Wednesday, 10 February 2010

better you than me

Gideceğim workshop'a daha 1 saat var diye zaman geçirmek için okulda kütüphaneye gidip video-DVD izleme yerlerinden birine oturmuş Okin'in Rawls'a feminist eleştirisini okuyordum ki videolar arasında gözüme Gay Classics diye birşey çarptı ve alıp izlemeye karar verdim. Çocukluğumdan beri VHS izlememiştim, ileri-geri sarmak ne kadar işkenceymiş unutmuşum. Video kasetteki kısa filmlerin ilki 1950 yapımı bir sessiz filmdi, sessizlik neden bilmiyorum aşırı rahatsız etti beni. İkincisi, Flames of Passion, inanılmaz derecede romantik ve şirindi. Bundan sonra bir süre trenlerdeki insanlara farklı bir gözle bakacağım sanırım.



Kütüphaneden dışarı çıktığımdaysa azıcık kar yerini çok çılgın bir kar fırtınasına bırakmıştı. Okul tatil ve hayat süper olsa.



Kafamda sürekli Delphic var bugünlerde..

Missing the life gone by that I have lost
I'm missing the better times that I had lost
When you're near me I get tired
When you follow
When you speak what you say is what will go

Doubt, in it all for me
I've hit the wall, all thats left for you is doubt
Better you than me, I've so far to fall
But I can't change now

Tuesday, 9 February 2010

the alternative to real world

Londra'nın en süper yanı müzelerin ücretsiz olması ve genelde koleksiyonları o kadar iyi ki, kitap sayfalarında görmeye alıştığınız o ünlü resimleri karşınızda görünce içiniz bir garip oluyor, yüzyıllar öncesine ait bir sırra dahil olmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi.

National Gallery'deki Kienholz: The Hoerengracht sergisine gidesim var bu aralar, Amsterdam'daki Red Light District'in bir kopyasını yaratmışlar.




Frans Hals'in Portrait of a Young Man Holding a Skull resmi beni çok etkilemiştir hep, çocuğun (evet adam değil o, ergen gibi daha çok) yüzündeki ifadeden belki, bilmiyorum. Dünya üzerindeki en çok görmek istediğim portre diyebilirim. Acaba nerededir diye bakayım dedim ve süper bir tesadüf eseri National Gallery'de ikamet etmekteymiş kendisi.


National Gallery'de görülecekler listesi:
Venus and Mars, about 1485, Sandro Botticelli, Room 58
Bathers at La Grenouillère, 1869, Claude-Oscar Monet, Room 43
Samson and Delilah, about 1609-10, Peter Paul Rubens, Room 29
Self Portrait at the Age of 34, 1640, Rembrandt, Room 24
Young Man holding a Skull (Vanitas), 1626-8, Frans Hals, Room 24
Sunflowers, 1888, Vincent van Gogh, Room 45
The Entombment, about 1500-1, Michelangelo, Room 8
The Madonna of the Pinks ('La Madonna dei Garofani'), about 1506-7, Raphael, Room 8
The Leonardo Cartoon, about 1499-1500, Leonardo da Vinci, Room 2
Guided tour: 60-minute taster tour of the collection, Every day 11.30am and 2.30pm, Sainsbury Wing Information Desk
Exhibition: Kienholz: The Hoerengracht, 18 November 2009 – 21 February 2010, Sunley Room, Admission free

Monday, 8 February 2010

everything i know is suddenly gone

Hiç uzun zamandır aradığınız ama bulamadığınız bir şey aslında dibinizde olduğu halde bakıp da görmemiş olduğunuzu fark ettiğiniz olur mu? Bugün öyle oldu benim için, çokk uzun zamandır tanıdığım ama nedense hiç yüzeyinin altına inmemiş olduğum bir insanın aslında ne kadar ilgi çekici olduğunu fark ettim. İçimde yine değerli bir insan bulduğuma dair o kıpırtıyı hissettim, ve mutlu oldum. Aynı zamanda değer verdiğim bir insanın ileride onu çok üzeceğinden emin olduğum bir hata yapmasına şahit oldum bugün, onu durdurmak için yapabileceğim bir şey yoktu çünkü o hatayı yapacağını zaten önceden biliyordum. Bazen insanın yeterince üzülmeden alması gereken dersi alamadığının ve "Ben sana demiştim" demek zorunda kalacağımın da farkındayım. Ve hayır, öyle demek hoşuma gitmiyor.

Delphic ruh halindeyim son birkaç haftadır. Eylül'de La Roux'nun alt grubuyken izlemiştim onları ama o zaman bitse de gitsinler modunda olduğumdan pek dikkat etmemiştim. Daha şarkılarını bilmiyorken konserde izlediğim grupları sonradan çok sevip o konsere geri dönebilmeyi dilemeye sinir oluyorum ayrıca.

We all return to change
We all have time to change
We swim against the tide
Look back into the past
We all do anything
We live in unconditional change

A call to all
A call to us
A call to everything you wanted
It's your life
It's your life.

Sunday, 7 February 2010

passio factionis

Son zamanlarda fazla modadan bahsedip durmamdan sıkılanlarınız varsa yeni bir blog'um var artık, evet:

Passio Factionis

Moda ve türevleriyle ilgili post'larımı bundan sonra orada bulabilirsiniz.

Friday, 29 January 2010

happiness hit her like a train on a track

Son zamanlarda emaillerime sürekli olarak ulaşamıyor olmanın eksikliğini iyice hissetmeye başladım. Her ne kadar zamanının %90ını evde ve evde olduğu her dakikayı uyku, duş ve yemek dışında laptop başında geçiren bir insan olsam da bu bana yetmiyordu artık. Evet, indirim mailinin mailing list üyelerine ulaşması ve bir Marc Jacobs ayakkabının sold out olması arasında geçen dakikaları bir elinizin parmaklarıyla sayabileceğinizi bilseniz siz de bana hak verirdiniz sevgili okuyucular. Aynı şey konser biletleri için de geçerli. Ve bu aralar okulsal durumlarım çok çılgın olduğu için de maillerime sürekli ulaşabilir halde olmam gerek, evet. Ayrıca netbook'um her ne kadar mini ötesi de olsa açılması için beklemem gereken o 1-2 dakika beni sinir ediyor. Bunlar da kendime bir adet Blackberry almamın çok gerekli olduğuna dair sunduğum bahaneler. Bir nevi justification da denebilir. (Dilimizin-içine-ediyorsun'culara not: "Mazur göstermek" justification anlamını tam olarak vermiyor bana göre.)




İşin garip olan kısmı Blackberry'i daha Türkiye'deyken almış olmam. "2 hafta oldu nerede bu telefon" konseptli sayısı tahminen 10'a ulaşan mail'lerime haftalardır cevap vermeyen Orange'ı arayıp "Sizi aradık ama ulaşamadık o yüzden siparişinizi iptal ettik" cevabı aldıktan sonra aklımdan "Kapsama alanınız o kadar dandik ki evimde telefon çekmiyor, o yüzden ulaşamıyorsunuz" geçiyorken telefondaki kızcağızın suçu olmadığını kendime hatırlattım, o da siparişimi bir daha kaydetti. Denedi daha doğrusu, çünkü salak Orange insanları uluslararası kartımı verify edemiyorlarmış da, falanmış filanmış. Sonuç olarak sokağın başındaki Orange'a gittim sabah sabah ve telefonumu kendim aldım, kartım da gayet verify edilebildi, "Bekledim de gelmedin" bir durum değilmiş o kadar, değil mi sevgili Orange yetkilileri? Sonra annemin "Bilmemkaç milyarlık kaç kere ne aldın öyle" diye panik içinde araması sonucu ortaya çıktı ki gayet o "Kredi kartınızda sorun çıktı, tamamlayamadık" dedikleri siparişlerin tutarını provizyona almışlar. Gayet de olmuş yani, nedir anlamadım. Buradan İngiltere'ye taşınacaklara not: Orange'dan uzak durun mümkünse. Diğerlerinden daha pahalı bir operatör(müş) herkesten duyduğuma göre, başka bir operatör kullanmadığım için bilemiyorum, öyle über pahalı değil eğer daha pahalıysa bile, ama kapsama gücü çok çok dandik kesinlikle. Gayet şehrin en ana caddesindeki evimin hiç bir yerinde telefon çekmiyor. Ve son 1-2 haftada anladığım üzere müşteri servisleri tamamen non-existant. Az önce arayıp 20 dakika müzik dinledim telefonda ve açmamışlardı hala kapattığımda, ama müzik zevkleri güzelmiş, Meet Me Halfway ve You've Got the Love dinleyesim geliyordu hep bu aralar, haklarını vermek lazım o nedenle.

Sabah 8.40'ta uyanıp Florence + the Machine biletlerini almayı başardım bugün. Londra'daki 3 konserin 3'ü de sold out görünüyor şu anda.

12 Şubat'ta Fischerspooner vardı, iptal olmuş. Çok izlemek istiyordum Fischerspooner ama matter'daki konserler gece 2 gibi başladığı için biraz da üşeniyordum, rahatlamış olabilirim o yüzden iptal olduğu için.

Son 1 aydır elime aldığım her dergide Tom Ford'un ilk filmi A Single Man'i gördüğüm için filmi çok merak ediyordum ama yorumları okudukça deli gibi izleyesim gelmeye başladı. 2 hafta sonra gösterime giriyormuş.

Bir diğer izlenesi film de the Runaways. Sevgili olarak Dakota Fanning ve Kristen Stewart ayrıca, lol.


Quote of the day for a certain someone: I never wanted anything from you except everything you had and what was left after that too.

Thursday, 28 January 2010

happiness, how'd you get to be happiness

Just got my hands on a MbMJ Softy Zip Clutch in Chocolate!!


Florence + the Machine tickets for May go on sale tomorrow morning.

It's almost Friday.

A certain someone and I have started talking again.

I have loads of reasons to be happy today.

Sunday, 24 January 2010

i heart MJ

Marc Jacobs'ın sınırlı sayıda üretilen, çok az Marc by Marc Jacobs mağazasında oha ucuz fiyatlara satılan special item'ların Londra'daki Marc by Marc Jacobs'da satıldığını öğrendikten sonra gitmek için ölüyordum haftalardır. Cuma gecesi o niyetle evden çıktıktan ve trende üstüme üşenmeler basıp "Pazartesi falan giderim" kararı verdikten sonra First Out'a gittim bir arkadaşımla buluşmak için, 9 double Jack Daniels + diyet kola ve tanımadığım insanların aşırı ısrar etmeleri sonrasında kendimi son trenle dönmekten vazgeçmiş olarak ıyy-hayatta-gitmem-iğrenç bir mekan olan Candy Bar'da striptiz izlerken buldum. Sabah korkunç bir baş ağrısıyla King's College yurtlarının birinde uyandıktan sonra madem-geceyi-burada-geçirdim-bari-alışverişe-gideyim şeklinde MbMJ yolunu tuttum. Kaybolup durmam sonucu Google Maps'in 10 dakika süreceğini iddia ettiği yol 1 saati geçmiş, kırık ayağım artık insan üstü derecelerde acımaya başlamış ve diğer ayağım da kırılmaya yakın hale gelmişken karşımda MbMJ yerine Louis Vuitton bulduktan sonra ölmek üzere olan telefonumun son şarjıyla Google Maps'e girdim. Ters yöne yürümüş olduğumu anladıktan sonra sinirden ağlayarak eve dönmeyi tercih eden escapist kişiliğim ve bu-kadar-boşuna-mı-uğraştın-hadi-son-kez-bi-dene diye bağıran confrontational kişiliğim kapışırken birden önümde beliren South Audley Street levhasını görüp sevinçten zıplamaya başladı içimdeki ayağı hiç kırılmamış self-image.

İçerisi aşırı boş olmasına rağmen fiyatlar Mango Outlet'te Pazar günü 5 kilometrelik kasa sırasına sıra demeden "onu da, bunu da, bu da olsun" şeklinde eline geçeni peşine takılmış zavallı erkek arkadaşının kucağına yığan kadınları cezbedecek haldeydi gerçekten. eBay'de insanlar bunlara bilmeden mi 2 katı para ödüyorlar bilmiyorum. Fiyatı £5 olan ama baktığım 294729 tane etiketin hepsinin XS olması nedeniyle eeh deyip almaktan vazgeçtiğim Pride tshirtü aşırı içimde kaldı özellikle.




Yine kısmen pride konseptli Latince yazılı yüzükler pek şirindi.




Bir de pride demişken, eBay'de gördüğüm bu JC de Castelbajac halıya bayıldım!! Ama kilime de £400 verilmez yani. Yok artık.

My vault



My wishlist


Friday, 22 January 2010

what the freakin' frack!

Her zaman en güleryüzlü, en tatlı, en sevilesi hocalar neden notlar açıklandığında en mal insan olarak gerçek yüzlerini gösterirler? Neden bilmiyorum ama lise ve Yeditepe boyunca hep öyleydi benim için durum. En uyuz görünümlü tipler en adil şekilde not verirlerdi ve en ben-sizin-arkadaşınızım modundakilere notlar açıklandıktan sonra küfrederken bulurdum kendimi. University of Kent dolaylarında da durum aynıymış anlaşılan o ki.

Türkiye'de Christmas tatilimin tadını çıkarırken bir sabah mail'lerim arasında gözüme çarpan "Allegation of Plagiarism" e-mail'inin üzerinden 3 hafta geçti. İlk 1-2 gün çok ağladım, oturup essay'imi defalarca okudum nasıl böyle bir şeyle suçlanabilirim anlamak için ve yanlışlıkla bile yapmış olabileceğim en ufak bir akademik hırsızlık bulamadım.

Bu arada salak bir ödev için bu kadar sinirlerimi bozdum sananlar için, başkasının fikirlerini kendinin gibi göstermek olan plagiarism İngiltere'de bir öğrencinin işleyebileceği en büyük suç, cezaları 0 alıp sicile işlenmesiyle başlayıp okuldan atılmaya kadar gidiyor ve üniversiteler işverenlere kaydınızda plagiarism bulunduğunu bildirmekle yükümlüler kanunen. İlla bariz bir şekilde başkasının fikrini çalmak gerekmiyor, "Bu ödev bu öğrencinin kapasitesine göre fazla iyi göründü gözüme"den "Essayin başında günümüzde hızla globalleşen dünya demişsin ama kaynak belirtmemişsin"e kadar uzanan salak ve "yok artık" diyeceğiniz gerekçeler bile kabul ediliyor olayın disiplin kuruluna gitmesi için. Notlar da essay üzerinden veriliyor bu arada, sınav değil. Essay=midterm yani kısacası not ağırlığı açısından.

Okula gerekçeyi sorup durduğum ve her seferinde "Buraya gelince öğrenirsin" cevabı aldığım, sinir stresle geçen 2 hafta sonrası İngiltere'ye dönüp essay'imi aldım sonunda. O marksheet'i çantama koyup bölüm ofisinden çıkmam ve eve ulaşmamla geçen süre hayatımdaki en stresli anlardan biriydi, ama gerekçeleri okuduğum anda gözyaşlarım aşırı bir sinire dönüştü. Bu kadar saçma şeyler olamaz gerçekten:

1- Bazı quote'larımda kaynak belirtmişim ama başına ve sonuna tırnak işareti koymamışım. E ama onlar block quote? Yine bilmeyenler için, 3-4 satırı geçen uzunlukta olan alıntılar block quote olur ve tırnak işareti kullanılmadan, daha içten başlayarak yazılırlar. Görünen o ki hoca da bu bilmeyenler kategorisine dahil. İnsan nasıl PhD sahibi olur, kendi ders kitabını yazar, öğretim görevlisi olur ve bunu bilmez ya? Çok ilginç. Madem bilmiyorsun, neden bir insanın geleceğinin ağzına sıçabilecek bir karar vermeden önce gidip bir Punctuation kitabı alıp bakmıyorsun ki? Onu da geçtim, "tırnak işareti kullanmadın" diye öğrenciye 0 verip disipline yollamak nasıl bir insanın yapacağı şeydir?

2- Kullandığım ve kaynak olarak belirttiğim 2 tane journal article'ı 2 tane denyo bilmemne.com websitelerine copy paste yapmış, hocaya göre ben kaynak olarak aslında o dergi yazılarını değil websiteleri kullanmışım, ama kaynakta dergiyi belirtmişim, böyle şey mi olurmuş. Yok artık yani gerçekten. Kadın bir kere zahmet edip dergideki kaynak gösterdiğim yazıları okusa, alıntılarımın kelimesi kelimesine oradan olduğunu görecek bariz. Ayrıca orijinal kaynağı belirttiğim sürece milletin o kaynaktan çaldığı şeylerle açtığı websitelerinden bana ne ki? Her kullandığım kaynağı google'layıp çıkan her şeyi kaynak gösterecek halim yok herhalde.

Bunlardan çıkardığım sonuç hocanın kesinlikle problemli olması gerektiği. Şu anda disiplin kurulu duruşma tarihini bekliyorum, kadını şikayet etmeye çalışıyorum, şikayeti yapacağım bölüm sekreteri beni oyalayıp duruyor, geçiştirmeye çalışıyor falan, onunla uğraşıyorum. Ne saçma şeyler yani bunlar, bu standartlara göre eğitim verilse Türkiye'de profesörler de dahil olmak üzere bir tane insan mezun olmayı geçtim plagiarism içermeyen essay yazamaz kesinlikle, çok çok eminim.

Monday, 18 January 2010

computers, boobies and religious terrorists

İngiltere'deki internetime bir şey oldu. Eve geldiğimden beri fark ettim ki, bazı siteler açılmıyor. Hem netbook'um hem de laptop'umla denedim, ikisiyle de aynı siteler açılmıyor, yani durum bilgisayarımla alakalı değil. Firewall kapatarak da denedim, onunla da ilgili değil. Virüs taraması yaptım, bütün spyware ve türevlerini bulup sildim, yine aynı. IE7 ve IE8 aynı sonucu veriyor. Modemi 500 kere resetlemek de bir işe yaramadı. Sonra aklıma geldi proxy sitelerinden birini kullanarak girmek, o zaman açılmayan siteler açılıyor gayet. Servis sağlayıcım o siteleri engellemiştir desem engellenecek siteler değil, okulumun internet sitesi falan. Delirmek üzereyim, sorunun ne olduğu hakkında bir fikri olan var mı?

Bu arada hayati web sitelerim olan Facebook, eBay, the Purse Forum, Hotmail ve the Athenaeum açılıyor, thank the gods. Ama ders programıma bakamıyorum :(

Din ve terörizm essay'imin yarına kadar bitmesi gerek.

Balenciaga boobie ne kadar çirkin bir şeydir ayrıca. Boobie kelimesine uyuz olan bir tek ben miyim bir de?