Friday, 6 August 2010

procrastination will tear us apart

Yarın akşam Çeşme'ye 293820. kez Nouvelle Vague izlemeye gidiyorum. O yüzden sevdiğim Nouvelle Vague şarkılarını dinliyordum ki Love Will Tear Us Apart cover'larını ne kadar sevdiğimi fark ettim. Orijinalinin tadı ayrı olsa bile Fall Out Boy'unkiyle birlikte en sevdiğim cover onlarınki. Nouvelle Vague versiyonunda vokalin louv deyişinin hastasıyım özellikle.





Bu son videoyu ise Sözlük'ten bir arkadaşım motivasyon eksikliği entry'imde "çok procrastination yapıyorum" yazdığımı görünce yollamış. Hayatımın olayı procrastination gerçekten. Kesinlikle izleyin.

Thursday, 5 August 2010

prop h8 overturned

California'da eşcinsel evliliği yasaklayan Prop 8 sonunda anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiş, sabah uyandığımda öğrendim. Haberleri okurken, insanların sevincini izlerken gerçekten gözlerim doldu; ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Dünyanın bir yerinde daha insan hakları adına büyük bir adım atıldığını, birilerinin daha verdiği mücadeleyi kazandığını bilmek çok güzel.











"I can't believe we still have to protest this crap" pankartı düşüncelerimi en iyi açıklayan cümle konuyla ilgili. Bu çağda hala milletin başkasının yatak odasında ve kalbinde ne olup bittiğiyle ilgilenme hakkını kendinde gördüğüne; bir sevgi ya da cinsellik türünün başkasına üstün görülebiliyor olmasına inanamıyorum. O yüzden evet, I can't believe we still have to protest this homophobic crap.

Wednesday, 4 August 2010

we're Tigre and bunny and we like the boom

Mezun olabilmek için yazmam gereken essay sonunda bitiyor bu hafta.

Cumartesi günü Babylon Aya Yorgi'de Nouvelle Vague var, o gece giymek için bir şeyler almam lazım. Babylon'un güzelim Alaçatı'dan Absolut-RedBull'cu cikslerin mekanı Aya Yorgi'ye taşınmasını kınıyorum, oraya arabayla gidene kadar ölüyor insan, park yeri de yok adam gibi. Geçenlerde Seaside'da ayakkabılarım fena halde kum olduğundan Babylon'un Aya Yorgi'deki mekanının konser alanı kum mu bilmek istiyorum. Bir fikri olan?

Sözlük'te "kadın erkek eşitliği eşcinselliği yaygınlaştırır" diye bir başlığa denk geldim az önce. Altına yazılanlar arasında şöyle bir entry gördüm:

"yanlış önermeye güzel bir örnektir. kadın ve erkek yasalar önünde hukuken eşittirler. normal şartlar altında her ne kadar erkek kadından fiziksel ve zihinsel olarak daha üstün dünyaya geliyor olsa da, çalışmanın gelişme üzerindeki etkisi gereği, yaşam esnasında farklı cinsler birbirlerine üstünlük sağlayabilmektedirler. eşcinselliğin ise bu durumla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur."

İyi, güzel de, boldladığım kısma dikkat lütfen.

Erkeğin kadından fiziksel olarak daha üstün olduğuna inanç kaba kuvvete değer veren bir toplum oluşumuzdan kaynaklanıyor. Bu yüzden erkeklerin çoğunun kafa atınca kadınların çoğundan daha çok zarar verebilme potansiyelleri "üstünlük" olarak algılanıyor. Kadının kendi içinde bir hayat yaratabiliyor ihtimalinden daha üstün sanırım bu "hşt bilader" yapabilme yeteneği (bana "çocuğu erkekle kadın birlikte yapıyor" gibi argümanlarla gelmeyin, eminim gelecekte tamamen erkeksiz çocuk yapmanın bir yolu bulunacak, hatta bulunmuş bile olabilir hatırlamadığım bir yerde okuduğum kadarıyla).

Hadi onu geçtim, "erkek kadından zihinsel olarak daha üstün dünyaya geliyor" nedir ki? Bunu kanıtlayan ve erkekler tarafından yürütülmemiş, adam gibi (kredibilitesi olan birilerinin gerçekleştirdiği) bir araştırma gösterin bana, tüm bu laflarımı geri alırım. O güne kadar da kimse bana erkeğin zihinsel olarak kadından daha üstün doğduğunu kabul ettiremez. Erkeğin kadına olabilecek tek zihinsel üstünlüğü kadının eğitilmesine gerek duyulmadan, "Kariyer yapmaya/okumaya ne gerek var, sen iyi bir eş olmaya bak" modunda şartlandırılmasından kaynaklanır.

Zihinsel üstünlükten kastedilen nedir bilmiyorum, ama erkeklerin daha zeki olması gibi şeyler tamamen erkek uydurması. İnsan zekidir ya da değildir, bunun cinsel organıyla ne ilgisi var?

Duygusal zeka konusunda da erkekler kadınlarla eşit olmayı geçtim, yıllarca gerideler. Erkek arkadaşlarıma ve okuyucularıma no offense; ama heteroseksüel erkeklerin çoğu duygusal özürlü. Kesin yargıda bulunmamak için "çoğu" diyorum; yine de ben ne eski erkek arkadaşlarımın, ne arkadaşlarımın, ne de babamın ya da ailemdeki herhangi bir erkeğin bir kadın kadar çok duygusal olgunluğa sahip olduğunu gördüm. 60 yaşında bile olsa o duygusal olarak iletişim ve bağlantı kurma, empati vs. yeteneği gelişmemiş oluyor erkeklerde. Anlayamıyorlar, en kötüsü de anlamaya çaba göstermiyorlar. Bunun da toplumun "erkek adam duygusal olmaz" şeklinde şartlamasından olduğunu düşünüyorum. Erkekler duygularını belli etmeye etmeye karşılarındaki insanın duygu ve ruh hallerini okuma yeteneklerini kaybediyorlar. Gerçekten de çok yakın erkek arkadaşlarımın oturup "Ben çok aşıktım, kalbimi kırdı" modunda ağladığını, ya da ben aynı şeyi yaptığımda awkward silence modunda diyecek şey bulamadan kalmaktan başka tepki verdiğini görmedim.

Kısacası harita okuma ve yer yön bulma dışında erkeğin kadına bir zihinsel üstünlüğü yok.

Tuesday, 3 August 2010

nothing seems right in cars

Türk insanının uygarlık seviyesine ulaşmak için daha gidecek çok yolu olduğunu gösteren şeylerin uzun listesinin üst sıralarında yer alıyor trafikte sık gördüğüm davranış şekilleri.

Benim ehliyetim yok, otomatik vites ehliyeti dışında da ehliyet almaya niyetim olacağını sanmıyorum hiç bir zaman. Açıkçası alsam da Türkiye'de kullanmaya ne cesaret edebilirim, ne de kolay tepesi atan bir insan olarak bu ülkede trafiğe çıkmam isterim.

Kendim araba kullanmıyorum dediğim gibi, ama başkasının arabasında olduğumda istisnasız her seferinde en az 50 tane kural ihlali fark ediyorum, sinirleniyorum fena halde. Türkiye'de trafikte olan insanların gerçekten %60'ı falan ehliyeti manavdan almış gibi, ya o derece kurallardan bihaberler ya da kendilerini kuralların üstünde görüyorlar (salak oldukları için "Bana bir şey olmaz" veya bencil oldukları için "Başkasına kaza yaptırırsam yaptırayım" modunda da olabilirler tabii). Anneme gönüllü trafik polisi olsun diye ısrar ediyorum yıllardır; keşke olsa, keşke her gördüğüm hata için ona ceza yazdırabilsem, en azından maddi olarak yaptıkları dangozlukların sonuçlarına katlansa insanlar.

-Bir kere insanlarda emniyet kemeri diye bir huy yok. Her zaman ön koltukta otururken kemerim bağlı olurdu, İngiltere'ye taşındığımdan beri iyice takıntılı oldum bu konuda, artık taksi de dahil olmak üzere arabadayken arkada oturuyor ve 2 dakikalık yere gidecek olsam bile emniyet kemerim hep takılı oluyor. Türkiye'de bunu kimse takmıyor ve takmamak düpedüz salaklık, başka bir şey değil. Hayatı trafikte geçen ve dolayısıyla kaza geçirme olasılığı çok daha yüksek olan taksicilerin bile genelde kemer takmadıklarını görüyorum. Emniyet kemeri takmak kendisine hiç bir şey kaybettirmeyecekken ve bir kaza durumunda hayatını kurtarabilecekken insanlar niye takmıyorlar ısrarla, anlamıyorum.

-İnsanlarda şerit kavramı yok; yolun ortasında, yarısı bir şeritte diğer yarısı diğer şeritte gidiyorlar.

-En çok dikkatimi çeken çoğu şoförün sinyal vermiyor olması. Dönerken sinyal vermeyen, onu da geçtim, gayet yasadışı bir şekilde şeritten şeride makaslayıp bu öküzlüğü yaparken sinyal vermeye bile tenezzül etmeyen bir sürü insan görüyorum. Sinyal vermeyi akıl edenler de dönerken veriyorlar sinyali. Önceden vermeyeceksen sinyalin anlamı ne, akıl fikir. En çok sinirlendiğim kural ihlali bu.

-Özellikle annemin arabasındayken insanların arabayı sıkıştırması dikkatimi çekiyor. Zavallı erkek egosunu besleme amaçlı bir şey midir bu bilemiyorum, ama erkekler bayanların kullandığı arabaları sıkıştırıp bir de sanki hatalı olan kendileri değilmiş gibi el kol hareketi falan yapıyorlar. Bagajda sopa taşıyıp "Kenara çek kenara" yapıp herif indikten sonra üstüne saldırası geliyor insanın.

-İnsanlar gereğinden çok fazla korna çalıyorlar.

-Başka bir ülkede asla görmemiş olduğum şeylerden biri daha: Dönüşü kaçırdıktan sonra durmak, geri geri yolun ayrıldığı yere gelip dönmek. Sanırsınız ki ülkem zamanı çok değerli olan pek önemli insanlarla dolu, adam gibi gitmeye devam edip uygun bir yerden geri dönmeye vakitleri yok. Normal ve uygar insanlar bu problemi gidip ileride bir kavşaktan vs. dönmek yoluyla dönüşe geri gelerek hallediyorlar.

Son olarak sinir olduğum ama kural ihlali olmayan bir şey daha var. Geri geri park edenlere sinir oluyorum fazlasıyla. Sırf düz çıkmak için 2847 tane manevra yaparak geri geri park etmenin anlamı nedir anlayamıyorum, düz park edip aynı sayıda (hatta daha az) manevra ile geri geri çıkmak mümkünken. Bunu yapanlar da hep erkek oluyor. Gerçekten dikkat edin, ben hiç bunu yapan kadın görmedim, sizin de dikkatinizi çekecek baktığınızda. Bu da fragile erkek egosuyla ilgili bir tür gösteriş ihtiyacı sanırım.

Monday, 2 August 2010

you're vulnerable, you are not a robot

Süper geçen bir Rodos gezisinden sonra sonunda evdeyim. Gezi boyunca sürekli olarak dinlediğim 4 şarkı Marina and the Diamonds-I am not a Robot, The Kooks-Seaside, Foals-Miami (Jono Ma and Franklin Furter Remix) ve I Blame Coco-Self Machine (La Roux Remix) oldu. Özellikle I am not a Robot son 1 yıldır İngiltere'de yaşadığım evin bitişiğindeki pub'da sürekli çalınan ve o zamanlar hiç sevmediğim ama nedense bu aralar takıntı yaptığım bir şarkı olarak bana hep Rodos feribotu için Marmaris yolculuğumu ve genel olarak Rodos'u hatırlatacak sanırım. Bir de sözlerini en kendime söylemek istediğim şarkılar listesinde bir numaraya oturdu bu şarkı.

Marina'nın sesi çok değişik, hoşuma gidiyor. Tipi de klasik popstar modunda değil, eski zaman kadınlarını andıran bir güzelliği var. Siyah saç + beyaz ten + kırmızı ruj üçlüsüne bayılıyorum zaten.



The Kooks-Seaside'daki "I'm just trying to love you, in any kind of way/ but I find it hard to love you girl, when you're far away" cümlesini çatılardan bağırasım geliyor.

Ne zaman La Roux konserine gitsem alt grubu hiç takmayıp "Bitse de gitseler" modunda izliyorum ve hem o grup sonradan ünlü oluyor hem de sevmeye başlıyorum, "Güzelmiş aslında, keşke dinleseymişim doğru düzgün" diye sinir oluyorum (bkz. Delphic, bkz. I Blame Coco). Sting'in kızı ve Burberry modeli olan 90'lı Coco bana fena halde gay bir vibe veriyor. "Sen de her gördüğün hoş kadının gay olduğunu düşünüyorsun" diyebilirsiniz, ama dünyadaki insanların %10'u gay olduğuna göre (inanmıyorsanız Google'layabilirsiniz) hayatta tahmin etmeyeceğimiz çoook insan gay olmalı. Ve bu kız benim pek yanılmayan gaydar'ıma fena takıldı kesinlikle, klibi izleyin neden bahsettiğimi anlayacaksınız.








Bu arada gaydar demişken, Digiturk'te bu aralar gösterilen diziler içindeki favorilerimden olan Castle'da Detective Kate Beckett rolünde izlediğimiz (ve televizyonda Alize'ye aşırı benzeyen) Stana Katic'in de gay olduğu dedikoduları var. Yine gaydar'ımın şüphelenmesi sonucu Google'ladım bu konuyu, böyle düşünen tek insan ben değilmişim, bir sürü insan bana katılıyormuş.

Keşke bir günlüğüne herkesin cinsel yönelimi alnında yazsa da "I knew it!!" diye kendimi tebrik edebilsem bu tür tahminlerim için.

You've been acting awful tough lately
Smoking a lot of cigarettes lately
But inside, you're just a little baby

It's okay to say you've got a weak spot
You don't always have to be on top
Better to be hated than love, love, loved for what you're not

You're vulnerable, you're vulnerable
You are not a robot

You're loveable, so loveable
But you're just troubled

Guess what? I'm not a robot, a robot

You've been hanging with the unloved kids
Who you never really liked and you never trusted
But you are so magnetic, you pick up all the pins

Never committing to anything
You don't pick up the phone when it ring, ring, rings
Don't be so pathetic, just open up and sing

I'm vulnerable, I'm vulnerable
I am not a robot.

Thursday, 29 July 2010

ingiltere'de üniversite

Ekşi Sözlük'te İngiltere'de eğitimle ilgili gördüğüm bir entry'de postgraduate öğrencilerin düzenli olarak "suçlu gibi imza vermek zorunda oldukları" şeklinde bir cümle gördükten sonra entry sahibine mesaj attım. İngiltere'de üniversite okuyor olduğum 2 yılda böyle bir şey ne kendi başıma geldi, ne başkasının başına geldiğini duydum, ne de okuduğum okulların uluslararası ofislerinde böyle bir şeyden bahsedildiğine denk geldim. Neyse, polis kaydını mı kastediyor olduğunu sorduğumda yazarın cevabı "Son zamanlarda Home Office master öğrencilerinin 15 günde bir, doktora öğrencilerinin de ayda bir öğrenci işlerine gidip imza vermesini istiyor" oldu.

İngiltere'de okuyan ve ülkemiz gibi üçüncü dünya ülkelerinden gelen öğrencilerin öğrenci vizesiyle ülkeye geldiklerinde 7 gün içerisinde polise gidip kayıt yaptırmaları gerekiyor. Adres değişikliği, okul değişikliği vs. gibi durumları da 7 gün içinde bildirmek gerekiyor. Ama böyle ayda bir gidip imza atmak gibi bir durum yok bildiğim kadarıyla, olsa da son günlerde elime geçen 3 farklı üniversiteden gelen onlarca broşürün içinde yabancı öğrencilerin bilmesi gerekenler kısmında polis kaydı, vize alımı gibi şeylerin yanında bahsedilirdi diye düşünüyorum. Bu düzenli imza işinin rutin bir uygulama olduğunu sanmıyorum kısacası (belki kişiye özel ya da okula özel bir durumdur), öyle olsa okulların en azından birinin sitesinde bahsi geçerdi. Bilgisi olan var mı?

Bir de insanların kafasında "İngiltere'ye üniversitede okumaya ÖSS'de doğru düzgün puan alamamış tipler gidiyor, zaten orada okumak Türk üniversitelerine kıyasla çok kolay" gibi bir mit oluşmuş gördüğüm kadarıyla. Mit bu dediğim gibi, kesinlikle yalan.

Birincisi İngiltere'deki üniversitelere kabul edilmek sanıldığı kadar kolay değil. Ben transfer olarak gittiğim için üniversitedeki notlarıma bakıldı, ama normal koşullar altında İngiltere'nin en dandik üniversiteleri bile Türk öğrenciler için İngiliz öğrencilerden çok daha ağır koşullar istiyorlar (en az 5 üzerinden 4 lise diploma notu gibi). Ve bu bahsettiklerim en kolay girilen üniversiteler. Önüne gelen gidip parasıyla okumuyor yani.

İkinci olarak lisans eğitiminin ilk 2 yılını Türkiye'de, son 2 yılını İngiltere'de okumuş biri olarak söyleyebilirim ki İngiltere'de okul bitirmek çook daha zor. İstanbul'da üniversiteye ÖSS'de ilk 3000'e girerek girmiştim, notlarım da bölümün en yüksek notlarındandı. Düzenli çalışmaz, sınava 1-2 gün kala oturur deli gibi ezberler, rahat rahat geçerdim. Sadece hukuk derslerinde "of bu kadar şeyi nası ezberlerim, nasıl geçerim bu dersten" diye içime dert olurdu. İngiltere'ye gelince öyle bir neye uğradığımı şaşırdım ki, en ezber dolu derslerimi arar oldum. Kesinlikle hazıra konulamayan, oturulan yerden geçmeye olanak tanımayan, ezberle not alınamayan bir eğitim sistemi. Bütün kitabı baştan sona ezberleyip soruyu %100 doğru şeyler yazarak bile cevaplamış olsanız, eğer yaratıcı düşünmeyip kendinizden bir şeyler katmamışsanız alacağınız not %30-40'ı geçmez. Her ders öncesi okumanızı yapmak, derste tartışmalara katılmak, sadece sınav öncesi değil tüm dönem boyunca derste işlenen konulardan haberdar olmak zorundasınız. Sadece gerçekleri ve tanımları ezberlemeniz değil; kavramları günlük hayata uygulanabilir şekliyle anlamanız, her şeyi kafanızda evirip çevirerek özgün bir fikir yaratmanız ve bunu o ezberlediğiniz gerçeklerle destekleyip tezinizi sınavda 1 saat içinde giriş-gelişme-sonuç modunda düzenlenmiş halde kağıda dökmeniz gerekiyor. Onu geçtim, essay yazmanın öyle inciği cinciği çıkarılmış kuralları var ki, Türkiye'deki çoğu ünlü akademisyenin tezlerine vs. bakılsa milyon tane plagiarism vakası çıkar eminim. Sanıldığı gibi değil hiç bir şey. O yüzden kimse bana gelip İngiltere'de üniversite Türkiye'den kolay demesin, değil çünkü. Belki İngilizler'e kolay olabilir, ama hayatı boyunca Türk eğitim sistemine dahil olmuş birisi için değil.

Ayrıca "İngiliz üniversitelerinin sadece adı var, Türk üniversitelerinin çoğunda eğitim daha iyi" diyenler dünya okullar sıralamalarına bir baksınlar lütfen; görsünler Türkiye'den hangi okulun adı geçiyor. İlk 200 üniversitede Türkiye'den tek bir okul yok. Böyle 1-2 istisnai vakıf üniversitesi dışında tamamen ezbere ve unutmaya dayanan; eleştirel düşünme yeteneğinden yoksun, okuduğunu kafaya kazımaktan başka şey bilmeyen mezunlar veren bir sistemle ülkem üniversitelerinin o listeye girme umudu yok zaten.

Wednesday, 28 July 2010

diplomat's son

Yes, this is a rant.

Cuma sabahı Rodos'a gidiyorum. Yeşil pasaport sahibi olduğum için normalde Schengen Vizesi'ne ihtiyaç duymuyor olmama rağmen Yunanistan çıkıntı gibi ısrarla Schengen Vizesi istediği için geçen hafta bugün vizeye başvurdum. Bugünden başlayarak 1 yıl geçerli olacak Yunan vizeli pasaportum Cuma günü elime geçti. Az önce bugünden itibaren Yunanistan'ın yeşil pasaporta vizeyi kaldırdığını öğrendim. Vizenin yakında kalkacağını bile bile hala başvuru kabul eden, verdiği vizenin başlangıç gününde vize gereği kaldırıldığı ve verilen insan daha Yunanistan'a giriş yapmamış olduğu halde aldığı 60 Euro'yu iade etmeyen Yunan Konsolosluğu'na laflar hazırladım; ama ülkemizin ait olduğu üçüncü dünyada aklındakileri söylemek genellikle suç olduğundan o lafları içimde tutmayı tercih ediyorum.

Yine de bir tanesi kendini tutamıyor ve kaçıyor:

Bu nasıl bir mallıktır ama yani?

Tuesday, 27 July 2010

that's so un-PC

Sözlük'te yazmış olduğum "zenci kelimesi ırkçıdır" konseptli entry hakkında bir sürü "neden ki?" tepkisi aldım. Hayatta kullanmadığım, başkası kullanınca da yüzümü buruşturduğum son derece cringeworthy bir kelime olan "zenci"nin ırkçı anlamlar taşıması bana gökyüzünün mavi olması kadar ortada, herkes için bariz olması gereken bir gerçek gibi geliyor; ancak öyle değil galiba. Evet Türkiye'de siyah ırk çok istisnai insanlar dışında olmayabilir, evet Türkiye'yle Amerika'nın tarihi aynı değil, ama yine de zenci de en az nigger kelimesi kadar küçültücü ve ırkçı bir kelime benim için. Bir kere homofobi konusunda olduğum gibi ırkçılık konusunda da aşırı duyarlıyım; birine ırkçı bir laf edilmese de, bir hareket yapılmasa da sokakta görüp "aa zenci" diye bakıp durmak, başkasına göstermek benim bakış açımda tamamen ırkçılık. Birini ırkı, rengi, cinsel eğilimi, bilmemnesi yüzünden etiketlemeyi ya da hilkat garibesiymiş gibi yürürken görünce dönüp bakma gereği duymayı ayrımcılık sayıyorum. Bu yüzden zenci kelimesinin kesinlikle nötr bir söylem olduğuna inanmıyorum. Aynı nedenden dolayı özürlü kelimesini kullananlardan da hiç hazzetmem. Political correctness (PC) manyağıyım, evet.

PC deliliğim İngiltere'ye taşındığımda doruk noktasına ulaştı. "Bunun neresi offensive ki?" gözüyle baktığım kelimelerin (cüce yerine vertically challenged gibi) PC olmadığını, halk içinde kullanılınca garip bakışlara hedef olunduğunu fark ettim. O yüzden artık Türkiye'de fena halde mevcut olan political incorrectness sinirime dokunuyor, gözüme çarpıyor.

Zenci kelimesini kullananlar bana uzak olsunlar o yüzden.

Bakılası: Stereotyping People by Their Favourite Indie Bands

Justice: Bros who, at one point in their lives, have tried to grow a mustache.

Çok güldüm buna The XX'teki keffiyeha muhabbetiyle birlikte. Priceless.

i'm obsessed with the mess that's america

Genelde sağda en hazzetmediğim insanları "Bence bu insanı ekleyin" modunda gösteren, listemde formaliteden duran ve en ufak bir konuşma isteği duymadığım insanlara mesaj atıp bu aralar neler yaptığımı haber vermemi öneren Facebook'un yeni fonksiyonu da fotoğraflardaki tag'lenmemiş yüzleri bulup tag'lettirme denemesinde bulunmak anlaşılan. Facebook'umu açtığımda karşımda Kate Moennig'in yüzü vardı ve altında da "Whose face is this?" yazıyordu. Gülümsedim.




Kavak Yelleri ne kadar gereksiz bir dizi, ve Aslı Enver ne kadar güzel bir kadın.

Hava çok sıcak, İzmir'in en nemli günüymüş bugün. Yatak odasında klima gece boyunca açık, salondaki klima da salona adım attığımdan uyuduğum ana kadar sürekli açık, ama sanki klimalar bile soğutamıyor gibi. Dışarı çıkmak zorunda olan İzmirliler'e acıyorum o yüzden.

Eve kapanmamın asıl nedeni olan essayime el atmam gerekiyor bugün, ama çooook üşeniyorum. Okulsal işlerle aylarca ilgilenmeyince normalde çok kolay olan şeyler bile zor geliyor insana, beyin uykuya yatmış oluyor çünkü. Can't tell you how much I've been dreading writing this essay.

Cuma sabahı Rodos.

Bugünlerde aklıma takılan şarkı Marina and the Diamonds-Hollywood.



Marina Diamandis çok güzel görünüyor klipte. I do so love brunettes.

Monday, 26 July 2010

here comes a feeling you thought you'd forgotten

Haftasonu Çeşme'deydim. Cuma öğleden sonra yola çıktığımızda arabanın termometresi dışarıdaki hava sıcaklığını 45 derece olarak gösteriyordu. Gerçekten de nefes alınamayacak derecede nemli ve iç bayıcı derecede sıcak, Temmuz'da Florida modunda bir havaydı (eğer içinizde Florida ya da benzeri bir yere gitmiş olan varsa nefes alınamayacak derecede nemli deyişimin mecazi olmadığını biliyordur). Yiyecek bir şeyler almak için Güzelbahçe'deki balıkçılara uğradıktan sonra Çeşme'ye gittik.

The L Word'ün Lobsters bölümünü geçenlerde tekrar izlediğimden beri (ki 2 aydan çok falan oldu) canım fena halde ıstakoz çekiyor. İzmir sınırları içindeki hiç bir balıkçıda da bulamıyoruz, çok nadir geldiğini söylüyor balıkçılar, nerede bulunabilir bilen var mı?

Neyse, fena halde ahtapotlu bir akşam yemeğinden sonra içki faslı başladı. Ne dışarıda ne de evde, yemekle alkol alan biri pek olmamışımdır. Lisedeyken evde alkol sadece bir şeye moralim bozulduğunda ya da aşırı iç bayıcı bir gün geçirmişsem bilgisayar karşısında otururken alırdım. İstanbul'da üniversite yıllarım boyunca buna evde boş oturmaktan sıkıldığım akşamlar da eklendi. Ama en çok Taksim öncesi evde geceye hazırlanırken içerdim. İngiltere'ye taşındığımdan beri sıkılınca ya da sinirim bozulunca (zaten pek sinirim bozulmaz oldu) alkol almıyorum, evde alkol alma huyum sadece dışarı çıkma öncesi hazırlanırken içmekle sınırlı. Bunu İzmir'de de yapıyorum, asla hafif tipsy olmadan evden çıkmam (tamamen ayıkken sosyal olamıyorum çünkü). Evde ne içmeye başlamışsam çıkarken ondan yanıma alır, yolda da içmeye devam ederim. İngiltere'de genelde Strongbow içerdim sert içkilere hemen başlamamak için, Türkiye'de o ihtimal olmadığından diyet kola ve o dönemdeki favori içkim neyse onu tercih ediyorum (lisede bourbon, üniversite 1-2'de vodka, daha sonra Bacardi, sonra yine bourbon, son günlerde ise gin). Böyle yaptığımda dışarıda daha az içtiğimi, markası belirsiz dandik içkilere bir dolu para vermek zorunda bırakılmadığımı ve o alkol buzz'ını evde hazırladığımdan her şekilde daha dandik olacak içkilerle yakalamaya çalışırken midemin içine etme olasılığımın daha düşük olduğunu fark ettim. Yani elimde 500 ml'lik bir diyet kola şişesiyle beni dışarıda görürseniz nedeni budur. Bu alışkanlığa sahip başkaları da var mı merak ediyorum.

Konudan sapmadan önce bahsetmeye çalışıyor olduğum üzere diyet kolalı gin'imi hazırladım, the Cranberries konseri için Seaside'a doğru yola çıktık. Konser ilginç bir şekilde tam saatinde başladı, 25TL olan gin'imin içine beni bile "oww çok alkollü bu" yaptıracak derecede çok gin koymuştu barmen, ama zaten girişe 160TL aldıktan sonra bir içkiye 25 de çok yani. Evet Çeşme standartlarına göre ucuz biliyorum, ama şişesi o kadar zaten be kardeşim. İşte böyle soyguncu işletmeci zihniyeti yüzünden evde içmeyi seviyorum, böyle tiplere oturdukları yerden para kazandırmak hoşuma gitmiyor.

Genel olarak konser güzeldi. Ama asıl bahsetmek istediğim şey konserdeki insanlar. Solumda bana gece içinde 500 kere omuz atan ve içkimi üzerime döküp duran, bir 100 kere de sigarasıyla beni ve elbisemi yakan, üstelik de bir kere olsun özür dilemeyen gerizekalı bir kadın vardı. Farkında bile değildi kadın yaptıklarının. Görüp de "İngiltere'de böyle şeyler olmazdı asla" dediğim şeylerin kilometrelerce uzunluğa ulaşmış listesine eklendi bu olay. Ayrıca konser, club vs türü ortamlarda sigara içilmesine fazlasıyla karşıyım. Tamamen açık alan bile olsa insan diğerlerine saygıdan içmemeli. Evet ülkem insanında kendinden başkasını düşünmek ya da saygı gibi bir şey kesinlikle yok, ama insan bari içecekse de adam gibi içer, yukarıda tutar başkasını yakmayayım diye. O bile yok insanlarda, vahşi ormanda yaşayan hayvanlar gibi toplum içerisinde nasıl davranılacağından habersizler. O yüzden tıklım tıklım olunan yerlerde sigara içmek açık hava da olsa yasak olmalı.

Yine üçüncü dünya ülkesinde olduğumu gözüme sokmak istercesine elektrikler kesildi Cumartesi günü. O sırada pilini çıkarmış olduğum ve prize takılı olan netbookum ise bir daha açmamak üzere hayata gözlerini yumdu. Eve geldiğimde formatlamak zorunda kaldım, her şeyim silindi, ama sanırım düzeldi.

Netbookum bozulunca sıkıntıdan kafayı yemem sonucu İzmir'e erken dönmeye karar verdik. Yolda Reyhan'ın Ananaslı Bademli İnci Pasta'sından aldık, tavsiye ederim, tam yaz günlerine göre. Bugünlerde beyaz çikolata sever oldum, beğendim o yüzden. Ondan sonra the Last Airbender'ı izledik. Skins'in Anwar'ı Dev Patel mükemmel olmuş, Twilight'daki adını hatırlamadığım çocuk da yüzündeki o sürekli acı çeker ifade olmadan gayet şirinmiş aslında. Ama AFM'nin dandikliğinden mi, yoksa 3. boyutun sonradan eklenmesinden mi bilmiyorum, filmin 3D hali 3. boyut en ufak bir şekilde fark edilmeyecek derecede kötüydü. Hani paranıza yazık, gidin 2 boyutlusunu bulun öyle izleyin, o derece.


Bugünlerde sürekli Horchata dinliyorum. Aslında tam aksi olmasına rağmen bence tam bir yaz şarkısı. Bu sıcakta içilmeyeceğini bilsem de horchata içesim, günbatımında plajda oturup dinleyesim geliyor.