızdan eksik olmuyor. Hiç hazzetmediğim bir insan modeli olan "otobüste/uçakta yüzüne güneş geldiği anda perdeyi çeken cam kenarı insanları"na dönüşüyoruz.

İngiltere'ye ilk taşındığımda hava yağmurlu ya da buz gibi bile olsa, güneş yüzünü gösterdiği an yarı çıplak bir şekilde parklara akın eden insanları hep garipsemiştim. Ya da "Bugün hava güneşli, dersten sonra mutlaka bahçesi olan bir pub bulmalıyız" diyen sınıf arkadaşlarımı. Ama bir süre sonra onları anlamaya başladım. Güneşli günlerde laptop'umun ekranı görünmez hale gelse bile *asla* odamın perdesini çekmez hale geldim. "Daha güneşin batımına bir saat var" diye mutlu olup, o son bir saati kendimi 10 kez arkamı dönüp güneşe uzun uzun bakmak zorunda hissederek geçirdim. Güneş ne kadar gözlerimi rahatsız ederse etsin, asla güneş gözlüklerimi takmadım; dünyayı güneşin parlaklığı altında görmektense koyulaşmış, grileşmiş bir şekilde görmek, bana bir tür "günah" gibi göründü. Hava güneşliyken mutsuz olamazmışım gibi hissediyor ve gözlük takarsam bir şekilde güneşin bu ruh halimi koruyucu etkisini kaybedeceğimi düşünüyordum. O yüzden havanın günlerdir kapalı olması ve birkaç gün daha bu şekilde devam edeceğini bilmek hoşuma gitmiyor.

Öte yandan, tam olarak rengini bilemediğim bej bir Balenciaga Day çanta sahibiyim artık. Day'lerde çantanın hangi sezona ait olduğunu belirten metal etiket olmadığından çantanın sezonunu ve dolayısıyla renginin adını bilemiyorum. Praline, Sahara ve Granny adlı 3 renkten biri olduğunu sanıyorum. Ama bu üç rengin hiç birini gerçek hayatta görmediğimden, sadece internetteki fotoğraflara bakarak tahminde bulunmaya çalıştığımdan ve Balenciaga çantaların renkleri ışığa/kameraya/flaşa vs bağlı olarak deli gibi oynayabildiğinden emin olamıyorum. Çantamın fotoğraflarını çekip Purse Forum insanlarına sormayı planlıyordum, ama hava gri olduğu için rengi fotoğraflarda olduğundan daha gri çıkıyor. Normalde biraz daha yeşilimsi/sarımsı bir tonu var, o ton fotoğrafa yansımıyor nedense. Güneşli havada çekersem yansıyacağını ve çantamın renginin adını bulacağımı umuyorum. Böyle yazınca baktım ki bir renk ismi için bu kadar kasmam saçma geliyor göze, ama çok kafaya taktım cidden.



PS. 5 gündür bir de aralıksız balık yiyorum. Hala sıkılmış değilim. Her gün deniz ürünü yesem hayat ne güzel olur.

Friday, 16 December 2011

sic transit gloria (glory fades)

Çok, çok hızlı birkaç gün geçirdim yine. Çarşamba sabahın köründe kalktım, ojemi sürdüm, duşumu aldım, saçlarımı yaptım ve İstanbul'a gitmek üzere hazırlanmaya başladım. Tam arabaya binerken kimliğimi almadığımı fark ettim. Bütün evi aradım, bulamadım. Pasaportumu almak zorunda kaldım, o yüzden tüm İstanbul gezim pasaportum yerinde mi diye çantamı yoklayarak geçti. Bu kimlik koşuşturmacası sırasında havaalanına giden treni kaçırdım. Bir Türkiye klasiği olarak tabii ki bir sonraki tren olması gerektiği saatte gelmedi. Süperannem beni arabayla havaalanına bıraktı, uçağıma rahat rahat yetiştim. Arkadaşımın evine gittim, bir sürü Schweppes Mandalina + Smirnoff içtikten sonra Junior Boys konserine gittim. Vaktinde başlaması pek çok insan için beklenmedik bir şey olmuş olacak ki, sahneye çıktıklarında içeride 30 kişi falan vardı. Çok güzel geçen bir konserden sonra arkadaşıma gidip direk sızdım. Sabahı hiç hoşlanmadığım, ancak Starbucks'sızlıktan gitmek zorunda kaldığım Caffè Nero'da geçirdim. Oradan da staj yaptığım gazeteye uğradım, çok özlemişim. Orada yemek yiyip bir çay içtikten sonra yine havaalanına doğru yola çıktım. Uçakta tam yerime oturmuştum ki, arkada herifin teki "Kardeşim ben senin telefonla konuşmanı dinlemek zorunda mıyım" diye bağırmaya başladı. Bildiğiniz bağırıyor ama, abartmıyorum. Neymiş, önünde oturan kadın telefonla konuşuyormuş. Kendisi de kadına medeni bir biçimde "Kusura bakmayın, biraz sessiz konuşur musunuz" demek yerine, "Burası kıraathane mi, ben senin telefonla konuşmanı dinlemek zorunda mıyım" diye bağırmayı tercih etmiş. Sinir oldum. Ben de tanımadığı birine "Sen" diye hitap eden, onun telefonla konuşmasından 10 kat daha yüksek bir sesle kabadayı gibi bağırıp bütün uçağı ayağa kaldıran bir tipi dinlemek zorunda değilim çünkü. Asıl "kıraathane" davranışı bu olmuyor mu?

Bunu demişken, uçaktan inip trene bindiğimde yanımda oturan adam 10 dakika boyunca telefonla konuştu. 1- Gayet normal sesle konuşuyor, "Bu bir toplu taşıma aracı, herkes sessiz sakin takılıyor, bari alçak sesle konuşayım" da demiyor. Ya da konuştuğu insana "Şu anda dışarıdayım, acil değilse eve gidince arayayım" demek aklına gelmiyor. 2- Yanında oturan kadın, sıkılmış bir halde görüşmesini bitirmesini bekliyor. Bu nasıl bir kabalıktır? Zaten dışarıda telefonla konuşmayı (ya da genel olarak telefonla konuşmayı) hiç sevmem, biri bir arkadaşımın/sevgilimin vs. yanındayken beni ararsa da olabildiğince kısa keser, sonra da karşımda oturan insandan özür dilerim. Aynı şekilde buluştuğum biri karşımda bu kadar uzun süre telefonda konuşursa, bunun inanılmaz bir kabalık olduğunu düşünür ve "Demek ki bana saygı duymuyor, bana değer vermiyor" olarak algılarım. İnsanların mı algısında bir gariplik var, bende mi?

**

"Sing me something soft, sad and delicate" diye giden şarkı sözleri takıldı aklıma bugün. Lisedeyken çok dinlediğim bir şarkı olan Existentialism on Prom Night olduğunu hatırladım sonra. Taking Back Sunday ve Straylight Run çok dinliyordum o zamanlar.


Sonra aklıma Brand New geldi. O zamanlar en çok dinlediğim gruplar listesinde rahat ilk 3'e girer herhalde.


O zaman en en en çok dinlediğim grup ise kesin olarak Saosin. Deliler gibi dinlerdim bu şarkıyı. Myspace profilim açılınca çalmaya başlıyor, o güçlü davul sesi profilime bakanları deli ediyordu. Bir sürü insan "Nolur şu profil şarkını değiştir artık, profiline bakınca ürküyoruz" demişti hatta bu yüzden. Yine de seviyorum.

Saturday, 10 December 2011

your eyes forever glued to mine



Geçen gün aklıma Placebo-Blind gelmişti. Lise zamanında falan çok dinlediğim, ama yanlış hatırlamıyorsam en son Canterbury'deyken sınav döneminde dinlediğim bir şarkıydı. 1,5 yılı geçmiş, özlemişim. Bugün Facebook'ta bir arkadaşım sayesinde yeniden aklıma geldi, yazayım dedim.

Eskiden bu şarkıyı dinlerken içim pek bir fena olurdu. İstisnasız her seferinde ağlardım. Şimdi nostaljik oluyor, "Ne mükemmel sözler" diyor, ama ağlama krizi derecesinde bir duygulanım yaşamıyorum. Belki büyüdüğümden, belki de yıllardır hayatımdan çıkması halinde ciddi anlamda sarsılacağım bir arkadaşım, sevgilim vs olmadığından. Ya da belki bu "apathy" halinin nedeni büyüyor olmaktır. Belli bir kafa yaşına ulaşınca en duygusal insanlar bile tepkisiz, duyumsamaz hale geliyorlardır belki de. Ya da belki bir savunma mekanizması olarak üzerlerine geçirdikleri o gerçekçilik, ayrılmaz birer parçaları haline geliyordur. Teen'le biten yaşlarını geçen hiç kimse bir daha o takıntılı, gözü kapalı, saplantılı "aşk" haline ulaşamıyordur belki bir daha. O yüzden geçmişte kalmış ve yaşandığı zaman asla o kadar değerli olmamış anları yıllar sonra kafasında büyütüyor, "Ne güzeldi, ne kadar çok şey hissediyordum" diye duygusala bağlıyordur.

Sanırım üzerinden zaman geçtikte tüm an(ı)lar değere biniyor.

**

If I could tear you from the ceiling,
I'd freeze us both in time,
And find a brand new way of seeing.
Your eyes forever glued to mine.

PS. Foto ve ilham için Gökçe'ye teşekkür :)

Monday, 5 December 2011

it still hits me like a rock

En son yazdığımdan beri çok şey oldu. Perşembe günü The Maccabees konserindeydim. Konser saati 9.30 görünüyordu. 9.40'ta Babylon'a gittiğimde içerisi tıklım tıkış dolmuştu ve tam içki almak için bara yöneldiğimde grup sahneye çıktı. İngiltere'de ana grubun en geç 9.30'da sahneye çıkmasına ve konserlerin 11'de bitmesine bayılıyor, Türkiye'de konserlerin gecenin bir yarısı başlamasına sinir oluyordum (konser izlemek adına bütün gecesi iptal oluyor çünkü insanın, eve sabaha karşı dönmek zorunda kalıyor). O yüzden Babylon'un konser saatlerini erkene çekmesini sevdim. Alt gruptu, falandı filandı demeden grubun tam saatinde sahneye çıkması da sevindirici bir değişiklik oldu ayrıca. Konser mekanlarına gidip gereğinden pahalı içkilerle, kalabalık ötesi bir ortamda saatlerce grubun çıkmasını beklemek hoş değil gerçekten.

Cuma sabahı eşyalarımı toplayıp havaalanına gittim. Evi belli bir saatte boşaltmam gerekiyordu, o yüzden havaalanına geldiğimde uçuşuma 4 buçuk saat vardı. Dünya üzerindeki her bankadan bir sürü gereksiz kredi kartı sahibi olmamın faydasını görür, banka lounge'larından birinde beklerim diye düşünüyordum. Ama öğrendim ki, Atatürk İç Hatlar'da Garanti ve Wings'den başka lounge yokmuş. Garanti'nin fiyatı oha derecesinde olduğu için (23 euro + kdv idi yanlış hatırlamıyorsam), Wings'inkine gittim. Orası da bu sene paralı olmuş. O kadar saat başka yapacak şeyim olmadığından parayı verip girdim (25 TL). Ama Sabiha Gökçen'deki ücretsizken, Atatürk'teki neden paralı anlamadım. En azından son 1 ayda belirli bir miktarın üzerinde harcayan insanlara ücretsiz kalmalıydı bence.

Cumartesi İzmir'de, kendi yatağımda, sevilmek isteyen kedim tarafından uyandırıldım. Yapmam gereken hiç bir şeyin olmaması ve tamamen boş olmak bir garip geldi bana. "Onu da, bunu da, şunu da yapmak istiyorum" şeklinde bir maymun iştahla boş gezenin boş kalfası olarak geçen ilk günümün tadını çıkarmaya çalıştım. Ama o açgözlülükle güne 30402 tane şey sığdırmaya çalıştığımdan, pek başarılı olamamış olabilirim. Yazın tez yazdığım için izleyemediğim True Blood'ın son sezonuna başladım. Saçlarımı 10 yıl sonra ilk kez doğal rengine boyadım (o kadar uzun süre sonra böyle koyu bir renk görmeye hala alışamadım, her ayna görüşümde bir duraklıyorum). Kedim bütün gün kucağımdan inmedi, özlemişim. Sağlıklı beslenmeye, yemek yapmaya başladım. Deli gibi E! Entertainment ve Dizimax izledim. Kitap okudum. Müzik dinledim. Bourbon içtim. Aylardır ilk kez kendimi tamamen güvende hissederek dışarı çıktım (İstanbul'da sürekli "Başıma bir şey gelecek" korkusu taşıyordum). Bostanlı-Alsancak vapuruna bindim. Arkadaşlarımı gördüm, İzmir'in ucuz alkolünün tadını çıkardım. Uzun zamandır görmediğim bir sürü insan gördüm, bazılarını gördüğüme sevindim, bazılarını görmezden geldim. İzmir'i o kadar özlemişim ki, günde birkaç kez şöyle bir durup "Evimdeyim" diyorum kendi kendime.

İnsanın evi gibisi yok. Dünyada benim için İzmir'de olmamaya değecek ve içimi "contentment" ile doldurabilecek tek bir şehir var, orası da kesinlikle İstanbul değil.

Wednesday, 30 November 2011

quadrophenia

Bugün stajımın son günüydü. PMT modumun da etkisiyle sentimental bir ruh haline bağladım insanlarla vedalaşırken.

Çok acayip bir ruh halindeyim şu anda. Sanki sabah uyanıp, yeniden oraya gidecekmişim gibi.

**

Bir adam bir kadını ısrarla rahatsız ettiği ve "hayır"dan anlamadığı zaman, "Kadın kuyruk sallamasa erkek o kadar ısrar etmezdi" tepkisi veren insanların beyinlerini tokatlayasım geliyor. Kadın oldukları zaman iyice tepem atıyor. Bir kadın hemcinsi için nasıl böyle konuşabilir? Kendiniz tacize/tecavüze uğrasanız, bu mantıkla mı bakacaksınız hala? İdiotik bir bakış açısı.

Tuesday, 29 November 2011

making me glorious

Stajımın son günü yarın. Üzülüyorum. Dünyada stajı bitiyor diye üzülen kaç insan vardır, bunu da merak ediyorum.

**

Dün birini son kez gördüm. Bugün de görüşecektik, ama gelmedi. O yüzden veda edemedim. Dünün onu son görüşüm olacağını bilmiyordum. Bilsem daha mı iyiydi? Birini son kez görüşünüzün "son" olduğunu bilmeyi mi, yoksa bilmemeyi mi tercih ederdiniz? Ben karar veremedim. Böyle durumlarda yapıma hiç uymayan kaderci bir anlayışla "Zaten eğer hayatımda olması gereken biriyse, günün birinde nerede olursam olayım mutlaka karşıma çıkacaktır" diyerek avutuyorum kendimi. Sentimental, I know.

Sunday, 27 November 2011

i can't believe that you ignore me, such a shame

Dün akşam planladığımdan çok farklı bir gece geçirdim. Akşam tek başıma CSS konserine gidecek olmanın verdiği sıkıntıyla oturuyordum ki, yıllardır görmediğim bir arkadaşımdan mesaj geldi. Çıkışta onunla buluştuk, bir şeyler içtik. Tam o sigara içsin diye dışarı çıkmıştık ki, bana "Dünya amma küçük" dedirten bir şekilde liseden bir arkadaşımla karşılaştım.

Neyse, yarı sarhoş bir halde Garajistanbul'a gittiğimde saat 11'e geliyordu. O kadar çok içesim vardı ki, parasını bile sormadan kendime bir Jack ısmarladım. "15 TL" lafını duyunca kulaklarıma inanamadım. Konser mekanlarını geçtim, hangi barda 15 TL'ye Jack Daniel's satılıyor? Mutlu oldum. Sonra tuvalette çantamı lavabonun yanına koymuş, ruj sürüyordum ki, içeri giren bir kız çantamın üzerindeki yazıyı görerek "Aa, Goldsmiths'de mi okudun" dedi. "Evet" dedim. Böylece konserde tek başıma takılacak olma sorunum da ortadan kalktı (önceden buluştuğum arkadaşım Ghetto'daki Does It Offend You, Yeah? konserine gitmişti). O kızla ve arkadaşıyla birlikte konseri en önden izledim. Gayet küçük olan konser mekanı tıklım tıkış dolmamıştı, o yüzden insan rahat rahat, ittirilmeden, bara gitmesi 10 dakika sürmeden izleyebiliyordu konseri.

Konser çıkışı eve gidesim yoktu, saat de daha 00.40 falandı, o yüzden arkadaşımı aradım. Ghetto'daki konserin henüz bitmediğini, +1'i olarak beni içeri ücretsiz sokabileceğini söyledi. Gittim, bir de Does It Offend You, Yeah? izledim (o da çok sevdiğim bir grup, ikisi çakışıyor diye üzülmüştüm baya). Biraz daha içtim. Çıkışta bir baktım, grup dışarıda sigara içiyor. Yanlarına gittim. "You sound very English" dedi vokal insanı, mutlu oldum. Fotoğraf falan çekildik, konuştuk. Sonra eve geldim. Kafayı vurduğum gibi sızmışım.

Sabah öte akşamdan kalma bir şekilde uyandım. Hesapladım, dün gece 2 tane 33'lük Efes, 4 tane Chivas Regal ve 4 tane de Jack Daniel's içmişim. Beynim zonkluyordu kalktığımda. Uyanmamak, yataktan çıkmamak istedim, ama ağrı kesici alabilmek için bir şeyler yemem gerekiyordu.

Fark ettim ki, ben her aşırı sarhoş olduğumda mutlaka 6 saatlik uykudan sonra birden uyanıyorum. Bir daha da uyuyamıyorum. Çok fena bir şey.

Bugün transfobi karşıtı yürüyüşe gidecektim sözde. Alkol zehirlenmesi modunda olmam yüzünden yalan oldu.