Friday, 11 April 2014

flare 2014 pt.2

Önceki hafta sona eren Londra LGBT Film Festivali BFI Flare kapsamında izlediğim Violette Leduc, In Pursuit Of Love (Violette Leduc, La Chasse à L'amour) filmi için büyük umutlarım vardı. Simone de Beauvoir'ın kanatları altına aldığı, daha sonra de Beauvoir'a aşık olan ama aşkına karşılık bulamayan yazar Violette Leduc'ün biyografisi çok daha ilgi çekici olabilirdi, ama maalesef Leduc'ün kendisinden çok hayatındaki insanların onun hakkındaki görüşleri üzerine kurulmuş, kendini zor izleten bir filmdi (4/10). Şansım ise filmin Extrasystole adlı bir kısa filmle birlikte gösterilmesiydi. Fransız liseli bir kızın edebiyat öğretmenine olan platonik aşkını anlatan, beklenmedik güzellikteki Extrasystole'ün, tam da ekstra kalp atışları (ekstrasistol) ile cebelleşmekte olduğum şu günlerde karşıma çıkması ve başroldeki kızın benim o günkü siyah Balenciaga Day çantamın birebir aynısını taşıyor olması acayip bir histi.

Edebiyat temasıyla devam ederek aynı akşam Amerikalı şair Elizabeth Bishop ile Brezilyalı mimar Lota de Macedo Soares'in aşkını anlatan Reaching for the Moon filmini izledim. Yazarlığın yalnızlığı, alkolizm, depresyon gibi konuların işlendiği, bitince yerinizden kalkamadığınız, sinema salonu boşalırken birkaç dakika koltuğunuzda oturup kendinize gelme ihtiyacı duyduğunuz filmlerdendi. İçimde deli gibi bir her şeyi bırakıp Rio'ya gitme ve Flamengo Parkı'nı görme, şiir insanı olmasam da Elizabeth Bishop okuma isteği uyandı (7.5/10).

Bir sonraki gösterimim You're the One, Aren't You? adlı bir kısa film koleksiyonuydu. Arka arkaya bir sürü kısa film izlemeye bayılıyorum, insan asla neyle karşılaşacağını bilemiyor. "Bu da neydi öyle" dedirtecek acayiplikte ve "Oha buna bayıldım" dedirtecek güzellikte filmleri keşfetme fırsatı süper bir şey. Bu seneki kısa filmler arasında hem acayipler, hem güzeller vardı, hepsi de izlemeye değerdi (özellikle What's Your Sign, Dream Date ve Neighbours'ı çok beğendim). Olur da gelecekte Youtube ve türevlerinden bulup izlemek istediğim olursa diye buraya isimlerini not ediyorum.

Kısalardan sonraki filmim Who's Afraid of Vagina Wolf, Guinevere Turner delisi olarak en heyecanla beklediğim filmlerdendi. Eğlenceli ancak iz bırakmayan filmle biraz hayal kırıklığına uğradıktan sonra The L Word ve Go Fish'ten tanıyor olabileceğiniz, American Psycho'nun senaristi olan ve festivalde 2010 yılında The Owls filmi gösterilen ancak kendisi gelmeyen Guinevere Turner'ı bu kez bir metre öteden dünya gözüyle görme şansı yakalamak benim için festivalin en heyecan verici anlarındandı (film 7/10, Guinevere 10/10). 

Son olarak festivalin kapanış filmi 52 Tuesdays'e gittim. 16 yaşında cinsel kimliğini yeni yeni keşfetmeye başlamış olan Billie'nin erkekliğe geçiş yapmakta olan trans annesi tarafından babasıyla yaşamaya gönderilmesi ve annesiyle bir yıl boyunca sadece Salı günleri görüşmeleri üzerine kurulu olan filmin çekimleri bir yıl boyunca sadece Salı günleri yapılmış. Hepsi amatör olan aktörlere her seferinde sadece o bir haftanın ve sadece kendi sahnelerinin metni verilmiş, ve alışılmadık bir şekilde kronolojik olarak yapılan çekimler sayesinde bir yıl boyunca hem Billie'yi hem de annesini canlandıran oyuncuların fiziksel değişimi takip edilebiliyor. Çok değişik, düşündürücü ve mutlaka izlenesi bir filmdi (8.5/10). Bulsam da tekrar izlesem.

Özetlemem gerekirse festivaldeki favori filmlerim bunlar oldu:
1. Dual (Dvojina)
2. 52 Tuesdays
3. My Prairie Home

2015 festivalini sabırsızlıkla bekliyorum şimdiden.

Elizabeth Bishop'un One Art şiiriyle bitireyim:

The art of losing isn't hard to master;
so many things seem filled with the intent
to be lost that their loss is no disaster.
Lose something every day. Accept the fluster
of lost door keys, the hour badly spent.
The art of losing isn't hard to master.
Then practice losing farther, losing faster:
places, and names, and where it was you meant
to travel. None of these will bring disaster.
I lost my mother’s watch. And look! my last, or
next-to-last, of three loved houses went.
The art of losing isn't hard to master.
I lost two cities, lovely ones. And, vaster,
some realms I owned, two rivers, a continent.
I miss them, but it wasn't a disaster.
—Even losing you (the joking voice, a gesture
I love) I shan't have lied. It's evident
the art of losing's not too hard to master
though it may look like (Write it!) like disaster.

Tuesday, 8 April 2014

you could try sears

Biraz önce (Türkiye'deki) bir online dating sitesinde hayatımda hiç görmediğim, konuşmadığım ve kim olduğuna dair en ufak bir fikrim olmayan alakasız bir insandan "Çok kilo almışsın" diye bir mesaj aldım. Yıllardır İzmir'e ayda yılda bir gittiğimden beni nerede gördü de kilo hesabı yaptı bilmiyorum, kendisi fotoğraf koyacak cesareti dahi gösteremediğinden kimdir nedir bilemeyeceğim.

17 yaşındayken İstanbul'a taşınmamın hemen ardından bana depresyon tanısı konuldu ve üç sene kadar yüksek dozda antidepresan kullanmak zorunda kaldım. O antidepresanların bir yan etkisi olarak da çok kısa zamanda çok fazla kilo aldım. O zamandan beri ailemden, arkadaşlarımdan, arkadaş diyemeyeceğim tanıdıklardan ve hatta hiç görmediğim ve beni sadece internette gördüğü fotoğraflardan bilen insanlardan "Çok kilo almışsın" lafını yüzlerce kez işitmişimdir ("Biraz kilo verirsen tekrar birlikte olmayı düşünebilirim" diye lütfeden eski sevgilime selam olsun). Bu mesaj da o sitede alakam dahi olmayan birinden aldığım ilk kilo almışsın mesajı değil.

Birkaç sene önce böyle bir laf benim günlerce moralimi bozar, belki beni oturup ağlatırdı. Ama şu anda bir insanın nasıl tanımadığı birine gidip görünümü hakkında bu tür bir yorum yapmayı "normal" bir davranış olarak gördüğü ve neden böyle bir şey yapma gereği duyduğunu merak etmenin ötesinde bir tepkim olmadı. Sinirlenmek ya da üzülmek yerine "Wtf?!" diye düşündüm. O yüzden kendime tebrik amaçlı bir blog yazısı yazmak istedim.

Doruk noktasındayken intiharvari düşüncelere kadar uzanacak derecede vücut imajı problemleri olan bir insandım, hala da bunların üstesinden gelmiş sayılmam. Ama belli ki vücudumla barışmaya sonunda başlamışım.

Darısı bunun gibi fotoğrafsızların başına.

Sunday, 6 April 2014

flare 2014 pt.1

Bütün bir yıl heyecanla beklediğim BFI Flare: London LGBT Film Festival geçen Pazar sona erdi. Programı ilk gördüğümde biraz hayal kırıklığına uğramıştım, ama izlediğim filmlerin biri dışında hepsinden çok memnun kaldım. Bu festivale altı yıldır katılıyorum, denk geldiğim en başarılı programlardan biriydi.

Festivalin açılışını 'gay best friend' anlamına gelen G.B.F. ile yaptım. Mean Girls gibi kült statüsüne erişecek bir film olmamakla beraber uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Özellikle filme girerken verilen ve aşağıda görmekte olduğunuz argo sözlüğü süperdi. Lise filmlerini seviyorsanız, political correctness kavramını boşverip kahkahalarla gülmek istiyorsanız ve zaman zaman yüz buruşturtacak derecede kötü olan oyunculuklar sizi rahatsız etmeyecekse izlemenizi tavsiye ederim (benim gibi fanatik Mean Girls hayranıysanız filmin sonundaki prom sahnesi ile Mean Girls'ün sonundaki prom sahnesinde aynı şarkının çaldığını fark edeceksiniz). (7/10)



İkinci filmim Valencia: The Movie/S idi. 90'lar San Francisco'sunda yaşayan Michelle adlı queer bir kadının otobiyografisinin her bir bölümünün birbirinden tamamen bağımsız çalışan 20 farklı yönetmen tarafından kısa film haline getirilmesiyle oluşan bir projeydi. Geçen yıllarda filmlerini festival kapsamında büyük zevkle izlediğim Cheryl Dunye o 20 yönetmenden biri olduğundan bu filmi sabırsızlıkla bekliyordum. Karakterlerin her bir filmde değişmesi ve Michelle'in karşımıza kadın, trans erkek, bufalo ve hatta şişme bebek olarak çıkması bazıları için hikayeyi takip etmeyi zorlaştırsa da benim için narratif kavramının altını üstüne getiren, film yapımına yepyeni bir açıdan bakan bir yaklaşımdı, izlemekten büyük zevk aldım. En kısa zamanda Michelle'in otobiyografisini okumayı planlıyorum. Bu arada izlerken karşınıza Lynn Breedlove, ve The Real L Word izlediyseniz Whitney'nin eski sevgililerinden biri çıkacak. (7.5/10)

Bir sonraki filmim Dual'a (orijinal adıyla Dvojina) beni ziyaret etmekte olan ve yalnız bırakmak istemediğim annemi götürdüm. İkimiz de hem filme, hem karakterlere, hem de açılış şarkısına bayıldık. Festivalde en sevdiğim ve hatta Blue is the Warmest Colour'dan sonraki favori lezbiyen filmim diyebilirim, inanılmaz tatlı bir filmdi. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim, o yüzden spoil etmemek için konudan bahsetmeyeceğim. Bulabilirsem tekrar izlemek istiyorum bu aralar. (9/10)



Daha sonra Rae Spoon'un My Prairie Home filmini ve filme eşlik eden canlı performansını izledim. Geçen seneki festivalde Youtube'da butch olmak ve femme sevmek temalı monologlarına denk gelmiş olabileceğiniz Ivan Coyote ile olan Gender Failure performansını izlediğimden beri Rae Spoon iPod'umda kendine büyük bir yer edinmişti. Uzun zamandır izlemek istediğim filmini bizzat kendisinin de katılımıyla izlemek bambaşka bir histi; filmdeki memleketine sığamadığı için daha büyük şehirlere yelken açmak ama bir yandan da hep yolun doğup büyünen yere düşmesi teması bana çok dokundu. Rae Spoon'un 18-19 yaşlarındaykenki ilk aşkına şarkı söylediği sırada festival programcılarının sahne önünde ayağa fırlayıp dans etmeye başladığı an benim için festival tarihinin en unutulmazlarından. (8.5/10)

Extrasystole, Violette Leduc: In Pursuit of Love, Reaching for the Moon, You're the One Aren't You, Who's Afraid of Vagina Wolf ve 52 Tuesdays'den yarın bahsedeceğim.

Thursday, 27 March 2014

sadness the name of the spike that took me

Bu hafta annem buradaydı, bugün Türkiye'ye yolcu ettim. Şansıma işyerim onu havaalanı otobüsüne bindirdiğim yerin dibindeydi, annem gittikten sonra işe gitmem gerekiyordu. Otobüs saatinin gelmesini beklerken zaten kendimi zor tutuyordum, otobüs kalkıp da arkamı dönüp yürümeye başlayınca sokak ortasında birden hüngür hüngür olan insan modeline dönüştüm. Bütün öğleden sonra işyerinde depresif, dokunsan ağlayacak bir moddaydım. İşten çıktım, eve geldim, sabah annemle birlikte çıktığım evde tek başıma oturuyor olmak hala içimde ağlama isteği uyandırıyor.

Anneme çok bağlıyım, her ayrılışımızda (ki 2006 yılında İzmir'deki evimizde yaşamayı bıraktığımdan beri birkaç ayda bir "ayrılıyoruz") içimi bir hüzün kaplıyor. Ailem İngiltere'yi çok sık ziyaret etmediğinden giden insan genelde ben oluyorum. Giderken insanın amaçları, umutları, peşinden koşturacağı hayalleri, sabırsızlıkla beklediği anları oluyor; bütün bunlara kafa yorarken insan geride bıraktığı şeyleri düşünmüyor. Arkada bırakılmak çok daha sinir bozucu, geride kalmayı çekici kılan hiçbir şey yokken özellikle.

Wednesday, 19 March 2014

all sparks

Geçenlerde arkadaşlarımla ilişkilerden bahsediyorduk. Bir buçuk yıl kadar önce en son ilişkimin bitmesinden sonra verdiğim kendimi 10 sene sonra hala birlikte göremediğim insanlarla zaman harcamama ve single takılmayı tercih etme kararını pek garipsediler. Henüz 24 yaşında olmama rağmen light ilişkilerden tamamen elimi eteğimi çekip daha "gerçek" bir şeyleri beklemek gerçekten garip olabilir, bilemiyorum. Ya da belki gelecekte fikir değiştireceğim. Ama şu anda havadan sudan ilişkilere zaman ve enerji harcamak istemediğimden eminim.

Öncelikle ilişkiler ne kadar yüzeysel de olsalar emek istiyorlar. Şu anda hem iş hem Londra Onur Haftası gönüllülüğünü dengelemeye çalışmaktan, düzenli spora başlamış olmaktan, bitmek bilmeyen sağlık problemlerinden ve peşimi bırakmayan vize stresinden kendime ayıracak çok az zamanım kalıyor. O kıymetli zamanımı da aşık olmadığım biriyle düzenli olarak görüşerek harcamak istemiyorum. Ayrıca ne kadar işin içine aşk girmemiş de olsa, "Bence bu iş burada bitse ikimiz için de daha iyi olur" konuşması yapmak çok stresli ve sinir bozucu bir şey. O yüzden işleri hiç o noktaya getirmemeyi tercih ediyorum.

İkinci olarak eften püften de olsa insan birine konsantre olunca çevresine alıcı gözle bakabileceği ortamlara girme fırsatı azalıyor. O yüzden sevmediğim insanlarla birlikteyken gerçekten aşık olabileceğim biriyle tanışma fırsatını kaçıracağımdan korkuyorum, gerekçelerimden biri bu.

Son olarak en büyük nedenim aramda elektrik olmayan insanların ufak tefek bazı huy ve özelliklerini ikinci görüşmeden itibaren inanılmaz itici bulmam. Yürüyüşleri, konuşmaları, gülüşleri, beni öpüşleri, en çok da ben onlardan etkilenmediysem bana vurulmuş gibi görünmeleri (yani onlardan etkilenmiş olsam negatif bakmayacağım bir sürü şey) beni onlardan çok fena soğutuyor. Kendini beğenmişlik değil, kısmen "Kaçan kovalanır, kovalayandan kaçılır" türü bir tepki belki de.

Aşkın zamanla oluşan bir şey olduğuna inanmıyorum. Yıldırım aşkı bekleyen umutsuz romantiklerden değilim, ama bir insanla 1-2 saat zaman geçirdikten sonra o elektrik yoksa maalesef hiçbir zaman olamaz gibi geliyor bana. Çevremde o "spark" dediğimiz kıvılcımın hiç var olmadığı ya da söndüğü ilişkilere yalnız olmamak için yıllarını veren o kadar çok insan var ki. Ben o kıvılcımı istiyorum, ne kadar zaman geçerse geçsin birini her gördüğümde midemde kelebekler uçuşsun istiyorum - bundan azıyla yetinmek kendi kendime saygısızlık gibi geliyor. O yüzden yıllardır hep tek başıma olmayı tercih ettim.

Yirmili yaşlarında olup böyle hisseden var mı? Boşuna mı bu kadar fırsatı tepiyorum?




Friday, 14 March 2014

transition

Facebook listemde olanlar bilir, geçenlerde işyerinde yeni başlayan birini birkaç hafta boyunca ofiste göz ucuyla görüp "Hipster çocuğun teki" diye geçiştirdikten sonra bir çift göğüsün varlığını fark edince "Aman Tanrım kadınmış" tepkisi verdiğimden, erkek olduğunu sandığımda kaale dahi almadığım aynı insanın kadın olduğunu anlayınca birden alıcı gözle bakmaya başladığımdan bahsetmiştim. Ama durum hiç sandığım gibi değilmiş.

Bu bahsettiğim insan bir projeye yardımcı olması için geçici olarak işe alınmıştı, dün kontratını uzatmışlar, altı ay daha kalacakmış. Bunun üzerine bölüm müdüründen ofisteki herkese erkekliğe geçiş döneminde olduğunu, bundan böyle kadın değil erkek ismiyle bilinmek istediğini belirten bir email yollamasını istemiş. Emaili görünce bir an kendimi paralel bir evrende falan yaşıyor gibi hissettim. Türkiye'de olsa muhtemelen insanın dakikasında işten atılmasına sebebiyet verecek bir açıklamanın 100 kişiye giden bir email ile bu kadar alelade bir şekilde yapılmasına ve kimsenin en ufak bir tepki vermemesine inanamadım bir türlü. Ama güzel bir inanamama hali.

Paralel evren hissini üzerimden attıkça bu açıklamayla beraber "alıcı göz" modumun tamamen sona erdiğini fark ettim. Son birkaç yıldır çevremde artan transerkek sayısıyla anladım ki bir insanı dış görünüş olarak ne kadar çekici buluyor olursam olayım, erkek kimlikli olduğunu öğrendiğimde tüm ilgim sönüyor. Aynı şey genderqueer vs. kimlikli insanlar için de geçerli. Dürüst olmak gerekirse bundan altı yıl önce aile ve arkadaşlarıma eşcinsel olarak açıldıktan, onlara bir kimlik bunalımı yaşamadığımı ya da bunun "geçici bir dönem" olmadığını gösterebilmek için uğraştıktan sonra erkek kimlikli biriyle birlikte olmanın düşüncesi bile yorucu geliyor. Toplumun beni tek başımayken heteroseksüel olarak algılaması yeterince sinir bozucuyken bir de sevgilimleyken heteroseksüel, ya da belki biseksüel diye algılanmayı kesinlikle istemiyorum. Ayrıca sadece kadınlara ait toplulukların enerjisinden, o enerjiye dahil olmaktan o kadar memnunum ki, bunun dışına adım atma fikri bana hiç çekici gelmiyor.

Sunday, 9 March 2014

women of the world

Hiç beklemediğim gibi bir haftasonu geçirdim. Normalde dün BFI'da kadınların elinden çıkma filmlere yer veren bir festivalin tanıtımı için özel bir gösterime gidecek ve Pazar gününü muhtemelen Starbucks'ta ve evde pinekleyerek geçirecektim. Dünya Kadınlar Günü için her yıl BFI'ın hemen yanındaki Southbank Centre'da düzenlenen Women of the World Festival kapsamında Butch Monologları adlı bir performans düzenleneceğini duyunca BFI'daki etkinliğin biletini iade ederek WoW'a gitmeye karar verdim.

Geçen sene Women of the World Festival'da Naomi Wolf'un söyleşisine gitmiş, ama 2011'den beri düzenleniyor olmasına rağmen nedense hiç festivalin tamamına katılmamıştım. Benim için inanılmaz ilham verici bir haftasonu oldu. Havanın birden inanılmaz bir şekilde 17 derece ve güneşli olmasının da etkisiyle Londra ve çevresinde ne kadar feminist varsa herkes festivalin düzenlendiği nehir kıyısına akın etmişti.

Maalesef Butch Monologları'na çok fazla ve beklenmedik bir talep olduğundan izleme fırsatı bulamadım, ama çok aydınlatıcı bir haftasonu oldu. Yeni doğmuş bebeklerden 80 yaş üstüne kadar binlerce insanın pornografi, küresel ısınma, ayrıcalık (privilege), kimlik, vücut imajı, şişman aktivizmi (fat activism) gibi konuları tartıştığı, beynimin entelektüel hücrelerinin her birini harekete geçiren bir ortamdı. Erkeklerin de diyaloga dahil olması sevindiriciydi. Ayrıca efsanevi insan Vivienne Westwood'u, İzlanda eski (ve gay) başbakanının eşini ve Katie Price'ı dünya gözüyle görmüş oldum.

Festivalin en süper anı ise seyircilere soru sorma sırası geldiğinde sürekli mikrofonu kapıp yorum yapan ve sanki çok önemsiz bir şeyden bahsedermiş gibi "Bu arada ben moda fotoğrafçısıyım" diyen yaşlı amcanın Twiggy'nin o ikonik ilk fotoğraflarını çeken moda fotoğrafçısı Barry Lategan çıkması oldu.

Seneye mutlaka bu festivale geri döneceğim.

Saturday, 8 March 2014

loneliness vs. solitude

Üye olduğum bir forumda insanlar yalnızlıktan; neleri yalnız, neleri başkalarıyla yapmaktan hoşlandıklarından bahsediyorlardı. Onların yazdıklarını okurken kendimi düşündüm. İngiltere’ye taşınır taşınmaz tanıştığım ve uzun süre birlikte olduğum insanla dört yıl önce ayrılmamızdan beri “yalnız” bir insanım. O zamandan beri sadece bir kız arkadaşım oldu, onunla da sık görüşemediğimizden yine çoğu şeyi yalnız yapmaya devam ettim.

İngiltere’de yaşamaya başladığımdan beri 1) mesafeli insanlarla çevrelenmiş olmaktan, 2) ilk taşındığımda İstanbul’daki arkadaşlarımın çoğuyla arkadaşlığımın travmatik bir şekilde sonlanmasının ve bir anda çok kilo almanın bende yarattığı özgüvensizlik hissinden, 3) geldiğim gibi sevgili yapınca yeni insanlarla tanışmak için çaba göstermemekten “arkadaşsız” bir insan haline geldim. İstanbul’da sosyal olmak hoşuma giden ve kolay bulduğum bir şeydi, burada ne değişti bilmiyorum. Sevgilimden başkasıyla uzun bir süre sosyal olmayınca ve kendimi soğuk insanlar arasında bulunca nasıl havadan sudan konuşulacağını mı unuttum? İstanbul’daki sosyalliğim bir anomali miydi? Yoksa bunların tamamı son zamanlarda özgüvenime büyük darbe vurulmasından mı kaynaklanıyor? Bilmiyorum, ama şu anda hayatımın büyük kısmını yalnız yaşıyorum: İş yerinde insanlarla yüzeysel muhabbetleri ve 2-3 haftada bir arkadaşlarımla buluşmayı saymazsak her şeyi yalnız başıma yapıyorum.

Yalnızlık çoğunlukla beni rahatsız etmiyor. Kitabımı alıp bir kafeye ya da restorana gitmekten, tek başıma başka ülkelere gidip kafama göre gezmekten, çıkıp saatlerce yürümekten, sinema ve müzelere gitmekten büyük keyif alıyorum. Başkasıyla konuşmak zorunda olmadığımda üzerimden büyük bir yük kalkıyor. Ama bazen, çok nadiren, bu keyif aldığım şeyleri başkalarıyla paylaşabilmek istiyorum. “Hadi yarın şuraya gidelim” dediğimde peşime takılacak kadar maceracı, ben kitabımla Starbucks’a gittiğimde kendi kitabını getirip bana eşlik edecek kadar yakın olduğum birine ihtiyacım var.

Tuesday, 4 March 2014

the one worth leaving

Bugün şu anda çalışmakta olduğum yerde ay sonunda bitecek olan kontratımın ekonomik sebepler yüzünden uzatılmayacağını öğrendim. Benden çok memnunlarmış, çok iyi iş çıkarıyormuşum, ama maalesef müdürlerden kontratımın uzatılmasına onay gelmemiş. Bir yandan bunun benim yaptığım işten ya da bendeki herhangi bir eksiklikten kaynaklanmadığının farkındayım, diğer yandan da her ay abuk subuk işlere yüz binler harcayan insanların bana üç kuruş maaşı çok görmesi içimde bir değersizlik hissi uyandırıyor.

Kar amacı gütmeyen sektörde çalışmanın maaşsız stajlardan sonra en kötü yanı bu herhalde: Patronların kişisel takıntıları sebebiyle derneklerin kimi zaman milyonlarca poundu bulan bütçelerinin ciddi bir kısmının garip garip işlere harcanması, ama o işleri yapacak çalışanlara değer verilmemesi, konu çalışanlara gelince inanılmaz bir cimrilik yapılması. Şu ana kadar çalıştığım iki dernek birbirinden boyut ve maddi olanak olarak çok farklı olduğu halde ikisinde de aynı şeyi gözlemledim. Ve her ikisinde de eğitim olarak kat kat üstün olduğum insanlar iş sahibiyken ben sadece daha az deneyimli olduğum için vazgeçilebilir insan olarak görüldüm.

İş ararken de hep aynı şey: "Diplomaların iyi güzel, ama yeterince deneyimli olmadığın için seni alamıyoruz." Peki kimse yakın zamanda mezun olmuş insanları işe almayınca insan nasıl deneyim kazanacak? Yıllarca maaşsız stajyer olarak emeğinin sömürülmesine izin vererek mi?

Bazen belli bir yaşa gelmiş insanların iş gücünden elini eteğini çekerek gençlere fırsat vermesi gerektiğini düşünüyorum. Maddi açıdan rahatsanız işi gücü bırakın, bir yerlerde gönüllülük yapın, hobi edinin, dünyayı gezin ve bize yer açın lütfen. Çevremde çok kalifiye olan ve işsiz olan o kadar çok yaşıtım insan var ki. Doğru düzgün iş sahibi olanları iki elimin parmağında sayabilirim herhalde.

Thursday, 20 February 2014

flare

Altı yıl önce İngiltere'ye taşındığımdan beri her yıl mutlaka gittiğim ve yıl boyunca favori etkinliğim olan London Lesbian and Gay Film Festival geçen sene isim değişikliğine gidilmeli mi gidilmemeli mi şeklinde bir kamuoyu yoklaması yapmıştı. Festivalin L ve G bireyler dışındakileri de kapsayan bir isme sahip olması gerektiği fikrine karşı çıkmamakla beraber 28 yıllık tarihinin 26 yılını London Lesbian and Gay Film Festival adıyla geçiren bu festivalin tarihine sahip çıkılması ve adıyla çok oynanmaması gerektiği düşüncesindeydim.

Dün akşamki özel bir etkinlikte festivalin yeni isminin BFI Flare: London LGBT Film Festival olacağı açıklandı. Daha doğrusu festivalin asıl adı Flare olacak, sloganı da London LGBT Film Festival. Sadece London LGBT Film Festival olsa en ufak bir itirazım yok, ama Flare ne biçim bir festival ismidir yahu? Kendimizi LGBT olarak tanımlamaktan, "LGBT Film Festivali'ne gidiyorum" demekten utanıyoruz mu da bunun başına "Flare" gibi abuk subuk isimler getirmek zorunda hissediyoruz? Bu Flare muhabbetinin gerekçesi iddia edildiği gibi "yeniliğin lideri olma" amacıysa gerçekten, yine bu festivalin arkasındaki kurum BFI tarafından organize edilen Londra Film Festivali'ne neden böyle saçma sapan hipstervari isimler eşlik etmiyor? Bana biraz da festivali Londra Film Festivali'nden  uzaklaştırmak istedikleri için benzer bir isimden alakasız bir isme gittiler gibi geliyor.

Sırf yenilik yapmış olmak adına ya da "değişik" olmak için yapılan yenilikten nefret ediyorum. Keşke bazı şeyler olduğu gibi bırakılsa.