Living Room: Bar Wotever 2008-2009 from Absolut Queer on Vimeo.
Wednesday, 6 April 2011
i have the right to remain fabulous
Geçen gün BFI'da London Lesbian and Gay Festival çerçevesinde gösterilen kısa filmlerden birinde olduğumdan bahsetmiştim. Buyrunuz:
Tuesday, 5 April 2011
my 15 minutes
Bugün yine LLGFF için BFI'daydım. From Birth to Chosen adlı trans olmak ve aileler temalı kısa filmlerden oluşan bir gösterimdeydim. Kısalar arasında genelde her hafta gittiğim Wotever'da çekilen bir film de vardı. İzlerken bir baktım ki ben de filmde görünüyorum. 3 sene önceki, Londra'ya ilk taşındığım ve Wotever'a ilk gittiğim günü filme koymuşlar (aşağıdaki fotoda görüyorsunuz). Ve o zamanlar "I was supposed to meet my ex tonight but I think she stood me up, so I guess I'll have to meet new gays" demişim, o da filme konmuş. Of ve of.
Neyse, filmden sonra bedava içkili bir parti vardı, ona gittim.
Dün gece fena halde kafama takılan Deak Evgenikos oradaydı, birlikte bir şeyler içtik. *swoon*
Monday, 4 April 2011
resistance

Londra'da bu aralar sık sık protestolar düzenlenmeye başladı biliyorsunuz. Ya da belki bilmiyorsunuz. Geçen hafta yarım milyon insanın katıldığı büyük protestonun düzenlendiği gün Ekşi Sözlük'e baktığımda protestoyla ilgili 10 küsür entry varken GS-bilmemne maçıyla ilgili 250 küsür entry olmasından Türk insanının aklının nerede olduğunu anlıyoruz. Ama bu neyin haber değeri olduğu ya da siyasi bir olay ve bir maçtan hangisinin daha önemli olduğuna dair önceliklerini karıştırmış olma durumu Türk medyasında da fazlasıyla mevcut bir şey malesef, o yüzden şaşırtıcı bir durum değil. Bu olan bitenler baktım ki Türk medyasına gerçekten çok az yansıtılmış. İngiliz medyasında bile bu protestolar tüm boyutu ile yansıtılmıyor, çoğu şeyin bahsi bile geçmiyor. Neden? İnsanlar kendi şehirlerinde ya da dünyanın bir yerlerinde birilerinin durumu kabullenmediğini, bir şeyleri değiştirmek için ayaklandığını öğrenirse bunun etkisi her yere yayılır ve kontrol altına alınamaz hale gelir diye düşünüyorlar sanırım.
Dün akşam birkaç arkadaşımın organizasyonuyla bir araya gelen aşağı yukarı 100 kişilik bir grup Londra'nın en ünlü meydanı Trafalgar Square'i 24 saatliğine işgal ettiler. Çadırlarını kurup saksofon dinletileri eşliğinde workshop'lar falan düzenlemişler. bundan sonra her Cumartesi yapacaklarmış bunu. Keşke İngiliz vatandaşı olsaydım ve polisle başım belaya girer de sınırdışı edilirim korkusu olmadan ben de gidebilseydim bu protestolara (gerçi polis olay çıkmasın diye kenarda beklemekten başka bir şey yapmamış, herhangi bir müdahalede bulunmamışlar). Ya da keşke Türkiye'de de böyle hem protesto hem eğlence modunda çadırlı falan, barış içinde geçen, kimsenin polis şiddetine maruz kalmayacağı eylemler gerçekleştirilse.


Sunday, 3 April 2011
the owls
From the second we are born we are older than the second that just passed. What makes us feel old is not age, it's nostalgia; a yearning for moments we know will stay with us forever, and we fear we'll never live again.
Bugün yine London Lesbian and Gay Film Festival için BFI'daydım. İlk önce Amerikan yapımı lezbiyen temalı kısa filmlerden oluşan bir gösterim vardı. Gösterilen kısalar arasında Public Relations ve Cried Suicide mükemmeldi, kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim.
Daha sonra lezbiyen kara komedi The Owls ve onun yapım aşamasını gösteren bir belgesel olan Hooters gösterildi. Filme Guinevere Turner'ın başrolde olduğundan başka hiç bir bilgim olmadan girdim ve her sahne benim için sürprizlerle doluydu diyebilirim. The L Word ve Go Fish'ten tanıdığım Turner'dan başka Go Fish'in Ely'i V.S. Brody de filmin oyuncuları arasındaydı. Aynı zamanda geçenlerde izlediğim bir film olan Elena Undone'ın oyuncularından biri The Owls'da Skye (the avenger :p ) rolündeydi. Itty Bitty Titty Committee'de Meat rolünde olan ve kalp atışlarımı hızlandırıcı etki sahibi Deak Evgenikos da vardı. Daha sonra Hooters'da filmin yapım aşaması gösterildi. Öğrendim ki Cuma günkü dersimde intersex ya da trans olmak hakkında konuşurken bahsi geçen Judith Halberstam filmin danışmanı, The Real L Word'de Whitney'nin ev arkadaşı olarak bildiğimiz Alyssa ise makyaj sanatçısıymış. Ayrıca credit'lerde Whitney'nin de adı geçiyordu, ama gözüme çarpmadı izlerken.
Net ortamlarında bulmak mümkün mü bilmiyorum, ama hem The Owls, hem de Hooters'ı fena halde tavsiye ederim. The Owls 40 yaş üstü birkaç lezbiyenin (older wiser lesbians - OWLs) yanlışlıkla bir baby dyke'ı öldürmesi sonucu yaşananları ve aynı zamanda onların yaşlanma korkularıyla yüzleşmeye çalışmalarını anlatıyor. Hooters ise dediğim gibi, filmin yapımı, ama tırt bir belgesel deyip geçmeyin, izlerken yıllardır gülmediğim kadar güldüm (But I'm a Cheerleader yönetmeni Jamie Babbit'in yapımcısı olduğu bir belgeselden sıkıcı bir şey asla beklemem zaten). Bulabilirseniz ikisini birden izleyin.
Günün olayı ise The Owls için sinemanın önünde kapıların açılmasını beklerken önümden inanılmaz taş bir insanın geçmesi, ve benim "Kız ne kadar da Itty Bitty Titty Committee'deki Meat'e benziyor" diye düşünmemdi. Neyse, o geçti gitti, kapılar açıldı, filmi sunmaya gelen kadının arkasından bu bahsettiğim kız sahneye çıkınca, "Bi dakka, acaba??!" falan oldum. Ve evet, öğrendim ki kız gerçekten Deak Evgenikos'muş, The Owls'da oynadığı için gelmiş. O kadar yakınımda görünce kalbim yerinden fırladı yemin ediyorum. Of.
Darısı Michelle Wolff'un başına, ama Paris Pickard'a da hayır demem.
Saturday, 2 April 2011
are you having a laugh
Dün okulda İngiliz politikacı David Willetts'in feminizmin işçi sınıfı erkeklerin iş bulamamasına neden olduğu türü bir laf ettiğini duydum sınıf arkadaşımdan, ikimiz de "Yok artık, 1 Nisan şakası bu herhalde" diye düşündük ilk önce. Ders arasında Google'ladıktan sonra öğrendik ki şaka değilmiş, gerçekten dünyada bu kadar idiot insanlar varmış.
Söz konusu insan demiş ki, toplumsal hareketliliğin önündeki en büyük engel feminizmmiş. Çünkü feminizm olmasa "ev hanımı" olacak olan kadınlar üniversitelerdeki kontenjanları ve iyi para kazandıran işleri kaparak azim sahibi işçi sınıfı erkeklere yer kalmamasına sebep oluyorlarmış.
Bunun üzerine arkadaşımın "deli Katolik" olarak tanımladığı gazeteci Cristina Odone ise şöyle bir yorum getirmiş: Willetts feministlerin işçi sınıfı erkeklerin bu bahtsız duruma düşmesine sebep olduğunu söylemekte haklı, ama bunu işlerini ellerinden alarak yapmıyorlar. Bugünkü baskın feminizm anlayışına sahip olan feministler bütün erkeklerin harcanabilir olduğuna inanıp onların ayağını kaydırmaya çalışıyorlar. Willetts'in bu cesaretini takdir ediyorum, çünkü bu feministler korkutucu insanlar. Eleştiriyi kabullenemeyen bir şey haline geldi feminizm. Oysa benim feminizmim rekabeti değil, işbirliğini teşvik ediyor.
Böyle beyinsizce lafları kendini feminist olarak tanımlayan bir kadından duymak bence ne dediğini bilmeyen adamın tekinden duymaktan çok daha içler acısı bir durum.
Dünden beri kadın erkek kiminle konuştuysam herkes bu laflara sinir olmuş durumda.
for fuck's sake
Üyesi olduğum forumlardan birinde "Poly ve mono arasında geçiş yapabiliyor musunuz" türü bir başlık vardı. Poly olduğumu ve hiç bir zaman tam anlamıyla tek eşli bir ilişki yaşamamış olduğumu; çok aşık olursam tek bir insanla birlikte olabileceğimi ama ilgimi uzun süre üzerinde tutabilecek biriyle tanışmaya pek ihtimal vermediğimi yazdım.
Birisi bana "Senin gibi ilişkilerin güllük gülistanlık olmasını bekleyen, bir sorun çıkınca hemen kaçıp gidenler yüzünden bugün ilişkiler bu durumda; sevgilin kötü bir ruh halinde olsa ve seni sinir etse hemen 'artık ilgimi çekmiyorsun' diye ayrılacak mısın?" diye cevap attı.
Ona mono ya da poly olsun tüm ilişkilerin kötü süreçlerden geçebileceğinin farkında olduğumu ve ilişki kötü gidiyor diye asla arkamı dönüp gitmeyeceğimi, "ilgimi üzerinde tutmak" derken kastettiğimin birlikteyken gözümün dışarı kaymayacağı biri olduğunu söyledim. Ne zaman tek eşli bir ilişkide olsam istisnasız her seferinde gözüm başkalarına kayıyor maksimum 1-2 ay içinde, ilişki ne kadar süper ve mutlu gidiyor olursa olsun. Kendimi kapana kısılmış hissetmeye başlıyorum. Bundan sonra sadece tek bir insanla birlikte olabilmem için fena halde aşık olmam gerek diye düşünmemin nedeni bir insana o derece aşık olursam gözümün dışarı kaymayacağına inanıyor olmam. Kendimi deliler gibi aşık ve çok eşli bir ilişki içinde göremiyorum; o kadar aşıksam başkalarına zaten ilgi duymam diye düşünüyorum.
Neyse, ben bunları söyledikten sonra başka biri daha cevap attı. "Bu dediklerin çok incelik yoksunu ve aptalca" şeklinde. Neymiş, o aynı anda poly ve aşık olabilirmiş; poly olmak onun için kendisiyle ilgili bir şeymiş, başkalarıyla değil; o yüzden yeni biri hayatına girdi ve ona "çok aşık" oldu diye değişecek bir şey değilmiş.
Herkesin benimle aynı düşüncelere sahip olması gerekmediğinin tabii ki farkındayım, ama herkeste aynı farkındalık mevcut değil, görünen o ki.
Birinin düşünceleri hoşuna gitmiyor diye onun dediklerine "aptalca" deme hakkı var mı insanların?
Başkalarını kırıcı bir şey diyor olsam, evet. Birilerine karşı nefret içeren ya da onları küçümseyen bir şey diyor olsam, evet. Saçma sapan genellemeler ya da sosyal tespitler yapıyor olsam, evet. Başkalarını kapsayan varsayımlarda bulunsam ya da teoriler üretsem, evet. Mesela "Poly olmak en iyisidir" türü bir yargıda ya da "Poly ilişki içinde olanlar aşık değildir" türü bir genellemede bulunuyor olsam birilerinin cevap verme hakkı doğar.
(Tam olarak anlatabiliyor muyum emin değilim, anlatabiliyor muyum biri yorum yoluyla belirtsin lütfen. Zaten bu aralar o kadar yorumsuzum ki kendi kendime konuşuyormuşum gibi hissediyorum.)
Ama alt tarafı "Bu konudaki tecrübeleriniz/düşünceleriniz nelerdir" türü bir soruya cevap olarak kendi tecrübelerimi yazmışım yahu (bu kelimeden nefret ederim ama cuk oturdu).
Benim o konu ile ilgili düşünce, his ve tecrübelerim onlar. Ne başkasıyla ilgili bir şey diyorum, ne birilerine laf ediyorum, ne de en ufak bir genelleme yapıyorum. Yazdıklarımda başkalarına dair en ufak bir bahis yok. Hepsi tamamen kişisel deneyimlerim ve bu deneyimler sonucu kafamda oluşan izlenimler.
Bunun nesi aptalca?
Hoşuna gitmeyebilir, saçma bulabilirsin; "Ben bunu asla yapamazdım", "Nasıl böyle bir şey düşünebilirsin" diyebilirsin. Aynı anda poly ve aşık olamayacağıma inanmam senin neden bu kadar sinirini bozuyor ki seninle en ufak alakası olmayan, tamamen kişisel bir şeye "aptalca" deme hakkını kendinde görüyorsun?
Bunu yapan da 45 yaşında bir kadın üstelik. Literally, annem yaşında.
İnsanlar bir ilginç diyorum inanmıyorsunuz.
Friday, 1 April 2011
the queer x show
London Lesbian and Gay Film Festival dün başladı. Bu akşam pro-sex feminism'e ayrılmıştı, arka arkaya Mutantes (Punk Porn Feminism) ve Too Much Pussy: Feminist Sluts in the Queer X Show gösterildi.
Goddess, grant me the serenity to accept the sex I cannot have,
Courage to have the sex I'm afraid to have,
And wisdom to know the difference.
Mutantes heteronormatifin dışında kalan, tamamen queer pornolarda oynayanları tanıtması açısından süperdi. Lynnee Breedlove sahneleri süperdi özellikle, herkes gülmekten öldü sanırım. Breedlove'ı 2 yıl önce falan Bar Wotever için Londra'ya geldiğinde izleme şansı bulmuştum, ilgi çekici biri kesinlikle. Cinsellik ve cinsiyet teorileriyle, feminizmle ve queer aktivizmle ilgilenen herkese bu filmi tavsiye ederim (ama malesef nette çok aradım ve bulamadım, bulursanız bana haber verin).
Mutantes'in ardından Too Much Pussy'nin yönetmeni filmden bahsedip birkaç soru cevapladı, daha sonra film gösterildi. Pro-sex feminism'e şüpheci yaklaşan bir insan olmama rağmen hayatımda hiç bu kadar ilham verici bir film izlememiştim. Eğer filmdeki kadınlar kadar süper bir vücuda sahip olsaydım, her fırsatta açıp gösterirdim kesinlikle. Filmi izledikten sonra "Pornoda oynamak, sahnede izleyiciler önünde seks yapmak, sokaklarda soyunup gezmek kadını güçlendiren feminist eylemlerdir" argümanına hak verebiliyor insan; ancak filmde kadınların önünde soyunduğu/seks yaptığı izleyici kitlesi 10 farklı mekanın 9'unda sadece kadınlardan oluşmaktaydı. İşin sokakta soyunma kısmını çıkarırsak "erkeğin bakışının hedefi olmak" şeyi tamamen ortadan kalkmıştı, ve sanırım bu "yaptıklarımız kadını aşağılamak yerine güçlendiriyor" bakış açısına sahip olmayı daha kolay hale getiriyordur. Ama dediğim gibi, baştan aşağı sadece kadın cinselliğini konu alan, onu tabu olmaktan çıkaran inanılmaz ilham verici bir filmdi. Mutantes'i izlemeseniz olur, ama feminizmle ilgilenen herkes kesinlikle bu filmi izlemeli.
Courage to have the sex I'm afraid to have,
And wisdom to know the difference.
Tez konuma çok yakıştı bu filmler, ikisini de (özellikle Too Much Pussy'i) bulmak istiyorum nette ama hiç bir yerde bulamadım. Bulabilen varsa çok mutlu olurum.
Thursday, 31 March 2011
naked but safe and lifelessly yours
Ülkem dyke kültüründeki aktif-pasif muhabbetine sinir oluyorum. Fena halde, kendine o tür etiketler yapıştıran insanları 500 metreden yakınımda istemeyecek kadar sinir oluyorum.
Bu tür bir muhabbeti hayatımda sadece Türkiye'de gördüm. Avrupa'nın ya da Amerika'nın hiç bir yerinde böyle bir şey yok.
İnsanlar anladığım kadarıyla "Kadınsı görünüyorsa pasif, butch görünüyorsa aktif" moduyla yaklaşıyorlar bu konuya. Sonra ortaya maço erkekler gibi takılan "aktif"ler; sekste ve hayatta her şeyin karşılıklı olması gerektiğinden bihaber pillow princess "pasif"ler çıkıyor.
Bana göre aktif/pasif olmak sadece yatakta ya da hayatın her alanında dominant/submissive olmaktır. Ve BDSM'le alakalı bir kavramdır, vanilla (BDSM'le alakası olmayan) ilişkilerde bu tür partnerler arasındaki "güç" farkına dayanan bir dinamik olmayabilir. Bir de aktif/pasif olmanın insanın tipiyle falan alakası yoktur, butch ya da femme olmakla ya da bunlardan farklı bir şey olmakla alakası yoktur. Birisi son derece dominant ve "feminen" olduğu kadar, gayet butch ve submissive de olabilir.
Bu tür bir muhabbeti hayatımda sadece Türkiye'de gördüm. Avrupa'nın ya da Amerika'nın hiç bir yerinde böyle bir şey yok.
İnsanlar anladığım kadarıyla "Kadınsı görünüyorsa pasif, butch görünüyorsa aktif" moduyla yaklaşıyorlar bu konuya. Sonra ortaya maço erkekler gibi takılan "aktif"ler; sekste ve hayatta her şeyin karşılıklı olması gerektiğinden bihaber pillow princess "pasif"ler çıkıyor.
Bana göre aktif/pasif olmak sadece yatakta ya da hayatın her alanında dominant/submissive olmaktır. Ve BDSM'le alakalı bir kavramdır, vanilla (BDSM'le alakası olmayan) ilişkilerde bu tür partnerler arasındaki "güç" farkına dayanan bir dinamik olmayabilir. Bir de aktif/pasif olmanın insanın tipiyle falan alakası yoktur, butch ya da femme olmakla ya da bunlardan farklı bir şey olmakla alakası yoktur. Birisi son derece dominant ve "feminen" olduğu kadar, gayet butch ve submissive de olabilir.
Sekste kendine dokundurmamak "Aman tanrım çok aktifsin" olma belirtisi değil, stone butch olma belirtisidir.
Sekste "Sen bana zevk ver ama ben sana dokunmam" mantığında olmak "Aman tanrım çok pasifsin" olma belirtisi değil, ya tokatlanası derecede bencil ya da heteroluktan çitin diğer tarafına geçici bir süreliğine atlayan bir pillow princess olma belirtisidir.
Ayrıca kendinizi aktif ya da pasif olarak tanımlamak da benimle asla o aktifliğinizi ya da pasifliğinizi uygulama şansınızın olmayacağının belirtisidir. Having said that, kendinizi dom/top ya da sub/bottom olarak tanımlıyorsanız fotoğraflarınızı bana email atabilirsiniz.
Şu aktif/pasif kelimelerinden nefret ediyorum ya gerçekten. Cümle içinde kullanırken kendime sinir oldum.
PS. Bu arada IAMX'in çoğu şarkısında BDSM referansları var. Eskiden hiç fark etmemiştim çoğunu, şimdi yeni bir gözle dinleyince "Evet, bariz var" diyorum.
Tuesday, 29 March 2011
you bite, you bite to excite yourself.
Your Joy is my Low.
Bu şarkıyı ne zaman dinlesem aklıma seks geliyor. Bana her seferinde istisnasız bunu yapan 3-4 şarkıdan biri.
4 yıl önce falan (oha zaman ne çabuk geçiyor) o zamanlar Sosyomat'ta tanıştığım sarışın, Lizbon'da yaşayan Murat adlı biriyle de karşılıklı gece-dışarı-çıkma-öncesi-içkimizi (o şarap, ben vodka) içerken "Ne seksi şarkı değil mi" muhabbeti yaptığımızı hatırlıyorum.
Bu insanın nickini hatırlayamıyorum bir türlü, ortak arkadaşlarımızın Facebook ve last.fm listelerine baktım, bulamadım. Kafama takıldı. Sosyomat hesabını herkes kapatmış zaten, oradan da bulamam. Neyse.
Bu şarkı bende birilerini ısırma isteği uyandırıyor. Birini ısırdıktan sonra oluşan mor ısırık izlerine bakmak kadar zevkli az şey var hayatta.
Bu şarkıyı ne zaman dinlesem aklıma seks geliyor. Bana her seferinde istisnasız bunu yapan 3-4 şarkıdan biri.
4 yıl önce falan (oha zaman ne çabuk geçiyor) o zamanlar Sosyomat'ta tanıştığım sarışın, Lizbon'da yaşayan Murat adlı biriyle de karşılıklı gece-dışarı-çıkma-öncesi-içkimizi (o şarap, ben vodka) içerken "Ne seksi şarkı değil mi" muhabbeti yaptığımızı hatırlıyorum.
Bu insanın nickini hatırlayamıyorum bir türlü, ortak arkadaşlarımızın Facebook ve last.fm listelerine baktım, bulamadım. Kafama takıldı. Sosyomat hesabını herkes kapatmış zaten, oradan da bulamam. Neyse.
Bu şarkı bende birilerini ısırma isteği uyandırıyor. Birini ısırdıktan sonra oluşan mor ısırık izlerine bakmak kadar zevkli az şey var hayatta.
get over it

Şu ana kadar karşıma çıkan tüm LGB hakları sloganları arasındaki favorim açık ara bu: Some people are gay. Get over it!
Stonewall internet sitesinde sloganın poster ve sticker'larını bedava olarak almak mümkün. Haftaya Türkiye'ye döneceğimden ve bu tür bedava yollanan şeylerin gelmesi genelde 1-2 haftayı bulduğundan boşuna sipariş vermek istemedim, ama Londra'ya döndüğümde kesinlikle bir dünya sticker alıp Türkiye'de karşıma çıkan her yere yapıştıracağım.
Geçen gün birisi bana neden okul bittikten sonra Türkiye'ye dönmek istemediğimi sordu. Türkiye'deki seksizm ve homofobinin benim için dayanılmaz boyutlarda olduğunu söyledim. "İngiltere'de homofobi hiç mi yok? Hem ülken için bir şeyler yapmayacak mısın, senin gibi insanlar değiştirmeye çalışmazsa bu toplum nasıl değişecek?" diye cevap verdi.
Öncelikle, İngiltere'de homofobi tabii ki var. Ama İngiltere'de eşcinsellere değil, homofobiklere "Iyy kafayı mı yedin sen" tepkisi veriliyor. Homofobikler azınlıktalar ve zaten toplumun geneli tarafından "ayıplanıyorlar". İngiltere'de bunlar çoğunlukla aşıldı, most people are "over it".
Türkiye'de homofobikler çoğunlukta ve ayıplanan eşcinseller ile onların temel haklarını destekleyenler.
İkinci olarak en ufak bir "ülkem için" kavramı yok kafamda. Üzerinde doğduğum toprak parçasının tarihin şu anında "Türkiye" olarak adlandırılıyor olması benim ne bu ülkeye, ne de tesadüfen benim gibi "sınırları" içinde doğmuş olan insanlara bir bağ hissetmem gerektiği anlamına gelmiyor. Bunu söylediğimde bahsettiğim insan "Ama toplumumuzun değerlerini reddediyorsun sen" falan filan dedi bana. Toplumun değerleri klitimin ucunda değil çok pardon ama. Benim kendi değerlerim var (her ne kadar biraz toplumdan etkilenmiş olsa da), varlığı sırf bir toprak parçasında doğmuş olmaktan kaynaklanan hayali bir toplumun değerlerine ihtiyacım yok. Benim Türk toplumu mensubu çoğu insanla değerlerim ve hayata bakışlarım en ufak bir yerinden uyuşmuyor, neden o insanla ortak bir "Türklük" paylaşayım ki o zaman? Zaten queer, kinky, poly, feminist ve daha kim bilir başka ne olarak Türk toplumunun değerlerine aykırı davranıyor sayılıyorum. Neden beni toplumun köşelerine iten bir değerler bütününü sahipleneyim ki? Bu bahsettiğim gayet eşcinsel olan kadının böyle "değerlerimiz" bilmemne modunda olması bana komik geldi o yüzden.
(Alakasız not: Milliyetçiliğe o kadar çok alerjim var ki, anlatamam. Milliyeti ne olursa olsun, biri "Ülkemle gurur duyuyorum" moduna geçtiği an benim için tüm çekiciliğini kaybediyor. Sadece arkadaş olarak bu konu açılmayacaksa tolere edebilirim, ama ötesi olarak hayır.)
Son olarak, benim bana baskı uygulayan, ayrımcılık yapan insanı eğitme gibi bir sorumluluğum yok. Bana baskı uygulamayı, ayrımcılık yapmayı bıraksın diye onun "daha iyi bir insan" olmasına yardım etme sorumluluğum yok. Herkes kendisini eğitmekle, daha iyi biri haline getirmekle sorumlu. Dolayısıyla, "Bu insanlar homofobik ama onların suçu değil, siz onlara doğrusunu anlatmadığınız için" gibi bir mantığı saçma buluyorum. Cahil olmaya devam etmeyi seçmek tamamen birinin kendi suçudur. Bu insanlara zaten ne öğretilmeye çalışılırsa çalışılsın, çok büyük ihtimalle kaale bile almazlar. Benim bunlarla uğraşacak sabrım yok. Onun yerine insanların mümkün olduğunca sık bir şekilde eşcinselliğin var olduğu ve bir yere gitmeyeceği gerçeğiyle yüz yüze getirilmesi ve bunun gözlerine sokulması gerektiğini savunuyorum.
O yüzden bu sticker'ları aklıma esen her yere yapıştıracağım Türkiye'de. Türk insanının da bunları "aşması" gerek çünkü.
Subscribe to:
Posts (Atom)