Friday, 15 October 2010

woke up weak today, and needing your voice

Erkenden otele döndüm bugün ("Brüksel'e gidiyorum akşam" dediğimde "Kendine dikkat et, gerçi Brüksel'de başını sokacak bela arasan da bulamazsın" diyen babama gelsin bu cümle). Gerçekten de yemek içmekten başka yapacak bir şey yok, Alsancak kadar bir şehir zaten. Gay hayatı tamamen *sıfır*, o kadar sıfır ki yarın Amsterdam'a falan mı gitsem diye düşünüyorum. Paris'i arıyor insan, o derece. Güzelim Londra'dan niye kalktım buraya geldim, merak ediyorum.

Aklım hala Darja'da. Otel odama geldim, küveti doldurup bu şarkıyı açtım direk. IAMX-Spit it Out. Kadınsı erkek-erkeksi kadın çifti olarak Chris Corner ve Sue Denim'e bayılıyorum. Sonra Sue Denim demişken Robots in Disguise-Turn it Up açtım. Londra'dan fırlamış müzik ve klipler. Orayı özlemek, Londra'nın evim haline gelmiş olması. Keşke orada olsam, keşke aklıma estiğinde metroya atlayıp Soho'ya gidebilsem. Yine bir Cuma akşamı, yine depresif ruh halleri, yine bayan D'yi özlemek.





In a Relationship görünüyor diyordum, sevgilisinin profiline baktım bugün. Güzel, baya güzel bir kız. Bir yandan aldatmanın aldatılan için ne kadar leş bir durum olduğunu hatırlıyorum. Onu geçtim, "2. kadın" olmanın ve "Sevgilinden ayrılacaktın hani en kısa zamanda"ların ne kadar sinir yıpratıcı olduğunu birebir yaşadım, biliyorum. Diğer yandan onu o kadar, o kadar çok istiyorum ki kimin kalbi kırılır, kimin siniri bozulur umrumda bile değil.

Bugün Brüksel'de gay bar ararken sağanak yağmur başlaması ve nerede olduğuma dair en ufak bir fikrim olmaması nedeniyle kendimi ilk gördüğüm mekana attım (Brüksel'in Avrupa'da gördüğüm en dandik şehir planlaması ve metroya sahip şehir olduğundan, sokaklara harita koymayı bile akıl edememiş olduklarından bahsetmiyorum bile; nerede Paris, nerede Londra). Londra'dan buraya gelmemin tek nedeni Belçika birası içmekti, ve gayet ironik bir şekilde kendimi bir İngiliz pub'ında buldum. Girdiğimde çalmakta olan "Sevmeyen biriyle hayatta birlikte olmayacağım tek grup" dediğim ve D seviyor diye sevindiğim Placebo yerini Longview-Can't Explain'e bıraktı. Dün gece bu saatlerde Brüksel yolunda aklımda D ile bu şarkıyı dinliyor ("Waiting for hours, hours turn to days, days turn to years, I'm still here") ve kafamdan bu işin peşini bırakmak ya da bırakmamaya dair bir işaret diliyordum. Aslı bana 16 yaşındayken yolladığından beri ne Türkiye'de, ne başka bir ülkede hiç bir mekanda o şarkıyı hiç duymamıştım; benden başka bilen birini tanımıyorum hatta. O derece alakasız ve duymayı beklemediğim bir şarkı. Aradığım işaret bu mu, bilmiyorum.

It breaks my heart, that we live this way.

İkimiz de böyle hissedip söyleyemeden zaman harcıyorsak kalp kırıcı gerçekten.

why'd you have to be so cute, it's impossible to ignore you

Uzun ve ilginç bir otobüs + feribot yolculuğundan sonra Brüksel'deyim. Neden güzelim Eurostar varken böyle bir şey yaptım bilmiyorum.

Sabah 5.45 gibi otele geldim, check-in öğleden sonra 3'te başlıyordu. Resepsiyondaki adam sabah sabah "Of ne diyosun yaa" tepkisi verdiğim "Check-in yaptırmak için benimle evlenmen gerekiyor" esprisinden (?) sonra bana süper bir iyilik yaparak hem 50 euro erken check-in parasını almadı, hem de odamı ücretsiz olarak geceliği normalde 440 euro olan executive bir odaya upgrade etti. Mutlu oldum, kendimi king size yatağa atıp yayıla yayıla ölü gibi uyudum. Crowne Plaza'yı seviyorum.

Biraz önce yeni uyandım. Kafamda yine o bahsettiğim kız. Omzumda bir şeytan ve melek "In a Relationship yazıyordu profilinde, hem dışarıda sigara içerken seninle hiç konuşmadı bile" ve "Ama sen de yanına sigara içmeye çıkınca kıza bir kelime laf etmedin, ayrıca sana dokunmak istedi belli ki, bundan daha bariz ne yapabilir" diye kavga ediyorlar. Ruh halim de onlara bağlı olarak umutsuz ve mutlu aşık arasında değişiyor.

Brüksel'de hava çok kapalı, bütün haftasonu yağacak baktığım kadarıyla. Tam bana göre.

Ruh halimi benden daha iyi anlatan bu Imogen Heap sözleriyle bitsin bari bu post.

Skipping beats, blushing cheeks; I am struggling.
Daydreaming bed scenes in the corner cafe,
And then I'm left in bits, recovering, tectonic tremblings.
You get me every time.

Why'd you have to be so cute?
It's impossible to ignore you.
Must you make me laugh so much?
It's bad enough we get along so well.
Say goodnight and go.

Follow you home, you've got your headphones on and you're dancing.
Got lucky, beautiful shot; you're taking everything off, watch the curtains wide open.
Then you fall in the same routine, flicking through the TV, relaxed and reclining,
And you think you're alone...

One of these days, you'll miss your train and come stay with me.
We'll have drinks, and talk about things, any excuse to stay awake with you.
You'll sleep here, I'll sleep there,
But then the heating may be down again,
At my convenience.


We'd be good, we'd be great together.

Say goodnight and go,
Why's it always, always
goodnight and go?
Darling, not again,
Goodnight and go.

Thursday, 14 October 2010

so you came like a missile

Eve internet hala bağlanamadığından Starbucks'tan son 2 gündür yazdığım post'ları yolluyorum.

13/10/10, 6pm

Eve hala internet bağlanamadığı için uzun zamandır yazamıyorum. Starbucks gibi public ortamlarda blog yazasım gelmediğinden ve telefondan yazmaya üşendiğimden net bağlanana kadar beklerim diye düşünmüştüm, ama beklememi imkansız hale getiren bir şey oldu.

Kendime sosyal olma sözü verdiğimden –ve evde internet ya da tv olmadığından- bu aralar çok dışarı çıkıyorum (neredeyse her gece dışardayım denebilir). Geçen Perşembe başıma geleceklerden habersiz bir şekilde First Out’a gittim. Barda çalışan çok tatlı kızdan içkimi aldıktan sonra oturup arkadaşımı beklemeye koyuldum. Arkadaşım geldi, oturduk ve erken dönmeye karar verdi. Daha eve gidesim olmadığından ben kaldım. Gecenin ilerleyen saatlerinde bara gidip içki almamla ve barda çalışan çok tatlı kızın paramı kabul etmeyip o mükemmel gülüşüyle “Ben ısmarlıyorum” demesiyle başladı olaylar. Bir barmen durup dururken kendi maaşından kesileceğini bile bile içki ısmarlamaz bir müşteriye diye düşündüm. Uzun zamandır ilk kez yüzümde salak bir gülümsemeyle eve döndüm.

Sabah gayet akşamdan kalma bir şekilde uyandığımda aklıma ilk gelen şey oydu. Dayanamadım, Cuma akşamı yine gittim aynı yere. Yoktu. Salak gülümsememin yerini “Acaba o davranışını yanlış mı anladım” duygusu aldı.

Bu sırada gayet obsesif hallere bürünmüştüm. Yıllardır hiç kimseye takmadığım kadar takmıştım ona, Cumartesi yine gittim, bu kez ordaydı. Selamlaştık, gayet sıcaktı ilk başta, ama sanırım yanımdaki arkadaşımı sevgilim sandı ve bir garip davrandı ikimize de günün geri kalanında.

Bütün haftasonu boyunca benimle her gün konuşma şanssızlığına sahip 3-4 arkadaşımın sürekli olarak kafasını ütüledikten –ütülemek diye kibarca söylediğime bakmayın, baya sikmek aslında- sonra en sonunda onun Facebook’unu bulup friend request yolladım. Beni ekleyene kadar –2 gün boyunca- telefonuma yapıştım denebilir, abartısız 5 dakikada bir kontrol ettim eklemiş mi diye.

Bu sırada dün yine çalıştığı yere gittim, yoktu, orada çalışan ve arada selamlaştığım diğer barmenlerden birine sordum onu. Ondan bahsederken bana içki ısmarladığını ve ona teşekkür etmek istediğimi söylediğimde barmenin bana “A evet o çok tatlı kızdır, yapar öyle şeyler” cevabı vermesi üzerine ne kadar depresifleştiğimi, ne kadar 2-3 yıldır hiç bir şeye üzülmediğim derecede üzüldüğümü anlatamam. Çok moralim bozulmuş bir halde eve geldim. Tam kendimi yatağa fırlatıp ağlayarak uyuya kalma planımı gerçekleştirmeye hazırlanıyordum ki telefonuma baktım ve beni eklediğini gördüm. Biraz havadan sudan konuştuk, sonra profiline baktım, In A Relationship yazdığını fark ettim. İyice sinirim bozuldu, kafam karıştı, düşünmemek için 9 gibi uyudum.

Sabah uyandığımda ilişkide olan biriyle uğraşamayacağıma ve geri çekilmeye karar vermiştim. Bugün yine arkadaşımla ordaydık, tamamen arkadaşça bir ruh haliyle kahvemi aldım, naber’leştik, para üstünü almak için elimi uzattım. Bana parayı verirken hiç gerek olmadığı halde bir eliyle elimi tuttu, diğer eliyle elime parayı koydu. Gayet bariz bir şekilde elime neden dokunduğunu merak ettim, yine kafam karıştı. Daha sonra arkadaşım geldi, az önce gayet arkadaşça olan kız yine soğuk davranmaya başladı hem bana hem de arkadaşıma. Çok karışık bir ruh hali içinde eve döndüm.

Yarın Brüksel’e gidiyor olduğumdan bu hafta onu bir daha göremeyeceğim. Dün gece Facebook’taki son mesajıma cevap vermemişti, gördüğünde cevap verir mi bilmiyorum. Bu bir sıcak, bir soğuk davranışları kafamı o kadar karıştırıyor ki; dengemi bulamıyorum günlerdir. Ne uykusunda ne de uyanıkken başka bir şey düşünemeyen, arkadaşlarına başka bir şeyden bahsedemeyen, “Ben biriyle tanıştım ve onu düşünürken kalbim yerinden fırlamak istiyor” diye çatılara çıkıp bağırmak isteyen bir insan haline geldim son bir haftadır. Böyle sentimental şeylere sinir olan biri olduğumdan kendime sinir oluyor; geçen haftaki umursamaz ruh halime dönmek istiyor ve dönemiyorum. Uzun zamandır hiç kimseden bu kadar etkilenmemiş, kimseyi gidip gamzesinden öpmek istememiştim daha önce. Çok kafam karışık. Niye böyle bir ileri bir geri modunda davrandığını anlamıyorum. Hiç bir şey eskisi gibi değil Perşembeden beri. Onu görmeyeceksem dışarı çıkmak, hatta yataktan çıkmak anlamsız geliyor. Bu karışık ruh halini üzerimden atamıyorum. Ve her gördüğümde kafam daha da karışıyor.


So you came like a missile
Falling on my head with the black sky
Think you’re giving but you’re taking my life away

Then you came with your breeze blocks
Smashing up my face like a bus stop
Think you’re giving but you’re taking my life away

Like the drunk you convinced was sober
You keep me falling over
In the daylight
Think you’re giving but you’re taking my life away

With the best of intentions
You tried to give an ocean directions
Think you’re giving but you’re taking my life away

So you came like a missile
Leaving me the whole world in exile
Think you’re giving but you’re taking my life away

14/10/10, 4.24 pm

Dikkat: Bu son derece obsesif, delirmiş bir post. Kafa ütülenmesine katlanamıyorsanız okumayın.

Günlerdir içinde bulunduğum garip ruh halinden çıkamıyorum. Önceki post’umda biriyle tanıştığımdan ve onsuz her şeyin çok anlamsız geldiğinden bahsetmiştim. Kesinlikle abartmıyorum. Eğer onu görmeyeceksem uyanık olmak istemiyorum. Günde 12-13 saat uyur oldum. Onun çalıştığı yere gitmeyeceksem dışarı çıkmak istemiyorum, o orada yoksa orada kalmak da istemiyorum, sinirim bozulup eve geliyorum, ona ulaşabilmek ve aklımdan geçenleri söyleyebilmek istiyorum, Facebook’una 40 yılda bakan biri olduğundan söyleyemiyorum, onunla konuşamadıkça ve evde internet de olmadıkça uyanıklık çok anlamsız geliyor. Ya da hiç bir şey yapılmaya değer olmuyor denebilir. O yüzden içiyorum. Zamanı geçirmek, onu kafamdan çıkarabilmek için sürekli çakır keyif gezer oldum. Bir oturuşta çok içer ama çok nadir içerdim son bir kaç yıldır, şu anda sürekli içme modundayım. Son 10 gündür alkolsüz geçirdiğim tek bir gün olmadı, akşamdan bile kalmıyorum eskisi gibi, sabah uyanır uyanmaz yine içmeye başlıyorum. O bir barda çalıştığı için orada oturma bahanesi olsun diye ardı ardına içmeye devam ediyorum. Sonra frustrated bir şekilde eve dönüyor, onu düşünmekten uyuyamayacağımı bildiğimden sızabilmek için yine içiyorum. Kafayı yemiş bir haldeyim tamamen (bunu yazarken bir adet Strongbow yudumluyor olduğumu söylemiş miydim?). Uyanık olduğum her dakika en az bir kere elime dokunuşunu canlandırıyorum kafamda. Kendi kendime adını söyleyip duruyorum. Çek alfabesiyle ilgili şeyler okuyorum –o Prague’lı olduğu için. Herkese ondan bahsetmek istiyorum. Saatlerce bahsedeyim istiyorum. Arkadaşlarımı falan deli etmiş durumdayım gerçekten şu son 1 hafta.

Geçen hafta bugün bu saatlerde evde oturup bir şeyler içiyor, dışarı çıkmaya hazırlanıyordum. Hayat süperdi, ben mutluydum, hayatımın Londra’ya taşınmamla aldığı yönden çok memnundum. O bara girip onun o güzel gülüşünü ve gamzelerini görene kadar. Nasıl böyle oldu bilmiyorum. Nasıl hiç tanımadığım bir insana bu kadar yakın hissedebiliyorum, onu nasıl liseli kızlar gibi tamamen moronlaşacak derecede aklımdan çıkaramıyorum bilmiyorum. Daha önce böyle crush’larım olmuştu, ama günlük hayatımın akışını durduracak derecede değil. *Hiç* bu kadar tamamen başka birine bağlı yaşadığım, elimden bir şey gelmedikçe kendi kendime çıldırdığım olmamıştı. Daha önce hiç birinin gayet masum bir şekilde elime dokunmasını günlerce kafamda oynatıp durmamıştım.

Az sonra Brüksel’e gidiyorum. Çok heyecanlıydım gideceğim için, şu anda ne kadar gitmek istemediğimi anlatamam. Gitmek ondan uzaklaşmak, onu görmemek anlamına geliyor çünkü. Onu görme ihtimalim olmadığı zaman Belçika’da yapabileceğim hiç bir şey beni heyecanlandırmıyor.

Of.

Profilinde IAMX-Missile dinlediği yazıyordu, 2 gündür sabahtan akşama onu dinliyorum.

Aşk böyle bir şey mi? Bilmiyorum.

Friday, 24 September 2010

i'm lonely, i'm lonely, oh

Sonunda yeni evime taşınmış bulunuyorum. Taşınmak derken, Türkiye'den getirdiğim valizlerimi odaya koyup çarşafları değiştirdim. Her gün geçtikçe daha da küfrettiğim eski sevgilimde kalan eşyalarımı nasıl alacağım bilmiyorum, ama çoğu eşyam onda.

Dün ev arkadaşlarımdan biri olan Amerikalı bir çocukla ve fena halde güzel olan annesiyle tanıştım. Fena halde güzel olan anne de en az benim kadar hijyen delisi bir insan galiba, çünkü anında "Evi şöyle temizlemeliyiz, bunu böyle yıkamalıyız, onu değiştirmeliyiz" moduna geçti eve girdiği anda. Aşırı derecede temizlik takıntılı olan ama kendisi temizliğin t'sini bilmeyen bir insan olarak fena halde güzel anneye güveniyorum.

Güzel annenin bana sorduğu "Dünyada gittiğin en uzak yer neresiydi" sorusuna "Tampa, Florida" cevabı vermem üzerine bana kendisinin de Tampalı olduğunu söylemesi hayatın ilginçliklerinden biriydi. Salı gecesi Wotever'da izlediğim filmi çeken kadının eski okulum University of Kent'te hoca çıkması da. Dünya ne küçük.

Bugün eski okulumdan transcript almak için Canterbury'e geldim. Freshers week dolayısıyla yeni öğrenciler çimlere yayılmış, okulun yollarını doldurmuş ve çok eğlenir bir haldelerdi. Çok kıskandım, keşke hala burada okuyor olsam ve şu anda bir fresher olarak okula başlıyor olsam diye düşündüm.

Yeni ev arkadaşlarımın hiç bir daha taşınmadı. Ev çoook büyük olduğundan ve tek kalan ben olduğumdan gece uyuyana kadar aklımdan korkudan milyon tane düşünce geçti diyebilirim. Sonra kafamı kaldırdığımda camdan hemen karşıya geçince olan Hilton'un göründüğünü fark ettim ve otelin güvenliğinde, insanların arasında uyuduğumu hayal ettim, bu bana kısmen de olsa huzur verdi.

Ben ne İstanbul'da, ne de Kent'te tek başıma yaşarken bile bu kadar korkmamıştım (ki İstanbul'un Londra'dan çok daha güvenliksiz bir şehir olduğu açık).

Bu sabah trenle Canterbury'e gelirken kafamda Lisa vardı. Bana o Facebook mesajını attığından beri ilk kez ağladım (bu yazdıklarımı hata var mı diye kontrol etmek için tekrar okurken bile gözlerim doluyor, o derece duygusalım bugünlerde). Ayrıldığımız için değil, onu özlediğim için değil; yalnız hissettiğim için. Onunla İngiltere'ye ilk taşındığım hafta tanıştığım için burada hiç yalnızlığımın farkına varmamıştım şimdiye kadar, arkadaş bulmakla uğraşmamış olmak sorun olmamıştı. Ama şu anda o kadar yalnız hissediyorum ki, 2 yıl önceki depresyonuma geri döneceğimi hissetsem ve omzunda ağlamak için birini aramak istesem öyle biri olmadığını fark etmek modunda yalnız.

Bu yalnızlığım konusunda bir şey yapmak istiyorum, ama nasıl arkadaş bulunacağı konusunda hiç bir fikrim yok. Arkadaşça davranmak ya da havadan sudan konuşmak, birinin halini hatrını sormak hiç bir zaman benim doğamda olmadı. Bunlar nasıl sonradan öğrenilir bilmiyorum.

Günün blog post'u: http://madiclara.blogspot.com/2010/09/rezalete-hazr-msn-osman-snav.html

Friday, 17 September 2010

what will we do when our luck runs out on us

Hayatımın bu dönemi bir blog post'u olsa ve bir etiket yapıştıracak olsam "yeni başlangıçlar" diye etiketlerdim. Normalde -yani değişimsiz zamanlarda- bile karakterimin büyük parçalarından olan nostalji hissim bu değişim zamanında artmak yerine tamamen yok oldu. 2 gün sonra kendimi başka bir şehirde bir otel odasında bulduğumda ve koca şehirde sadece bir tek arkadaş dışında herkesin bana yabancı olduğu gerçeğini algılamaya başladığımda geri gelir ama herhalde o nostalji hissi.

Yarın gece Londra'ya dönüyorum. Sabaha karşı abuk bir saatte orada olacağımdan ve otelin check in saati öğlen olduğundan Gatwick havaalanında 4 saatlik bir sleeping pod kiraladım uyumak için. Daha sonra da 4 gece kalacağım otelime gidip ev aramaya başlamayı planlıyorum. O sürede taşınılabilecek durumda bir ev bulamamış olursam ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yok.

Belirsizlik ve haftaya nerede yaşıyor olacağımı bilmemek içimi sıkıyor; ama herşeye baştan başlamak için 3. bir fırsatım olduğu için mutluyum. İlk ikisinde pek başarılı olamamıştım çünkü. Bu sefer öğrencilik hayatımı bir adet social butterfly olarak geçirmeyi planlıyorum. Son yıllarda üzerimden çıkarmadığım asosyalliğim Londra'ya adım attığım anda dolabımın karanlık köşelerinde yerini alacak bu sefer.

Bunları düşünürken aklımda Maximo Park çalıyor:

What happens when you lose everything? You just start again, you start all over again.

Wednesday, 15 September 2010

a broken promise, you were not honest

1 saat önce bir Facebook mesajı yoluyla terk edildim. Bu blog'u açtığım zamanlarda 1-2 aylık bir ilişkiden çıktığımda bile kendimi eve kapatıp haftalar süren ağlama krizlerine tutulduğum düşünülürse bugün 2 yıllık ilişkimin bitmesinin ardından ilk 10 dakikalık şok anında dökülen gözyaşları dışında bir şey hissetmemiş olmam Zero Feelings olma yolunda başarıyla ilerlediğimi gösteriyor (blog'u açmamın amacı da sıfır his olma yolculuğumu kendim için belgelemekti, hence the name Becoming Zero).

Zamanlamasının bok gibi olması dışında benden ayrılan eski sevgilime hiç kızmıyorum. Yakın zamanda zaten böyle bir şey olacağını biliyordum, benim yapmak zorunda olmamam bir rahatlama bile oldu hatta. Benden gizleyerek başka biriyle birlikte olmasına da kızmadığımı tamamen dürüst bir şekilde söyleyebilirim. Aşık olsam herhalde kızardım.

Şu andaki hissizliğim daha olayları tamamen hazmedemediğimden mi kaynaklanıyor bilmiyorum, ama sanmıyorum. Şu anda sadece düzenimin bozulmasına sinir oluyorum, Londra'ya gitmeme 3-4 gün kala bir otel bulmak zorunda oluşuma sinir oluyorum; onun dışında negatif bir hissim yok. Aksine yeni bir okul, yeni bir bölüm, yeni bir şehirle yaptığım yeni başlangıcımı tamamen yeni bir sayfa açarak yaptığım için mutluyum. İkimiz de ayrılığın getirdiği şeylerle uğraşmaya üşendiğimiz için devam eden bir ilişkinin bittiğine de..

Anneme ayrıldığımızı söylediğimde tepkisi "Ne güzel, süper olmuş, böylece kendi sosyal statünde sana uygun birini bulup yeni okulunda yeni insanlarla tanışabilirsin, hem ayrılan o olduğu için şimdi kendini kötü hissediyordur ve o yüzden ondaki eşyalarını ayağına kadar getirir" oldu. Haklı galiba.

Lisede o zamanlar çok aşık olduğuma inandığım ve uzun zamandır birlikte olduğum sevgilimle ayrıldıktan sonra eve dönüşüm hayatımda kendimi en kötü hissettiğim 3-5 andan biriydi. Yolda takside giderken aklıma normalde pek dinlemiyor olduğum Reamonn'dan şarkı sözleri geldi ve ruhumun bütün ağırlığı kalktı o cümle kafamda dönmeye başlayınca: Don't fight the tide, just swim with it.

Yine de içimde "Böyle mi söylenirdi" diye sinir olan eski halimden bir parça şöyle demek istiyor;

I'll find no solace in your poor apologies, and your regret that sounds absurd.

Bu olaydan çıkardığım dersler:

- Yetişme tarzları ve sosyal/ekonomik statüleri birbirinden çok farklı insanların ilişkileri çok istisnai durumlar dışında yürümüyor (bugüne kadar ne kadar aksine çalışsam da öyle ilişkileri hiç yürütemedim ama belki yürütebilen vardır diye istisnaların olabilitesini kabul ediyorum).

- Şu ana kadar çoğu ilişkime karşımdaki insanı yeterince tanımadan ve çok hızlı bir şekilde başladım. Bundan sonra 1 haftadan önce el bile tutmamayı planlıyorum. Şaka bir yana, gerçekten yavaştan alacağım bundan sonra.

- Ben her ilişkimde 3-4 ay sonra sıkılıyor ve sonra aşkla alakası olmayan nedenler yüzünden o ilişkiye devam ediyorum. Bundan sonra bunu yapmayacak ve sıkıldığım an kalkıp gideceğim.

Saturday, 11 September 2010

and then there's leni with the love in her hands



Sevenoaks'tan olmaları ve Leni diye bir şarkı yapmış olmaları nedeniyle sempati duyduğum bir grup GoodBooks. Dağılmış olmaları ne acı.

Sevenoaks demişken, İngiltere'de yaşadığım Kent bölgesi sınırlarında, Londra'ya giderken trenle hep geçtiğim bir town Sevenoaks (ya da belki şehir?). Haftaya bugün İngiltere'ye dönmek üzere son hazırlıklarımı yapıyor olacağım. İngiltere'nin düzenini, kibar insanlarını, soğuk ve yağmurlu havasını, müzik zevkini, gay barlarını ve pub'larını, cider'ını, bacon'ını özledim. Sarhoşluktan zor ayakta durur bir halde gecenin bir yarısı tek başıma karanlık sokaklarında dolaşırken bile başıma bir şey geleceği korkusu taşımadığım Londra'yı özledim. Sokak ortasında el ele tutuşan, öpüşen gay çiftleri görmeyi özledim. Sokak modasını özledim. Harvey Nichols, Net-a-Porter ve benzerlerinin indirimlerini takip etmeyi özledim. Tesco'nun salatalarını özledim. Eylül ayında ceketle üşümeyi özledim. Tek başıma dışarı çıkıp elimde içkimle bir pub'da oturup insanları izlemeyi özledim. Sigara dumansız nefes alabilmeyi özledim. İngilizce konuşmayı özledim. Yeni bir şehre taşınmayı, yeni bir evi döşemeyi, yeni bir okula ve yeni bir bölüme başlamayı, yeni bir çevreye adım atmayı, yeni başlangıçları özledim.

I cannot see the day for night
I feel the clouds closing in
I cannot put a single foot right
I don't know where to begin.

They bring me down, they push me around
They kick my face into the ground.
And I know this because I was there.

And then there's Leni with the love in her hands
When she's around I find it hard to understand
She winds me up and down again again and again
She might as well leave me for dead.

There are times when I will need you
There are times when you're not around

I owe so much of me to you
I see you when I look in my eyes
Of all the things I'm going through
You never stopped to tell me why
You bring me down, you push me around
You kick my face into the ground.
And I'll tell you because I was there.

And then there's Leni with the love in her hands
When she's around I find it hard to understand
She winds me up and down again again and again
She might as well leave me for dead.

Do you know, I don't think she means it.
I would give so much to believe

There are times when I will need you
There are times when you're not around

And I'm losing my patience
I will love her from the grave.

Wednesday, 8 September 2010

dancing with myself

Çok sevdiğim bir şarkı Dancing With Myself. Glee'deki versiyonuna özellikle bayıldım.

Link http://repka.tv/video/84196 ama embedleyemedim.

Tuesday, 7 September 2010

we need to concentrate on more than meets the eye




Bu sabah aklımda bu şarkıyla uyandım. Hem nostaljik, hem de geleceği merakla bekleyen; hem hüzünlü, hem de umutlu bir şarkı. Seviyorum.

Placebo'yu 6. kez canlı izleyecek olmama 20 gün kaldı. Bir yandan hiç bir zaman 2000'deki konserleri gibi bir setlist dinleyemeyeceğime üzülüyorum, bir yandan da onları yeniden göreceğim için mutluyum.

Them's the breaks,
For we designer fakes,
We need to concentrate on more than meets the eye.

Them’s the breaks,
For we designer fakes,
But it's you I take, cause you’re the truth, not I.

There are twenty years to go,
A golden age, I know,
But all will pass, will end too fast, you know

There are twenty years to go,
And many friends I’d hope,
Though some may hold the rose, some hold the rope.


Ne kadar doğru. Zaman çok çabuk geçiyor, şimdi geçmişe özlem duyarken 2 yıl sonra bu zamanı özlüyor olacağım. Ve evet, insanın karşısına çıkan "arkadaşlar"; though some may hold the rose, some hold the rope.

Göze görünmeyeni görebilme konusunda daha iyi olabilmeyi umuyorum.

Monday, 6 September 2010

does that make me crazy?

Çok garip bir haftasonu geçirdim. Garip şeyler dizisi Cumartesi sabahı Çeşme'ye geldiğimizde yiyecek bir şeyler almak için Çeşme Marina Burger King'e uğramamızla başladı. Kahvaltı Menüsü olarak ciabatta, sandviç ekmeği ve bagel arası 3 sandviç çeşidi koymuşlardı. Sandviçlerin de vapurda satılan dandik sandviçlerden hiç bir farkı yoktu. Türkiye'de hiç Burger King'de kahvaltı etmedim ama kahvaltı menüsü bu kadar kötü olamaz diye Google'ladım; gerçekten de normal kahvaltı menüsü bu değilmiş, burger'lar, burrito'lar ve hash brown'lar varmış. Marina'dakilerin üşengeçliği mi yoksa Burger King Türkiye'nin genelinde mi artık kahvaltı sadece soğuk sandviçten oluşuyor bilmiyorum; ama çok kötü olmuş, hiç yapmasalar daha iyi.

BK'den çıkıp limana gittik. Hayatımda gördüğüm en başarısız -xray'den geçenleri kimsenin izlemediği, metal dedektöründen geçerken fena halde ötseniz bile güvenlik görevlisinin dönüp bakmadığı, insanların yolda yürür gibi girip çıktığı- güvenlikten geçtikten sonra feribota bindik. Sakız'a ulaştığımızda araba anahtarlarının kaybolduğunu fark ettik. Bunu düşünerek bütün günümüzün içine etmeyelim kararı verip bir araba kiraladık ve adanın güneybatısını gezmek üzere yola çıktık. Birbirinden şirin ortaçağ köyleri ve seneye tekneyle gelinesi sahiller vardı. Öğleden sonrayı onları gezerek geçirdik ve liman yakınlarına geri döndük. Arabayı bırakmak için kiraladığımız yeri gittik, ancak zeki insanlar bize arabayı 4.30'da bırakacağımızı bildikleri halde o saatin siesta olduğunu ve dükkanın kapalı olacağını söylememişlerdi. Yandaki cafe'deki amcaya anahtarı bırakıp limana gittik, Çeşme'ye döndük. Limanda çalışan 293729 tane insana araba anahtarı bulup bulamadıklarını sorduk, ama bir şey çıkmadı. Zaten çıksa şaşardım, adamlar "Hayır bulamadık" deyip duruyor olmalarına rağmen biz söylemeden xray cihazının içine takılmış ya da düşmüş olabilir diye bakmayı akıl edememişlerdi.

Limandan çıkıp arabanın yanına gittiğimizde saat 6.15'ti. Araba üreticisi arandı, ama araba elektronik kilitli olduğu için bir şekilde kapıyı açsalar bile motorun kilitli kalacağını o yüzden arabayı İzmir'e çekmek gerektiğini söylediler. Onlara sinir olunup baya bir bağırdıktan sonra sigorta şirketini aradık. Neredesiniz sorusuna "Çeşme Liman" cevabını verdiğimizde "Çeşme nerede ama?" dendiğine ilk kez rastladık. Çeşme'nin İzmir'e 70-80km uzaklıkta bir yer olduğunu anlattıktan sonra sigorta şirketi bize bir çekici göndereceklerini, başka bir alternatif olmadığını söyledi. Bir saat sonra gelen ilk çekici gelmeden önce "Arabanızın önünde arkasında araç var mı" diye sormayı düşünememiş olduğundan biraz uğraşıp geri gitti. Arabayı yukarıdan kaldırabilecek 2. bir çekicinin geleceği söylendi. 2 saat daha geçti, 2. çekiciyi aradığımızda sürekli "Alaçatı'dan çıkıyorum şimdi 10 dakikaya oradayım" deyip duruyordu. Ona da biraz bağırdık, sonra aslında Urla'dan geldiğini itiraf etti. Sonunda bizi "ödemeli arayarak" -evet, yok artık- nerede olduğumuzu 204829 kez söylememize rağmen bir daha sorduktan sonra saat 9.15 gibi geldi. Araba çok ağır geldiği için o da işe yaramadı. Çeşme'de en ağır arabaları bile kaldırabilen tek çekici polise ait olduğundan polis arandı. Polis arabayı çekiciye yüklemeyi başardı, saat 10 gibi İzmir'e doğru yola çıktık. Böyle de fena bir Cumartesi gecesiydi kısacası.

Araba İzmir'de serviste duruyor şu anda, bu hafta içinde İstanbul'dan yeni programlanmış anahtar gelecekmiş. Araba üreticisinin yeni bir anahtar çıkarmayı 1 haftada halledebilmesi ve arabanın kapısını bile açamaması, üstelik anahtar gelene kadar kullanılması için bir araba bile vermemesi inanılmaz gerçekten.

İşin en kötü kısmı telefonumun şarj aletinin arabada kalmış olması. Şarjım da sıfırdı, yani yeni anahtar gelsin de araba açılsın diye bekleyecek zamanım yok. Kartımı başka telefona taksam Blackberry Internet Service'im yanmış oluyor. Ne yapsam diye düşünürken aklıma Turkcell'in hızlı telefon şarj etme üniteleriyle ilgili reklamları geldi. Turkcell internet sitesinden baktım nerede varmış İzmir'de diye, en yakın olanına gittim. "Cihazlar şu anda çalışmıyor" yanıtını aldım. Madem çalışmıyor, insan internet sitesine çalışmıyor diye not düşer de millet boşuna gitmez, değil mi? Bunun için de bir şikayet emaili yazmayı planlıyorum üşenmediğim bir zaman. Neyse, Turkcell'den 50TL verip bir adet Blackberry şarj aleti aldım. Eve geldim, şarja taktıktan 10 dakika geçmesine rağmen şarj ışığı yanmayıp telefon hala açılmayınca orijinal diye sahte ürün sattıklarına karar verip geri götürdüm. Paramı iade ettiler. Yanda Vodafone vardı, oraya sordum. Orijinalinin olmadığını, İzmir'de orijinal Blackberry şarj aleti bulamayacağımı söyleyip sahtesini almamı önerdiler. "Elimizde orijinali yok" desene, "Buralarda bulamazsınız" diye niye yalan söylüyorsun modunda sinir olup çıktım. Sonunda Avea'da 45TL'ye orijinal olduğu iddia edilen bir şarj aleti buldum. Ama normalde 2 saatin biraz altında bir sürede tamamen şarj olan telefonumun şarj olması 4 saat sürdü. Nasıl olsa bu şarjım bitene kadar arabanın kapısı açılıp eski şarj aletime kavuşabileceğim için "Şarj süresi normalden çok uzun sürdü" diyerek bunu iade mi etsem diye düşünüyorum. Orijinal bir şarj aletiyle o kadar uzun süreceğine inanmıyorum çünkü tamamen dolmasının.

Bu arada Sakız'da Turkcell çekiyordu hep, çok ilginç. Rodos'ta çekmiyordu.

Ayrıca annem yaşında kadınlar Marc by Marc Jacobs aksesuarları kullanınca çok garipsiyorum. MbMJ o kadar gençlere yönelik bir marka ki, gözüm yadırgıyor.

Son olarak da biz evlerinin önünde 4 saate yakın bir süre yerde otururken balkonda yiyip içen ve "Sorun ne, bir şey içer misiniz" falan demeyi akıl edemeyen görgüsüz insanları kınıyorum buradan. Benim yazlığımın önünde birisi saatlerce otursa, çekiciler gidip gelse en azından gidip bir sorarım gelip evde beklemek isterler mi diye. Bir de Türk misafirperverliği falan diyorlar...