Saturday, 8 March 2014

loneliness vs. solitude

Üye olduğum bir forumda insanlar yalnızlıktan; neleri yalnız, neleri başkalarıyla yapmaktan hoşlandıklarından bahsediyorlardı. Onların yazdıklarını okurken kendimi düşündüm. İngiltere’ye taşınır taşınmaz tanıştığım ve uzun süre birlikte olduğum insanla dört yıl önce ayrılmamızdan beri “yalnız” bir insanım. O zamandan beri sadece bir kız arkadaşım oldu, onunla da sık görüşemediğimizden yine çoğu şeyi yalnız yapmaya devam ettim.

İngiltere’de yaşamaya başladığımdan beri 1) mesafeli insanlarla çevrelenmiş olmaktan, 2) ilk taşındığımda İstanbul’daki arkadaşlarımın çoğuyla arkadaşlığımın travmatik bir şekilde sonlanmasının ve bir anda çok kilo almanın bende yarattığı özgüvensizlik hissinden, 3) geldiğim gibi sevgili yapınca yeni insanlarla tanışmak için çaba göstermemekten “arkadaşsız” bir insan haline geldim. İstanbul’da sosyal olmak hoşuma giden ve kolay bulduğum bir şeydi, burada ne değişti bilmiyorum. Sevgilimden başkasıyla uzun bir süre sosyal olmayınca ve kendimi soğuk insanlar arasında bulunca nasıl havadan sudan konuşulacağını mı unuttum? İstanbul’daki sosyalliğim bir anomali miydi? Yoksa bunların tamamı son zamanlarda özgüvenime büyük darbe vurulmasından mı kaynaklanıyor? Bilmiyorum, ama şu anda hayatımın büyük kısmını yalnız yaşıyorum: İş yerinde insanlarla yüzeysel muhabbetleri ve 2-3 haftada bir arkadaşlarımla buluşmayı saymazsak her şeyi yalnız başıma yapıyorum.

Yalnızlık çoğunlukla beni rahatsız etmiyor. Kitabımı alıp bir kafeye ya da restorana gitmekten, tek başıma başka ülkelere gidip kafama göre gezmekten, çıkıp saatlerce yürümekten, sinema ve müzelere gitmekten büyük keyif alıyorum. Başkasıyla konuşmak zorunda olmadığımda üzerimden büyük bir yük kalkıyor. Ama bazen, çok nadiren, bu keyif aldığım şeyleri başkalarıyla paylaşabilmek istiyorum. “Hadi yarın şuraya gidelim” dediğimde peşime takılacak kadar maceracı, ben kitabımla Starbucks’a gittiğimde kendi kitabını getirip bana eşlik edecek kadar yakın olduğum birine ihtiyacım var.

Tuesday, 4 March 2014

the one worth leaving

Bugün şu anda çalışmakta olduğum yerde ay sonunda bitecek olan kontratımın ekonomik sebepler yüzünden uzatılmayacağını öğrendim. Benden çok memnunlarmış, çok iyi iş çıkarıyormuşum, ama maalesef müdürlerden kontratımın uzatılmasına onay gelmemiş. Bir yandan bunun benim yaptığım işten ya da bendeki herhangi bir eksiklikten kaynaklanmadığının farkındayım, diğer yandan da her ay abuk subuk işlere yüz binler harcayan insanların bana üç kuruş maaşı çok görmesi içimde bir değersizlik hissi uyandırıyor.

Kar amacı gütmeyen sektörde çalışmanın maaşsız stajlardan sonra en kötü yanı bu herhalde: Patronların kişisel takıntıları sebebiyle derneklerin kimi zaman milyonlarca poundu bulan bütçelerinin ciddi bir kısmının garip garip işlere harcanması, ama o işleri yapacak çalışanlara değer verilmemesi, konu çalışanlara gelince inanılmaz bir cimrilik yapılması. Şu ana kadar çalıştığım iki dernek birbirinden boyut ve maddi olanak olarak çok farklı olduğu halde ikisinde de aynı şeyi gözlemledim. Ve her ikisinde de eğitim olarak kat kat üstün olduğum insanlar iş sahibiyken ben sadece daha az deneyimli olduğum için vazgeçilebilir insan olarak görüldüm.

İş ararken de hep aynı şey: "Diplomaların iyi güzel, ama yeterince deneyimli olmadığın için seni alamıyoruz." Peki kimse yakın zamanda mezun olmuş insanları işe almayınca insan nasıl deneyim kazanacak? Yıllarca maaşsız stajyer olarak emeğinin sömürülmesine izin vererek mi?

Bazen belli bir yaşa gelmiş insanların iş gücünden elini eteğini çekerek gençlere fırsat vermesi gerektiğini düşünüyorum. Maddi açıdan rahatsanız işi gücü bırakın, bir yerlerde gönüllülük yapın, hobi edinin, dünyayı gezin ve bize yer açın lütfen. Çevremde çok kalifiye olan ve işsiz olan o kadar çok yaşıtım insan var ki. Doğru düzgün iş sahibi olanları iki elimin parmağında sayabilirim herhalde.

Thursday, 20 February 2014

flare

Altı yıl önce İngiltere'ye taşındığımdan beri her yıl mutlaka gittiğim ve yıl boyunca favori etkinliğim olan London Lesbian and Gay Film Festival geçen sene isim değişikliğine gidilmeli mi gidilmemeli mi şeklinde bir kamuoyu yoklaması yapmıştı. Festivalin L ve G bireyler dışındakileri de kapsayan bir isme sahip olması gerektiği fikrine karşı çıkmamakla beraber 28 yıllık tarihinin 26 yılını London Lesbian and Gay Film Festival adıyla geçiren bu festivalin tarihine sahip çıkılması ve adıyla çok oynanmaması gerektiği düşüncesindeydim.

Dün akşamki özel bir etkinlikte festivalin yeni isminin BFI Flare: London LGBT Film Festival olacağı açıklandı. Daha doğrusu festivalin asıl adı Flare olacak, sloganı da London LGBT Film Festival. Sadece London LGBT Film Festival olsa en ufak bir itirazım yok, ama Flare ne biçim bir festival ismidir yahu? Kendimizi LGBT olarak tanımlamaktan, "LGBT Film Festivali'ne gidiyorum" demekten utanıyoruz mu da bunun başına "Flare" gibi abuk subuk isimler getirmek zorunda hissediyoruz? Bu Flare muhabbetinin gerekçesi iddia edildiği gibi "yeniliğin lideri olma" amacıysa gerçekten, yine bu festivalin arkasındaki kurum BFI tarafından organize edilen Londra Film Festivali'ne neden böyle saçma sapan hipstervari isimler eşlik etmiyor? Bana biraz da festivali Londra Film Festivali'nden  uzaklaştırmak istedikleri için benzer bir isimden alakasız bir isme gittiler gibi geliyor.

Sırf yenilik yapmış olmak adına ya da "değişik" olmak için yapılan yenilikten nefret ediyorum. Keşke bazı şeyler olduğu gibi bırakılsa.

Monday, 17 February 2014

stranger, make me remember you

Londra'daki favori mekanım ve nam-ı diğer ikinci evim BFI'da üyelere özel her ay ünlü film ve sanat insanlarının gelip kendilerine ilham veren filmleri sunduğu gösterimler oluyor. Bu ayın konuğu Alison Goldfrapp ve sevgilisi Lisa Gunning idi. İlham aldıkları film Persona'dan önce Goldfrapp'in Tales of Us albümüne eşlik etmesi için yaptıkları aynı adlı filmi sundular. Her şarkı için başka bir kısa film vardı. Normalde dinlediğim şeylerden çok uzak olmasına rağmen albümün masalsı havasını çok beğendim, tam arka fonda çalınacak güzellikte. En kısa zamanda edinmek istiyorum.



Stranger'a eşlik eden kısa filmi çok aradım ama maalesef bulamadım. Bulabilene kocaman bir hug (spoiler vermemek için plajda yürüyen iki kadınla başlıyordu diyeyim).

Saturday, 15 February 2014

blue v day

Dün Blue is the Warmest Colour'u ikinci evim BFI'da yedinci kez izledim. Sinemaya giderken yolda çok çok sevdiğim bir filmi tekrar izlemenin bana hissettirdiklerini düşündüm.

Çok sevdiğim bir şeyi yerken yavaş yavaş yeme ve en sevdiğim kısmı en sona bırakma huyum vardır (ya da belki herkes öyle yapıyor, bilmiyorum). Sevdiğim bir filmi izlerken de böyle her anını sindire sindire izleyeyim ve hiç bitmesin istiyorum. Film başlarken heyecandan midem sıkışıyor, yüzüme salak bir gülümseme oturuyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Her izlediğimde yeni bir minik detay görmek beni çok mutlu ediyor.

Bu yedinci izleyişten sonra sanırım Directors Cut ortaya çıkana kadar Blue is the Warmest Colour'un zihnimde kendini marine etmesine izin vereceğim.

lambda

Lambdaistanbul'un Facebook sayfasında sevgili/seks/bilmem ne arayışı ilanları üzerindeki yasağın kalkmasıyla son bir aydır falan sayfa bu tür ilanlardan geçilmez oldu. Uzuv fotoğraflarının eşlik ettiği "Benimki şu kadar cm, Bostancı'da yalnız yaşıyorum, pasifleri beklerim" ilanlarından iş yerinde Facebook'umu açmaya korkuyorum artık. O kadar boku çıktı ki, müşteri arayan hetero kadınları geçtim, bugün kız kardeşinin kullanılmış iş çamaşırlarını satmaya çalışan dingilin tekine denk geldim sayfada.

İşin en acayip kısmı ise sayfa admin'lerinin bu duruma tepki gösterenleri "ahlakçılık" ile suçlaması. Bu bahsettiğim külot satma muhabbetinin altında admin olduğunu varsaydığım kişinin "Kardeşi yetişkin ve haberi varmış. Bize ne o zaman." dediğini ve Lambda üyesi ya da gönüllüsü olmayanların görüş bildirme hakkına sahip olmadığını belirttiğini gördükten sonra sinirlerim tepeme fırladı.

Ahlakçılıktan ve tutuculuktan benim kadar uzak çok az insan olabilir; eşcinsel camiası da dahil olmak üzere pek çok insanın "sapıklık" olarak tanımlayacağı pek çok cinsel eylemi yargılamam, rıza sahibi yetişkinlerin diğer rıza gösteren yetişkinlerle yaptıkları her türlü şey kendilerini ilgilendirir. Burada insanların tepki göstermesinin sebebi ahlakçılık değil.

Cinsel organının ya da yarı çıplak vücudunun fotoğraflarını internette paylaşarak arayışlara giren insan modeli olmamama rağmen bunu yapmayı seçenleri anlayabiliyorum. Ama bunun yeri LGBT hakları derneklerinin sayfaları değil. Bu tür arayışlar için pek çok site var zaten.

Bunu da geçtim, yasallığı tartışılır ticari "arayışların" reklamının yapıldığı bir sayfa haline geldi Lambda sayfası. Ve sayfa admin'leriyle müritleri bozuk plak gibi her eleştiriye ahlakçılık damgası vuruyorlar, sanki bunlar cinsel bir devrimin işaretleriymiş ve biz geri kafalılar partinin keyfini kaçırıyormuşuz gibi. Aferin size, o kadar modern ve aydınlanmış insanlarsınız ki.

İstanbul'daki tek örgütlü LGBT oluşumun bu kafadaki insanlar tarafından yönetiliyor olması gerçekten içimi acıtıyor.

Wednesday, 5 February 2014

tube strike

Bugün Londra'daki metro istasyonlarındaki bilet gişelerinin kapatılıp yerlerine makine konması teklifini protesto amacıyla metro çalışanları greve başladı. Bu hafta 48 saat, haftaya 48 saat olmak üzere toplam 4 gün grev yapacaklar.

İşe metroyla gitmeyen bir insan olarak bunun beni pek etkileyeceğini düşünmemiştim, hatta grevi tamamen unutmuşum. Her zamanki gibi otobüs durağına gittiğimde normalde 10 kişinin olduğu durakta 100 kişi görünce aklım başıma geldi. Ortama tam bir kaos hakimdi: zaten ağzına kadar dolu olan otobüsler durduğunda 100 kişinin hepsi birden kapıya akın ediyor, şoför sadece inen kişi sayısı kadar insanı içeri alacağını işaret ediyor, insanlar buna rağmen itişe kakışa binmeye çalışıyorlar, şoför daha fazla insan binmesin diye kapıyı kapatıyor, insanların sağı solu kapıya sıkışıyor, acı içinde bağırıyorlar. Binmeye teşebbüs ettiğim dört otobüsün hiçbirine binemiyorum, kimisi o kadar dolu ki durmadan geçiyor.

Sonunda beşinci otobüse binmeyi başarıp sardalya konservesi modunda bir yolculuk sonrası otobüsten indiğimde ofise yürümek mümkün değil, yine durakta ne yapacağını şaşırmış bir halde bekleyen, gelen otobüslere hücum eden bir insan kitlesi.

Zaten işe geç kalmışım, uzakta oturan çoğu insan işe gelememiş, bütün Londra metro grevini konuşuyor. Bazı insanlar evden sabah 5.30'da çıkmışlar. Dönüşte belki sabah olduğu kadar zorlanmam, iş yerimin olduğu otobüs durağı o kadar merkezi bir durak değil diye düşünerek işten çıkıyorum. Normalde taş çatlasa 2-3 kişinin olduğu durakta 50 kişi bekliyor. Otobüs geliyor, yine hepimiz akın ediyoruz. Herkes sinirli, herkes gergin. Yanımda ayakta duran herif 5 yaşındaki çocuklar gibi çat çat sakız patlatıyor, iyice geriliyorum. Otobüs duraklarında oluşan kızgın kalabalığın olay çıkarmasını önlemek ve insanların kazasız belasız otobüse binmesini sağlamak için her durakta polisler bekliyor. Otobüse binip bize arkaya doğru ilerlememiz ve insanlara yer açmamız için bağırıyorlar. Herkes kafayı yemiş bir durumda. Ve bu dört günün daha birincisi.

Her ne kadar insanların yerini makinelerin almasına karşı olsam da böyle oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi her sinir olduklarında greve giden ve koca şehri perişan eden metro çalışanlarına en ufak bir sempati duyamıyorum. İngiltere'de çoğumuz bütçe kesintileriyle karşı karşıyayız, çoğumuzun işi tehlikede. Kaçımızın greve gitme lüksü var, hem de metro gibi şehir hayatının işleyişi için büyük önem taşıyan bir yerde çalışırken? Kendileri zor durumda diye milyonlarca insanı zor durumda bırakmaya ne hakkı var bu insanların? Anlamaya çalışıyorum ama maalesef ne tarafından bakarsam bakayım hak veremiyorum.

Tuesday, 28 January 2014

only lovers left alive

Bu aralar haftada birkaç kez Chinatown'a gider oldum. Hem evime yürüme mesafesinde oluşu, hem kafayı dim sum'la bozmuş olmam, hem de en sevdiğim sinemalardan biri olan Prince Charles'ın dibinde oluşu sebebiyle Chinatown hızla Londra'daki favori destinasyonlarımdan biri haline geliyor.

**

Pazar günü uzun zamandır deneyimlediğim en güzel günlerden biriydi. Yeni tanıştığım bir arkadaşımla Chinatown'da bir dim sum restoranında öğle yemeği yedikten sonra kendimizi Haagen Dazs'ın kafesine attık. Güzel bir kahve sonrası buluşmamızın asıl amacı olan Prince Charles'daki Mean Girls quote-along etkinliğine gittik. Bilmeyenler için quote-along sinema gösterimleri izleyicinin film boyunca bir ağızdan replikleri söylediği, çılgın eğlenceli etkinlikler oluyor.

Arkadaşım Blue is the Warmest Colour'u uzun zamandır izlemek istediğini, ama evinin yakınlarında gösterimde olmadığı için DVD'sini beklediğini söylemişti. Mean Girls çıkışı bir de baktık ki diğer salonda Blue is the Warmest Colour başlamak üzere. Tabii ki kendimizi tutamadık ve girdik. Böylece filmi Ekim ayından beri sinemada altıncı kez izlemiş oldum.

Sevgililer Günü'nde BFI'da yedinci kez izlemiş olacağım. Hiç de Sevgililer Günü filmi değil, ama olsun.

**

Az önce Only Lovers Left Alive izledim. İlk anından itibaren fena halde kült esintiler taşıyan bir filmdi. İzlenesi.

Thursday, 9 January 2014

saint laurent sl/02h

Zaman yine indirim zamanı. Eskiden Noel'de başlayan indirimleri yıl boyunca heyecanla beklerdim, ama hem dolaplarımda iki fazladan kazak dahi alacak yer kalmaması sebebiyle, hem de "Olur da Türkiye'ye dönmek zorunda kalırsam bu kadar eşyayı ne yapacağım" düşüncesiyle bu sene indirimlere pek ilgi göstermedim. Ama yine de dün akşam bir Selfridges'e uğrayayım dedim. Zamanlamam mükemmelmiş gerçekten, tam %50 indirimli olan şeylerin daha da düştüğü güne denk gelmişim. 99 pound'a Alexander McQueen babetler, 100 küsür pounda Balenciaga ve Burberry ayakkabılar, 50 pound'a Michael Kors elbiseler vardı. İki saat kararsız kaldıktan sonra 425 pound'dan 125 pound'a düşen bir çift Saint Lauren spor ayakkabı ile evin yolunu tuttum. Çok da rahatlar.

Bu kadar ucuza Saint Laurent ayakkabı alabildiğime hala inanamıyorum.


Sunday, 5 January 2014

post-izmir blues

18 Aralık'ta öğleden sonra 2'de başlayan sınırsız alkolle gecenin geç saatlerine kadar devam eden iş yeri Noel partisinde fena yamulduktan sonra iş ortamından uzaklaşmak bana süper geldi. On günlüğüne İzmir'e geldim.

**

Ilıca'da denize girme denemesinde bulunmak için Çeşme'ye giderken şunu fark ettim ki, ben İzmir'i çok seviyorum. İnsanlarına ya da başka bir şeyine değil de, İzmir denen toprak parçasına, şehrin havasına suyuna hiçbir yere olmadığım kadar bağlıyım.

İzmir'imi o kadar çok seviyorum ki; kokusu ve pelikanlarıyla güzelim körfezi, Çeşme'ye giderken otobanın kıvrımları arasında birden görünen muhteşem deniz manzarasını ve yeşil tepeleri, İzmir'den gelenlere merhaba diyen Alaçatı rüzgar türbinlerini, kışın ıssız bir sessizliğe bürünen Ilıca'nın bembeyaz kumlarını, yatak odamdaki camdan baktığımda gördüğüm derenin körfeze karıştığı yerde yüzen karabatakları, Karşıyaka-Alsancak vapuruna bindiğimde bütün şehrin çevremde ışıl ışıl oluşunu her gördüğümde kalbim sevgiden patlayacakmış gibi oluyor. İzmir'in en sıradan köşesine bile aşkla bakar oldum Londra'ya taşındığımdan beri, doğma büyüme İzmirli olduğum halde yıllardır gözümün önünde duran pek çok güzelliği yeni yeni fark ediyorum. Ve o kadar güzel şeyler var ki İzmir'de, baktıkça içim acıyor, kalbim sıkışıyor.

Genelde benim için duygulanıma sebep olan şeyler sanattan çok film ve müzik olduğundan Stendhal sendromu konseptini aklım almazdı. Artık insanı ağlatacak kadar ezici bir güzelliğin varlığını anlayabiliyorum.

Türkiye'ye döndüğümde asla İzmir'den başka yerde yaşamak istemem.

**

1 Ocak'ta İstanbul aktarmalı olarak Londra'ya dönecektim. Havaalanına gittiğimde İzmir-İstanbul uçuşunun 35 dakika gecikmeli olduğunu öğrenmem, o 35 dakikanın 1.5 saatlik bir gecikmeye dönüşmesi ve sonuç olarak daha İzmir'den uçağa binemeden Londra uçağını kaçırmam sebebiyle havayolunun yaptığı "İstanbul'da sizi otele götüreceğiz, ertesi gün uçarsınız" teklifini kabul etmeyerek birkaç gün daha İzmir'de kaldım ve dün direk uçuşla Londra'ya döndüm.

Londra'ya geri dönüşler her seferinde benim için zor oluyor. İzmir'de annemin, kedimin ve süper yemeklerin olduğu kocaman evimden ve "Armut piş ağzıma düş" usulü yaşantımdan buradaki yalnızlığıma, "odacık" boyutundaki evime ve hayatımla ilgili her şeyden tek başıma sorumlu olmaya dönüş kolay değil. Birkaç gün ve birkaç hafta arasında değişen bir alışma ve özlem sürecini atlatmam gerekiyor her seferinde. Bu sefer bir de vizemin bitmesine 2 hafta falan kaldığı için ve  yeni vizeye başvurmam gerektiği için iyice stresliyim. Türkiye'deyken ailemin de desteğiyle her zorluğu aşabileceğime olan inancımın verdiği güvenlik hissi yok buradayken, her şey tamamen benim sorumluluğumda. Büyümenin gereği bu olsa da, kolay bir şey değil.