Thursday, 29 March 2012

i only want one night, together in our arms

Bu aralar L ve D adlı iki insanla birlikte olduğumdan ve L'nin içimi baymaya başladığından, D'ye ise aşkımsı hisler beslemeye başladığımdan bahsetmiştim. D ile görüşmeye devam ettikçe başka şeye konsantre olamaz hale geldim, onunla olmadığım her anı onu düşünerek ve onunla yaptığımız şeyleri kafamda canlandırarak geçiriyorum. Evde oturduğu günlerde her gün bir kitap bitiren biri olarak son 2 haftadır kitap bile okumadım, okuyamıyorum. Dizi ya da film izleyeyim desem, olmuyor. Deniyorum, 2 dakika geçmeden aklım ona kayıyor. Dolayısıyla ben bu kadar obsesif hale gelmişken, L'yi görmeye devam etmemin imkanı yoktu. Başka biriyle tanıştığımı, aramızda birkaç gün içinde beklenmedik bir bağ oluştuğunu ve şu anda bu bağdan başka şeye konsantre olamadığımı söyledim. Doğru söyleyeni yedi köyden kovuyorlarmış gerçekten. Bu lafım üzerine L bana saydırmaya başladı. Sonra da kendini acındırıp bana kendimi kötü hissettirmeye çalıştı. Doğru kararı verdiğimden bir kez daha emin oldum.

Ve bu bahsettiğim 30 yaşında bir kadın. En son bir insan benden ayrıldı diye (2 haftadır çıktığım biri olduğundan bahsetmeyeyim bile) ona kendini suçlu hissettirmek için triplere girdiğim zaman 15-16 yaşındaydım. Yetişkin olarak hayatıma devam ettiğimden beri terk edilmek beni çok üzüyorsa, terk edildiğim olay mahallinden olabildiğince hızlı bir şekilde uzaklaşıp evde kendi kendime üzülmeyi tercih ediyorum. İki senelik sevgilim beni aylarca aldatıp bunu bir Facebook mesajıyla bana açıkladığında bile kendisine sadece "Peki, tamam o zaman"dan başka hiç bir tepkim olmadı. İstediğimiz olmuyor diye oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi başkalarına kendilerini kötü hissettirmeye çalışmak anlamsız bir şey.

LLGFF tüm hızıyla devam ediyor. Pazar izlediğim filmde geçen seneki festivalin en çok bahsettiğim filmi olan Too Much Pussy'nin oyuncularından biri de vardı. Filmdeki insanlardan birinin sevgilisiymiş. Dünya küçük.

Bugün 2 film izleyeceğim. Cumartesi önemli bir gün. Uzun uzun bahsedeceğim yarın.

Bugünlerde aklımda olan iki şarkı:


Sunday, 25 March 2012

katastrophe

BBC'nin düzenlediği müzik festivali Hackney Weekend'in biletleri bugün dağıtıldı. Biletler bedavaydı, ama almak için önceden kayıt olmak ve bugün sabah tükenmeden bir bilet kapmak gerekiyordu. Bir saatten fazla bir süre elim F5 tuşunda çöken sitenin kendine gelmesini bekledikten sonra sonunda Cumartesi gününe bilet almayı başardım. Böyle süper bir line-up, hem de bedavaya! Jessie J ve Lana Del Rey için Pazar gününe bilet almayı planlamıştım (iki güne birden alınmıyor), ama Cumartesi'nin line-up'ı daha ağır bastı gözümde.



Bu yıl 27. kez düzenlenen London Lesbian and Gay Film Festival Cuma günü başladı. İlk filmim olan Kiss Me'ye (Kyss Mig) dün gittim (çok eğlenceliydi, tavsiye ederim). Sağdan soldan tanıdığım bir sürü insan oradaydı, ağzına kadar dolu olan 300 kişilik salonda Goldsmiths'deki hocalarımdan biri de dahil olmak üzere birbirinden alakasız onlarca tanıdıkla karşılaştım. Bu hafta 7 filme daha gideceğim. LLGFF dönemi benim için yılın en sevdiğim zamanı kesinlikle. Başka yerde karşıma çıkmayacak birbirinden süper filmler izlemeye ve o filmleri yaratan insanlarla tanışmaya bayılıyorum. Ve Londra'da yaşayıp gay olmasına rağmen bu festivalden tamamen bihaber olan ya da gitmek için en ufak bir istek duymayan bir sürü insanla karşılaştım bu ara. "What the hell is wrong with you??" demek istiyorum kendilerine. İnsan nasıl bu kadar ilgisiz olabilir? Ya da nasıl bu kadar dünyadan habersiz olur? İlginç.

Saturday, 24 March 2012

i want to fucking tear you apart

Bir önceki post'umda bahsettiğim D insanıylaydık dün akşam. Akşam 7 gibi buluştuk, Alexandra Palace'ta arabayı park edip süper bir Londra gece manzarasına tepeden bakarak oturduk saatlerce. Bana benim sevdiğim müzikleri dinlemek istediğini söyledi, iPod'umu arabanın hoparlörlerine bağladık. Birkaç gün önceki bir emailimde Şili beyaz şaraplarını çok sevdiğimi söylediğim için soğuk kalsın diye evden çıkmadan buzlukta soğuttuğu bir şişe şarap getirmişti. "Senin hakkındaki her şeyi bilmek istiyorum" dedi, bütün akşam hayatımın ufak tefek detaylarını anlattım. Sonra o anlattı. Geceyarısına doğru Alexandra Palace'ın otoparkı kapanıyordu, en yakındaki 24 saat açık olan Tesco'ya gittik. Otoparkın en ücra yerine park ettik; müzik dinledik, konuştuk, dudaklarımız şişene kadar öpüştük, birbirimize sarıldık. Hayatımın en güzel gecelerinden biriydi. Beni eve bıraktığında saat 4'e geliyordu*. Eve geldiğim gibi yattım, geceyi kafamda tekrar canlandırarak uykuya daldım. Sabah hüzünlü bir ruh haliyle uyandım. Mutlu olmam gerekirken neden depresif olduğumu sordum kendime. O anda kafamda "Ben bu insana aşık oluyorum" gibi bir altyazı belirdi. O kadar güzel bir gecenin geçmişte kalmış olmasının o yüzden içimde bu kadar nostalji yarattığını, D'nin ailesini her zaman benim önüme koyacağına dair bir korku taşıdığımı ve üzülmekten korktuğumu fark ettim. Niye böyle düşündüm bilmiyorum, bana kesinlikle daha az önemliymişim gibi hissettirmiyor çünkü. Aksine, benimle olabildiğince çok zaman geçirebilmek için elinden geleni yapıyor.

Tam ben şu satırları yazarken inanılmaz derecede kalp hoplatıcı bir mesaj geldi mesela.

Aşık olamayan biri olduğumu, hiç aşık olamamaktansa aşık olup sonunda üzülmeyi tercih edeceğimi yazmıştım bir ara. Bu düşüncemin arkasında durmaya ve o riski alıp neler olacağını görmeye karar verdim.

Hadi bakalım.

* Bilmem kaç senedir çılgın eğlense bile gece 12, hadi bilemedin 1'de eve dönen ve yıllardır uyku saati 1'i geçmeyen biriyim diyeyim, siz anlayın.

Wednesday, 21 March 2012

heaven is a place on earth with you

Bu aralar 'dating' modunda görüştüğüm iki insan var. Birisi bana günde 300 tane mesaj atan, bir yere gittiğimizde bana hesap ödetmemek konusunda çılgın ısrar eden, sürekli minik sürprizler yapacak kadar düşünceli olan, beni istediğim her yere götüren, beni görmek için her türlü şeyi yapmaya hazır olan, her fırsatta bana dokunmak isteyen biri. Ona L diyelim. Diğeri bilmem kaç yıldır birlikte olduğu ve aynı evi/çocuğu paylaştığı bir partneri olan, bu yüzden en fazla haftada bir kez görebildiğim, her canım istediğinde ulaşmamın mümkün olmadığı, hayatında asla ilk sırada yer almayacağım ve duygusal jestler açısından diğer bahsettiğim insanın tamamen zıttı olan biri. Ona da D diyelim.

L gittikçe duygusala bağladıkça ben ondan soğuyorum. Beni şımartan, inanılmaz düşünceli olan, bir masada karşı karşıya oturduğumuzda hisli hisli gözlerimin içine bakan insan modelini neden bu kadar itici buluyorum bilmiyorum. Ama ilgi duyduğum birisi o davranış biçimini sergilemeye başladığı an tüm ilgimi kaybediyorum.

Öte yandan, D'den bahsedersek, lisedeyken sevdiğim bir arkadaşımın sevgilisiyle birlikte olduğum zamandan beri biri beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Muhtemelen o zamandan beri ciddi ve uzun süreli bir ilişki içinde olan biriyle birlikte olma fırsatıyla karşılaşmadığım için. Karşımdaki insanın aşık olduğu biriyle birlikte olmasına rağmen bana karşı bir şeyler hissetmeye başlaması beni acayip bir şekilde cezbediyor, bugün fark ettiğim kadarıyla (şu anda içinde bulunduğum durumda kimse kimseyi aldatmıyor, yanlış anlaşılmasın).

D'nin eş-iş-çocuk üçgeni içinde olması sebebiyle çok sık görüşemiyoruz dediğim gibi. Bütün gün birbirimize "Seni deliler gibi özlüyorum" temalı emailler atıyoruz. Onu asla tam olarak elde edemeyecek olmaktan mı ne, gerçekten özlüyorum. O özlem hislerimi yoğunlaştırıyor. Her gün görsem belki sıkılacağım bir insanı ilk date'imizden beri göremediğim için o gece hissettiğim 'spark'ı olduğundan daha güçlüymüş gibi hatırlıyor olabilirim. Bilmiyorum. Tek bildiğim 4 yıldır ilk kez gerçekten kalbimi kırabilecek biriyle karşılaştığım.

Gerçekten de kaçan kovalanıyor ve üstüme gelen bende kaçma isteği uyandırıyor.

Sunday, 18 March 2012

i predict a riot

Bu haftam tamamen bir date'ten diğerine koşturarak geçti. Pazartesi ve salı biriyle buluştuğumdan bahsetmiştim. Her iki akşam da süperdi. Çarşamba gününü evde deşarj olarak geçirdikten sonra perşembe başka biriyle buluştum. Haber vermeden 10 dakika falan geç kaldığı yetmezmiş gibi, özür bile dilemedi. Enerji/mizaç/whatever olarak hiç uyuşmadık, dış görünüşü de bende en ufak bir elektrik yaratmadı. Göğüslerinin neredeyse yemek yediğimiz masaya fışkıracağı derecede dekolte bir üst ve bu kış havasında acayip kaçacak derecede mini bir şort giymişti. Yanımızdan her geçen bize bakıyordu, o derece. Rahatsız ediciydi. Sonra da erkek arkadaşı olduğundan, normalde erkeklerle görüştüğünden ve benim buluştuğu ilk kız olduğumdan bahsetti. Biseksüel olmasına rağmen LGBT komünitesiyle en ufak bir bağının olmadığını söyledi. Biseksüel kadınlara karşı hiçbir garezim olmamasına rağmen çoğunlukla erkeklerle birlikte olan ve kadınlara ara sıra değişiklik olsun diye denedikleri bir tat gözüyle bakan kadınları çok itici buluyorum. Özellikle dyke kimliğinin modası geçmiş bir kavram haline geldiği, queer/"heteroflexible"/"homoflexible"/panseksüel/bilmem ne olmanın cool sayıldığı Londra ortamında eşcinselliğin siyasi boyutuyla hiçbir alakası olmayan tipler beni çileden çıkarıyor. Apolitik olmayı marifet sayan, LGBT toplumu anlayışı olmayan, Londra gibi bir yerde yaşamasına rağmen arkadaş çevresi ve gittiği mekanların tümü hetero olan, eşcinsel kültürünün temel taşı sayılan filmlerden/dergilerden/kitaplardan/sitelerden tamamen bihaber olan insanlara sinir oluyorum.

Neyse, bahsettiğim tüm bu sebeplerden dolayı başağrısı bahanesiyle kalkıp başka bir yere gittim. Cuma günü pazartesi ve salı görüştüm dediğim kızla Imperial War Museum'a gittik. Orada yeterince moralimizi bozduktan sonra (hayvani bir Yahudi Soykırımı sergileri var) Thames kıyısındaki Las Iguanas'ta caipirinha eşliğinde nachos ve burrito yedik. Sonra da BFI'ın barında biraz oturduk. 10'a doğru eve geldim. Güzel bir gündü.

Cumartesi feminist seminer vardı bir tane, ona gittim. İlginçti. Sonra başka biriyle buluşmak üzere Soho'ya gittim (bir önceki post'umda bahsettiğim çiftin yarısı). St.Patrick's Day yüzünden barların hepsi tıka basa doluydu, daha saat 6 olmasına rağmen insanlar sokaklara taşarak Guinness içiyordu. Oturacak yer bulmak için 10 tane falan bar gezmek zorunda kaldık. En sonunda Londra'nın gay sokağı olan Old Compton Street'te bir barın bodrum katında boş bir masa bulabildik. Mekanda bizden başka kadın yoktu, herkes "Yanlış mı geldiniz" modunda bakıyordu. Bas bas bağıran müziğe ve çevremizi saran erkek ordusuna rağmen bar kapanana kadar orada oturduk, konuştuk, karakter olarak ne kadar benzer olduğumuz konusunda hayrete düştük. Oxford Circus metro istasyonunun ortasında ilk kez öpüştük. Eve döndüm.

Yıllardır doğru düzgün öpüşen biriyle karşılaşmadıktan sonra aynı hafta içinde süper öpüşen iki insana denk gelince mutlu oldum. Güzel öpüşmenin sırrı kesinlikle 1-sürekli sakız çiğnemek, 2-dilin dozunu kaçırmamak, 3-acele etmemek, tadını çıkarmak. Uzun zamandır bunlara dikkat eden biri karşıma çıkmıyordu, karşımdaki insan kötü öpüşünce ben de kötü öpüşmek zorunda kalıyordum. Sevindim.

Wednesday, 14 March 2012

pick another stranger and fall in love

Manchester öncesi birisi netten bana mesaj atmıştı. O günden beri de sürekli (and I do mean sürekli) telefonda mesajlaşıyorduk. Normalde havadan sudan konularda mesajlaşmaktan ya da günde 50 kere atılan canımlı cicimli mesajlardan fazlasıyla nefret ederim; ama nedense bu insanla sürekli iletişim içinde olma ihtiyacı hissediyorum. Pazartesi akşamı ilk kez görüştük. Alakasız dünyaların insanları olmamıza rağmen ilk andan itibaren süper anlaştık. Normalde yeni insanlara ne diyeceğimi bilemem, gerilirim, ağzımdan çıkacak her cümleyi kafamda önce 2-3 kere düşünürüm. Bu kızla hiç öyle değil. Ağzıma geleni söylüyor ve aptal/komik görüneceğim diye en ufak bir kaygı hissetmiyorum. O da aynı şekilde. O yüzden hiç acayip sessizliklerin ya da garip "Oha, bunu dediğine inanamıyorum" türü anların olmadığı süper rahat bir yemek yedik. Sonra kokteyl içmeye gittik. Hayatımda ilk kez gece bitsin istemedim, yürümekten nefret eden biri olarak "Hadi çıkıp nehir kenarında yürüyelim" dedim. Gecenin bir yarısı London Eye'ın altında Big Ben manzaralı bir bank bulup oturduk. Saatlerce saçma sapan şeylerden bahsettik. Çok, çok, çok güzeldi.

.

Dün de bütün akşam birlikteydik, inanılmaz eğlendim. Londra'ya Léon açılmış, orada midye yedik. Sonra da De Hems diye bir Hollanda barına gittik. Sevdiğim biraların çoğu vardı, çok mutlu oldum.





Öte yandan, görüştüğüm bir çift vardı. Biriyle çok iyi anlaşıyoruz, ama birkaç saçma davranışına denk geldikten sonra diğerinden soğumaya başladım. Garip, sahiplenici ve kontrol edici tavırlar içine girmeye başladı. Ve bu davranışlarından rahatsız olduğumu söylediğimde beni manipüle/sinir etmek adına mesajlarıma ertesi gün falan cevap veriyor. Cezalandırır gibi. Böyle manipülatif davranışlara hiç gelemiyorum kesinlikle. Özellikle de birden fazla insanın dahil olduğu ilişkilerde bu tür drama kraliçesi modu davranışlara hiç yer yok. Ve tahmin ediyorum ki, biriyle olan ilişkimi kesersem, diğeriyle de kesmek zorunda kalacağım. Buna kısmen canım sıkılıyor. Bir yandan da rahatlayacağımı hissediyorum. Bir tane demanding insan bile bana fazla gelirken, son 1 haftam sürekli bana mesaj atan 3 insanla geçti. Hayatımda kendime ait hiç yer kalmamış, zamanımın çoğu başkalarına ait hale gelmiş gibi hissediyorum. Bu bahsettiğim çift çok fazla zamanımı talep eder hale geldi. Daralıyorum. Bu çok eşlilik muhabbeti sandığımdan daha zor. Ya da bazı insanlar genel olarak zor. Bilemiyorum.

Sunday, 11 March 2012

my heart, it grows

Birkaç gündür Manchester'daydım. Tahminimden çok daha küçük, çok daha atraksiyonsuz ve hayatın gece başladığı bir şehirdi. Akşam 7'de yemek yediğimizde bizden başka yemek yiyen yoktu ve 8 gibi bir bara oturduğumuzda içeride yalnızca 2-3 masa doluydu. Benim mayışmam sonucu geceyarısına doğru gay mekanların olduğu Canal Street'i terk etmeye başladığımızda barlar daha yeni yeni dolmuştu. Londra'nın merkezi yerlerindeki bar ve pub'ların 18.00 civarı ağzına kadar dolmasına ve club'lar dışındaki mekanların 23.00 gibi kapanmasına alışık olan bana bu çok acayip geldi. Londra'da trenden indiğim gibi kendimi bir pub'a attım ve arkadaşlarımı-da-zorla-eve-erken-döndürüyorum diye vicdan azabı çekmeden 11'de eve dönmenin tadını çıkardım. "Gözünü sevdiğimin Londrası" demiş de olabilirim ayrıca.

Trende yanımda oturan kadın ve koridorun diğer ucunda oturan sarhoş adamın teki eşcinselliği tartışıyorlardı. "Benim gaydar'ım çok iyi" dedi kadın, "Hayır hayatım, 2 saattir bir eşcinselin yanında oturuyorsun ve farkında bile değilsin" oldum. Sonra adam "Homofobik değilim, hafif öpücüklere de karşı değilim ama iki erkeğin sokakta yiyişmesinden çok rahatsız oluyorum, yaşadıkları toplumu rahatsız etmemeye dikkat etmeliler" türü bir laf etti. Bu yaşa kadar düşmemiş, ama amcanın jetonunu düşürelim: "Homofobik değilim, ama..." diye başlayan cümleler kuran herkes gibi sen de gayet homofobiksin. Eşcinseller senin gerikafalı zihniyetini rahatsız etmemek için kendi özgürlüklerini feda edeceğine, sen biraz sınırlarını genişletsen ve modern dünyaya adım atsan nasıl olur? Gerizekalı.

Manchester'da süper bir planetarium vardı. Londra'dakine de gideyim dedim, bir de baktım ki şu anda Londra'da aktif olan bir planetarium yokmuş. Yazık.

Evinde kaldığım arkadaşımın Türk bir ev arkadaşı vardı. Sabahtan akşama Türk dizileri izliyordu internetten. Bu zihniyeti de hiç aklım almıyor. Sen İngiltere'ye taşın, en ufak bir İngiliz arkadaş çevren olmasın, takıldığın herkes Türk olsun, bütün gün Türkçe konuşup Fatmagül bilmem ne izle, Türk restoranlarına git falan filan. E İngiltere'ye ne yapmaya geldin o zaman? Gerçekten çok garipsiyorum. Bence insan kendi seçimiyle başka bir ülkede yaşamaya gidiyorsa, o ülkenin insanlarına ve yaşam biçimine ayak uydurmalı. Ülkenin her şeyini yanında getireceksen, niye terk ediyorsun ki? İlginç.

Bugün Londra'daki bir mezarlığın lezbiyen tarihini anlatan bir tura katıldım. Tek başıma turun başlamasını bekliyor ve tanıdık var mı diye çevreme bakınıyordum ki, çok sevdiğim roman yazarlarından biri olan Sarah Waters'ın yanımda durduğunu gördüm. Hala fena halde star-struck bir durumdayım. *sigh*

Nisan sonunda Norveç'e gitmek için uçak bileti aldım. Ve Londra'daki Placebo konseriyle çakıştığını fark ettim. Placebo biletimi satmak zorunda kalacağım. Hayatta Placebo'nun önüne geçecek bir şey olacağını hiç sanmazdım, ama uçak biletleri çok daha pahalıydı ve iadesi mümkün değil. Ve Placebo'yu milyon kere izledim, Norveç'e ilk gidişim.

Uh Huh Her gelecekmiş Nisan'da Londra'ya, az önce biletimi aldım. Şu ana kadar ne zaman onları izlemek istesem bir şey oluyor ve izleyemiyordum, umarım bu sefer iptal falan olmaz.

Wednesday, 7 March 2012

no good deed

Üyesi olduğum forumların birinde birisinin "Çok fena depresyondayım" konseptli bir başlık açtığını gördüm dün. Depresyonuna konu olan şey daha önce benim de başıma gelmiş olduğundan içinde bulunduğu durumu kısmen anlayabildiğimi, benim de benzer bir şey yaşadığımı ve umudunu kaybetmemesini söyleyen bir mesaj attım. Mesajım için teşekkür etti, biraz daha detaylı olarak neye canının sıkıldığından bahsetti, ben de detaya girdim. Bir daha da cevap gelmedi. Bugün başlığa yazılmış olan şeylere cevap verdiğini gördüm. Okumuş olduğu halde mesajıma cevap vermeye tenezzül etmemesi sinirimi bozdu. Sen gayet public bir foruma uzuuun, kendini acındıran bir yazı yazıyorsun; insanlar haline üzülerek biraz olsun moralini düzeltmek için kendi günlerinden zaman ayırarak sana mesaj atıyorlar, en ufak bir müteşekkir olma belirtisi göstermiyorsun.

Bazılarına cidden iyilik yaramıyor.

**

Dün gittiğim (gay) barda yanıma fena halde sarhoş, giydiği gümüş rengi deri etek kıçını zor kapatan bir kız oturdu. İzin istemeden oturmasına uyuz olsam da bir şey demedim, görmezden geldim sadece. Bir 5-10 dakika sonra falan durup dururken bana adımı sordu. Söyledim. Sonra da gayet damdan düşer gibi "Bu arada ben gay değilim, ama bu mekanı seviyorum" dedi. Hetero insanların kendi başlarına gay barlara gitmesine çok istisnai durumlar dışında sinir olan bir insan olarak "Hıı ne güzel" falan türü bir cevap verdim. "Ama merak etme, senin gay olman benim için problem değil" dedi sonra. Kamera şakasında olduğuma inanmaya başlamıştım ki, "Seksi bir erkek arıyorum ama burada da hiç ilgimi çeken biri yok" diyerek masadan kalktı, yanda oturan (erkek) gay çifte sardı. Kendisine içki aldırmaya çalıştı, almak istemediler, bu sefer başka masalara gidip ne olduğuna dair en ufak bir fikrim olmayan muhabbetlere girdi. En son baktığımda güvenlik görevlisi tarafından dışarı atılıyordu.

Ne yüzsüz insanlar var.

**

Yarın İstanbul zamanlarıma ait ve yıllardır görmediğim bir arkadaşımı görmek için Manchester'a gidiyorum. Yaşasın.

Friday, 2 March 2012

girls in the men's room

Geçen hafta ev arkadaşım evimizin salonunda bir adet minicik tarla faresi görmüş. Nehir kıyısındaki en lüks restoranlarda bile tarla faresi görmüşlüğüm olduğu için ve ev nehre 5 dakika olduğu için pek anormal bir durum değil aslında, ama bunu öğrendiğimden beri korku-stres-merak karışımı garip bir ruh halindeyim. Tarla farelerini gerçekten çok şirin bulmakla beraber evimin salonunda saklambaç oynamalarından rahatsızım. Öte yandan, canlı bir varlığı, özellikle de o kadar şirin varlıkları öldürmek vicdanımın sınırlarını zorluyor. O yüzden elektronik fare kaçıran sinyal yayan cihazlar en mantıklı çözüm gibi geldi. Tam biz onları aldıktan sonra apartman yöneticisi olan alt kat komşumuzun "Cuma günü tüm daireler ilaçlanacak" şeklinde bir not bıraktığını gördüm.

Az önce evi ilaçlamak için ilaçlama amcasıyla birlikte alt komşumuz da geldi. Ev arkadaşım kızın çok güzel olduğunu söylemişti daha önce, ama kapıyı açıp karşımda androjenler güzeli bir insan görmeyi beklemiyordum. Kısacık koyu renk saçlı, uzun boylu, gamzeli ve inanılmaz şirin gülüşü olan benim yaşlarımda bir kız. Karşısında pijamalı, pembe pofuduk terlikli, saç baş içler acısı bir durumda ben.

Giderken eve koydukları kilitli kapanların anahtarının onda olduğunu, gerekirse evine gelip alabileceğimi söyledi. Sonra da o tatlı gülüşünü gösterip gitti.

Köpek dişi mi ne deniyor emin değilim, o üstteki sivri dişleri diğerlerinden daha uzun olan insanların gülüşlerini çok çekici buluyorum.

Thursday, 1 March 2012

because we're worth it

Bugün BFI (İngiliz Film Enstitüsü) üyeleri için London Lesbian and Gay Film Festival biletleri satışa çıkıyordu. Bilet satışı halka açılana kadar tüm biletlerin tükeneceğini bildiğimden fena halde stres yapmıştım nasıl bilet bulacağım diye. Geçen sene ev arkadaşım BFI üyesiydi, onun kartıyla ayırtacaktım, ama şansıma o haftasonunu laptopum olmadan bir otelde geçirdiğimden telefonla ayırtmak zorunda kaldım. Abartısız yaklaşık 4 saat denedim, sonunda telefon bağlandığında üyelere satışın ilk günü olmasına rağmen biletler tükenmişti. Bu sene aynı strese girmemek için dün gidip 35 pound'a kıydım ve üyelik satın aldım. 11.30'da satış başladı. Yavaaaş yavaş çalışan sitede 5 bileti sepetime atmıştım ki, 11.38'de site kilitlendi. Yaklaşık 45 dakika falan aralıksız F5'e bastım, sonunda site düzeldi. Ama o sırada kilitlenmeden önce sepete attığım biletler de gitti. Yine site çökmesin diye dua ederek baştan hepsini teker teker aldım. Sonunda yaklaşık 200TL'lik sinema bileti alışverişi yapmayı başardım.

Bu seneki filmler süper, süper ve süper. Maddi çöküntüye uğramamak adına istediğim her filme bilet alamadım ve seçmekte çok zorlandım. Bilet aldıklarım:

Girl or Boy, My Sex is Not My Gender

Festivallere bayılıyorum. Ama çok pahalılar.