Tuesday, 10 April 2012

i want to be the clay in your hands

15-16 yaşından beri dinlemediğim şarkılardan oluşan en emo playlist'imi arşivimin tozlu köşelerinden çıkarıp sabahtan akşama dinler oldum bugünlerde. Türkçe'ye çevrilse arabesk ötesi olacak olan o acıklı, duygu seli kıvamındaki şarkı sözlerini tüm ruhumda hissediyorum. Emo neden sadece ergenlere hitap eden bir şey değil, o sözleri nasıl 30 küsür yaşında koskoca adamlar yazıyor anlayabiliyorum artık. Aşk böyle bir şey.

Üyesi olduğum forumların birinde birilerinin 2009 tarihli evlilik fotoğraflarına denk geldim dün. Daha sonra evlenmelerinden 5 ay sonra taraflardan birinin eşinin en yakın arkadaşıyla birlikte olmaya başladığını ve bu yüzden ayrıldıklarını öğrendim. Aldatılan tarafın "Filmlerin, kitapların, şarkıların bizi var olduğuna inandırmak istediği o masalsı, mutlu sonla biten aşk aslında yok" yazdığı bir post'u okudum. Birkaç hafta önce olsa kendisine tüm kalbimle katılırdım. Ama şu anda demek istiyorum ki, "Yanılıyorsun."

Ergenliğim sona erdiğinden beri öyle bir aşkın olmayabileceğine ya da benim o kadar korkusuzca onu hissetme yeteneğim olmadığına inanmaya başlamıştım. Ne ona yakın bir şeyler hissetmiştim, ne de çevremde öyle bir aşk görmüştüm. Kıskançlıkla ya da sahiplenmeyle en ufak bir alakası olmayan; tamamen saf olan bir aşk. Karşınızdaki insana konuşmasına ihtiyaç duymayacağınız kadar, ne kadar klişe gibi görünse de bakışlarınızla anlaştığınız kadar bağlı olduğunuz, bir ay sonra bile istisnasız her görüşünüzde ilk kez gördüğünüz andaki gibi midenizde kelebeklerin uçuştuğu, dudaklarından hafifçe öperken bile içinizin heyecandan taklalar attığı, yüzüne her baktığınızda "O kadar güzelsin ki" diye düşündüğünüz, hayatınızın abartısız her anını ele geçiren ve sizi başka şey düşünemez hale getiren bir aşk gerçekten var. O yüzden, evet, sen, yanılıyorsun.

Bir insanla en ufak bir utanç ya da korku duymadan en sevdiğiniz reality şovlardan mum ışığında yemeklere, cinselliğinizin en karanlık köşelerinden çocukluğunuzun unutulmuş anılarına kadar *her şeyi* paylaşabilmek ne kadar güzel bir şey anlatamam. Şahsen bir kadeh Gewürztraminer ve Mineral-Gloria eşliğinde şu post'u yazdığım sırada mutluluktan kendimden geçer haldeyim. Böyle bir şeyi hak etmek için ne yaptım bilmiyorum, ama hayatımın bu kadar erken bir döneminde karşıma son derece emin bir şekilde ruh eşlerimden biri diyebileceğim bir insan çıktığı için çok şanslı ve kutsanmış hissediyorum.

İçim dışarı fışkırmak istiyor şu anda, o kadar çok şey hissediyorum desem, would it make sense?




Glory is a silent thing.

Friday, 6 April 2012

oh how deep is your love



Paskalya tatili yüzünden postaneler kapalı olduğu ve satıcının 15 pound gönderi ücreti istemesine sinir olduğum için dün eBay'de kazandığım Marc by Marc Jacobs Quinn'i almaya gittim bugün. Asıl fiyatı £338 olan kullanılmamış bir çantayı £69'a almanın ve elime geçmesi için yalnızca £2.60 metro gidiş dönüşü ödemiş olmanın sevinci içerisindeyim. Ancak korkarım ki dün güzel şeyler kapışılmasın diye o sample sale'e 1 saat erken gidip kapıda beklemek bünyeme iyi gelmedi. Geçen hafta t-shirt'le gezilesi, "Yaz geldi" dedirten bir hava vardı, bu hafta Londra'nın 2 saat kuzeyinde kar yağıyor. Dün benim götüm donarken herkes eldivenli falandı, o derece.

Boğazım ağrıyor, çok halsizim ve fena halde uyumak istiyorum. Bir de üstüne gayet hormonal, huysuz bir haldeyim.

D'yi ancak ailesinden bana zaman ayırabildiğinde görebilmek sinirime dokunmaya başladı. Başka biriyle birlikte olmasını kıskanmıyorum, ama o insan onu her gün görürken benim haftada 1-2 görebiliyor olmam içimde resentment benzeri hisler uyandırıyor. Benim olsun istemiyorum, sadece bana daha çok zaman ayırsın istiyorum. Kötü hissettiğimde yanıma gelebilsin, ilişkimiz önceden belirlenen günlerle sınırlı olmasın istiyorum. Çok şey mi istiyorum?

Thursday, 5 April 2012

the greatest peace i've ever known

Bugün çok bereketli bir gündü. Halston Heritage, Marc by Marc Jacobs, House of Holland, Antipodium, Sonia Rykiel gibi markaların eski sezon ürünlerini %70-90 arası indirimle satan bir sample sale vardı. Erkenden gidip sıraya girdiğime inanılmaz memnun oldum, aklınızın almayacağı fiyatlara süper şeyler satılıyordu.

150 pound'dan 10 pound'a düşen bu Antipodium Blissin Out Chicfaced yeleğe denk geldim. 10 pound! Antipodium favori markalarımdan, kumaşın deseni de çok hoşuma gitti, o yüzden bana 4 beden falan küçük olmasına rağmen yine de aldım. Yelek olarak içine sığabilmem mümkün değil, şifon olduğu için kesip fulara dönüştürmeyi planlıyorum.





Bir de House of Holland'ın 65 poundluk Kiss My Teeth t-shirt'üne denk geldim, 15 pound. Ve üstüme tam oldu. İnanılmaz mutlu oldum.



İndirimin başlamasını beklediğim sırada eBay'de takılıyordum. Marc by Marc Jacobs'un birkaç yıl önceki süper koyu pembesi Cranberry Field hep istediğim renklerden biriydi. Gayet yeni ve etiketli, Cranberry Field rengi bir Quinn'e teklif yaptım ve 69 pound gibi inanılmaz bir fiyata çanta benim oldu.



Evet, bugün güzel bir gün. Hem de Paskalya tatili falan.

Tuesday, 3 April 2012

when love is not madness, it is not love

Son yazdığımdan beri o kadar çok şey oldu ki...

Kronolojik değil, aklıma geliş sırasına göre gideyim.

Türkiye'de otomatik vites için ehliyet çıkıyormuş. Yıllardır düz vites kullanamadığı için ehliyet alamayan biri olarak bunu duyduğuma çok sevindim. Ancak yasa teklifinde gerekçe olarak "kadın ve yaşlı sürücülerin düz vitesle eğitim görmek zorunda bırakılmasının zaman zaman sıkıntı yaratması"nın gösterilmesi beni fena halde uyuz etti. Merhaba, seksizm.

Cumartesi günü Londra'da 80'lerden beri ilk kez eşcinsel kadınlar için bir yürüyüş düzenlendi, Dyke March adı altında. Ancak yürüyüşün adından başka hiçbir şeyi 'dyke' değildi. Hayatımda ilk kez böyle bir yürüyüşe katılma fırsatı yakaladığım için çok heyecanlı bir şekilde gittim yürüyüşün başladığı Soho Meydanı'na. Yürüyüşün Facebook sayfasında bazı insanların yaptığı yorumlar ve organizatörlerin verdikleri tepkiler beni organizatörlerin tam birer göt deliği oldukları konusunda ikna etmişti. Ama yine de 'dyke' kimliğini üç beş götü boklu insana bırakmayı reddederek katılmak istiyordum. Organizatörler en baştan "Ne olursan gel" türü bir politika izleyeceklerini söylemişlerdi, en başta uyuz olduğum şey buydu (Dünyanın hiçbir yerinde Dyke March'lara erkekler davet edilmiyor, Londra bu konuda bir ilke imza attı). Ve tanıdığım çoğu dyke buna uyuz olup gitmediğinden, gerçekten de meydanda toplanan kalabalığın çoğu erkeklerden oluşuyordu. Biz de katılmaktan vazgeçip BFI'a doğru yol aldık.

Madem adında dyke kelimesi geçen bir yürüyüş düzenliyorsunuz, bu yürüyüşte erkeklerin/heteroların/bilmem nelerin ne işi var? Erkeler/hetero kadınlar/diğer lezbiyen kimlikli olmayan kişiler neden illa her şeye maydanoz olmak ve böyle bir yürüyüşe dahil olmak ister? Organizatörler madem asıl lezbiyenleri kaçırma pahasına böyle salak bir politika uygulayarak Dyke March'ı bir LGBTQIAbıdıbıdıbıdı yürüyüşüne dönüştüreceklerdi, neden adını Queer March koymadılar? Çok gerizekalılar ve hepsini tokatlamak istiyorum. Size de edeyim, yürüyüşünüze de. Ne hakla eşcinsel kadınların kimliklerini bu şekilde çalarsınız? Göt zekalılar.

Aşık olma sürecim son hızla devam ediyor. Cuma hayatımın en ilginç anlarından birini yaşadım. Ben, sevgilim, sevgilimin eşi ve sevgilimin eşinin sevgilisi buluşup birlikte bir şeyler içtik. Sonra sevgilim ve ben bütün haftasonunu birlikte geçirdik. Baştan sona her dakikası mükemmeldi. Kelimelere dökemiyorum. Hayatımda hiç kimse için böyle hissetmedim. İlk kez birinin yanında tamamen kendim olabileceğimi, en salak hallerimi bile ona gösterebileceğimi hissediyorum. İlk kez günde milyon kere biriyle mesajlaşmazsam içim bir fena oluyor. İlk kez birini 2 gün göremeyecek olmak bile içimde ağlama isteği uyandırıyor. İlk kez *her* konuda benimle aynı frekansta olan, aklımdan geçenleri o anda onun da düşündüğünü bildiğim için söyleme gereği duymadığım biriyle birlikteyim. İlk kez biriyle Starbucks'ta oturup bir kahve içmek ya da bir süpermarket otoparkında müzik dinleyip konuşmak hayatımın en güzel anları kategorisine dahil oluyor. Deli gibi aşık olmak bu mu?

BFI Londra Lezbiyen ve Gay Film Festivali Pazar günü sona erdi. 10 gün boyunca 14 film izledim, yine de doyamadım, "Keşke bitmeseydi" diye üzülüyorum iki gündür. Binlerce eşcinsel ile aynı çatı altında olmak ve birlikte süper filmler izlemek gibisi yok.

Bu seneki favorim Cheryl Dunye'nin Mommy is Coming'iydi. Bir sürü tabuya değinen ve bunu çok eğlenceli bir şekilde yapan bir film. Denk gelirseniz tavsiye ederim.

Thursday, 29 March 2012

i only want one night, together in our arms

Bu aralar L ve D adlı iki insanla birlikte olduğumdan ve L'nin içimi baymaya başladığından, D'ye ise aşkımsı hisler beslemeye başladığımdan bahsetmiştim. D ile görüşmeye devam ettikçe başka şeye konsantre olamaz hale geldim, onunla olmadığım her anı onu düşünerek ve onunla yaptığımız şeyleri kafamda canlandırarak geçiriyorum. Evde oturduğu günlerde her gün bir kitap bitiren biri olarak son 2 haftadır kitap bile okumadım, okuyamıyorum. Dizi ya da film izleyeyim desem, olmuyor. Deniyorum, 2 dakika geçmeden aklım ona kayıyor. Dolayısıyla ben bu kadar obsesif hale gelmişken, L'yi görmeye devam etmemin imkanı yoktu. Başka biriyle tanıştığımı, aramızda birkaç gün içinde beklenmedik bir bağ oluştuğunu ve şu anda bu bağdan başka şeye konsantre olamadığımı söyledim. Doğru söyleyeni yedi köyden kovuyorlarmış gerçekten. Bu lafım üzerine L bana saydırmaya başladı. Sonra da kendini acındırıp bana kendimi kötü hissettirmeye çalıştı. Doğru kararı verdiğimden bir kez daha emin oldum.

Ve bu bahsettiğim 30 yaşında bir kadın. En son bir insan benden ayrıldı diye (2 haftadır çıktığım biri olduğundan bahsetmeyeyim bile) ona kendini suçlu hissettirmek için triplere girdiğim zaman 15-16 yaşındaydım. Yetişkin olarak hayatıma devam ettiğimden beri terk edilmek beni çok üzüyorsa, terk edildiğim olay mahallinden olabildiğince hızlı bir şekilde uzaklaşıp evde kendi kendime üzülmeyi tercih ediyorum. İki senelik sevgilim beni aylarca aldatıp bunu bir Facebook mesajıyla bana açıkladığında bile kendisine sadece "Peki, tamam o zaman"dan başka hiç bir tepkim olmadı. İstediğimiz olmuyor diye oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi başkalarına kendilerini kötü hissettirmeye çalışmak anlamsız bir şey.

LLGFF tüm hızıyla devam ediyor. Pazar izlediğim filmde geçen seneki festivalin en çok bahsettiğim filmi olan Too Much Pussy'nin oyuncularından biri de vardı. Filmdeki insanlardan birinin sevgilisiymiş. Dünya küçük.

Bugün 2 film izleyeceğim. Cumartesi önemli bir gün. Uzun uzun bahsedeceğim yarın.

Bugünlerde aklımda olan iki şarkı:


Sunday, 25 March 2012

katastrophe

BBC'nin düzenlediği müzik festivali Hackney Weekend'in biletleri bugün dağıtıldı. Biletler bedavaydı, ama almak için önceden kayıt olmak ve bugün sabah tükenmeden bir bilet kapmak gerekiyordu. Bir saatten fazla bir süre elim F5 tuşunda çöken sitenin kendine gelmesini bekledikten sonra sonunda Cumartesi gününe bilet almayı başardım. Böyle süper bir line-up, hem de bedavaya! Jessie J ve Lana Del Rey için Pazar gününe bilet almayı planlamıştım (iki güne birden alınmıyor), ama Cumartesi'nin line-up'ı daha ağır bastı gözümde.



Bu yıl 27. kez düzenlenen London Lesbian and Gay Film Festival Cuma günü başladı. İlk filmim olan Kiss Me'ye (Kyss Mig) dün gittim (çok eğlenceliydi, tavsiye ederim). Sağdan soldan tanıdığım bir sürü insan oradaydı, ağzına kadar dolu olan 300 kişilik salonda Goldsmiths'deki hocalarımdan biri de dahil olmak üzere birbirinden alakasız onlarca tanıdıkla karşılaştım. Bu hafta 7 filme daha gideceğim. LLGFF dönemi benim için yılın en sevdiğim zamanı kesinlikle. Başka yerde karşıma çıkmayacak birbirinden süper filmler izlemeye ve o filmleri yaratan insanlarla tanışmaya bayılıyorum. Ve Londra'da yaşayıp gay olmasına rağmen bu festivalden tamamen bihaber olan ya da gitmek için en ufak bir istek duymayan bir sürü insanla karşılaştım bu ara. "What the hell is wrong with you??" demek istiyorum kendilerine. İnsan nasıl bu kadar ilgisiz olabilir? Ya da nasıl bu kadar dünyadan habersiz olur? İlginç.

Saturday, 24 March 2012

i want to fucking tear you apart

Bir önceki post'umda bahsettiğim D insanıylaydık dün akşam. Akşam 7 gibi buluştuk, Alexandra Palace'ta arabayı park edip süper bir Londra gece manzarasına tepeden bakarak oturduk saatlerce. Bana benim sevdiğim müzikleri dinlemek istediğini söyledi, iPod'umu arabanın hoparlörlerine bağladık. Birkaç gün önceki bir emailimde Şili beyaz şaraplarını çok sevdiğimi söylediğim için soğuk kalsın diye evden çıkmadan buzlukta soğuttuğu bir şişe şarap getirmişti. "Senin hakkındaki her şeyi bilmek istiyorum" dedi, bütün akşam hayatımın ufak tefek detaylarını anlattım. Sonra o anlattı. Geceyarısına doğru Alexandra Palace'ın otoparkı kapanıyordu, en yakındaki 24 saat açık olan Tesco'ya gittik. Otoparkın en ücra yerine park ettik; müzik dinledik, konuştuk, dudaklarımız şişene kadar öpüştük, birbirimize sarıldık. Hayatımın en güzel gecelerinden biriydi. Beni eve bıraktığında saat 4'e geliyordu*. Eve geldiğim gibi yattım, geceyi kafamda tekrar canlandırarak uykuya daldım. Sabah hüzünlü bir ruh haliyle uyandım. Mutlu olmam gerekirken neden depresif olduğumu sordum kendime. O anda kafamda "Ben bu insana aşık oluyorum" gibi bir altyazı belirdi. O kadar güzel bir gecenin geçmişte kalmış olmasının o yüzden içimde bu kadar nostalji yarattığını, D'nin ailesini her zaman benim önüme koyacağına dair bir korku taşıdığımı ve üzülmekten korktuğumu fark ettim. Niye böyle düşündüm bilmiyorum, bana kesinlikle daha az önemliymişim gibi hissettirmiyor çünkü. Aksine, benimle olabildiğince çok zaman geçirebilmek için elinden geleni yapıyor.

Tam ben şu satırları yazarken inanılmaz derecede kalp hoplatıcı bir mesaj geldi mesela.

Aşık olamayan biri olduğumu, hiç aşık olamamaktansa aşık olup sonunda üzülmeyi tercih edeceğimi yazmıştım bir ara. Bu düşüncemin arkasında durmaya ve o riski alıp neler olacağını görmeye karar verdim.

Hadi bakalım.

* Bilmem kaç senedir çılgın eğlense bile gece 12, hadi bilemedin 1'de eve dönen ve yıllardır uyku saati 1'i geçmeyen biriyim diyeyim, siz anlayın.

Wednesday, 21 March 2012

heaven is a place on earth with you

Bu aralar 'dating' modunda görüştüğüm iki insan var. Birisi bana günde 300 tane mesaj atan, bir yere gittiğimizde bana hesap ödetmemek konusunda çılgın ısrar eden, sürekli minik sürprizler yapacak kadar düşünceli olan, beni istediğim her yere götüren, beni görmek için her türlü şeyi yapmaya hazır olan, her fırsatta bana dokunmak isteyen biri. Ona L diyelim. Diğeri bilmem kaç yıldır birlikte olduğu ve aynı evi/çocuğu paylaştığı bir partneri olan, bu yüzden en fazla haftada bir kez görebildiğim, her canım istediğinde ulaşmamın mümkün olmadığı, hayatında asla ilk sırada yer almayacağım ve duygusal jestler açısından diğer bahsettiğim insanın tamamen zıttı olan biri. Ona da D diyelim.

L gittikçe duygusala bağladıkça ben ondan soğuyorum. Beni şımartan, inanılmaz düşünceli olan, bir masada karşı karşıya oturduğumuzda hisli hisli gözlerimin içine bakan insan modelini neden bu kadar itici buluyorum bilmiyorum. Ama ilgi duyduğum birisi o davranış biçimini sergilemeye başladığı an tüm ilgimi kaybediyorum.

Öte yandan, D'den bahsedersek, lisedeyken sevdiğim bir arkadaşımın sevgilisiyle birlikte olduğum zamandan beri biri beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Muhtemelen o zamandan beri ciddi ve uzun süreli bir ilişki içinde olan biriyle birlikte olma fırsatıyla karşılaşmadığım için. Karşımdaki insanın aşık olduğu biriyle birlikte olmasına rağmen bana karşı bir şeyler hissetmeye başlaması beni acayip bir şekilde cezbediyor, bugün fark ettiğim kadarıyla (şu anda içinde bulunduğum durumda kimse kimseyi aldatmıyor, yanlış anlaşılmasın).

D'nin eş-iş-çocuk üçgeni içinde olması sebebiyle çok sık görüşemiyoruz dediğim gibi. Bütün gün birbirimize "Seni deliler gibi özlüyorum" temalı emailler atıyoruz. Onu asla tam olarak elde edemeyecek olmaktan mı ne, gerçekten özlüyorum. O özlem hislerimi yoğunlaştırıyor. Her gün görsem belki sıkılacağım bir insanı ilk date'imizden beri göremediğim için o gece hissettiğim 'spark'ı olduğundan daha güçlüymüş gibi hatırlıyor olabilirim. Bilmiyorum. Tek bildiğim 4 yıldır ilk kez gerçekten kalbimi kırabilecek biriyle karşılaştığım.

Gerçekten de kaçan kovalanıyor ve üstüme gelen bende kaçma isteği uyandırıyor.

Sunday, 18 March 2012

i predict a riot

Bu haftam tamamen bir date'ten diğerine koşturarak geçti. Pazartesi ve salı biriyle buluştuğumdan bahsetmiştim. Her iki akşam da süperdi. Çarşamba gününü evde deşarj olarak geçirdikten sonra perşembe başka biriyle buluştum. Haber vermeden 10 dakika falan geç kaldığı yetmezmiş gibi, özür bile dilemedi. Enerji/mizaç/whatever olarak hiç uyuşmadık, dış görünüşü de bende en ufak bir elektrik yaratmadı. Göğüslerinin neredeyse yemek yediğimiz masaya fışkıracağı derecede dekolte bir üst ve bu kış havasında acayip kaçacak derecede mini bir şort giymişti. Yanımızdan her geçen bize bakıyordu, o derece. Rahatsız ediciydi. Sonra da erkek arkadaşı olduğundan, normalde erkeklerle görüştüğünden ve benim buluştuğu ilk kız olduğumdan bahsetti. Biseksüel olmasına rağmen LGBT komünitesiyle en ufak bir bağının olmadığını söyledi. Biseksüel kadınlara karşı hiçbir garezim olmamasına rağmen çoğunlukla erkeklerle birlikte olan ve kadınlara ara sıra değişiklik olsun diye denedikleri bir tat gözüyle bakan kadınları çok itici buluyorum. Özellikle dyke kimliğinin modası geçmiş bir kavram haline geldiği, queer/"heteroflexible"/"homoflexible"/panseksüel/bilmem ne olmanın cool sayıldığı Londra ortamında eşcinselliğin siyasi boyutuyla hiçbir alakası olmayan tipler beni çileden çıkarıyor. Apolitik olmayı marifet sayan, LGBT toplumu anlayışı olmayan, Londra gibi bir yerde yaşamasına rağmen arkadaş çevresi ve gittiği mekanların tümü hetero olan, eşcinsel kültürünün temel taşı sayılan filmlerden/dergilerden/kitaplardan/sitelerden tamamen bihaber olan insanlara sinir oluyorum.

Neyse, bahsettiğim tüm bu sebeplerden dolayı başağrısı bahanesiyle kalkıp başka bir yere gittim. Cuma günü pazartesi ve salı görüştüm dediğim kızla Imperial War Museum'a gittik. Orada yeterince moralimizi bozduktan sonra (hayvani bir Yahudi Soykırımı sergileri var) Thames kıyısındaki Las Iguanas'ta caipirinha eşliğinde nachos ve burrito yedik. Sonra da BFI'ın barında biraz oturduk. 10'a doğru eve geldim. Güzel bir gündü.

Cumartesi feminist seminer vardı bir tane, ona gittim. İlginçti. Sonra başka biriyle buluşmak üzere Soho'ya gittim (bir önceki post'umda bahsettiğim çiftin yarısı). St.Patrick's Day yüzünden barların hepsi tıka basa doluydu, daha saat 6 olmasına rağmen insanlar sokaklara taşarak Guinness içiyordu. Oturacak yer bulmak için 10 tane falan bar gezmek zorunda kaldık. En sonunda Londra'nın gay sokağı olan Old Compton Street'te bir barın bodrum katında boş bir masa bulabildik. Mekanda bizden başka kadın yoktu, herkes "Yanlış mı geldiniz" modunda bakıyordu. Bas bas bağıran müziğe ve çevremizi saran erkek ordusuna rağmen bar kapanana kadar orada oturduk, konuştuk, karakter olarak ne kadar benzer olduğumuz konusunda hayrete düştük. Oxford Circus metro istasyonunun ortasında ilk kez öpüştük. Eve döndüm.

Yıllardır doğru düzgün öpüşen biriyle karşılaşmadıktan sonra aynı hafta içinde süper öpüşen iki insana denk gelince mutlu oldum. Güzel öpüşmenin sırrı kesinlikle 1-sürekli sakız çiğnemek, 2-dilin dozunu kaçırmamak, 3-acele etmemek, tadını çıkarmak. Uzun zamandır bunlara dikkat eden biri karşıma çıkmıyordu, karşımdaki insan kötü öpüşünce ben de kötü öpüşmek zorunda kalıyordum. Sevindim.

Wednesday, 14 March 2012

pick another stranger and fall in love

Manchester öncesi birisi netten bana mesaj atmıştı. O günden beri de sürekli (and I do mean sürekli) telefonda mesajlaşıyorduk. Normalde havadan sudan konularda mesajlaşmaktan ya da günde 50 kere atılan canımlı cicimli mesajlardan fazlasıyla nefret ederim; ama nedense bu insanla sürekli iletişim içinde olma ihtiyacı hissediyorum. Pazartesi akşamı ilk kez görüştük. Alakasız dünyaların insanları olmamıza rağmen ilk andan itibaren süper anlaştık. Normalde yeni insanlara ne diyeceğimi bilemem, gerilirim, ağzımdan çıkacak her cümleyi kafamda önce 2-3 kere düşünürüm. Bu kızla hiç öyle değil. Ağzıma geleni söylüyor ve aptal/komik görüneceğim diye en ufak bir kaygı hissetmiyorum. O da aynı şekilde. O yüzden hiç acayip sessizliklerin ya da garip "Oha, bunu dediğine inanamıyorum" türü anların olmadığı süper rahat bir yemek yedik. Sonra kokteyl içmeye gittik. Hayatımda ilk kez gece bitsin istemedim, yürümekten nefret eden biri olarak "Hadi çıkıp nehir kenarında yürüyelim" dedim. Gecenin bir yarısı London Eye'ın altında Big Ben manzaralı bir bank bulup oturduk. Saatlerce saçma sapan şeylerden bahsettik. Çok, çok, çok güzeldi.

.

Dün de bütün akşam birlikteydik, inanılmaz eğlendim. Londra'ya Léon açılmış, orada midye yedik. Sonra da De Hems diye bir Hollanda barına gittik. Sevdiğim biraların çoğu vardı, çok mutlu oldum.





Öte yandan, görüştüğüm bir çift vardı. Biriyle çok iyi anlaşıyoruz, ama birkaç saçma davranışına denk geldikten sonra diğerinden soğumaya başladım. Garip, sahiplenici ve kontrol edici tavırlar içine girmeye başladı. Ve bu davranışlarından rahatsız olduğumu söylediğimde beni manipüle/sinir etmek adına mesajlarıma ertesi gün falan cevap veriyor. Cezalandırır gibi. Böyle manipülatif davranışlara hiç gelemiyorum kesinlikle. Özellikle de birden fazla insanın dahil olduğu ilişkilerde bu tür drama kraliçesi modu davranışlara hiç yer yok. Ve tahmin ediyorum ki, biriyle olan ilişkimi kesersem, diğeriyle de kesmek zorunda kalacağım. Buna kısmen canım sıkılıyor. Bir yandan da rahatlayacağımı hissediyorum. Bir tane demanding insan bile bana fazla gelirken, son 1 haftam sürekli bana mesaj atan 3 insanla geçti. Hayatımda kendime ait hiç yer kalmamış, zamanımın çoğu başkalarına ait hale gelmiş gibi hissediyorum. Bu bahsettiğim çift çok fazla zamanımı talep eder hale geldi. Daralıyorum. Bu çok eşlilik muhabbeti sandığımdan daha zor. Ya da bazı insanlar genel olarak zor. Bilemiyorum.