Salı akşamı Londra'ya yeni taşınan bir tanıdığımı zaman zaman gittiğim ama uzun süredir uğramamış olduğum bir mekana götürdüm. Gideceğimiz gün Facebook'ta o akşamın Malta gecesi olduğunu görüp "Ne alaka" tepkisi vermiş, sıkıntıdan öleceğimizi düşünmüştüm. O yüzden gecenin sonunda sahnede bu kadınla karşılaşmak tam bir sürpriz oldu:
Videonun kalitesi çok iyi değil, ama mükemmel bir şarkı - canlı dinlemek gerçekten tüylerimi diken diken eden bir deneyimdi. Salıdan beri nakarat bölümü kafamda dönüp duruyor.
Onun dışında Maltaca'nın Arapça kökenli bir dil olduğunu öğrenmiş oldum.
Saturday, 26 October 2013
Monday, 21 October 2013
blue is the warmest colour
Cannes'da Palme d'Or aldığından beri Blue is the Warmest Colour ( La Vie d'Adèle – Chapitres 1 & 2) filmini daha önce benzeri görülmemiş bir heyecanla bekliyordum. Sonunda perşembe akşamı Londra Film Festivali kapsamında filmi izleme fırsatı buldum. Hem filmin bana hissettirdiklerini ancak sindirebildiğim için, hem de hakkını vermek istediğim için bu post'u ancak yazabiliyorum.
Hayır, vazgeçtim, filmin bende uyandırdığı hisleri hala tamamen anlamlandırabilmiş değilim, ama aklımdan geçenleri yazıya dökmeyi denemek istiyorum.
Yönetmen Abdellatif Kechiche olağanüstü bir şey yaratmış; ilk aşkın ne kadar muhteşem ve insana hayat veren bir şey olduğunu, ama bitişinin de bir o kadar harap edici olduğunu bize Adèle'in gözlerinden aktarmış. Filmin çoğunluğu boyunca karakterlerin yüzlerine yakın çekimde olan kamera sayesinde Adèle'in tüm hislerini (aşık olma anı, mutluluk, utanç, tutku, şefkat, korku, acı, hüzün, yalnızlık) kendi içimde hissettim. Kendi cinsel yönelimimle barışma sürecimi, o sürecin başlangıcında gülümseyişi filmdeki Emma'nın aynısı olan ilk kız arkadaşımla filmde olduğu gibi bir trafik ışığında tanıştığımız ve ilk görüşte aşık olduğum anı hatırladım. Adèle gibi kendimi bulma, yetişkinliğe adım atma çabası içinde yaptığım hatalarla o ilk aşkın içine edişim, aşık olduğum insanın bana tekmeyi basışı ve yine Adèle gibi gecenin bir yarısı sokaklarda salya sümük ağlaya ağlaya gezişlerim gözümün önüne geldi.
Üç saat inanılmaz hızlı geçti, film bittiğinde içimde uyanan melankoli hala gitmedi. Çok, çok etkilendim. Uzun zamandır bu kadar derin hissetmediğim özlemleri içimde uyandırdı bu film. İlk aşkımı, bana Emma'nın filmde Adèle'e baktığı gibi bakan birinin varlığını özledim. Tarif edemiyorum ama ben konuşurken havadan sudan bile konuşuyor olsam dünyanın en ilginç şeyinden bahsediyormuşum gibi şefkat dolu bir gülümsemeyle dinleyen birisinin varlığını özledim.
Bu filmin o kadar üstesinden gelemedim ki, festival boyunca daha sonra iki kez daha gittiğim Curzon Mayfair'de diğer filmlere konsantre olmak yerine Adèle'in hikayesini düşünüp nostaljiye kapılmak gibi garip davranışlar içine girdim. Sanki bir parçamı bu filmi izlediğim sırada oturduğum sinema koltuğunda bırakmışım gibi.
Sanırım bu filmin favori filmler listemde direk bir numaraya oturduğunu söylememe gerek yok.
Hayır, vazgeçtim, filmin bende uyandırdığı hisleri hala tamamen anlamlandırabilmiş değilim, ama aklımdan geçenleri yazıya dökmeyi denemek istiyorum.
Yönetmen Abdellatif Kechiche olağanüstü bir şey yaratmış; ilk aşkın ne kadar muhteşem ve insana hayat veren bir şey olduğunu, ama bitişinin de bir o kadar harap edici olduğunu bize Adèle'in gözlerinden aktarmış. Filmin çoğunluğu boyunca karakterlerin yüzlerine yakın çekimde olan kamera sayesinde Adèle'in tüm hislerini (aşık olma anı, mutluluk, utanç, tutku, şefkat, korku, acı, hüzün, yalnızlık) kendi içimde hissettim. Kendi cinsel yönelimimle barışma sürecimi, o sürecin başlangıcında gülümseyişi filmdeki Emma'nın aynısı olan ilk kız arkadaşımla filmde olduğu gibi bir trafik ışığında tanıştığımız ve ilk görüşte aşık olduğum anı hatırladım. Adèle gibi kendimi bulma, yetişkinliğe adım atma çabası içinde yaptığım hatalarla o ilk aşkın içine edişim, aşık olduğum insanın bana tekmeyi basışı ve yine Adèle gibi gecenin bir yarısı sokaklarda salya sümük ağlaya ağlaya gezişlerim gözümün önüne geldi.
Üç saat inanılmaz hızlı geçti, film bittiğinde içimde uyanan melankoli hala gitmedi. Çok, çok etkilendim. Uzun zamandır bu kadar derin hissetmediğim özlemleri içimde uyandırdı bu film. İlk aşkımı, bana Emma'nın filmde Adèle'e baktığı gibi bakan birinin varlığını özledim. Tarif edemiyorum ama ben konuşurken havadan sudan bile konuşuyor olsam dünyanın en ilginç şeyinden bahsediyormuşum gibi şefkat dolu bir gülümsemeyle dinleyen birisinin varlığını özledim.
Bu filmin o kadar üstesinden gelemedim ki, festival boyunca daha sonra iki kez daha gittiğim Curzon Mayfair'de diğer filmlere konsantre olmak yerine Adèle'in hikayesini düşünüp nostaljiye kapılmak gibi garip davranışlar içine girdim. Sanki bir parçamı bu filmi izlediğim sırada oturduğum sinema koltuğunda bırakmışım gibi.
Sanırım bu filmin favori filmler listemde direk bir numaraya oturduğunu söylememe gerek yok.
nothing to worry about
UYARI: Bu çok fena "ranty" bir yazı olacak.
Geçen ay 1 yıla yakın süredir yapmakta olduğum iş için yakın zamanda müdürüm olarak işe başlayan adam tarafından ilan verildiğinden ve bunun kendimi değersiz hissettirdiğinden bahsetmiştim. O post'u yazmamdan sonra Silik Adam şeklinde isimlendirmeyi layık gördüğüm müdürüm tam bir empati yoksunluğu göstererek bana bahsi geçen iş ilanını web sitemizde, Facebook ve Twitter sayfalarımızda falan promote ettirdi. Benim hislerimi düşünerek nezakaten bunları kendinin yapmamasına, bana yaptırmasına ayrı sinirim bozuldu.
Sekiz günlük, enerjimi tamamen bitiren ve grip olarak döndüğüm Kopenhag ve Berlin iş gezisinden bir gün sonra ilana başvuranların mülakatları vardı. O gün yorgun ve hastaydım, kafamı bulandıran grip ilaçları alıyordum ve ben ofiste çalışmaya çalışırken mülakata gelen diğer insanları görüp her şey normalmiş gibi davranmak zorunda olmanın awkward'lığı vardı; dolayısıyla mülakatta bazı sorularda beynim durdu ve söylemek istediğim şeyleri söyleyemedim. "Olsun, nasıl olsa beni ve iyi iş yaptığımı biliyorlar, mülakatta söyleyememiş olsam da doğru cevapları bildiğimi biliyorlar" diye düşündüm. Bunlar olurken ilana başvuranlardan birinin mülakatının diğerlerinden iki gün sonra yapılacağını öğrendim. Hasta olduğumu ve daha yeni Londra'ya döndüğümü, hazırlanacak zamanımın olmadığını bilmesine rağmen Silik Adam'ın bana da iki gün sonra görüşmeye gelme şansı tanımamasına kızdım.
Pazartesi günü işe gittim, mülakata çağrılan son kişiyle görüşüldü. Yarım saat sonra Silik Adam beni çağırarak damdan düşer gibi, suratında salak bir sırıtışla "Başkasını işe almaya karar verdik ama yarın sana geri bildirim vermeye hazırız" dedi. Onun bu empati yoksunu ve duygusuz tavrı işe alındığından beri kendisiyle aramda oluşan negatif enerjinin son noktası oldu ve kontratımın sonuna kadar kalmak istemediğimi, o hafta işi bırakmak istediğimi söyledim.
Benim kontratımdan erken çıkmak gibi alışılmadık bir istekte bulunmam sonucu İnsan Kaynakları işin içine girdi. İK'dan sorumlu kadın beni toplantıya çağırdı ve neden böyle bir şey istediğimi sordu. Silik Adam'ın bana böyle bir haberi damdan düşer bir şekilde verdiğini ve büyük kısmını tuvalette ağlaya ağlaya geçirdiğim o gün boyunca bir kez olsun "İyi misin" diye sormadığını, o bir metre ötemde otururken hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam etmemin imkansız hale geldiğini söyledim. Silik Adam'la karakter uyumsuzluğu yaşadığımı, beyin ve inisiyatif gerektiren bütün işlerimi elimden alarak kendisinin üstlendiğini, iki aydır bana "ayak işi" tabir edebileceğimiz saçma sapan işleri yaptırdığını anlattım. Kendimi kanıtlayabileceğim işlerin hepsini benden almasaydı mülakatta takılıp kalmam o kadar önemli olmazdı diye düşünüyorum ve bana sadece web sitesini ve sosyal medya hesaplarımızı update etme, newsletter gönderme gibi kısmen önemsiz işleri layık gören bir adamın beni "müdür" başlıklı bir role alacak kadar ciddiye almamış olmasına şaşırmıyorum. O yüzden bu recruitment muhabbetinin objektif bir şekilde yapıldığına inanmıyorum (özellikle diğer başvuranların özgeçmişlerini gördükten sonra). Belki de bana yapmamı söylediği şeylerin bazılarını "Hayır, bence bu öyle değil böyle olmalı" diyerek yapmadığım, her dediğini kendi fikirleri olmayan bir subordinate gibi uygulamadığım için Silik Adam'ın beni o rolde en başından beri istemediğini düşünüyorum.
Ben bunlardan bahsedince olay daha yukarı taşındı, bu hafta CEO ile görüşerek bunların hepsini teker teker anlatacağım. Silik Adam'a da nasıl yönetici olunacağı ve insanlarla nasıl iletişim kuracağı konusunda eğitim verilecek. Kontratımın kalan iki haftasını evden çalışarak tamamlayacağım.
Tüm bu olanlara birkaç gün çok sinirim bozulmuştu, ama artık üzgün değilim, haksızlığa uğramış olmaya biraz sinirliyim sadece. Başka insanların yetersizliklerinin benim suçum olmadığını, bunlara üzülmemem gerektiğini sonunda anladım. Ama benim neslim asgari ücretin az üstü işleri kapmak için birbirini tepelerken böyle benim kadar eğitimli bile olmayan saçma sapan tiplerin sadece doğru zamanda doğdukları için iş hayatında bir yerlere gelebilmiş olmasını hazmedemiyorum. Gerçekten, "iletişimci" olduğu halde insanlarla nasıl iletişim kurması gerektiğine dair en ufak bir fikri olmayan, teknoloji özürlü dede yaşında biri olmasına rağmen bana sosyal medya kullanımı konusunda tavsiye vermeye kalkan, bilgisayarda nasıl arama yapacağını bile bilmeyen ve her şeyde benden yardım isteyen birinin beni işimden etmiş olması bunun saçmalığının en büyük göstergesi.
Böyle zavallı karakterlerle bir daha karşılaşmak zorunda olmasam keşke, ama biliyorum hayatta bolca varlar.
Geçen ay 1 yıla yakın süredir yapmakta olduğum iş için yakın zamanda müdürüm olarak işe başlayan adam tarafından ilan verildiğinden ve bunun kendimi değersiz hissettirdiğinden bahsetmiştim. O post'u yazmamdan sonra Silik Adam şeklinde isimlendirmeyi layık gördüğüm müdürüm tam bir empati yoksunluğu göstererek bana bahsi geçen iş ilanını web sitemizde, Facebook ve Twitter sayfalarımızda falan promote ettirdi. Benim hislerimi düşünerek nezakaten bunları kendinin yapmamasına, bana yaptırmasına ayrı sinirim bozuldu.
Sekiz günlük, enerjimi tamamen bitiren ve grip olarak döndüğüm Kopenhag ve Berlin iş gezisinden bir gün sonra ilana başvuranların mülakatları vardı. O gün yorgun ve hastaydım, kafamı bulandıran grip ilaçları alıyordum ve ben ofiste çalışmaya çalışırken mülakata gelen diğer insanları görüp her şey normalmiş gibi davranmak zorunda olmanın awkward'lığı vardı; dolayısıyla mülakatta bazı sorularda beynim durdu ve söylemek istediğim şeyleri söyleyemedim. "Olsun, nasıl olsa beni ve iyi iş yaptığımı biliyorlar, mülakatta söyleyememiş olsam da doğru cevapları bildiğimi biliyorlar" diye düşündüm. Bunlar olurken ilana başvuranlardan birinin mülakatının diğerlerinden iki gün sonra yapılacağını öğrendim. Hasta olduğumu ve daha yeni Londra'ya döndüğümü, hazırlanacak zamanımın olmadığını bilmesine rağmen Silik Adam'ın bana da iki gün sonra görüşmeye gelme şansı tanımamasına kızdım.
Pazartesi günü işe gittim, mülakata çağrılan son kişiyle görüşüldü. Yarım saat sonra Silik Adam beni çağırarak damdan düşer gibi, suratında salak bir sırıtışla "Başkasını işe almaya karar verdik ama yarın sana geri bildirim vermeye hazırız" dedi. Onun bu empati yoksunu ve duygusuz tavrı işe alındığından beri kendisiyle aramda oluşan negatif enerjinin son noktası oldu ve kontratımın sonuna kadar kalmak istemediğimi, o hafta işi bırakmak istediğimi söyledim.
Benim kontratımdan erken çıkmak gibi alışılmadık bir istekte bulunmam sonucu İnsan Kaynakları işin içine girdi. İK'dan sorumlu kadın beni toplantıya çağırdı ve neden böyle bir şey istediğimi sordu. Silik Adam'ın bana böyle bir haberi damdan düşer bir şekilde verdiğini ve büyük kısmını tuvalette ağlaya ağlaya geçirdiğim o gün boyunca bir kez olsun "İyi misin" diye sormadığını, o bir metre ötemde otururken hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam etmemin imkansız hale geldiğini söyledim. Silik Adam'la karakter uyumsuzluğu yaşadığımı, beyin ve inisiyatif gerektiren bütün işlerimi elimden alarak kendisinin üstlendiğini, iki aydır bana "ayak işi" tabir edebileceğimiz saçma sapan işleri yaptırdığını anlattım. Kendimi kanıtlayabileceğim işlerin hepsini benden almasaydı mülakatta takılıp kalmam o kadar önemli olmazdı diye düşünüyorum ve bana sadece web sitesini ve sosyal medya hesaplarımızı update etme, newsletter gönderme gibi kısmen önemsiz işleri layık gören bir adamın beni "müdür" başlıklı bir role alacak kadar ciddiye almamış olmasına şaşırmıyorum. O yüzden bu recruitment muhabbetinin objektif bir şekilde yapıldığına inanmıyorum (özellikle diğer başvuranların özgeçmişlerini gördükten sonra). Belki de bana yapmamı söylediği şeylerin bazılarını "Hayır, bence bu öyle değil böyle olmalı" diyerek yapmadığım, her dediğini kendi fikirleri olmayan bir subordinate gibi uygulamadığım için Silik Adam'ın beni o rolde en başından beri istemediğini düşünüyorum.
Ben bunlardan bahsedince olay daha yukarı taşındı, bu hafta CEO ile görüşerek bunların hepsini teker teker anlatacağım. Silik Adam'a da nasıl yönetici olunacağı ve insanlarla nasıl iletişim kuracağı konusunda eğitim verilecek. Kontratımın kalan iki haftasını evden çalışarak tamamlayacağım.
Tüm bu olanlara birkaç gün çok sinirim bozulmuştu, ama artık üzgün değilim, haksızlığa uğramış olmaya biraz sinirliyim sadece. Başka insanların yetersizliklerinin benim suçum olmadığını, bunlara üzülmemem gerektiğini sonunda anladım. Ama benim neslim asgari ücretin az üstü işleri kapmak için birbirini tepelerken böyle benim kadar eğitimli bile olmayan saçma sapan tiplerin sadece doğru zamanda doğdukları için iş hayatında bir yerlere gelebilmiş olmasını hazmedemiyorum. Gerçekten, "iletişimci" olduğu halde insanlarla nasıl iletişim kurması gerektiğine dair en ufak bir fikri olmayan, teknoloji özürlü dede yaşında biri olmasına rağmen bana sosyal medya kullanımı konusunda tavsiye vermeye kalkan, bilgisayarda nasıl arama yapacağını bile bilmeyen ve her şeyde benden yardım isteyen birinin beni işimden etmiş olması bunun saçmalığının en büyük göstergesi.
Böyle zavallı karakterlerle bir daha karşılaşmak zorunda olmasam keşke, ama biliyorum hayatta bolca varlar.
Saturday, 12 October 2013
gravity
Geçen hafta gittiğim sekiz günlük iş gezisinden yeni döndüm. Hem fiziksel, hem de ruhsal olarak beni çökme noktasına getiren; her gün gecenin geç saatlerine kadar çalıştığım ve 10 dakika olsun kendime zaman ayıramadığım; her an "sosyal" bir ortamda bulunmak zorunda kaldığım ve bununla baş edebilmek için her gün aralıksız alkol aldığım acayip bir sekiz gün oldu. Hala o çılgın haftanın yorgunluğunu üzerimden atmaya çalışıyor olsam da Kopenhag, Malmö ve Berlin'i ilk kez görmek, hem de bunu bedavaya yapmak süper bir şeydi.
Dönüşte o yorgunlukla nasıl bir kafadaydım artık bilmiyorum ama Heathrow'da uçaktan inince girdiğim tuvalette bir an önce pasaport kontrole gideyim diye acele ederken ve aynı anda Facebook'ta mesaj yazmaya çalışırken güzelim Blackberry'mi klozete düşürdüm. Evrene şükürler olsun ki hareketle çalışan otomatik sifon devreye girmeden telefonu klozetten almayı başardım ve hemen pilini çıkardım. Ve o panikle telefonu kurulayıp pilini geri takmak ve açmaya çalışmak gerizekalılığında bulundum. Telefon açıldığı gibi motor sesine benzer korkunç bir ses çıkarmaya başladı, hemen geri kapadım. Yakın zamanda internette okuduğum "Telefonunuzu suya düşürürseniz pirinçli bir kaba koyun" önerisi aklıma geldi, şehir merkezine ulaştığım gibi bir poşet pirinç alıp hepsini telefonun üzerine boşalttım. Daha alalı bir sene olmayan, pembe telefonumu çöpe atıp yerine siyah ve sıkıcı bir Blackberry alma fikrinden korka korka açmayı denedim ertesi gün telefonu, hiç sorunsuz çalışmaya başladı. Yani neymiş, telefonunuzu suya düşürürseniz anında pilini çıkarıp kurulamak ve daha sonra pirinçle dolu bir kapta en az 12 saat bekletmek işe yarıyormuş.
**
Londra Film Festivali bu hafta başladı. Dün BFI IMAX'te ilk festival filmim olan Gravity'i izledim. Görsel olarak hayatımda bu kadar büyüleyici bir film izlememiştim. Özellikle filmi İngiltere'nin en büyük ekranında en ön sırada üç boyutlu izlemek gerçekten uzaydaymışım, filmin içindeymişim izlenimi veriyordu. Üstelik yönetmen Alfonso Cuarón filmi bizzat sunmaya gelmişti.
Benim için yılın en iyi filmi bu olacak gibi.
Yarın festivale François Ozon filmi Jeune et Jolie ile devam edeceğim.
Dönüşte o yorgunlukla nasıl bir kafadaydım artık bilmiyorum ama Heathrow'da uçaktan inince girdiğim tuvalette bir an önce pasaport kontrole gideyim diye acele ederken ve aynı anda Facebook'ta mesaj yazmaya çalışırken güzelim Blackberry'mi klozete düşürdüm. Evrene şükürler olsun ki hareketle çalışan otomatik sifon devreye girmeden telefonu klozetten almayı başardım ve hemen pilini çıkardım. Ve o panikle telefonu kurulayıp pilini geri takmak ve açmaya çalışmak gerizekalılığında bulundum. Telefon açıldığı gibi motor sesine benzer korkunç bir ses çıkarmaya başladı, hemen geri kapadım. Yakın zamanda internette okuduğum "Telefonunuzu suya düşürürseniz pirinçli bir kaba koyun" önerisi aklıma geldi, şehir merkezine ulaştığım gibi bir poşet pirinç alıp hepsini telefonun üzerine boşalttım. Daha alalı bir sene olmayan, pembe telefonumu çöpe atıp yerine siyah ve sıkıcı bir Blackberry alma fikrinden korka korka açmayı denedim ertesi gün telefonu, hiç sorunsuz çalışmaya başladı. Yani neymiş, telefonunuzu suya düşürürseniz anında pilini çıkarıp kurulamak ve daha sonra pirinçle dolu bir kapta en az 12 saat bekletmek işe yarıyormuş.
**
Londra Film Festivali bu hafta başladı. Dün BFI IMAX'te ilk festival filmim olan Gravity'i izledim. Görsel olarak hayatımda bu kadar büyüleyici bir film izlememiştim. Özellikle filmi İngiltere'nin en büyük ekranında en ön sırada üç boyutlu izlemek gerçekten uzaydaymışım, filmin içindeymişim izlenimi veriyordu. Üstelik yönetmen Alfonso Cuarón filmi bizzat sunmaya gelmişti.
Benim için yılın en iyi filmi bu olacak gibi.
Yarın festivale François Ozon filmi Jeune et Jolie ile devam edeceğim.
Sunday, 29 September 2013
motto
Facebook feed'imde İstanbul'daki LGBT derneklerinden birinin sayfasında bir anket link'ine denk geldim. Bir psikolog eşcinsellerle ilgili akademik çalışması için yardım istiyordu. Doldurmaya niyetim olmadığı halde link'e tıkladım. Ankette "Kaç yıldır eşcinsel yaşamınızı devam ettiriyorsunuz" gibi absürt bir soruya denk geldikten ve onun hemen altında "Aileniz bu yaşam stilinizden haberdar mı" sorusunu gördükten sonra anketin meşruiyeti konusunda kafamda ciddi soru işaretleri oluştu.
Eşcinsellikten "yaşam tarzı" olarak bahsedilmesi gerçekten içimde bir tepinme isteği uyandırıyor. Yaşam tarzı insanların bilinçli olarak seçtiği, yine bilinçli bir seçim yaparak değiştirebileceği, bu nedenle değişken ve geçici olabilen bir şeydir. Sabahları erken uyanıp bilmem kaç kilometre koşmak bir yaşam tarzıdır. Vejetaryen olmak bir yaşam tarzıdır. Hipster olmak bir yaşam tarzıdır. Eşcinsellik yaşam tarzı falan değildir. Cinsel yönelimdir.
Psikologlar bu kafadaysa, o psikologların "danışmanlık" edeceği insanların halini düşünmek bile istemiyorum. Ama maalesef Türkiye'de bizzat denk geldiğim homofobik psikiyatristleri düşününce pek de şaşırtıcı bir durum değil.
İnsan gerçekten bazı üniversitelerde verilen eğitimin kalitesine hayret ediyor. Okullarda psikoloji bölümünde gerçekten de toplumun hiçbir kesimini dışlamayacak ya da ötekileştirmeyecek bir dil kullanılması gerektiği öğretilmiyor mu? En ufak bir "diversity training" verilmiyor mu? Gerçekten inanılır gibi değil.
**
Cuma günü Londra'daki orta karar üniversitelerin birinin öğrenci derneğinde iş görüşmem vardı. Okul şehrin o kadar dışında ki, bir saat süren iç bayıcı bir yolculuk sonrası kampüse ulaştığımda zaten içimde bir bezginlik oluşmuştu. Ana resepsiyona gidip görüşeceğim kişinin adını verdim. Resepsiyondaki kadının defalarca aramasına rağmen adam telefonunu bir türlü açmadı, tamamen yabancı olduğum bir kampüste görüşmeme 10 dakika kala öğrenci birliğini sora sora bulmak zorunda kaldım. Neyse tam buldum derken baktım ki bahsi geçen adam gayet masasında oturuyor, bilmem kaç kere aranmasına rağmen telefona cevap verme gereği duymamış. Bunu fark edince iyice bir sinir oldum. Beni biraz da öğrenci birliğinde beklettikten sonra görüşmemi yapacak kişilerin yanına yine kampüsün diğer ucuna götürdüler. Görüşmede bulunan üç kişiden bir tanesinin yüzü görüşme boyunca somurtuk ötesiydi. İş de alışık olduğumun çok altında, sıkıntıdan cinnet geçirtecek bir şeye benziyor. Bütün bu deneyim bende öyle negatif bir izlenim bıraktı ki, işi alamazsam rahatlayacağım. Bu iş arama muhabbeti beni o kadar daralttı ki, artık her şeyi oluruna bırakıp "Hayırlısı" lafını motto'm edindim.
Eşcinsellikten "yaşam tarzı" olarak bahsedilmesi gerçekten içimde bir tepinme isteği uyandırıyor. Yaşam tarzı insanların bilinçli olarak seçtiği, yine bilinçli bir seçim yaparak değiştirebileceği, bu nedenle değişken ve geçici olabilen bir şeydir. Sabahları erken uyanıp bilmem kaç kilometre koşmak bir yaşam tarzıdır. Vejetaryen olmak bir yaşam tarzıdır. Hipster olmak bir yaşam tarzıdır. Eşcinsellik yaşam tarzı falan değildir. Cinsel yönelimdir.
Psikologlar bu kafadaysa, o psikologların "danışmanlık" edeceği insanların halini düşünmek bile istemiyorum. Ama maalesef Türkiye'de bizzat denk geldiğim homofobik psikiyatristleri düşününce pek de şaşırtıcı bir durum değil.
İnsan gerçekten bazı üniversitelerde verilen eğitimin kalitesine hayret ediyor. Okullarda psikoloji bölümünde gerçekten de toplumun hiçbir kesimini dışlamayacak ya da ötekileştirmeyecek bir dil kullanılması gerektiği öğretilmiyor mu? En ufak bir "diversity training" verilmiyor mu? Gerçekten inanılır gibi değil.
**
Cuma günü Londra'daki orta karar üniversitelerin birinin öğrenci derneğinde iş görüşmem vardı. Okul şehrin o kadar dışında ki, bir saat süren iç bayıcı bir yolculuk sonrası kampüse ulaştığımda zaten içimde bir bezginlik oluşmuştu. Ana resepsiyona gidip görüşeceğim kişinin adını verdim. Resepsiyondaki kadının defalarca aramasına rağmen adam telefonunu bir türlü açmadı, tamamen yabancı olduğum bir kampüste görüşmeme 10 dakika kala öğrenci birliğini sora sora bulmak zorunda kaldım. Neyse tam buldum derken baktım ki bahsi geçen adam gayet masasında oturuyor, bilmem kaç kere aranmasına rağmen telefona cevap verme gereği duymamış. Bunu fark edince iyice bir sinir oldum. Beni biraz da öğrenci birliğinde beklettikten sonra görüşmemi yapacak kişilerin yanına yine kampüsün diğer ucuna götürdüler. Görüşmede bulunan üç kişiden bir tanesinin yüzü görüşme boyunca somurtuk ötesiydi. İş de alışık olduğumun çok altında, sıkıntıdan cinnet geçirtecek bir şeye benziyor. Bütün bu deneyim bende öyle negatif bir izlenim bıraktı ki, işi alamazsam rahatlayacağım. Bu iş arama muhabbeti beni o kadar daralttı ki, artık her şeyi oluruna bırakıp "Hayırlısı" lafını motto'm edindim.
Thursday, 5 September 2013
whatever will be will be
Uzun zamandır bu kadar kötü bir gün geçirmemiştim. Şu anda çalıştığım yerde kontratım Ekim sonu bitiyor ve bu hafta kontratımın bir süre uzatılabileceğini, Eylül ve Ekim boyunca da full time olacağımı öğrendiğimden beri keyfim yerindeydi. İşe girdiğimde de bu kısa süreli kontratım bittiğinde terfi ettirilip uzun süreli bir kontratla çalışmaya başlayabileceğim ima edilmişti. Ancak bana bu muhabbetler yapılırken perde arkasında başka şeylerin döndüğünü öğrendim.
Dün ofiste kısmen kulak misafiri olduğum bir konuşmada birkaç hafta önce müdürüm olarak işe başlayan adamın işe başladığımda zamanı gelince bana teklif edileceği ima edilen rol için başkalarını aramak istediği izlenimini edindim. Bütün akşamım buna canımı sıkarak geçti. Tam "Doğru düzgün duyamadım, belki yanlış anlamışımdır" diye kendimi biraz sakinleştirmiştim ki, başka bir şey için ofisin ortak ağında arama yaparken "İletişim Müdürü İş İlanı" diye bir dosyaya denk geldim. Evet, daha işe başlayalı bir ay bile olmayan yeni adam tam bir dağdan inip bağdakini kovma örneği göstererek o rolü bana vermek yerine iş ilanı vermeye karar vermiş. O kadar sinirlendim ki, gün içinde iki kez tuvalette ağlarken buldum kendimi. Bugünkü toplantımızda bu adam bana bu iş ilanı muhabbetini açıklarken haberim yokmuş ve çok etkilenmemişim gibi tepki vermeyi nasıl başardım, nasıl yüzümde bir gülümsemeyle "Haber verdiğiniz için teşekkürler" diyebildim bilmiyorum. Önceden o dosyaya denk geldiğim ve kendimi hazırlayacak zaman bulduğum için muhtemelen.
Bu iş ilanına başvurmamı istiyorlar, ama birçok açıdan yetersiz bulduğum biri tarafından gayet hak ettiğim bu rol için "yeterince iyi" bulunmamam çok gücüme gitti açıkçası. Bir de üstüne üstlük o "daha iyi" insan bulunana kadar işleri idare etmem için bana kontratımı 1-2 ay uzatma ihtimalinden bahsetmeleri kendimi iyice kullanılmış hissettirdi. Her işte bir hayır olduğuna, ilk başta kötü görünen şeylerin aslında insanı sonunda güzel şeyler bekleyen yollara yönlendirdiğine kesinlikle inanıyorum; tek hazmedemediğim nokta profesyonel açıdan "eksik" gördüğüm birinin hakkımda bu kararı vermiş olması.
Kendisine karmadan öpücükler diliyorum.
Bir de üstüne geçen sene bu zamanlar çok fena aşık olduğum eski sevgilimin beni Facebook'tan sildiğini fark ettim bugün. Konuşmasam da, arkadaş kalma isteğim olmasa da asla yapmadığım, çocukça bulduğum bir harekettir listeden eski sevgili, eski en yakın arkadaş vs silmek. Zamanında o kadar değer vermiş olduğum bir insanı hayatımdan tamamen çıkarmak istemem ben, o yüzden anlayamıyorum.
Bugün kötü bir gün.
Dün ofiste kısmen kulak misafiri olduğum bir konuşmada birkaç hafta önce müdürüm olarak işe başlayan adamın işe başladığımda zamanı gelince bana teklif edileceği ima edilen rol için başkalarını aramak istediği izlenimini edindim. Bütün akşamım buna canımı sıkarak geçti. Tam "Doğru düzgün duyamadım, belki yanlış anlamışımdır" diye kendimi biraz sakinleştirmiştim ki, başka bir şey için ofisin ortak ağında arama yaparken "İletişim Müdürü İş İlanı" diye bir dosyaya denk geldim. Evet, daha işe başlayalı bir ay bile olmayan yeni adam tam bir dağdan inip bağdakini kovma örneği göstererek o rolü bana vermek yerine iş ilanı vermeye karar vermiş. O kadar sinirlendim ki, gün içinde iki kez tuvalette ağlarken buldum kendimi. Bugünkü toplantımızda bu adam bana bu iş ilanı muhabbetini açıklarken haberim yokmuş ve çok etkilenmemişim gibi tepki vermeyi nasıl başardım, nasıl yüzümde bir gülümsemeyle "Haber verdiğiniz için teşekkürler" diyebildim bilmiyorum. Önceden o dosyaya denk geldiğim ve kendimi hazırlayacak zaman bulduğum için muhtemelen.
Bu iş ilanına başvurmamı istiyorlar, ama birçok açıdan yetersiz bulduğum biri tarafından gayet hak ettiğim bu rol için "yeterince iyi" bulunmamam çok gücüme gitti açıkçası. Bir de üstüne üstlük o "daha iyi" insan bulunana kadar işleri idare etmem için bana kontratımı 1-2 ay uzatma ihtimalinden bahsetmeleri kendimi iyice kullanılmış hissettirdi. Her işte bir hayır olduğuna, ilk başta kötü görünen şeylerin aslında insanı sonunda güzel şeyler bekleyen yollara yönlendirdiğine kesinlikle inanıyorum; tek hazmedemediğim nokta profesyonel açıdan "eksik" gördüğüm birinin hakkımda bu kararı vermiş olması.
Kendisine karmadan öpücükler diliyorum.
Bir de üstüne geçen sene bu zamanlar çok fena aşık olduğum eski sevgilimin beni Facebook'tan sildiğini fark ettim bugün. Konuşmasam da, arkadaş kalma isteğim olmasa da asla yapmadığım, çocukça bulduğum bir harekettir listeden eski sevgili, eski en yakın arkadaş vs silmek. Zamanında o kadar değer vermiş olduğum bir insanı hayatımdan tamamen çıkarmak istemem ben, o yüzden anlayamıyorum.
Bugün kötü bir gün.
Tuesday, 13 August 2013
sweet bird of youth
Dün akşam Tennessee Williams oyunu Sweet Bird of Youth'u izledim. Başrolde Sex and the City'de sevdiğim tek karakter olan Samantha'yı canlandıran Kim Cattrall vardı. En önde oturuyordum ve oyun boyunca Kim Cattrall en fazla yarım metre uzağımdaydı - oyunda ele alınan yitip gitmekte olan gençliğe duyulan özlem konusuna paralel olarak 56 yaşında olan Kim Cattrall'ın cildinde en ufak bir yaşlanma belirtisi olmaması dikkatimi çekti. Botoks ifadesizliği de yoktu yüzünde. Sırrı nedir bilmek istiyorum.
Yaşlanmak demişken, geçen ay 24 olduğumdan beri "Aman Tanrım, yaşlanıyorum" endişesi taşımaya başladım. Zaman o kadar hızlı geçiyor ki, günün birinde geçmişe bakıp hayatımı yeterince dolu yaşamamış olduğumu düşünmekten korkuyorum. Öte yandan bütün hafta sabah akşam çalışıp hafta sonu olunca kendime gelecek zamanı ancak bulabilirken nasıl hayat dolu dolu yaşanabilir diye düşünmüyor da değilim.
Daha şimdiden bu ruh halindeysem yakın gelecekte ilk kırışıklığımı ya da ilk beyaz saç telimi gördüğümde ayna karşısında bayılıp gideceğim herhalde.
Çok uzun süre single kalmaktan kafam düşüne düşüne içinden çıkılmayacak şeylere takılıyor.
Yaşlanmak demişken, geçen ay 24 olduğumdan beri "Aman Tanrım, yaşlanıyorum" endişesi taşımaya başladım. Zaman o kadar hızlı geçiyor ki, günün birinde geçmişe bakıp hayatımı yeterince dolu yaşamamış olduğumu düşünmekten korkuyorum. Öte yandan bütün hafta sabah akşam çalışıp hafta sonu olunca kendime gelecek zamanı ancak bulabilirken nasıl hayat dolu dolu yaşanabilir diye düşünmüyor da değilim.
Daha şimdiden bu ruh halindeysem yakın gelecekte ilk kırışıklığımı ya da ilk beyaz saç telimi gördüğümde ayna karşısında bayılıp gideceğim herhalde.
Çok uzun süre single kalmaktan kafam düşüne düşüne içinden çıkılmayacak şeylere takılıyor.
Wednesday, 7 August 2013
taking steps is easy, standing still is hard
Cumartesi günü arkadaşlarımla Brighton'a gittik. Sabahın sekiz buçuğunda evden çıkıp gece bir buçukta eve döndüğüm uzuuun bir gündü.
Senelerdir gitmek istediğim, Avrupa'nın en büyük Pride organizasyonlarından biri diye bilinen Brighton Pride'ın yürüyüşü Londra'dakine kıyasla çok daha soluktu, hepimiz hayal kırıklığına uğradık. Ama yürüyüşten sonra Preston Park'ta düzenlenen etkinlik süperdi. Koca bir parkta on binlerce LGBT insan, bütün gün aralıksız canlı müzik ve DJ olan 6-7 farklı çadır, lunapark, güneşin altında çimlere uzanmak... Mükemmeldi.
Parktan sonra Brighton'ın (bildiğim kadarıyla) kadınlara özel olan yegane gay pub'ının önünde mangal ve sokak partisi vardı, oraya gittik. Kalabalık arasında içkimi yudumlarken uzakta biriyle göz göze geldim. Ben tuvalete gittim, önümde 10 kişilik falan sıra vardı. O sırada bu bakıştığım kadın geldi ve arkamda durmaya başladı. Ama durmak dediğim, yapışacak, o kadar yakın duruyor. Neyse, ben cesaretimi toplayıp kadına iki kelime laf edemeden sıra bana geldi ve çıktıktan sonra da trenimizi yakalamak için partiden ayrılmak zorunda kaldık.
Düşünüyorum da, böyle gay ortamlarda birileriyle bütün gece bakışıp durduğum, ama dibime bile gelseler korkudan donup kaldığım, sonra da bir şey yapmadan eve gittiğim için pişman olduğum çok oluyor bu aralar. Kadınlar nedense genelde hoşlandıkları insana dik dik bakıp duruyor ve ilk adımı atmıyorlar, baktıkları insan da bir şeyine sinir oldu diye mi bakıyor, beğendi diye mi bakıyor anlamıyor. Biri çok bariz flört etmedikçe jetonu düşmeyen biri olarak ben hiç anlayamıyorum, bir de üstüne genel olarak tanımadığı insanla muhabbete giremeyen yapım eklenince ortaya fena bir durum çıkıyor. Bunun üstesinden gelebilmek istiyorum, önerilere açığım.
**
Tanıdığım herkesin bahsedip durduğu yeni Netflix dizisi Orange is the New Black'i izlemeye Pazar günü sonunda başladım. Evde olduğum ve uyumadığım her dakikamı OITNB izleyerek geçirdim ve 1. sezonu bugün bitirdim. Uzun zamandır beni bu kadar saran, kalbimde kendine bu kadar yer bulan bir dizi olmamıştı. Bunda uzun boy, koyu renk saç ve kalın ses üçlemesiyle hayatımın kadını idealine cuk oturan Alex'in de rolü olabilir.
Mutlaka izleyin.
**
"Come be my little spoon"
Senelerdir gitmek istediğim, Avrupa'nın en büyük Pride organizasyonlarından biri diye bilinen Brighton Pride'ın yürüyüşü Londra'dakine kıyasla çok daha soluktu, hepimiz hayal kırıklığına uğradık. Ama yürüyüşten sonra Preston Park'ta düzenlenen etkinlik süperdi. Koca bir parkta on binlerce LGBT insan, bütün gün aralıksız canlı müzik ve DJ olan 6-7 farklı çadır, lunapark, güneşin altında çimlere uzanmak... Mükemmeldi.
Parktan sonra Brighton'ın (bildiğim kadarıyla) kadınlara özel olan yegane gay pub'ının önünde mangal ve sokak partisi vardı, oraya gittik. Kalabalık arasında içkimi yudumlarken uzakta biriyle göz göze geldim. Ben tuvalete gittim, önümde 10 kişilik falan sıra vardı. O sırada bu bakıştığım kadın geldi ve arkamda durmaya başladı. Ama durmak dediğim, yapışacak, o kadar yakın duruyor. Neyse, ben cesaretimi toplayıp kadına iki kelime laf edemeden sıra bana geldi ve çıktıktan sonra da trenimizi yakalamak için partiden ayrılmak zorunda kaldık.
Düşünüyorum da, böyle gay ortamlarda birileriyle bütün gece bakışıp durduğum, ama dibime bile gelseler korkudan donup kaldığım, sonra da bir şey yapmadan eve gittiğim için pişman olduğum çok oluyor bu aralar. Kadınlar nedense genelde hoşlandıkları insana dik dik bakıp duruyor ve ilk adımı atmıyorlar, baktıkları insan da bir şeyine sinir oldu diye mi bakıyor, beğendi diye mi bakıyor anlamıyor. Biri çok bariz flört etmedikçe jetonu düşmeyen biri olarak ben hiç anlayamıyorum, bir de üstüne genel olarak tanımadığı insanla muhabbete giremeyen yapım eklenince ortaya fena bir durum çıkıyor. Bunun üstesinden gelebilmek istiyorum, önerilere açığım.
**
Tanıdığım herkesin bahsedip durduğu yeni Netflix dizisi Orange is the New Black'i izlemeye Pazar günü sonunda başladım. Evde olduğum ve uyumadığım her dakikamı OITNB izleyerek geçirdim ve 1. sezonu bugün bitirdim. Uzun zamandır beni bu kadar saran, kalbimde kendine bu kadar yer bulan bir dizi olmamıştı. Bunda uzun boy, koyu renk saç ve kalın ses üçlemesiyle hayatımın kadını idealine cuk oturan Alex'in de rolü olabilir.
Mutlaka izleyin.
**
"Come be my little spoon"
Tuesday, 23 July 2013
if only tonight we could sleep
The Conjuring adlı lanet filmi izleyeli bir hafta oldu, hala doğru düzgün uyuyamıyorum. Normalde çok sık kabus gören biri değilimdir ama günlerdir gecenin bir yarısı kalbim ağzımdan dışarı fırlayacak şekilde hızlı atarak ve çok korkmuş bir şekilde uyanıyorum. Rüyamda bu kadar korkacak ne gördüğümü hatırlamıyorum, ama geçen gece korkudan yatağımın ortasında oturup öyle kalakaldım, bir süre sonra kalkıp ışığı açabilecek cesareti kendimde bulduktan ve evi kontrol ettikten sonra ancak tekrar uyuyabildim.
Hem bunlar, hem de iş güç derken dün o kadar yorulmuşum ki, bütün gece aralıksız uyudum. Bugün ofiste herkes dün geceki fırtınadan ve gökgürültüsü sesinden uyuyamadıklarından bahsediyordu, son derece ironik bir şekilde ben o kadar şamatayı duymamışım bile, öyle derin bir uyku.
Bu akşam kendime güzel bir uyku diliyorum.
Hem bunlar, hem de iş güç derken dün o kadar yorulmuşum ki, bütün gece aralıksız uyudum. Bugün ofiste herkes dün geceki fırtınadan ve gökgürültüsü sesinden uyuyamadıklarından bahsediyordu, son derece ironik bir şekilde ben o kadar şamatayı duymamışım bile, öyle derin bir uyku.
Bu akşam kendime güzel bir uyku diliyorum.
Friday, 19 July 2013
can you find me space inside your bleeding heart
Bu sinema ve müzik ağırlıklı bir post olacak.
Pazartesi günü The Conjuring diye bir filmin ön gösterimine gittim. Dandik bir korku filmi bekliyordum; en azından bedava patlamış mısır ve bira var diye düşünüyordum.
Daha 6-7 yaşındayken gecenin bir yarısı uyanarak Elm Sokağı filmleri izleyen bir insan olarak korku filmlerinden uykusu kaçan biri değilimdir. Şu ana kadar The Entity'i saymazsak beni ciddi dehşete düşüren, izlediğim sıradaki ses efektlerinin de etkisiyle bir iki ürpermeden öte beni etkileyen bir film olmamıştı diyebilirim ("gerçek" gösterilen her şeyin sahte olduğu ortaya çıkana kadar The Fourth Kind'ı da bu kategoriye sokuyordum).
Yalnız yaşamanın etkisiyle mi bilmiyorum ama The Conjuring beni gerçek anlamda korkutmayı başardı. Denk gelirseniz izleyin.
**
Dün de Sandra Bullock ve Melissa McCarthy'li The Heat'in ön gösterimi vardı. Zaman zaman klişe tuzağına düşse de gülmekten yerlere düştüm, bu sene izlediğim en komik filmdi. Mutlaka denk gelin.
**
Birazdan This is the End izleyeceğim. IMDB reytingini ve çok zor film beğenen bir arkadaşımın "Aman Tanrım süper" şeklindeki yorumunu gördükten sonra bu filmi izlemek için sabırsızlanıyorum.
Pazar günü de fazla akşamdan kalma olmazsam Pacific Rim ve The Bling Ring izlemeyi planlıyorum. Haftada beş kez sinemaya gitmek festival dönemi dışı kişisel rekorum olabilir.
**
Salı günü "away day"imiz vardı. İlk kez İngiltere'de rastladığım away day kavramı birlikte çalışan herkesin her yıl bir günlüğüne işi gücü bırakıp ofis dışında eğlenceli bir şeyler yapması oluyor.
Away day'imize sabah okçuluk dersine giderek başladık. Dersin sonunda yapılan yarışmada 12 kişi içinde sonuncu gelerek beceremediğim şeyler listesine bir şey daha eklemiş oldum.
Okçuluktan sonra Hampstead Heath'te piknik yaptık. Londra'da son yedi yılın en sıcak yazının en sıcak gününü yaşıyor olmamız sebebiyle (31 derece) piknik sonrası herkes mayıştı, yapmayı planladığımız "scavenger hunt"ı boş vererek kendimizi en yakın pub'a attık. Masaya ardı ardına Pimm's sürahileri geldiği sırada bir baktık ki önümüzden Ricky Gervais geçiyor. Normalde böyle sağda solda ünlü gören biri değilimdir, hiç bana denk gelmez, o yüzden mutlu oldum.
**
Çoook yıllardır dinlemediğim şu iki şarkı bugün aklımda.
İkisi de mükemmel.
**
Yarın doğumgünüm. 10 yaşıma Amerika yaz okulu dönüşü uçakta girdiğim günü saymazsak (günün sonunda ailemi görebilmiştim) geçen sene ailemden uzak doğumgünümü kutladığım ilk yıldı, sevgilimle Belçika'ya gidip orada kutlamıştık. Bu sene sevgilim yok, Londra'dayım, buradaki en yakın iki arkadaşımla Sonique'in DJ'lik yaptığı bir gay partide kutlayacağım. Ailemin yanında olamadığım ve günün büyük kısmını yalnız geçireceğim için hafif depresif bir moddayım. Bari akşam güzel geçer umarım.
Bu da Sonique için gelsin.
Pazartesi günü The Conjuring diye bir filmin ön gösterimine gittim. Dandik bir korku filmi bekliyordum; en azından bedava patlamış mısır ve bira var diye düşünüyordum.
Daha 6-7 yaşındayken gecenin bir yarısı uyanarak Elm Sokağı filmleri izleyen bir insan olarak korku filmlerinden uykusu kaçan biri değilimdir. Şu ana kadar The Entity'i saymazsak beni ciddi dehşete düşüren, izlediğim sıradaki ses efektlerinin de etkisiyle bir iki ürpermeden öte beni etkileyen bir film olmamıştı diyebilirim ("gerçek" gösterilen her şeyin sahte olduğu ortaya çıkana kadar The Fourth Kind'ı da bu kategoriye sokuyordum).
Yalnız yaşamanın etkisiyle mi bilmiyorum ama The Conjuring beni gerçek anlamda korkutmayı başardı. Denk gelirseniz izleyin.
**
Dün de Sandra Bullock ve Melissa McCarthy'li The Heat'in ön gösterimi vardı. Zaman zaman klişe tuzağına düşse de gülmekten yerlere düştüm, bu sene izlediğim en komik filmdi. Mutlaka denk gelin.
**
Birazdan This is the End izleyeceğim. IMDB reytingini ve çok zor film beğenen bir arkadaşımın "Aman Tanrım süper" şeklindeki yorumunu gördükten sonra bu filmi izlemek için sabırsızlanıyorum.
Pazar günü de fazla akşamdan kalma olmazsam Pacific Rim ve The Bling Ring izlemeyi planlıyorum. Haftada beş kez sinemaya gitmek festival dönemi dışı kişisel rekorum olabilir.
**
Salı günü "away day"imiz vardı. İlk kez İngiltere'de rastladığım away day kavramı birlikte çalışan herkesin her yıl bir günlüğüne işi gücü bırakıp ofis dışında eğlenceli bir şeyler yapması oluyor.
Away day'imize sabah okçuluk dersine giderek başladık. Dersin sonunda yapılan yarışmada 12 kişi içinde sonuncu gelerek beceremediğim şeyler listesine bir şey daha eklemiş oldum.
Okçuluktan sonra Hampstead Heath'te piknik yaptık. Londra'da son yedi yılın en sıcak yazının en sıcak gününü yaşıyor olmamız sebebiyle (31 derece) piknik sonrası herkes mayıştı, yapmayı planladığımız "scavenger hunt"ı boş vererek kendimizi en yakın pub'a attık. Masaya ardı ardına Pimm's sürahileri geldiği sırada bir baktık ki önümüzden Ricky Gervais geçiyor. Normalde böyle sağda solda ünlü gören biri değilimdir, hiç bana denk gelmez, o yüzden mutlu oldum.
**
Çoook yıllardır dinlemediğim şu iki şarkı bugün aklımda.
İkisi de mükemmel.
**
Yarın doğumgünüm. 10 yaşıma Amerika yaz okulu dönüşü uçakta girdiğim günü saymazsak (günün sonunda ailemi görebilmiştim) geçen sene ailemden uzak doğumgünümü kutladığım ilk yıldı, sevgilimle Belçika'ya gidip orada kutlamıştık. Bu sene sevgilim yok, Londra'dayım, buradaki en yakın iki arkadaşımla Sonique'in DJ'lik yaptığı bir gay partide kutlayacağım. Ailemin yanında olamadığım ve günün büyük kısmını yalnız geçireceğim için hafif depresif bir moddayım. Bari akşam güzel geçer umarım.
Bu da Sonique için gelsin.
Subscribe to:
Posts (Atom)