Friday, 24 February 2012

lost in translation

Bugün London Metropolitan University'de bir panele gittim. London Met ile ilgili olarak kafamda dandik bir okul olduğuna dair bir izlenim vardı, bugün akademisyenlerinin halini görünce o izlenimim daha da güçlendi. Goldsmiths'de okuduğum ve zihinsel olarak bana ilham veren ve düşüncelerimin sınırlarını zorlayan akademisyenlerden eğitim aldığım için kendimi şanslı hissettim.

Seminerde arkamda iki tane tip oturuyordu. Konuşmacılar hakkında falan "Ayy, şuna uyuz oluyorum, sevgilisinden ayrılsa da ben yavşasam", "Bir transseksüel eksikti, onu da bulmuşlar" şeklinde mal mal muhabbetler yapıyorlardı. Türkçe konuştukları için kimsenin anlamayacağını varsayıyorlardı muhtemelen. Yurtdışında ne zaman Türk birilerine denk gelsem, önce "Nolur, saçma sapan bir laf etmesinler" diye dua ediyorum içimden, sonra da o salak lafları benden başka kimse anlamıyor diye şükrediyorum. Genellemelerden hoşlanmıyor olsam da gözlemlerime göre Türkler'de "Nasıl olsa yabancı ülkedeyim, kimse anlamıyor, ağzıma geleni söyleyeyim" gibi bir zihniyet var. Ve başkasının işine burun sokmakta üstlerine yok. Daha önce de Londra metrosunda sevgilimin elini tutarken bize bakarak Türkçe olarak yanındaki tipe "Lezbiyenlere bak" diyen bir gerizekalı kadına denk gelmiştim. İnsanlar bilmiyor ki dünya küçük, Londra'da milyonlarca Türk var. Onu da geçtim, ben o insanların yerinde olsam, kimsenin anlamayacağını düşünüyor olsam bile transfobik ve homofobik düşüncelerimi dile getirerek ne kadar gerikafalı biri olduğumu göstermeye utanırım.

Ve evet, insanlara bakıp yanındakine "Lezbiyene bak, transseksüele bak" demek homo/transfobi örneği oluyor, bilmeyenler için.

**

Ekşi Sözlük'te bu aralar homofobi yine yolunu almış gidiyor. Her zaman vardı, ama bu aralar ne zaman sözlüğü açsam sol frame'de homofobik başlıklar görüyorum. Oturup eşcinsellere hakaret etmeye ciddi zaman harcayan insanlar var yani (ve "insan" terimini en geniş anlamıyla kullanıyorum burada). İnsan yapı olarak gelişmek, kendini aşmak ve daha iyi olmak isteyen; bunları amaçlayan bir varlık değil midir? Bazılarının geri kalmışlıklarına bu kadar hiddetle tutunuyor olmasını hayretle izliyorum.

Bilmeyenler için, evet, homofobikseniz uygar insan level'ına atlayamamışsınız henüz.

Tuesday, 21 February 2012

three blind mice

Pazardan beri Londra'da hava güneşli. Üç gün arka arkaya güneş bu mevsimde ve bu kentte çoook nadir bir şey, ve dediğim gibi, insan gerçekten öyle bir havada evde oturunca günü boşa harcamış hissediyor. Perşembeden itibaren her gün aralıksız evden çıktım ve bu benim için inanılmaz karakter dışı bir olay. Süper bir yerde yaşıyorum, bunun tadını çıkarmak istiyorum. Bir tane de bir ay boyunca bana çoğu restoranda %50 indirim sağlayan kartım var. O yüzden her gün akşam üstü falan süslenip dışarı çıkıyorum, Thames kenarında bir yere oturup şarap eşliğinde yemek yiyorum. Bu yemeklerin her birinin pound'un coşması sayesinde 60TL'ye denk geldiği ve bunu her gün yaptığım düşünülürse, bir an önce iş bulmam süper olabilir.

Tren indirim kartımı yeniledim. İş bulana kadar bol bol gezmek istiyorum. Gezilerime pazartesi Oxford'a giderek başlamayı planlıyorum.

Bugün her salı gittiğim bara gittim yemekten sonra. Ev modundaydım, ama evde oturmamak ve sosyal olmak için zorladım kendimi. Sosyal olmak dediğim de, sosyal bir ortama girip tek başıma takılmak. Daha fazlası harcamak istemediğim kadar büyük bir efor gerektiriyor. Neyse, koltuklarda yer bulabilmek için özellikle erken gittim. Sonra biri masamın diğer ucuna oturdu, yemek yiyip kalkacağını söyledi, bir şey demedim. O yiyip kalkana kadar masayı 10 tane falan arkadaşı işgal etmişti. Masadan kalkmama bile izin vermeyecek şekilde dört bir yanımı sardıkları yetmezmiş gibi, bana bir tek kelime bile etmediler. İnanılmaz derecede daraldım, programın başlamasını beklemeden çıktım.

Bazı insanlar çok görgüsüz. Tokatlamak istiyorum.

Sunday, 19 February 2012

let's do the time warp again

Londra'nın en güzel yerinde yaşadığıma fazlasıyla inanıyorum. Beş dakika yürüyüp kendimi kentin en turistik ve en süper kültürel/yemeksel aktiviteleriyle dolu bölgesinde bulmak süper.

Dün sabah evde tembel tembel oturuyordum ki, önceki post'umda karşılaşıp birlikte yemek yediğimden bahsettiğim insan mesaj attı. "Hadi 15 dakika sonra Waterloo'da buluşalım" diye kararlaştırdık, buluştuk. Bana cinsiyet kimliğinin erkek olduğunu, transition evresine girdiğinden beri biriyle birlikte olmadığını, ve birlikte olmayı düşündüğü ilk insan olan benim kendimi tamamen eşcinsel olarak gören biri olmamla ilgili çekincelerinden bahsetti. Daha önceden bana trans kimlikli olduğunu söylemişti; ama trans genderqueer bireyleri, birden fazla cinsiyet kimliğine sahip olanları, kendini tamamen cinsiyet kavramının dışında görenleri de kapsadığı için, eşcinsel kadınların üyesi olduğu bir forumun buluşmasında tanıştığım birinin kendini "erkek" olarak tanımladığını varsaymamıştım. Arkadaş çevremdeki trans erkeklerin hepsi kendilerini ya queer erkekler, ya da trans erkek olarak görüyor; heteroseksüel erkekler olarak değil. Ya da trans kimliklerine sahip çıkıyorlar diyelim. Bu bahsettiğim insan benim eşcinsel oluşumun ve onunla birlikte olsam bile kendimi asla biseksüel olarak tanımlamayacak olmamın onu rahatsız etmediğini öne sürüyor. Ama ben konuşmalarımızdan erkek kimliğinin onun için henüz çok yeni olduğu, hatta patronising olmak istemem ama hala oturma aşamasında olduğu ve o kimliği geçerli kılmak için kendini heteroseksüel ya da biseksüel ya da queer vs. olarak tanımlayan bir kadınla birlikte olma ihtiyacı duyabileceği izlenimini edindim. Değişiminden sonra kimliğinin başına trans ya da queer sıfatını koyan bir trans erkekle birlikte olma konusunda en ufak bir sorunum yok. Ama kendini "straight erkek" olarak tanımlayan trans bir sevgilimin olması, benim eşcinsel kimliğimin yok sayılması anlamına geliyor. Benim açımdan değil, ama toplum açısından öyle, ve toplum tarafından geçerli kılınmadıkça maalesef kimlikler bir anlam taşımıyor. Benim öyle biriyle birlikte olmam, kendi kimliğimin değişmesi demek oluyor; toplumun genelinin beni heteroseksüel olarak algılamasına neden oluyor. Ve o insan kendini kesinlikle queer olarak görmediği için, ben de heteronormatif bir ilişki içinde olmuş oluyorum. Asla, asla ve asla heteroseksüel ya da biseksüel bir kadın olarak algılanmak istemiyorum. Ama tabii ki, mevzubahis kişinin aklından neler geçiyor bilemiyorum. Hepsi sadece spekülasyon.

Bugün uyandığımda hava güneşliydi. Londra'da güneşli bir havada evde oturursam kendimi suç işliyor falan gibi hissediyorum. O yüzden hazırlandım, dışarı çıktım. London Eye'ın yanındaki Parlamento Binası manzaralı banklarda oturup turistleri izledim. Sonra bir kadeh şarap eşliğinde öğle yemeği yedim. Eve geldim, yıkanması gereken tonlarca çamaşırın bir kısmını yıkayacaktım ki, bu sefer de çamaşır makinesi bozulmuş.

*sigh*

Friday, 17 February 2012

bangers and mash

Son birkaç gündür evle ilgili ters giden şeylerin ardı arkası kesilmiyordu. Kombi bozuldu, bazı rafların sağlamlaştırılması gerekiyordu, telefon hattı bağlanmış görünmesine rağmen çalışmıyordu, perdemin takılı olduğu şey yerinden çıkmıştı falan filan. Telefon hattı dışında her şey sonunda halloldu, hat da bugünlerde çalışmaya başlar diye umuyorum.

Sonunda sıcak suyla duş alabilmenin verdiği zevkle dışarı çıktım. Soho'da bir pub'da hayatımda yediğim en orgazmik şeylerden birini yedim, tesadüfen o derece lezzetli bir yemeğe denk geldiğim için mutlu oldum. Domuz sosis + yeşil soğanlı patates püresi ve kırmızı soğanlı gravy üçlüsüne bayılıyorum. Tam bir İngiliz pub menüsü yemeği.

Yemeğimle birlikte Sierra Nevada adlı dandik ötesi bulduğum bir bira içmek zorunda kaldıktan sonra akşam gitmeyi planladığım forum buluşmasına ayık kafayla gidemeyecek olduğumu fark ederek Jack Daniel's'a geçtim. Londra'ya geldiğimden beri nedense çekingenliğim doruk noktaya ulaştı. Ayık kafayla *kesinlikle* sosyal ortamlara giremiyorum, çakırkeyif olmadan tanımadığım insanlarla dolu bir buluşmaya gitme düşüncesi beni acayip bir şekilde korkutuyor. İçmezsem açılamıyorum, açılmazsam insanlarla muhabbete giremiyor ve tek başıma bir köşede oturup sıkılıyorum. Bunu önlemek için içtiğim duble Jack'e rağmen mekanın kapısında beklerken buldum kendimi dün akşam. Kapıda tanıdık birine rastlasam diye bekliyordum ki, eski forum buluşmalarından tanıdığım biri yanıma geldi. Onunla birlikte içeri girdim, gördüğüm ilk boş sandalyeye oturdum. Yanımda çok etkileyici bulduğum biri oturuyordu, onunla konuşmaya başladık. 50 kişi falan vardı buluşmaya gelen. Dolayısıyla gecenin ilerleyen saatlerinde yanımdaki insan grubun diğer ucunda kaldı, ben başkalarıyla zaman geçirdim. Giderken yanıma geldi ve bana "10 yaş daha büyük olsaydın seninle çıkmayı çok isterdim" diyerek ortadan kayboldu. Ben o cümleyi duyunca şok geçirdim, aptala bağlamam geçene ve vereceğim cevabı hazırlayana kadar çoktan gitmişti. Bütün gece "Keşke şunu şunu deseydim, bir şey demedim diye kadın şimdi ilgilenmiyorum sanacak" diye sinir bozdum. Adının Kate olduğunu hatırlıyordum, ama o gece milyon tane insanla tanıştığımdan forumdaki nickini bir türlü hatırlayamadım.

Geceyi organize eden arkadaşımın soruşturmaları sonucunda kadının nicki bulundu. Bu gece de nehir kenarındaki süper bir sinema olan BFI'ın barında Londralı gay kadınların buluştuğu bir gece vardı. Dünkü buluşmada olan çoğu insanın geleceğini bildiğimden, gidecek mi diye sordum bahsettiğim insana. Geleceğini söyledi, ben de "O taraflarda oturuyorum, yemek yedikten sonra bir içki için uğrarım o zaman" dedim. "Ben de arkadaşımla yemek yiyip öyle geleceğim, orada görüşürüz" türü bir şey dedi. Birlikte yemek yemeyi teklif etmediği için ve numaramı istemediği için dün gece sarhoştu ve o yüzden öyle bir laf etti diye düşündüm. Evden çıktım, yemek için gittiğim ilk mekanda boş yer yoktu. Tam başka bir yeri denemek üzere dolanıyordum ki, koskoca Londra'da karşıma o insan ve arkadaşı çıktı. Birlikte yemek yemeye karar verdik. Sonra en az 300 falan kadının göt kadar bir bara tıkıştığı mekana gittik. Arkadaşı bizi yalnız bıraktı, konuştuk. Ve ortaya çıktı ki, o da aynen benim gibi çok üstüme gelmekten korktuğu için telefon numaramı istemeye çekinmiş. Uzun zamandır birinden bu kadar etkilenmemiştim, hiç beklemediğim kadar süper bir gece geçirdim.

Eğer dün o buluşmaya tam o saatte gitmesem, tek boş sandalye onun yanındaki olmayacaktı. Ve bugün asıl yemek yemek istediğim yerde boş masa olsaydı, onunla karşılaşıp birlikte yemek yemeyecektim. Yarım saat falan havadan sudan muhabbet ettiğim ve muhtemelen bir daha görmeyeceğim biri olarak kalacaktı.

Hayatın bu küçük tesadüflerine bayılıyorum.

Tuesday, 14 February 2012

the fairest of them all

Londra'da hayat süper.

Taşındığımız evin kombisinde bir problem olması ve soğuk suyla duş almak zorunda kalmak bile sinirimi bozmuyor. Bacon'ımı yedim, üstüne bourbon ve diyet kola içerek Salı akşamlarımın favori aktivitesi olan Wotever'a gitme zamanımın gelmesini bekliyorum.

Perşembe günü öte geek oluşuyla beni benden alan bir kızla buluşacağım. Cumartesi de fotomodellik yapan, ve dolayısıyla oha denesi bir vücuda sahip biriyle randevum var. Bu konuda aklıma gelen tek kelime: intimidated. O kadar güzel biriyle buluşmak gözümü o derece korkutuyor ki, bir bahane uydurup gitmemeyi düşünüyorum ciddi ciddi.

Hayatta hiçbir zaman toplumun güzellik anlayışına göre çok güzel sayılan kadınları çekici bulmadım. Sanırım ukala olabilitelerinin yüksek olmasının yanında, asla beni etkileyici bulmayacaklarına dair bir korku da taşıyorum. Tabii ki bu durumda o insanlara yüzeysel muamelesi yaptığım kadar, kendim de yüzeysel davranıyorum insanları dış görünüşlerine göre yargılayarak. Ama maalesef, çoğu insan cidden bu kadar yüzeysel. Mega güzel insanların dış görünüş olarak yanlarına bile yaklaşmayan tiplerle birlikte olmaları sanırım sadece filmlerde olan bir durum. Siz öyle çiftler tanıyor musunuz?

Friday, 10 February 2012

lower marsh

Fena halde koşuşturmacalı bir 2 gün geçirdim yine. Dün uçağım Londra'ya indikten sonra havaalanından otobüse binmiştim ki emlakçı aradı. Otobüste sessizlikte telefonla konuşmaktan hiç hazzetmeyen biri olarak, açmadım. Voicemail bırakmış, "Parayı hala yatırmadınız ve ev arkadaşının referansına ulaşamadık" şeklinde.

Türkiye'de hiç emlakçıdan ev kiralamadığımdan böyle bir şey var mı bilmiyorum, ama pek sanmıyorum. İngiltere'de referans denen bir olay var kiracılar için. İşvereniniz ve daha önce kaldığınız evlerin sahipleri aranıyor, onlardan referans alınıyor, "Kirayı hiç geciktirdi mi" falan türü. Neyse, ev arkadaşımın en son kaldığı evin sahibi olan emlakçı şirkete ulaşamamışlar. Bu sabah kontrat imzalamaya gittik, bir kez daha arandı ulaşılamayan emlakçılar, sonunda ulaşıldı. Ve "Şu anda referans veren kişi yok, 3-4 gün sonra gelecek" türü salak saçma bir cevap geldi. Referans gelmeden de taşınılamıyor. Ben 3-4 gün daha otelde kalıp bir 1000TL falan zarara girme düşüncesi üzerine paniklerden kendime panik beğenmeye başladım o sırada tahmin edebileceğiniz gibi. O referans olmadan evin anahtarlarını teslim almamız mümkün değildi, ama benim ağlamak üzere bir şekilde eğer bugün eve giremezsem evsiz kalacağımı söylemem üzerine emlakçılar "Bu eski emlakçı şu ana kadar konuştuğumuz en unhelpful insan, referans vermek görevi olduğu halde yapmıyor, sizin suçunuz değil" diyerek bize bir güzellik yaptılar ve ev arkadaşımın kirayı her ay zamanında ödediğini gösteren bank statement'larını gördükten sonra anahtarları teslim ettiler.

Birkaç saat önce yeni evime geldim ve odama yerleştim. En yakın markete gidip İngiltere'den uzak olduğum aylar boyunca canımın en çok çektiği iki şeyi aldım: Domuz jambonu ve Strongbow. Bu post'u sağolsun internetine şifre koymamış biri sayesinde ve buz gibi cider'ım eşliğinde yazıyorum. Dışarıda hava insanın nefesini kesecek kadar soğuk, gece de biraz kar yağmış, ama şu anda yağış yok.

Birazdan hazırlanıp Brixton Academy'e Justice'in NME Ödülleri konserine gideceğim.

Umarım şu internete şifre konmaz bizimki bağlanana kadar.

Wednesday, 8 February 2012

lebanese

Yarın Londra'ya dönüyorum. Bu seferki emlakçının şu ana kadar İngiltere'de denk geldiğim tüm emlakçılardan daha uyuz olması ve benim pasaportumla vizemi görmeden evi tutan arkadaşıma evin anahtarlarını vermemesi sebebiyle ilk gecemi eve 5 dakika uzaklıkta bir otelde geçireceğim. Sabah da ev arkadaşımla birlikte emlakçıya gidip anahtarları alacağız. Sonra o işe gidecek, ben de ev temizleme maratonuna başlayacağım.

Emlakçılar evleri temizletip teslim etseler bile ben asla o ev temizmiş gibi hissetmiyorum. Annesinden uzak yaşadığında odasının genelde dağınıklık ve pislik içinde olmasından ve haftalardır değişmemiş çarşaflarda yatmaktan en ufak bir rahatsızlık duymayan biri olarak başkasının pisliğinden fena halde tiksiniyorum. Mesela bir otelde kalacaksam okuduğum yüzlerce review içinde bir kere bile "Yerde, yatakta, banyoda vs. saç vardı" türü bir şey göreyim, asla ve asla orada kalmam. Ya da yeni bir eve taşındığımda duvarları, kapı kollarını, masaları, her şeyi mikrop öldürücü bir şeyle silmeden içim rahat etmez. Hele bir de eşyalı bir eve taşınıyorsam, evin koltuğu ne kadar temiz görünüyor olursa olsun, çıplak tenimi asla o koltuğa değdirmem, mutlaka aramızda bir örtü, giysi falan olması lazım. Özetle, cuma bütün gün temizlik yapacağım gibi görünüyor.

Cuma akşamı da Brixton Academy'de Justice konseri var. Dört yıl önce Londra'da Justice'i izlemek için gittiğim gece kulübünde izdiham çıkması sonucu konser başlamadan mekandan çıkmak zorunda kalmıştım, tam fenalık geçirilesi bir ortamdı çünkü. O günden beri Justice'i canlı izleme isteği içimde ukte kalmıştı. Gecenin bir yarısı başlayan ve binlerce kişinin birbirinin tepesine çıkarak izlediği konserlere tahammülüm kalmadı bir süredir, o yüzden bu sefer Brixton Academy gibi süper bir venue'nun balkonundan oturarak izleyeceğim için mutluyum.

Eve henüz telefon ve internet bağlanmadığı için muhtemelen önümüzdeki 3 hafta boyunca internete girişlerim telefonumdan ve ev yakınlarındaki Costa'yla Starbucks'tan ibaret olacak.

Günün kelimesi: Lebanese.

Saturday, 4 February 2012

every city looks the same

Londra'ya dönmeme birkaç gün kaldı. Dönüşüm tam zamanına denk geldi: Şubat ayı İngiltere'de her yıl LGBT History Month olarak kutlanıyor. Ay boyunca her gün en az bir etkinlik oluyor; üniversiteler, müzeler, sinemalar, kitapçılar, pub'lar ve benzerleri bu konuda bir şeyler organize ediyor. Geçen sene British Museum'da Xena gösterilmişti mesela, o güzelim müzenin sinema salonlarından birinde yüzlerce insanla birlikte Zeyna izlemekten orgazmik derecede bir zevk almıştım. Bu sene de bir sürü söyleşiye, panele, sergiye, konsere ve film gösterimine gitmeyi hedefliyorum. Etkinlikler arasında en çok ilgimi çeken ise Güney Londra'daki bir mezarlık turu oldu. Mezarlığın lezbiyen tarihi anlatılacakmış. Mükemmel.

Londra'nın en sevdiğim yönü bu işte, en alakasız şeylere ilgi duyan insanlar bile o ilgilerine ortak birilerini bulabiliyorlar. Örgü ören queer'ler buluşmaları ya da lezbiyen mezarlık turları düzenleyen insanlar var.

Bir de insanlar Londra'da yaşamak isteme nedenim olarak şehirde var olan sonsuz sosyal, kültürel ve damaksal çeşitliliği gösterdiğim zaman bana "E İstanbul'da da o çeşitlilik var" diyorlar ya, şöyle bir tutup sarsasım geliyor.

Wednesday, 1 February 2012

all the pennies in the thames will not make it how it was

Facebook'taki "Londra'da ev arkadaşı arıyorum" ilanım sayesinde aynı durumda olan bir arkadaşımın varlığından haberdar olmam üzerine birlikte ev bakmaya başlamıştık geçen hafta. Yeri mükemmel ve kendisi çok şirin bir ev bulduk ve tutmaya karar verdik. London Feminist Library'e 5-10 dk yürüme mesafesinde. En çok gittiğim sinema olan ve film festivallerinin düzenlendiği BFI, oranın süper sıcak viski yapan barı, süper konserlerin düzenlendiği Royal Festival Hall, Thames Nehri ve binme zamanımın çoktan gelip geçtiği London Eye artık evimin dibinde olacak. Londra'nın en sevdiğim bölgesi kesinlikle South Bank, o yüzden bu konuda ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Evin bana yetişebilmesi için gereken reference check'tir, bilmem nedir türü işlemlerin 1 hafta içinde tamamlanması gerekiyor, umarım emlakçılar ayak sürümez ve bu işi olabildiğince çabuk hallederler.




Geriye iş bulmak kalıyor.

Birkaç gündür farklı sitelerde iş bakıyorum. Gördüğüm kadarıyla hem diplomalarımı kullanabileceğim herhangi bir sektörde, hem de medya sektöründe yeni mezun ve deneyimsiz birinin iş bulabilmesi imkansıza yakın bir şey. Baktığım asistanlık türü pozisyonlar için bile deneyim istiyorlar. İlk başta "Yüksek lisans bitirip ayak işi mi yapacağım, yok artık" diye düşünürken, o "experience required" ifadelerini gördükçe umudumu yitirmeye ve çıtamı düşürmeye başladım. Ayrıca kimse deneyimsiz insanı işe almıyorsa, deneyim nasıl kazanıyor insanlar, bunu da anlamış değilim.

Friday, 27 January 2012

i cannot compete with you, jolene

Bazı kelimeler var ki, onları duyduğum zaman kullanan kişi gözümde puan kaybediyor. Yüzeysel olmaktan nefret ediyorum, ama maalesef öyle. Bu kelimeleri kullanan insanların ideal insan modelime uymaları kesinlikle mümkün değil. Kelimelerim de zamanla değişiyor.

Şu anda özellikle sinir olduğum kelimeler ve deyişler:

- "Falan" yerine "felan"
- "Atar yapmak", "atarlı"
- "Falan filan" anlamında "kem küm"
- "Geyik yapmak"
- İnci Sözlük konseptli, kadını/eşcinselleri vs. aşağılayan tüm ifadeler (başta içinde "orospu" ve "ibne" kelimeleri geçen laflar ve "amk" olarak kısaltılan, tekrarlaması bile midemi kaldıran ifade olmak üzere)
- "Sosyete" yerine "cemiyet"
- "Eşi" yerine "karısı" ve hatta "hanımı"
- "Kadın" yerine "bayan", "hanım"
- "Şarj" yerine "şarz"
- "Mütemadiyen" ve benzeri kelimelerin genç nesil tarafından kültürlüyüm havası vermek için kullanılması
- "Laik" derken a'yı uzatmak
- "Eyvallah", "bilader", "hacı", "hoca" ve türevleri
- "Çok şükür", "Allah kısmet ederse" gibi dini ifadeler
- Genel olarak bozuk Türkçe

Üzgünüm, ama kendime engel olamıyorum.