Monday, 28 February 2011

today my heart swings

Amsterdam'da bir duvarda denk geldiğim bu cümle çok hoşuma gitti, paylaşmak istedim.


Ekim ayında sürekli gittiğim barda çalışan ve bahsedip durduğum o zamanki platoniğim Çek insan D ülkesine dönüyormuş. Artık kendisine karşı bir şey hissetmiyor olsam bile artık mekanda çalışan arkadaşımın kalmaması sinir bozucu. Yine orada çalışan ve baya sevdiğim insanlardan biri de geçen ay Berlin'e taşındığı için işi bırakmıştı.

Son 1 yıldır falan karşıma çıkan tuvalet duvarı/kapısı yazılarını fotoğraflıyorum. Özellikle bir sanat üniversitesi olan okulumun tuvalet duvarları çok ilginç şeylerle kaplı. Önümüzdeki günlerde Facebook'ta hepsini yayınlamayı düşünüyorum, eğer üşenmezsem.

Bugünlerde içimde yeniden alevlenen bir Interpol sevgisi.

Yarın Rhetoric dersimden sonra tez danışmanımla buluşacağım ilk kez. Şans dileyin.

Sunday, 27 February 2011

baby went to amsterdam

Şu anda Brüksel Eurostar istasyonunda oturmuş trenimi beklemekteyim. Trene binmeme daha bir saat var. Ben de o sırada sizinle Amsterdam gezi notlarımı paylaşayım dedim.

Amsterdam'a 3. gidişimdi bu. İlk gelişim babamla Batı Avrupa turumuz sırasındaydı, yalnızca iki gün kalmamıza rağmen o iki günün tamamı ikimiz için de sürekli sarhoş/kafası güzel olarak geçti. Ayrıca bu gezi ilk kez babamla birlikte ot içtiğim zamandı. Dediğim gibi hiç ayık olmadığımızdan hiç gezilesi görülesi yerleri ve tarihi mekanları gezmedik: sadece restaurant, bar ve coffee shop'lar (bilmeyenler için coffee shop = Hollanda'da yasal olarak marijuana ve hash satın alıp içebildiğiniz cafeler). Ayrıca o zaman Last.fm'den tanışıp bir süredir nette konuşuyor olduğum Menno'yla ilk buluşmamızdı.

Amsterdam o kadar içimde ukte kalmıştı, ve Menno'yla o kadar iyi anlaşmıştık ki, 2.5 ay sonra "Anne, ben Amsterdam'a tatile gitmeye karar verdim" şeklinde tek başıma bir kez daha Amsterdam'a gidecektim. Gidişimden önceki gece (3 Ekim 2007 tam olarak) daha sonradan benim için şimdiye kadar "hayatımın aşkı" kavramına en yaklaşan insan olduğunu anlayacağım ilk kız arkadaşımla tanıştım. Tarifi imkansız derecede, kamyon çarpması modunda beni çarpan bir etkilenmeydi. Akşamı evimde geçirdiğimizi, sonra onun eve gittiğini, "Sabah erken kalkamıyorum" dediğim için sabahın 6'sında falan beni uyandırmaya geldiğini, bavulumu topladığını hatırlıyorum. Sonra havaalanına gittim, uçağı beklerken o günden sonra bir daha hiç konuşmadığım erkek arkadaşımla değil onunla telefondaydım bekleme salonundayken. Tanışalı 24 saat geçmeden birine onu sevdiğimi söylediğim tek andı. 2. Amsterdam gezim de ilki kadar hızlı geçti. Kafam sürekli o kadar güzeldi ki, hayatımda ilk kez alkol alma gereği duymuyordum. Bütün haftasonunu Menno ve onun erkek arkadaşıyla birlikte ot içip şehrin gay barlarını gezerek geçirdik. Döndüğümde Türkiye'de okumaya devam etmek istemediğime karar vermiştim: Ne yapıp edip bir sonraki sene Amsterdam'da yaşıyor olacaktım.

Çocukluğumdan beri ani bir şekilde "Ben bunu yapacağım" diye çok büyük, hayat değiştirici kararlar vermeme alışmıştı ailem, ve ne derlerse desinler bir şeyi kafaya koydum mu fikrimin değişmeyeceğini biliyorlardı. Annemin tayini çıktığı için ilkokulda Edirne'ye gittiğimizde hayatımdaki en önemli insan olan annemi bırakıp İzmir'de babamla yaşamaya karar vermem, babamla yaşamayı beceremeyince annemin işini bırakıp benimle yaşamaya İzmir'e dönmesine karar vermem, lisedeyken gittiğimiz bir okul gezisinde Yeditepe'nin kampüsüne aşık olduktan sonra "Ben Yeditepe'de okuyacağım" diye tutturmam, herkes yurtta yaşamamı isterken eve çıkmaya karar vermem, ve son olarak burslu okuduğum Yeditepe'yi bırakıp Hollanda'da yeniden üniversiteye başlamaya karar verişim bu ani kararlarımın örneklerinden (daha sonra Kent'e, o da yetmedi Londra'ya taşınmaya karar verişimden, ailemin tüm karşı çıkışlarına rağmen "Gideceğim ben" yapıp gitmemden ve bu sene sonunda hangi ülkede ne bok yiyeceğimin belli olmamasından, ama ailemin tüm "Türkiye'ye dön sana istediğin işi bulalım"larına rağmen dönmemekte kararlı olduğumdan bahsetmiyorum bile). Sonuç olarak annemler beni okulu bırakmayıp Erasmus'la bir dönem Hollanda'ya dönmem için ikna ettiler. Ama bunun üstüne az önce bahsettiğim insanla olaylı ayrılışımız denk gelince, intihar girişimi derecesinde depresyonda olduğumu ve artık İstanbul'da kalmaya tahammülümün olmadığını gördüklerinde İngiltere'ye taşınmam fikrini herkes kabul etti, İstanbul bana iyi gelmiyordu: Şimdi bile "Ben birkaç günlüğüne İstanbul'a gideceğim" dediğimde merak içinde kalıp "İstanbul sana iyi gelmiyor, ne zaman gitsen o zaman hayatında olan insanlarla bir şeyler yaşayıp sinirini bozuyorsun, gitme" tepkisi veriyor annem.

O Amsterdam gezisi benim hayatımı değiştirme yolunda attığım ilk adımdı: İlk kız arkadaş, ilk gay barlar, ilk kez verilen yurtdışında okuma kararı (sonuç olarak Amsterdam'da okumuyor olsam bile). O yüzden bu kez de bir şeyler bekliyordum Amsterdam'dan. Bu son gidişim diğer iki gidişimden çok, çok daha farklıydı. İlk olarak tamamen yalnızdım, babam ya da Menno yoktu. 5 gün boyunca tanıdığım tek bir insan görmedim, ailemle tek bir kez telefonda konuşmadım, günde 5-10 dakika dışında nete girmedim, tamamen yalnız başıma geçirdiğim bir 5 gündü. Kimseye bağlı olmadan aklıma ne estiyse onu yaptım.

İlk gün sabah 6 gibi evden çıktıktan sonra Brüksel üzerinden trenle Amsterdam'a geldim. Otelime gidip birkaç bölüm True Blood izledikten sonra otelin çevresinde biraz dolanmaya çıktım. Otelim şehrin gay bölgesindeydi, hatta şehrin kadınlar için olan tek barı otelimle aynı sokaktaydı. Yemek yedim, o bara gittim, bir sürü Westmalle Tripel içtim, gayet sarhoş bir şekilde otelime geldim ve sızdım.

İkinci gün öğlene kadar uyudum. Öğleden sonra şehir türü yapmak için Central Station tarafına gittim. Tur acentasındaki gerizekalı kadın bana turun başlayacağı yeri yanlış tarif ettiği için turu kaçırdım. Bir sinirle acentaya gidip "Nerede bu tur??" diye bağrındıktan sonra kızın işe yeni başladığı ve bana yanlış yeri söylediği ortaya çıktı. Turumu ertesi güne ertelediler. Boş öğleden sonramı değerlendirmek için bir spacecake (marijuana ya da hash ile yapılan kek) alıp otele gideyim dedim, sorduğum coffeeshop'ta kek yoktu. Ben de onun yerine truffle (mantar yasaklandığından beri onun yerine satılan halüsinojen mantarımsı bir şey, ne olduğunu tam olarak bilmiyorum) aldım. Satıcı çocuk bana "Çok halüsinasyon yapmaz bu, ama bütün gün her şeye güleceksin" demişti. Otele gittim, truffle'ları yedim (hayatımda yediğim en tiksinç tada sahip şeydi), True Blood açıp etkisini beklemeye koyuldum. 2 saat sonra gayet normal şeyler fena ilginç görünmeye başladı gözüme. Banyoya gittim, ayna karşısında kendime bakıp saçlarımın banyonun ışığı altında alevlere benzediğini falan düşündüm, salak salak yüz ifadeleri yaparak yüzlerce foto çektim, sonra onlara bakıp kahkahalarla güldüm, sonra "Ne minik burnum var benim, düğmeye benziyor bu açıdan" falan diye biraz daha güldüm, yatağa geri döndüm ve baktım ki 1,5 saat boyunca ayna karşısında takılmışım. Biraz daha True Blood izledim, ve şunu söyleyebilirim ki True Blood o kafamla hayatımda izlediğim en komik şeydi, bildiğiniz kahkahalarla güldüm dizi boyunca, bazı sahneleri tekrar tekrar izleyip tekrar tekrar güldüm, çok acayip bir kafa yapısındaydım dediğim gibi, abuk subuk şeyler bana çok felsefi falan geliyordu. Tabii o sırada kafamın güzel olduğunun farkında değildim, "Bu muymuş, hiç etki etmedi bunlar" falan modundaydım. O yüzden dışarı çıkmaya karar verdim, etrafımda daha çok hareket olursa kafam daha güzel olur gibi bir düşünceyle. Hayatımda verdiğim en kötü karardı kesinlikle. Çıktığımda kar yağıyordu, kafam ayıkken bile karda "Ay şimdi düşücem" diye yavaş yavaş yürüyen bir insanım, o halimde yürümek bile çaba gerektiren, "Evet, şimdi sağ ayağını öne at, sonra solu, evet evet, oluyor, yürüyorsun" modunda bir eylemdi. Yakınlarda bir restauranta oturdum, herkes bana bakıyor gibi hissediyordum (bakıyorlar mıydı bilmiyorum) ve benim kafamın güzel olduğunu biliyorlar gibi geliyordu. Sanki herkes hakkımda konuşuyordu. Yemek geldi, onu yiyene kadar etrafımdakilere çaktırmamak için nasıl insanüstü çabalar içinde olduğumu anlatamam. "Normal davran, olabildiğince çabuk bunu ye, buradan çık, ve oteline git, anlayacaklar kafanın güzel olduğunu" diye düşünüyordum sürekli. Fena, fena bir anksiyete krizi geçirdim oturduğum yerde. Satıcı çocuk portakal suyu içersem truffle'ların etkisinin geçeceğini söylediği için yemekle birlikte portakal suyu içtim, bir işe yaramadı, otele döndükten 2 saat sonra ancak normale dönmüştüm (toplam 6-7 saat falan sürdü). Sizlere not: Alışık değilseniz *kesinlikle* tek başınıza halüsinojen/kafa yapıcı maddeler kullanmayın, kullanacaksanız otel odasından ya da evinizden asla çıkmayın. Dışarıda geçirdiğim o bir saat hayatımın en cehennem anıydı diyebilirim.

Üçüncü gün yine öğlene kadar uyudum, biraz True Blood izledim, şehir turu yaptım. Özellikle kanal gezisi süperdi. Akşam bir şeyler yedim, otele döndüm, True Blood izledim, uyudum. Şehri keşfetmek ve sonrasında tembelliğimin tadını çıkarmaktan ibaret güzel bir gündü. Yemekten sonra bir coffeeshop'a gidip ot içecektim, ama üşendim. Ertesi güne kaldı.

Dördüncü gün kahvaltıdan sonra uzun araştırmalar sonucu bulduğum bir coffeeshop'a gittim, ama kapalıydı. Yakındaki başka bir coffeeshopa gitmek zorunda kaldım. Kendim sarmayı beceremediğimden hazır sarılmış, hash'li bir joint aldım, onu içtim. Gitmek istediğim coffeeshop'u iyice araştırıp özenle seçmemin nedeni çoğunun ortamını beğenmemem: genelde leş insanlarla (neredeyse tamamı erkek) dolu, leş müzikler çalan, girdiğinizde herkesin turistsiniz diye tip tip baktığı, pis görünümlü, karanlık mekanlar oluyorlar, ve tek başına bir kadın olarak öyle yerlerde olmaktan hoşlanmıyorum. Bu gittiğim mekanda benden başka sadece 2-3 insan vardı, ama yine de ortam leşti dediğim gibi, ve uzun kalmak istemedim. Otele döndüm, True Blood izledim, kafam hafif güzeldi, pek etkilenmedim, zaten hash/marijuana beni fazla etkilemiyor çok çok güçlülerini içmedikçe, onları da tek başımayken içmek istemedim çünkü hipoglisemi hastasıyım ve ot şekerimi fena düşürüyor, bayılma ihtimalim %80 falan oluyor. Neyse, birkaç True Blood bölümü sonrası tamamen ayılmıştım, dışarı çıktım, yemek yedim, çevredeki gay barları gezmeye karar verdim. Az önce bahsettiğim kadınlar için olanı dışında hepsi erkek doluydu (benden başka kadın yoktu), içeri bir kadın girdiğini görünce kötü kötü bakıyorlardı falan. Birer içki içip kalktım o yüzden. Kadınlar için olan baya güzeldi, içerideki kadınların hepsi *inanılmaz* güzellikteydi. Gerçekten, şu ana kadar Avrupa'daki bir çok şehrin gay ortamlarında bulundum, ve hiç birindeki kadınlar bu kadar güzel değildi. Ama yine de insanlar soğuktu, ve Cuma olmasına rağmen barlar boştu (saat 11'i biraz geçe kalktım, muhtemelen daha sonra kalabalıklaşmıştır, ama 11 yine de aşırı erken bir saat değil). En önemlisi, mekan seçeneği yoktu. O yüzden Londra'nın gay ortamını her şekilde tercih ederim.

**

Eve dönmüş bulunuyorum dün gece (dün = üstteki kısmı yazdığım gün). Dün sabah rüyamda ilk kız arkadaşımı görmüş olarak uyandım. Onu her rüyamda görüşümde olduğu gibi içimi bir hüzün kaplamıştı. Rüyamda çok, çok mutluyduk, rüya bile olsa öyle hissedebilmek güzeldi yine de. Onu özlüyorum.

Öğlen Amsterdam'dan ayrılıp Brüksel'e doğru yola çıktım. 3 saate yakın bir tren yolculuğundan sonra Brüksel'e ulaştığımda Amsterdam'ın aksine fena halde yağmur yağıyordu. Şehrin görülesi yerlerini 20 dakika falan içinde gördükten sonra (evet, Brüksel o kadar küçük bir şehir) oha dediğim bir bira menüsüne sahip olan Delirium'da bir Belçika birası içtim. Bu sırada cebimde 15 euro para kalmıştı. Yemek yemeye ve daha sonra Eurostar'ın kalktığı tren istasyonuna taksiyle gitmeye yetmeyeceği kesindi, bankadan para çekmek istemiyordum çünkü komisyon alıyorlardı, yanımdaki poundları da değiştirmek istemedim çünkü küçük exchange ofisleri bankalardan çok daha fazla komisyon alıyordu. O yüzden kartla yemek yiyebileceğim bir yer aramaya koyuldum o yağmurda. En sonunda kapısında Visa çıkartması olan bir yer buldum, bir şeyler yedim, biraz daha Belçika birası içtim, hesabı istedim ve öğrendim ki 12.50 euro altına kart kabul etmiyorlarmış. "Of ne malsınız" diye düşündüm, son paramı harcadım ve çıktım.

Amsterdam ve (özellikle) Brüksel'de çoğu cafe/restaurant/bar türü mekanda kredi kartı geçmiyor. İngiltere'de şu ana kadar kart geçmeyen bir mekana rastlamadım hiç, sadece "5 pound/10 pound altına kabul etmiyoruz" falan diyorlar, ve bu bir duvarda, menüde falan yazılı oluyor ki insanlar ona göre sipariş versinler. Ayrıca Belçikalı garsonlar fena halde uyuz insanlar; Fransızlar'ın turistlere sinir olan, doğru düzgün İngilizce bilmeyen, kaba ve suratsız hali onların da çoğunda mevcut. Amsterdam'da ise 1-2 istisna dışında karşılaştığım herkes oldukça güleryüzlü ve ilgiliydi; ayrıca hepsi mükemmel İngilizce konuşuyordu. Fransa'ya gittiğimde genelde "Fransızca bilmediğim için insanlar bana bir ters davranıyor" düşüncesine kapılırım, ve menüler bilmemneler genelde Fransızca olduğundan kendimi hep yabancı bir yerde hissederim. Brüksel'de de kısmen öyle. Amsterdam'da hiç öyle hissetmedim, İngilizce 2. dil haline gelmiş tamamen. Hatta oradayken düşündüm de, eğer İngiltere'den çalışma izni alamazsam, kendimi Amsterdam'da yaşarken görebiliyorum. Amerika olasılığının yanına Amsterdam'ı da ekledim. Bakalım.

Neyse, beş parasız bir şekilde yağmurun altında yarım saat falan dolanıp bir tek ATM bulamadıktan sonra kendimi trenden indiğim istasyonda buldum. Kırık olan ayağım acıdan ölüyordu o sırada, ve çoraplarıma kadar sırılsıklam olmuştum. Eurostar biletimle bedava trene binebiliyordum, onu kullanarak Eurostar istasyonuna gittim. Gelmem gereken saatten 1.30 saat önce gelmiştim, sinirlerim de bozulmuştu bu yağmur ve para olayına. Ayrıca genel olarak Brüksel canımı sıkıyor, yemeklerinin ve biralarının hastasıyım, dünyadaki favori biralarım kesinlikle, ama yeme-içme dışında bir bok yok şehirde, gerçekten. Neyse, Subway'e gittim içecek almak için istasyonda, "Pardon ama dudaklarınız çok güzel ve belirgin, bunu söyleyerek sizi rahatsız etmedim değil mi" diyen Subway çalışanı beni mutlu etti. İngiliz pasaport kontrolünden geçerken adamın İngiliz pasaport polislerinin genel uyuz halinin aksine gayet eğlenceli bir amca çıkıp bana Türkçe "Merhaba, nasılsın" ve "Güle güle" demesi gayet ilginçti. Trene bindim, akşam treni olduğundan mıdır nedir herkes içiyordu, arka vagonda insanlar 2 saatlik yolculuk boyunca sürekli olarak koro halinde Katy Perry, Rihanna falan söylediler. İlk kez böyle acayip bir Eurostar yolculuğunda bulundum.

10'a doğru eve geldim, kapımın önünde postacının eve bir şey getirdiğine ama çok büyük olduğu için posta deliğine sığmadığına dair bir yazı vardı. Ben bir şey sipariş vermedim, yani ne geldiğine dair en ufak bir fikrim yok. Merak ediyorum baya, ama yeniden getirtirsem £1.50 ödemem gerekiyor. Jack Daniels ya da diğer markalar bazen reklam için ıvır zıvır gönderiyorlar, öyle bir şeydir diye tahmin ediyorum, ama abuk bir şeyse o para boşa gidecek. Çok değil, evet, ama boşa harcamak istemem. Ne yapsam karar veremedim.

Özetle, süper bir 5 gün, maliyeti 1500TL. Bir daha yapar mıyım? Gayet.

Baby went to Amsterdam
She put a little money into travelling
Now it's so slow, so slow
Baby went to Amsterdam
Four, five days for the big canal
Now it's so slow, so slow

And I got to go away
To a place of my own
Working hard, fill my time
From that day on, till I hit the bed
Amsterdam was stuck in my head

Monday, 21 February 2011

go fish



Az önce yıllardır izlemek istediğim filmlerden biri olan Go Fish'i izledim. Baya ilginçti, tavsiye ederim The L Word hayranlarına.

Filmdeki yeterince out olamamakla ilgili sahne ve erkeklerle birlikte olan kadının sorgulanması sahnesi güzeldi. Youtube'da aradım, bulamadım, üzüldüm.

Don't fear too many things, it's dangerous. Don't say so much, you'll ruin everything. Don't worry yourself into a corner and just don't think about it so much. The girl you're going to meet doesn't look like anyone you know and when you meet her, your toes might tingle or you might suppress a yawn. It's hard to say. Don't box yourself in. Don't leave yourself wide open. Don't think about it every second but just don't let yourself forget. The girl is out there.

PS. 90'ların modası ne kadar korkunçmuş ya öyle. Cidden.

Sunday, 20 February 2011

sext your x

Geçen gün otobüste aklıma geldi bu: Neden Türkiye'de trans erkeklerin hepsi görünmez durumda?

Son zamanlarda çevremde *baya* fazla trans erkek var (trans erkeği trans olarak kısaltacağım bu yazı boyunca). Londra'daki çevremde tabii. Türkiye'de tek bir tane trans tanıdığım yok. Bana göre trans olan bir sürü insan var, ama kendilerini öyle tanımladıklarını sanmıyorum. İşin özü de identification (kendini x olarak tanımlamak) olduğundan, trans tanıdığım yok diyorum.

Sanırım Türkiye'deki bu trans görünmezliğinin nedeni insanların kendilerini trans erkek yerine butch ya da erkek olarak tanımlamasından kaynaklanıyor.

İzmir'de otururken "Adı Cansu ama Can adını kullanıp göğüslerini bağlıyor (binding)" diye bahsi geçen Can trans mı mesela? Bana sürekli "Siz kadınlar" ifadesini kullanarak sinirlerimi tepeme çıkaran "kadın" trans mıydı? Fazlasıyla butch görünümlü insanların kaç tanesi trans?

Bir de passing (trans argosunda trans olduğunun diğer insanlar tarafından anlaşılamaması) işini mükemmelleştirmiş, dolayısıyla trans görünmediği için görünmez olanlar var. Bu bahsettiklerim arasında kadın ve erkek zıtlıklarından oluşan ikili cinsiyet sistemine sonuna kadar bağlı, kadın kimliğini kısıtlayıcı bulup yine bir o kadar kısıtlayıcı olduğu halde erkek kimliğine adım atmış olanlar ve dolayısıyla trans olarak anılmaktan hiç hazzetmeyenler var.

Bugün hayatımda ilk kez Türk bir sitede birisinin trans erkek kimliğini sahiplendiğini gördüm. Şaşırdım. Nedense insanlar bunu yapmıyorlar çünkü Türkiye'de.

Londra'da durum tam tersi. Şu anda çevremde androjen görünümlü ya da butch olan, ve birileri onlardan "he" diye bahsedene kadar trans olduklarının farkına varmamış olduğum bir sürü insan var. Öyle ki, LGBT bir ortama girdiğimde artık insanlardan he/she olarak bahsetmemeye dikkat ediyorum, çünkü pot kırmak sandığınızdan çok daha kolay; butch gözüyle baktığım insanların çoğu trans erkek çıkıyor diyebilirim.

Türkiye'de durum neden böyle değil? Toplumun genelinin transfobik olmasından bunun gizlenmesini anlarım, ama gay ortamlarda kendilerini açıklardı en azından diye düşünüyorum insanlar. Türkçe'de he/she olayı olmadığından açık olsalardı da nasıl anlardık belirsiz, ama o "Cansu/Can" olayı olurdu en azından.

Türkiye'nin trans erkekleri nerede?

Saturday, 19 February 2011

the deliverer



İngiltere'de her yıl Şubat ayı LGBT History Month olarak kutlanıyor, o yüzden Şubat boyunca neredeyse her gün bir LGBT etkinlik var. Bugün British Museum'da LGBT Film Günü'ydü.

"Cumartesi sabahı beni 8.30'da kaldırabilecek tek şey Xena" kesinlikle. Gün Xena ile başladı, ardından uzun zamandır ilgimi çeken Amerikan yerlilerinde çift cinsiyet/çift ruh kavramını anlatan Two Spirit People adlı bir kısa film gösterildi. Sonrasında Kral 2. Henry'nin "Will no one rid me of this meddlesome priest" lafıyla güme giden Thomas Becket'in Archbishop of Canterbury oluşunu ve sonrasında gelişenleri anlatan film Becket vardı. 2 yıl Canterbury'de katedralin dibinde yaşamış ve Becket'in katedraldeki mezarını görüp "Hayalet dedikoduları dedikodudur muhtemelen ama burada bir enerji var" diye düşünmüş bir insan olarak bir çok sahnesi Canterbury Katedrali'nde geçen bu filmi izlemek içimde garip hisler uyandırdı. Ayrıca filmde Kral 2. Henry ve Becket'in sevgili olduğu ima ediliyordu. Ya da Henry'nin sürekli Becket'i sevdiğini söylemesine ve annesinin "Becket'e karşı olan hislerin 'unnatural'" demesine bakılırsa iddia ediliyordu. Doğru mudur bilemiyorum, ama o subtext (bariz bir şekilde sevgili olmamaları ama bunun ima edilmesi) bana biraz zorlama geldi, film LGBT Günü çerçevesi içinde gösteriliyor olmasa Henry-Becket ilişkisine ben bromance gözüyle bakardım, sevgililik gözüyle değil.

Diğer yandan Xena kült lezbiyen dizi olarak tanımlandığında "Xena'nın lezbiyenlikle ne alakası var?" diyenler vardı. Sanıyorum kendileri benim izlediğim Xena'dan farklı bir Xena izlemişler. İkilinin bariz öpüştüğü ve birlikte çıplak banyo yaptıkları sahneler dışında sevgili oldukları bir çok bölümde ima ediliyordu (en basitinden, aklıma gelen ilk örnek: A Day in the Life adlı bölümde Minya'nın Gabrielle'e erkek arkadaşı Howard'ı işaret ederek "He's mine," dedikten sonra Xena'yı işaret ederek "She's yours" demesi).




Dizi bittikten sonra Lucy Lawless'ın bir röportajda "Gabrielle Xena'nın sevgilisi miydi" sorusuna verdiği cevap yeterince açıklayıcı zaten:

"There was always a 'Well, she might be or she might not be,' but when there was that drip of water passing between their lips in the very final scene, that cemented it for me. Now it wasn't just that Xena was bisexual and kinda liked her gal pal and they kind of fooled around sometimes, it was, 'Nope, they're married, man.'"




7 yaşındayken falan her Pazar gecesi obsesif bir şekilde başlamasını bekleyip annemler salondaki asıl televizyonda başka şey izliyor diye küçük, eski mutfak televizyonunda izlediğim Xena'yı yıllar sonra kocaman bir sinema ekranında, 100 kadar gay insanla birlikte izlemek nasıl bir deneyimdi anlatamam. Bölüm başladığı anda tüylerim diken diken oldu, hayatımın en heyecanlı anlarındandı.

Thursday, 17 February 2011

then hurt me

Bu aralar biriyle görüşüyor olduğumdan bahsetmiştim. Salı gecesi dışarıdaydık, ikimiz de fazlasıyla alkollüyken aramızda "Sanırım isteklerimiz aynı değil" türü bir tartışma yaşandı. Problem şu ki, şu anda kesinlikle vanilla bir ilişki (ilişki lafını genel olarak kullanıyorum) istemiyorum. O da çok vanilla olduğunu düşünmesem bile benden 11 yaş büyük olmasına rağmen şu ana kadar kink ile pek deneyimi olmamış bir insan. 1 yıl öncesine kadar kendimi bir sub olarak görüyordum. Yeni yeni keşfediyor olduğum switch kimliğimin dom yüzünü ilk kez doğru düzgün yaşamamın deneyimsiz, ve benden yaşça o kadar büyük biriyle olmasını istediğimden emin değilim. Altından kalkamayacakmışım gibi geliyor bazen. Diğer yandan, birilerine zarar veresim de çok var bugünlerde. Kesinlikle içimde en ufak bir sadizm yok, insanlara acı çektirmek bana direk olarak bir zevk vermiyor. Asıl zevk aldığım nokta bana kendilerine zarar verme iznini veriyor olmaları. Kink olayına mutlaka bir yerlerden girin bence, tavsiye edilir.

Salı günü fena halde ikisinden de hoşlanıyorum dediğim Yeni Zelandalı çift, ve yine fena halde hoşlanıyor olduğum J oradaydı. J ile yazdığım forumlardan birinin kinky buluşmalarından birinde tanıştık (organize eden de bu Yeni Zelandalı çiftti, ilginç bir şekilde). O gün çok konuşamadık, masanın diğer ucunda oturuyordu. 1-2 hafta önce kinky ıvır zıvırlar satılan London Alternative Market vardı, ona birlikte gittik, ve çok, çok eğlendim. Fetlife profilinde sub yazdığını gördükten sonra da hoşlanma seviyem 2 katına çıktı denebilir. Cumartesi British Museum'da LGBT Film Günü var, Xena gösterilecek, J de orada olacak. Bu aralar çevremde bir sürü kinky ve mega etkileyici kadın var. I fucking love my life.

Culture Industry ve Post-feminism essaylerime hala not verilmedi :(

Tez konumu değiştirdim, kadınların raunch culture tabir edilen aşırı seksüelleşmiş popüler kültüre katkıda bulunmasının nedenlerini araştıracağım. Neden striptiz klüplerine gidiyorlar, neden lap dance dersleri alıyorlar, bu burlesque modasının nedeni nedir, neden Playboy logolu şeyler giyiyorlar, neden Girls Gone Wild türü şeyler için göğüslerini gösteriyorlar, neden Brazilian wax yaptırıyorlar, estetik yaptırıyorlar falan filan özetle. Bu dediklerimi yapan 20 kadar kadın bulup bu soruları sormam gerekiyor. "Çünkü bunlar beni özgürleştiriyor/güçlendiriyor" türü post-feminist cevaplar duymayı bekliyorum. Beni takip ediyorsanız zaten bu argüman hakkındaki düşüncelerimi biliyorsunuz.

PS. Birisi Katherine Moennig cinsel tercihi diye aratarak bloguma ulaşmış. KM'in straight bir hali var mı ya gerçekten? She's, like, so gay. Hatta Laura Freedman ile birlikte bildiğim kadarıyla.

one of those moments

Basında bir şey görünce mutluluktan ağlayasımın geldiği pek olmaz. Şu ana kadar sadece bir kaç yıl önceki İzmir'deki o büyük Cumhuriyet Mitingi'ni İstanbul'daki evimde televizyonda izlerken, Pride yürüyüşü türü şeylerin görüntülerine denk gelince ve Prop 8'in kalkmasından sonra insanların sevincini izlerken mutluluktan gözlerim dolmuştu. Şimdi gördüğüm bu haber de neredeyse ağlattı beni.


Amerika'da 7 yaşında bir çocuk ailesinin kendisine istediği bir derneğe bağışlaması için verdiği parayı bir LGBT hakları derneğine bağışlamış, "Bu parayı size yolluyorum çünkü eşcinsellere eşit davranılmamasının adil olmadığını düşünüyorum" diyen bir mektupla birlikte.

Ne kadar güzel.

don't be such an asshole

Bugünlerde tecavüzle ilgili çok yoruma denk geliyorum.

İlk olarak Wikileaks insanı Julian Assange'in tecavüzle suçlandığı davanın savcısı emekli bir hakim tarafından "Erkeklerden nefret eden bir feminist" olarak tanımlanıp davada taraf tutacağı, Assange'in haksızlığa uğrayacağı idda edildi. Tüm bu tecavüz suçlamalarına rağmen Assange'e hala bir idol gözüyle bakılıyor. Roman Polanski olayından sonra bir kez daha anladık ki erkek güçlü bir isim olunca birine tecavüz etse bile kimse bundan bahsetmiyor, bahsedenlere "erkeklerden nefret ediyor" damgası yapıştırılıyor.

Daha sonra kaale bile alınmayası bir nobody'den "Dekolte giyene tecavüz ederler" lafı geldi. Gördük ki erkeğin insan olamamışlığının suçlusu kadın.

Daha sonra Justin Bieber adlı çocuk (literally, çocuk) Rolling Stone'a verdiği bir röportajda "Ben kürtaja inanmıyorum, kürtaj bebek öldürmektir, tecavüz sonucu bile yapılmasına karşıyım, hayatta her şeyin bir nedeni var" buyurdu.

Tecavüzün ne gibi bir nedeni olabilir?

Facebook'ta bir arkadaşımın durumunda görerek hatırlamış olduğum bu Jessica Valenti quote'u bunu gayet iyi açıklıyor:

"Women don’t get raped because they were drinking or took drugs. Women do not get raped because they weren’t careful enough. Women get raped because someone raped them."

Ben sonuna kadar kürtaj yanlısıyım. Öncelikle "Bebek öldürmek" gibi laflarla olayı dramatize etmeye çalışanlara laflar hazırlıyorum, o derece. Kürtajla alınan şey bebek falan değil.

İkinci olarak, kadının vücudu kendine aittir. Herhangi bir nedenden dolayı kürtaj yaptırmak istiyorsa bu karar tamamen ona aittir, başka kimseyi ilgilendirmez. Babanın doğacak bebekle ilgili tüm sorumluluğu üstleneceğini iddia edip annenin kürtaj yaptırmasını engellemeye çalışmak için dava açmasını bile haklı bulmuyorum: Kadın birileri baba olmak istiyor diye 9 ay içinde bir "bebek" taşımak, o kadar acıya ve sonrasında belki de doğum sonrası stres sendromuna katlanıp o bebeği doğurmak zorunda değil. Kadın bir bebek doğurma makinesi değil.

Evet, sonuna kadar kürtaj destekleyicisiyim. Kürtaj karşıtı insanlar, özellikle kadınlarsa, fena halde tepemi attırıyorlar.

Hele ki bir kadının tecavüz sonucu ortaya çıkan bir hamileliği devam ettirmek zorunda olduğunu iddia etme hakkını kendinde bulanların beyinlerinin varlığını sorguluyorum. Merak ediyorum kendileri tecavüze uğrasalar, o anın hatırlatıcısı olan bir çocuğun hayatları boyunca her gün gözlerinin önünde olmasını isterler mi?

İnsanı sinirlendirmeyin.


Wednesday, 16 February 2011

d.e.b.s.

D.E.B.S. izledim geçenlerde ilk kez. Gayet saçma ama oldukça eğlenceli bir film. Boş vaktiniz bolsa izleyin. Jordana Brewster mükemmel ayrıca. Gamzeli brunette'lere bayılıyorum.



Soundtrack de süper. Bu şarkıya çok takıldım özellikle:

Monday, 14 February 2011

rosemary, heaven restores you in life



Cumartesi Ezgi'yle Brighton'daydık. Sabaha bir tapas mekanında atıştırıp şarap içerek başladık. Sonra bütün gün 203820 tane vintage mağazası gezdikten sonra deniz kıyısında bir yere oturup deli gibi yemek yedik, biraz daha şarap içtik. Denize bayıldık, bir sürü fotoğraf çektik, huzurlandık, mutlu olduk, bir adet girl bar olan The Marlborough'ya gittik. Fena sarhoş olduk, tam o anda mekana giren alakasız 2 tane ayyaş herif 2 kızın masasına oturdu. Öyle bir mekanda 2 yalnız erkeğin oluşunu garipsedik, ama bir sorun olduğunu anlamadık. 5 dakika sonra heriflerden birinin kızlardan birinin kafasına şişe fırlatmasıyla (ve ıskalamasıyla) baya bir kavga çıktı, diğer kızın herife yumruk atmasından sonra fena halde butch mekan çalışanları adamları kovdular, tam o sırada polis geldi, biz Londra'ya dönerken hala adamların ifadeleri alınıyordu. Fena.





Uzun zamandır geçirdiğim en güzel gündü. Deniz kıyısında yabancı bir şehirde sevilen bir arkadaşla en ufak bir plan ve zorunluluk olmadan kafaya göre gezip dolaşmak, bir sürü değişik şey yiyip içmek gibisi yok.

Hayatımda ilk kez bu kadar sıradan gün modunda bir Sevgililer Günü geçirdim. Gerçekten, daha önce sevgilim olmayan yıllarda bile en azından bir "love is in the air" moduna geçiyordum. Bugün gayet sıradan bir güne uyandım, sıradan bir şekilde okula gittim, bu dönem ilk kez bir derse geç kaldım, okul çıkışı alışverişe gittim, kendime bir etek aldım, evin yanındaki kebab shop'tan kendime bir burger aldım. Günün sıradan olmayan ilk olayı yemeğin parasını öderken başıma geldi, yanımdaki 20 poundluk paranın geçersiz olduğunu öğrendim. Adamlar beni bildiklerinden ve Türk olduklarından "Olsun, sonra verirsin, boşver" falan yaptılar ama kötü hissettim yine de. Eve gelince nete girip kontrol ettim, bendeki bu 20'lik tedavülden kalkalı tam 10 yıl olmuş. Ve bana bu parayı Türkiye'deki bir banka verdi. Pes yani, hakkaten pes. Şimdi bu gerizekalı parayı değiştirmek için bir sürü uğraşmam gerekecek, çok eski olduğu için normal bankalar değiştirmiyor.

Buna sinirim bozulmuş bir şekilde otururken ev arkadaşım geldi, "Dışarı çıkıyorum gelsene, bugün Sevgililer Günü, evde oturulmaz" şeklinde. "Ama Valentine'ım yok ki" dedim, "Ben senin Valentine'ın olurum" dedi, çok şirindi, ama yarın akşam çıkacağımdan bu akşam çıkmak istemedim. 2 gece üst üste çıkamıyorum.

Bu Sevgililer Günü'nü neden bu kadar sıradan geçirmekte ısrarlıydım bu sene, bilmiyorum. Bugün çıkmak istesem çıkabileceğim 2-3 insan vardı, ama hepsini reddettim. İçimdeki hopeless romantic aşık olmadığı biriyle Sevgililer Günü geçirmek istemedi galiba. Şu ana kadar aşık olmadığım halde bir sürü insanla "sevgili" oldum, Sevgililer Günü'nde çiçek-yemek ikilisini yaşadım, onlara "Ben de" dedim "Seni seviyorum" dediklerinde. Bir daha öyle olsun istemiyorum, o yüzden sevgilimsilerimle yarın görüşeceğim.

Günümün tek atraksiyonu üyesi olduğum bir forumdaki Secret Valentine başlığıydı. Her sene belirlenen birine "Bilmemkime aşığım, bilmemkimden hoşlanıyorum" vs türü mesajlarınızı yolluyorsunuz, anonim olarak yayınlıyor o da bunları. Ben kimseye göndermemiştim, ama bana 2 tane mesaj gelmiş. Üstelik birisi de "Çok güzelsin, gülümsediğinde daha da güzelsin" türü bir şeydi. Mutlu oldum okuyunca, bugünü çok sıradan geçirdiğime biraz üzülüyordum.

Şimdi günlerce merak edeceğim bu mesajların kimden olduğunu.