Tuesday, 13 July 2010
losing the light
Facebook'tan gelen bir event invitation yoluyla Yeditepe'deki sınıf arkadaşlarımdan birinin öldüğünü öğrendim az önce. İçim bir garip.
The L Word'ün bu sahnesini ve çalan şarkıyı seviyorum. Ana uygun malesef.
Monday, 12 July 2010
4:13 dream
Önceki gece Paris'te bir metro istasyonunda olduğumu, çok eşyam olduğu için eşyalarımı yere bıraktığımı ama trene binerken çantalarımdan birini platformda unuttuğumu ve o gün gündüz hazzetmediğimden bahsediyor olduğum birinin de rüyamda olduğunu, beni sorumsuzlukla suçladığını gördüm. Çantam kaybolduğu için çok üzülüyor, ama bir yandan da rüya görüyor olduğumu ve uyandığımda hiç bir şeyi kaybetmemiş olacağımı biliyordum. Uyanınca nasıl rahatladım, anlatamam.
Dün geceki rüyam en kötüsüydü. Eskiden arkadaşım olan ama artık alakam olmayan ne kadar insan varsa bir mekana toplanmış bana garip garip bakıyorlardı. Sonra tanımadığım birilerinin masama oturduğunu, birinin bardan 1 kasa bira satın aldığını (?!) ve giderken çoğu içilmemiş olan kasayı masada unuttuğunu hatırlıyorum. Daha sonra oturup o biraları içmeye başladım, tatları daha çok limonata gibiydi ama bira olduklarını biliyordum. Bir süre sonra yanıma bir garson kız geldi, bana dışarıdan aldığım biraları içtiğimi bildiğini söyledi. Uyuz olduğum bir insanın bana bakarak diğer bir uyuz olduğum insana bir şeyler fısıldıyor olduğu sırada garsona biraları masamda oturan bir kızın bardan satın aldığını anlatmaya çalışıyordum. Kız doğruyu söylediğimi kabul etmedikçe sinir oldum, "mekanınız bir tarafınıza girsin" modunda kalkıp çıktım. Sonra uçarak (evet, uçarak) bir yerlere gidiyordum, gerisini hatırlamıyorum.
Concerta kullanırken rahatsız edici derecede gerçekçi, film senaryosu kadar detaylı ve bir o kadar garip olaylarla dolu rüyalar görürdüm. Bu aralar gördüğüm rüyalar bana o dönemi hatırlattı.
Dün uzun zamandır izlemek istediğim Chloe'yi izleme fırsatı buldum. Eğer izlemeyi düşünüyorsanız gerisini okumayın.
---------------spoiler------------------
Julianne Moore çok güzel ve seksi bir kadın, rolüne yakışmış. Ama Amanda Seyfried'de o baştan çıkarıcı, şuh kadın havası yoktu. Çok çocuk görünüyor ve Chloe rolünde olmasını çok yadırgadı gözlerim.
Julianne Moore ve Amanda Seyfried'in sevişme sahnesi hoşuma gitmedi. Seyfried'in G3 dergisine verdiği bir röportajda sahneyi "Benim için çok rahatsız ediciydi" olarak tanımlamasından mı bilmiyorum ama bana çok sahte göründü. En ufak bir tutku yoktu, iki oyuncu da bitse de gitsek modunda gibilerdi, birbirlerine dokunmaktan tiksiniyorlar ve belli etmemek için zor tutuyorlardı sanki. Çok mekanik ve inandırıcılıktan uzak buldum kısacası o sahneyi; o yüzden film tüm etkileyiciliğini yitirdi benim için. Aslında ilgi çekici olan bu konu çok daha akılda kalıcı bir şekilde işlenebilirdi.
Özetle heteroseksüel erkeğin aldatma ve lezbiyenleri gözetleme fantezilerini doyurmaya yönelik bir filmden başka bir özelliği yok gibi Chloe'nin. Sinemada izlemeyi düşünüyorsanız paranıza yazık.
Dikkatimi çeken asıl nokta filmin adının Türkçe'ye Büyük Hata olarak çevrilmesi oldu. Böyle kafalarına göre filmin adıyla alakası olmayan isimler bulan Türk çevirmenlere fena halde uyuz oluyorum zaten. Filmi annemle izledim, o filmdeki "büyük hata"nın kadının Chloe'yi tutarak ailesinin hayatının içine etmesi olduğunu düşünüyor. Bana orada "büyük hata" olarak bahsedilen şey Julianne Moore'un karakterinin (Catherine) lezbiyen bir ilişkiye girmesiymiş gibi geldi. Zaten Catherine'in filmde Chloe ile yaşadıklarına "İyiydi güzeldi ama benim asıl düşündüğüm hep kocamdı" şeklinde bakması onun da bu ilişkiyi bir hata olarak gördüğüne işaret ediyor. O yüzden o büyük hatanın Catherine'in Chloe ile olan ilişkisi olduğunu düşünüyorum (kadının bir kadınla birlikte olmasına, ya da en azından kadının evlilik dışı bir ilişkisi olmasına yargılayıcı bir bakış var gibi geldi bana). Homofobi konusunda inanılmaz hassasım, en ufak derecelerde olanı bile gözüme batıyor, o yüzden filmin adının o şekilde çevrilmesini offensive buluyorum.
Son olarak sinir olduğum şey ise filmin çevirisiydi. Catherine'in adı altyazılarda Katrin olarak geçiyordu falan. Komik misiniz diye sorasım geldi filmin çevirmenleri her kimse. Sinir bozucu.
---------------spoiler------------------
Friday, 9 July 2010
there's a hole in your soul like an animal
Huzursuzluk kaynağı olan şeylerin çoğu ortadan kalktı, ama nasıl çözeceğimi bilemediğim bir mess var ellerimde. Cunt list'imde üst sıralarda olan ve hiç ama hiç hazzetmediğim bir insanın bana yaptığının karşılığını bulmasını sağlama şansım var. Eskiden olsa hiç tereddüt etmezdim, ama artık kinci ve intikamcı kişiliğimin yerini kimin ne yaptığını umursamaz, her koyunun kendi bacağından asılacağına inanan bir düşünce tarzı aldı. "Bana nasıl böyle bir mallık yaparsın, sana bunu ödeticem"den "Bu kadar mal olduğunu öğrendiğim iyi oldu, zararın neresinden dönsem kardır"a transfer oldum kısacası. O yüzden doğru şeyi yapmak ve bahsettiğim insana hak ettiği gibi davranmak arasında kararsızlığa düştüm. Sağa bununla ilgili bir anket koydum, siz ne yapardınız?
I'm not sure what I'm looking for anymore
I just know that I'm harder to console
I don't see who I'm trying to be instead of me
But the key is a question of control
Can you say what you're trying to play anyway
I just pay while you're breaking all the rules
All the signs that I find have been underlined
Devils thrive on the drive that is fueled
All this running around, well it's getting me down
Just give me a pain that I'm used to
Tuesday, 6 July 2010
balenciaga calcaire box


Sunday, 4 July 2010
i love lucy


Neyse, Digiturk'ün yeni dizilerinden Legend of the Seeker'ın tanıtım videosunu sunuyor kendisi (dizide yok). Yeni Zelanda aksanını da çok garipsiyorum, İngiliz aksanıyla konuşan Ed Westwick/R-Pattz duymak gibi oluyor. Yine de o "epic adventure" deyişini yerim ben Lucy'nin.
Saturday, 3 July 2010
who would give a law to lovers? love is unto itself a higher law.
Buraya kadar her şey normal. Ama kafama takılan bazı şeyler var:
-Ankete %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si "eşcinsel, biseksüel, travesti veya transseksüel" olmak üzere 5000 kişi katılmış.
Birincisi dünyada sadece Türkiye'de yapıldığını gördüğüm travesti ve transseksüel ayrımını çok saçma buluyorum. LGBT yerine LGBTT kısaltmasını kullanmak falan gerçekten başka ülkelerde olmayan bir şey. LGBT toplumunun bu TT olayını benimsemesini doğru bulmuyorum, çünkü bu ayrım travesti=seks işçisi önyargısını pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor. İnsan travestiyse mutlaka para karşılığı seks yapıyor olmalı miti travestileri transseksüellerden ayrı tutarak güçlendiriliyor. Travesti de gayet transseksüeldir, ikisine de trans denmesi en doğrusu bence.
İkincisi %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si LGBT ne demek ki? LGBT'ler kadın ya da erkek değil mi? Bu kadar salak bir sınıflandırma olabilir mi gerçekten?
-"Eşcinsel evliliğe ülkemizde izin verilmeli midir?" sorusuna ankete katılanların %8'i "evet", %86'ı "hayır" ve %6'ı ise "fikrim yok" yanıtı vermiş. %12'si LGBT olan anket insanlarının sadece %8'inin "evet" cevabı vermesi gerçekten üzücü. Hiç bir zaman evlenmeyi düşünmüyorum; evliliği genel olarak gereksiz ve heteroseksüel olduğunda kadını baskılayıcı, eşcinsel olduğunda eşcinselleri içinde istemeyen heteroseksist düzene dahil olma çabası olarak görüyorum. Ama bu eşcinsellerin evlenme seçeneğinin olmaması gerektiğini düşünmem anlamına gelmiyor, o seçenek kişiye ait olmalı. Kısacası evlenmek isteyen eşcinselleri ve evlilik kavramını anlamıyor olsam da eşcinsel evliliği sonuna kadar destekliyorum. Bu yüzden insanların nasıl LGBT bir birey olarak kendini tanımlayıp (ki o ankete katılan bir sürü insan hetero olmadığı halde kendini o şekilde tanımlamıştır ankette) eşcinsel evliliğe "evet" yanıtı vermediğini aklım almıyor. Kişinin kendi kimliğine yönelik bir homofobi söz konusu sanırım.
-Bu CİSED adlı kurumun genel başkanı Dr.Cem Keçe aşağıdaki lafları etmiş ayrıca habere göre, hiç birine yorum getirmeme bile gerek yok (ama yine de yorumlarımı parantez içinde belirttim), they're pretty self-explanatory ve everyone knows how I feel about homophobia:
"İzlanda Başbakanı Johanna Sigurdardottir'in birlikte yaşadığı kız arkadaşı Jonina Leosdottir ile evlenmesini medyanın en az Heteroseksüel evlilikler gibi doğal ve normal bir durum olarak sunması, toplum ruh sağlığı açısından sakıncalar doğurabilir, çocuklarımızın ve gençlerimizin kafasını karıştırabilir (eşcinsel evliliğin anormal olduğunu çocuklarımızın kafasına kazıyıp onları da minik homofoblar olarak yetiştirmeliyiz yani, god forbid eşcinsellerin normal insanlar olduğu gibi ahlaksız fikirler edinebilirler çünkü yoksa). Yurt dışındaki otoriteler ve ülkeler eşcinsellik hakkındaki görüşlerini bilimsel verilere göre değil tamamıyla ideolojik yaklaşımlarına ve kapitalist sistemin dayatmalarına göre oluşturmuştur (eşcinselliğin normal ya da doğal olmadığına dair bir bilimsel veri yoktur, "normal" kavramı zaten bilimsel bir kavram değildir, görecelidir). Sorumluluk taşıması gereken bir başbakanın yaptığı eşcinsel evlilik, eşcinselliğin toplum tarafından doğal ve normal bir durum olarak algılanmasını sağlamayacaktır (eşcinselliğin sorumsuzluk örneği olduğuna dair homofobik bir görüşe zaten mantık içinde denilecek bir şey bulamadım)."
-CİSED Genel Başkan Yardımcısı Psk. Gülüm Bacanak: "CİSED olarak yeni bir görüş ortaya atıyoruz: Biz eşcinselliğin tek bir durum olmadığını, birçok alt tipi olduğunu, tek bir yapı olarak ele alınmaması gerektiğini ve bazı alt tiplerinin tedavi edilebileceğini, eşcinselliğin bir tercih olmadığını ama eşcinsel ilişki yaşamanın bir tercih olduğu görüşünü savunuyoruz."
Niye kimse heteroseksüelliğin alt tiplerini falan araştırmıyor, for the love of god? Ayrıca "Bazı alt tipleri tedavi edilebilir" falan nedir ya? Hangi tarih öncesi dönemde yaşıyor bu insanlar? Kendilerini bilim insanı, araştırmacı falan olarak görüyorlar bir de; homofobik görüşlerine bilim adı altında kredibilite kazandırmaya çalışan bigot'lar is more like it.
Ayrıca "eşcinsellik tercih değildir ama eşcinsel ilişki yaşamak tercihtir" ne biçim bir laf öyle? Niye kimse heteroseksüel ilişki yaşama tercihinden bahsetmiyor o zaman? İnsanlar "eşcinsel" olmamak için hayatları boyunca hiç ilişki yaşamasınlar mı?
-CİSED Genel Sekreteri Psk. Dan. Fatma Ayrık: "Biz CİSED olarak, tedavi arayışında olan, tedavi olamayacaksa intihar etmeyi düşünen ve değişim isteyen eşcinsellere tedavi şansının verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kimseye zorla, istemediği halde "sen tedavi olmalısın" deme gibi bir hakkımız da olamaz. Bu ayrımın iyi yapılması gerekmektedir. "Ben eşcinsel bir hayat sürmekten mutluyum" veya "eşcinsel bir yaşamı tercih ediyorum" diyen bir arkadaşımıza "hasta" demek çok yanlıştır. Değişim isteyen eşcinsel arkadaşlarımızı ve ailelerini dinlemeden, aile, cinsel ve geçmiş hikâyelerini almadan "sen eşcinselsin ve bu durumla yaşamak zorundasın" demek de çok ama çok yanlıştır."
Eşcinselliğin bir hastalık olmadığını ve tedavi edilemeyeceğini ama homofobinin tedavi edilebilir bir sosyal hastalık olduğunu ne zaman öğrenecek acaba ülkem insanları? Bir sonraki milenyumda bu konuya geri dönelim.
Gender and Sexuality Studies'i meslek edinmek isteyen bir insan olarak ülkemizdeki cinsiyet ve cinsellik araştırmalarının böyle tiplere kaldığını görmek beni çok sinirlendiriyor.
Tuesday, 29 June 2010
travel is glamorous only in retrospect
Klimalı, kedili, temizlikçili, Digiturk'lü evimi; aklıma esince kum-deniz-güneş üçlüsünü yapabilmeyi (İngiltere'nin 27 derece olunca omg-bayılıcaz-sıcaktan dedirten güneşi ve gri denizi sayılmıyor) ve arkadaşlarımı özlemiştim, geri dönmek güzel o yüzden. Ama bir şey olur diye dandik çantayla sokağa çıkmayı, gece eve taksiyle dönmek zorunda olmayı, inci sözlük modeli tacizcileri, 3 ay sonunda insanda ciddi psikolojik rahatsızlıklara neden olabilecek derecede homofobik ve patriarchal toplumu özlemedim hiç; eminim bunlara sinir olup Londra'yı özleyeceğim orada olduğum zaman boyunca. İzmir'deki evimi, arkadaşlarımı, Yunanistan'a/Çeşme'ye vs. mega yakın oluşumu ve genel olarak oradaki hayatımı çok seviyorum gerçekten; ama toplum geneline hakim olan o kapalı zihniyete full time katlanabilmem mümkün değil. Bu da hayatımı Türkiye'de yaşayarak ve içimi bir huzursuzluk/restlessness/frustration kaplamadan sürdürebilme olasılığımı yok ediyor sanırım.
Son 5 yıldır şehirden şehire, evden eve, ülkeden ülkeye şeklinde yaşıyorum. İstanbul'da aynı evde yaşadığım 1,5 yılı saymazsak hiç bir evde/yurtta vs. 1 yıldan uzun yaşamadım. İzmir, İstanbul, Canterbury ve bu Eylül'den itibaren Londra ya da Brighton (hala belli değil) olmak üzere dolanıp duruyorum. ADD (attention deficit disorder) sahibiyim, onun semptomlarından biri olan bir sürü şeye heves etmek ama başladığı işi hiç bitirememek, bir şeyi bırakıp başka bir şeye başlamak ve aklına esip deli deli şeyler yapmaya bir anda karar vermek huyu bende fazlasıyla var. Kullandığım ADD ilaçları da bu dürtümü engelleyemiyor, bu iyi bir şey mi bilmiyorum, ama tatminsizlik ve Türkçe'sini bulamadığım bir restlessness hissi yaratıyor bu bende. Nerede, ne yapıyor olursam olayım yerimde duramıyorum kısacası zihinsel olarak. Sürekli yeni bir şeyler yapmak, yeni bir yerlere gitmek, yeni birileriyle tanışmak görmezden gelinemez bir ihtiyaç haline geliyor benim için. Aynı yer, aynı insanlar, aynı şeyi yapıyor olmaktan sıkılmak değil bu, değişim "zorunlu" benim için. Bir seçim değil, bir zorunluluk. Kimseyi arkamda bırakmayı ya da her elimi attığım şeyi yarım bırakmayı ben seçmiyorum, içime öyle bir kıpır kıpırlık/bir şey yapmazsa delirecek hissi geliyor ki kalkıp gitmek zorunda hissediyorum kendimi. Son 4 yıl içinde İstanbul'a taşınmam, sonra Hollanda'ya taşınmak istemem, ondan vazgeçip kendimi Canterbury'de bulmam, şu anda da Canterbury'i ve mezun olduğum bölümü bırakıp tamamen alakasız bir şey okumaya Londra'ya gidiyor olmam da bu yüzden.
En basiti ev taşımaya üşenmem olan bir sürü neden yüzünden artık bir yerde daha uzun süre kalabilmek istiyorum. Bir yere kök salabilecek bir insan olacağımı sanmıyorum hiç bir zaman, ama aynı şehirde 2 yıldan fazla bulunabilmeye hazırım sanırım artık. O bir yerde uzun süre kalınca daralma hissim azaldı, Londra ya da Brighton da bunu yapmak için mükemmel olacak bence.
"England you kick ass" diyerek valiz toplamaya geri dönüyorum, yarından itibaren İzmir'den bildiriyor olacağım.
Monday, 28 June 2010
what katie did
Daha sonra Leisha Hailey ve Kate Moennig'le soru-cevap session'ları vardı. İnanılmaz kaba sorular soran 2-3 insan dışında uygunsuz şeyler soran biri olmadı. Diğer konuklar iptal olduğundan Kate ve Leisha'nın session'ları oldukça uzundu. Ama ikisi hakkında da 29382 tane alakasız, minik şey öğrenmiş oldum böylece.
Kate'in bu aralar en sevdiği şarkı Phoenix-If I Ever Feel Better'mış, Florence and the Machine seviyormuş ayrıca. Blackberry Storm'u var, sigara içiyor. Haftada 3-4 gün gym'e gidiyormuş, personal trainer'ı varmış. Vintage araba delisiymiş. Barınaktan kurtardığı 2 köpeği varmış. Leisha ile birlikte yaşıyorlarmış eskiden. Şu anda sevgilisi yokmuş (ama people in her fan forums think otherwise). "Are you gay" sorusuna cevabı "You know what, this is so old, I'll be whoever you want me to be"'ymiş. Gözleri miyopmuş. Cenazesinde Led Zeppelin çalsın istermiş, Patti Smith seviyormuş. Favori designer'ı Hedi Slimane'miş, fotoğraflarına da bayılıyormuş. En saygı duyduğu gay insanlar Jane Lynch ve Tom Ford'muş. Dünyada en sevdiği şehirler Tokyo ve Paris'miş. Yazın New York ve Mexico City'de olacakmış. Laundry list, you bet ve for sure çok sık kullanıyor ayrıca.
Leisha'nın 10 yıllık bir sevgilisi varmış. O da köpek sahibiymiş. Kovboy botu koleksiyonu varmış, bir odası sırf onlarla doluymuş. Cenaze şarkısı Sufjan Stevens'tan olsunmuş. Axl Rose hayranıymış çok fena. Bir de her cümlesine totally koyuyordu.
Kate bir soruya cevap olarak "Shane'le alakam yok, fena insecure bir insanım, she's a slut, ben değilim" demişti, kesinlikle çok doğru. Shane'in o rahatsız edici kendine güveni onda yok, çok utangaç ve hatta birisi "You're so hot" vs dediğinde kızarıp "You too" diye cevap veren bir insan. İnanılmaz sıcaktı herkese, biriyle konuşurken herkesin adını öğrenip nasıl olduğunu soruyordu falan. Hatta gözlerimin içine bakıp "Nasılsın, tshirtün ne güzel, adın Leni mi okunuyor Laney mi" dediğinde heyecandan bayılasım geldi sanırım. Leisha Hailey kesinlikle öyle değil. Kate'le konuşurken çok konuşkan ve eğlenceli olmasına rağmen normalde çok soğuk ve suskundu. Biri bir şey imzalamasını istediğinde falan doğru düzgün yüzüne bakmıyordu bile insanın. Alice'in o dışa dönük halinden çok uzaktı kısacası. Alice'e benzetirdim kendimi obsesif karakteri yüzünden, karar değiştirdim, tanımadığı insanlara çok soğuk olan ve yakın arkadaşlarına bambaşka davranan biri olarak Leisha'ya daha çok benziyorum.
Haftasonunun en ilginç olaylarından biri Kate ve Leisha'ya soru sorulurken sahneye çıkan bir kadındı. "Ben aslında The L Word sevmiyorum, buraya kız arkadaşım için geldim" diye lafa başladığında herkes saçma bir soru bekliyordu, ama "Siz olsanız nasıl evlenme teklif ederdiniz diye sormak istedim, çünkü kız arkadaşıma evlenme teklif etmek istiyorum" diye sordu kendisi. O sırada bütün salonda herkes sustu, "Wait, did you just propose?" oldu Kate. Sonra kadının sevgilisi ağlamaya başladı falan. Tanık olduğum ilk evlilik teklifi ve inanılmaz tatlı bir andı.
Gerçekte ne kadar utangaç, kibar ve overall nice biri olduğunu gördükten sonra KM takıntım milyonlarca kez güçlendi bu haftasonu.


Thursday, 24 June 2010
L7!!
Sunday, 20 June 2010
why don't you play the game
Cuma gününü Disneyland'de geçirdik. Çocukluğumdan beri 294829 kere gitmiş olduğum halde her seferinde 7-8 yaşında ilk gittiğimdeki heyecanı yaşadığım, hatta istisnasız her seferinde heyecandan önceki gece uyuyamamama neden olan bir yer Disneyland Paris. Orada yaşasam ve hiç çıkmayacak olsam sıkılmam sanırım, dünya üzerindeki favori yerim kesinlikle. Başka hiç bir şeye asla değişmem. Nedense daha önceki gidişlerimde hep tek park bileti almış ve hiç Walt Disney Studios kısmına gitmemiştim. Aslında orası da güzelmiş, ama sadece adult'lara göre şeylere binilen ve çok az sıra beklenilen bir günde bile 2 park tek güne sığmıyor.
Disneyland'de bazı insanların sırada bekleyenleri ittirerek öne geçmeleri dikkatimi çekti. Garip olan 10 kişilik grupların falan hiç utanmadan bunu yapması ve kimsenin kötü kötü bakmak dışında ağzını açmaması oldu. İngiltere ya da Türkiye'de böyle bir şey olmuş olsa kesinlikle susmazdım ben; otobüs sırasında bile öne geçen görgüsüzlere çok sinirlenirim, oradaki gibi 45 dakika-1 saat beklenen sıralarda öne geçilmesi daha da fena. İnsanlar kendilerini nasıl bu kadar herkes bekliyorken bekleyemeyecek kadar ayrıcalıklı görüyorlar ya da çok mu önemli bir iş sahibiler de yarım saat daha fazla bekleyemiyorlar merak ediyorum, o nasıl bir utanmazlık ayrıca, insan nasıl yüzü bile kızarmadan o kadar insanın önünden geçip gider, biri bana açıklasın lütfen. Umarım karmik adalet buluyordur böylelerini.
Cuma sanırım hayatta en çok yorulduğum gündü, sanırım değil hatta, eminim hayatımda hiç o kadar ayaklarımı kullanmadığıma. O yüzden Cumartesi günü benim ayaklarım çok kötü olduğu için asıl planımız olan Montmartre ve Pere Lachaise'i iptal edip sabah alışveriş, öğleden sonra otel, akşam Le Marais yapmaya karar verdik. Sabah deli bir azimle Marc by Marc Jacobs'a geri döndüğümüzde saat 10.55 idi. Biz üzerinde en ufak bir açılış saati yazmayan kapıya bakarak beklesek mi ne yapsak karar vermeye çalışırken kapının bir kaç metre ötesindeki bir güvenlik görevlisinin bize garip garip bakmaya başlaması, daha sonra bir kadının gelip MbMJ kapısını anahtarla açması, güvenlik görevlisinin gelip sanki konsolosluk önünde bekleyen tehlikeli bir şey yapma potansiyeli olan tiplermişiz gibi "Daha açılmadı, gidin" şeklinde bağırıp kaçta açılacağını sorma fırsatı bile vermeden kapıyı üzerimize kapatması gibi sinir bozucu olaylar ardından bir yerlerde gidip bir şeyler içtikten sonra dönmeye karar verdik. Oha denesi derecede pahalı kahvelerimizi içtikten sonra mağazaya geri döndüğümüzde gördük ki benim küçük bulduğum Londra MbMJ mağazasının 10'da biri falan boyutlardaymış Paris mağazası, ve gerçekten alınası bir bok yokmuş. Zaten olsa da mağaza çalışanlarının o davranışlarından sonra oradan değil Printemps gibi department store'lardaki MbMJ standlarındaki güler yüzlü, saygılı görevlilerden alınırmış.
Bu tür satış/güvenlik görevlileri beni fena halde sinirlendiriyor. Snobluk gibi olmasın ama orada asgari ücrete çalışan bir insanın kısmen lüks bir mağazada çalışıyor diye kendini üstün görüp müşteriye bok gibi davranma hakkı olduğunu sanması kabul edilemez bir şey. Eğer benden bir çantaya 500 euro ödemem bekleniyorsa ben de o mağazada bulunduğum her saniye boyunca muhatap olduğum görevlinin yüzünde bir gülümseme görmeyi bekliyorum, evet. Suratsız eleman görmemiş değilim, ama bu kadar kabalık ilk kez başıma geldi ve kesinlikle uzun ve abartılı bir şikayet maili yollamayı planlıyorum en kısa zamanda.
Bu kaba ve suratsız davranış biçiminin Fransızlar'ın çoğunda var olduğuna inanmış bulunuyorum artık. Genellemelerden hoşlanmam, ama öyle gerçekten. İngiliz insanına soğuk derler bir de, gayet yalan. Gittiğim hiç bir yerde Fransızlar kadar uyuz, garsonu bile kendini müşteriden üstün gören, turistlerin ekmeğini yediği halde yabancılardan nefret eden, inatla herkesin kendilerinden başka kimsenin konuşmadığı Fransızca'yı konuşmasını bekleyen ve konuşulmayınca normalden de ters davranan bir millet görmedim. "Pardon çekilir misiniz"den "Ateşiniz var mı acaba"ya kadar her konuda terslenmediğim durum sayısı 2-3'ü geçmedi sanırım bu hafta. Gözünü-sevdiğimin-İngilteresi modunda eve geldim bugün dolayısıyla.
Son olarak, dün son derece mülayim ve "iyi çocuktur" şeklinde bildiğim bir arkadaşımın boş vakitlerinde gay sohbet odalarına girip yavşadığı insanların bilgilerini, fotoğraflarını vs. ele geçirdikten sonra "Eşine/ailene söylerim" şeklinde şantaj yaparak geçirdiğini öğrendim. Kendisi de kesinlikle böyle beyinsiz işlerle uğraşacağını düşünmeyeceğiniz, ÖSS'de derece yapmış, iyi aile çocuğu modunda bir insan. O kadar şaşırdım ve o kadar tiksindim ki anlatamam, eğer bunu kendisinden duymuş olsam ya da karşıma çıksa kendimi tutamaz ağzıma gelen lafı ederdim. Demek ki 7 yıldır tanıyor olsa bile aslında birini hiç bir zaman gerçekten tanıyamıyor insan.