Friday, 17 September 2010

what will we do when our luck runs out on us

Hayatımın bu dönemi bir blog post'u olsa ve bir etiket yapıştıracak olsam "yeni başlangıçlar" diye etiketlerdim. Normalde -yani değişimsiz zamanlarda- bile karakterimin büyük parçalarından olan nostalji hissim bu değişim zamanında artmak yerine tamamen yok oldu. 2 gün sonra kendimi başka bir şehirde bir otel odasında bulduğumda ve koca şehirde sadece bir tek arkadaş dışında herkesin bana yabancı olduğu gerçeğini algılamaya başladığımda geri gelir ama herhalde o nostalji hissi.

Yarın gece Londra'ya dönüyorum. Sabaha karşı abuk bir saatte orada olacağımdan ve otelin check in saati öğlen olduğundan Gatwick havaalanında 4 saatlik bir sleeping pod kiraladım uyumak için. Daha sonra da 4 gece kalacağım otelime gidip ev aramaya başlamayı planlıyorum. O sürede taşınılabilecek durumda bir ev bulamamış olursam ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yok.

Belirsizlik ve haftaya nerede yaşıyor olacağımı bilmemek içimi sıkıyor; ama herşeye baştan başlamak için 3. bir fırsatım olduğu için mutluyum. İlk ikisinde pek başarılı olamamıştım çünkü. Bu sefer öğrencilik hayatımı bir adet social butterfly olarak geçirmeyi planlıyorum. Son yıllarda üzerimden çıkarmadığım asosyalliğim Londra'ya adım attığım anda dolabımın karanlık köşelerinde yerini alacak bu sefer.

Bunları düşünürken aklımda Maximo Park çalıyor:

What happens when you lose everything? You just start again, you start all over again.

Wednesday, 15 September 2010

a broken promise, you were not honest

1 saat önce bir Facebook mesajı yoluyla terk edildim. Bu blog'u açtığım zamanlarda 1-2 aylık bir ilişkiden çıktığımda bile kendimi eve kapatıp haftalar süren ağlama krizlerine tutulduğum düşünülürse bugün 2 yıllık ilişkimin bitmesinin ardından ilk 10 dakikalık şok anında dökülen gözyaşları dışında bir şey hissetmemiş olmam Zero Feelings olma yolunda başarıyla ilerlediğimi gösteriyor (blog'u açmamın amacı da sıfır his olma yolculuğumu kendim için belgelemekti, hence the name Becoming Zero).

Zamanlamasının bok gibi olması dışında benden ayrılan eski sevgilime hiç kızmıyorum. Yakın zamanda zaten böyle bir şey olacağını biliyordum, benim yapmak zorunda olmamam bir rahatlama bile oldu hatta. Benden gizleyerek başka biriyle birlikte olmasına da kızmadığımı tamamen dürüst bir şekilde söyleyebilirim. Aşık olsam herhalde kızardım.

Şu andaki hissizliğim daha olayları tamamen hazmedemediğimden mi kaynaklanıyor bilmiyorum, ama sanmıyorum. Şu anda sadece düzenimin bozulmasına sinir oluyorum, Londra'ya gitmeme 3-4 gün kala bir otel bulmak zorunda oluşuma sinir oluyorum; onun dışında negatif bir hissim yok. Aksine yeni bir okul, yeni bir bölüm, yeni bir şehirle yaptığım yeni başlangıcımı tamamen yeni bir sayfa açarak yaptığım için mutluyum. İkimiz de ayrılığın getirdiği şeylerle uğraşmaya üşendiğimiz için devam eden bir ilişkinin bittiğine de..

Anneme ayrıldığımızı söylediğimde tepkisi "Ne güzel, süper olmuş, böylece kendi sosyal statünde sana uygun birini bulup yeni okulunda yeni insanlarla tanışabilirsin, hem ayrılan o olduğu için şimdi kendini kötü hissediyordur ve o yüzden ondaki eşyalarını ayağına kadar getirir" oldu. Haklı galiba.

Lisede o zamanlar çok aşık olduğuma inandığım ve uzun zamandır birlikte olduğum sevgilimle ayrıldıktan sonra eve dönüşüm hayatımda kendimi en kötü hissettiğim 3-5 andan biriydi. Yolda takside giderken aklıma normalde pek dinlemiyor olduğum Reamonn'dan şarkı sözleri geldi ve ruhumun bütün ağırlığı kalktı o cümle kafamda dönmeye başlayınca: Don't fight the tide, just swim with it.

Yine de içimde "Böyle mi söylenirdi" diye sinir olan eski halimden bir parça şöyle demek istiyor;

I'll find no solace in your poor apologies, and your regret that sounds absurd.

Bu olaydan çıkardığım dersler:

- Yetişme tarzları ve sosyal/ekonomik statüleri birbirinden çok farklı insanların ilişkileri çok istisnai durumlar dışında yürümüyor (bugüne kadar ne kadar aksine çalışsam da öyle ilişkileri hiç yürütemedim ama belki yürütebilen vardır diye istisnaların olabilitesini kabul ediyorum).

- Şu ana kadar çoğu ilişkime karşımdaki insanı yeterince tanımadan ve çok hızlı bir şekilde başladım. Bundan sonra 1 haftadan önce el bile tutmamayı planlıyorum. Şaka bir yana, gerçekten yavaştan alacağım bundan sonra.

- Ben her ilişkimde 3-4 ay sonra sıkılıyor ve sonra aşkla alakası olmayan nedenler yüzünden o ilişkiye devam ediyorum. Bundan sonra bunu yapmayacak ve sıkıldığım an kalkıp gideceğim.

Saturday, 11 September 2010

and then there's leni with the love in her hands



Sevenoaks'tan olmaları ve Leni diye bir şarkı yapmış olmaları nedeniyle sempati duyduğum bir grup GoodBooks. Dağılmış olmaları ne acı.

Sevenoaks demişken, İngiltere'de yaşadığım Kent bölgesi sınırlarında, Londra'ya giderken trenle hep geçtiğim bir town Sevenoaks (ya da belki şehir?). Haftaya bugün İngiltere'ye dönmek üzere son hazırlıklarımı yapıyor olacağım. İngiltere'nin düzenini, kibar insanlarını, soğuk ve yağmurlu havasını, müzik zevkini, gay barlarını ve pub'larını, cider'ını, bacon'ını özledim. Sarhoşluktan zor ayakta durur bir halde gecenin bir yarısı tek başıma karanlık sokaklarında dolaşırken bile başıma bir şey geleceği korkusu taşımadığım Londra'yı özledim. Sokak ortasında el ele tutuşan, öpüşen gay çiftleri görmeyi özledim. Sokak modasını özledim. Harvey Nichols, Net-a-Porter ve benzerlerinin indirimlerini takip etmeyi özledim. Tesco'nun salatalarını özledim. Eylül ayında ceketle üşümeyi özledim. Tek başıma dışarı çıkıp elimde içkimle bir pub'da oturup insanları izlemeyi özledim. Sigara dumansız nefes alabilmeyi özledim. İngilizce konuşmayı özledim. Yeni bir şehre taşınmayı, yeni bir evi döşemeyi, yeni bir okula ve yeni bir bölüme başlamayı, yeni bir çevreye adım atmayı, yeni başlangıçları özledim.

I cannot see the day for night
I feel the clouds closing in
I cannot put a single foot right
I don't know where to begin.

They bring me down, they push me around
They kick my face into the ground.
And I know this because I was there.

And then there's Leni with the love in her hands
When she's around I find it hard to understand
She winds me up and down again again and again
She might as well leave me for dead.

There are times when I will need you
There are times when you're not around

I owe so much of me to you
I see you when I look in my eyes
Of all the things I'm going through
You never stopped to tell me why
You bring me down, you push me around
You kick my face into the ground.
And I'll tell you because I was there.

And then there's Leni with the love in her hands
When she's around I find it hard to understand
She winds me up and down again again and again
She might as well leave me for dead.

Do you know, I don't think she means it.
I would give so much to believe

There are times when I will need you
There are times when you're not around

And I'm losing my patience
I will love her from the grave.

Wednesday, 8 September 2010

dancing with myself

Çok sevdiğim bir şarkı Dancing With Myself. Glee'deki versiyonuna özellikle bayıldım.

Link http://repka.tv/video/84196 ama embedleyemedim.

Tuesday, 7 September 2010

we need to concentrate on more than meets the eye




Bu sabah aklımda bu şarkıyla uyandım. Hem nostaljik, hem de geleceği merakla bekleyen; hem hüzünlü, hem de umutlu bir şarkı. Seviyorum.

Placebo'yu 6. kez canlı izleyecek olmama 20 gün kaldı. Bir yandan hiç bir zaman 2000'deki konserleri gibi bir setlist dinleyemeyeceğime üzülüyorum, bir yandan da onları yeniden göreceğim için mutluyum.

Them's the breaks,
For we designer fakes,
We need to concentrate on more than meets the eye.

Them’s the breaks,
For we designer fakes,
But it's you I take, cause you’re the truth, not I.

There are twenty years to go,
A golden age, I know,
But all will pass, will end too fast, you know

There are twenty years to go,
And many friends I’d hope,
Though some may hold the rose, some hold the rope.


Ne kadar doğru. Zaman çok çabuk geçiyor, şimdi geçmişe özlem duyarken 2 yıl sonra bu zamanı özlüyor olacağım. Ve evet, insanın karşısına çıkan "arkadaşlar"; though some may hold the rose, some hold the rope.

Göze görünmeyeni görebilme konusunda daha iyi olabilmeyi umuyorum.

Monday, 6 September 2010

does that make me crazy?

Çok garip bir haftasonu geçirdim. Garip şeyler dizisi Cumartesi sabahı Çeşme'ye geldiğimizde yiyecek bir şeyler almak için Çeşme Marina Burger King'e uğramamızla başladı. Kahvaltı Menüsü olarak ciabatta, sandviç ekmeği ve bagel arası 3 sandviç çeşidi koymuşlardı. Sandviçlerin de vapurda satılan dandik sandviçlerden hiç bir farkı yoktu. Türkiye'de hiç Burger King'de kahvaltı etmedim ama kahvaltı menüsü bu kadar kötü olamaz diye Google'ladım; gerçekten de normal kahvaltı menüsü bu değilmiş, burger'lar, burrito'lar ve hash brown'lar varmış. Marina'dakilerin üşengeçliği mi yoksa Burger King Türkiye'nin genelinde mi artık kahvaltı sadece soğuk sandviçten oluşuyor bilmiyorum; ama çok kötü olmuş, hiç yapmasalar daha iyi.

BK'den çıkıp limana gittik. Hayatımda gördüğüm en başarısız -xray'den geçenleri kimsenin izlemediği, metal dedektöründen geçerken fena halde ötseniz bile güvenlik görevlisinin dönüp bakmadığı, insanların yolda yürür gibi girip çıktığı- güvenlikten geçtikten sonra feribota bindik. Sakız'a ulaştığımızda araba anahtarlarının kaybolduğunu fark ettik. Bunu düşünerek bütün günümüzün içine etmeyelim kararı verip bir araba kiraladık ve adanın güneybatısını gezmek üzere yola çıktık. Birbirinden şirin ortaçağ köyleri ve seneye tekneyle gelinesi sahiller vardı. Öğleden sonrayı onları gezerek geçirdik ve liman yakınlarına geri döndük. Arabayı bırakmak için kiraladığımız yeri gittik, ancak zeki insanlar bize arabayı 4.30'da bırakacağımızı bildikleri halde o saatin siesta olduğunu ve dükkanın kapalı olacağını söylememişlerdi. Yandaki cafe'deki amcaya anahtarı bırakıp limana gittik, Çeşme'ye döndük. Limanda çalışan 293729 tane insana araba anahtarı bulup bulamadıklarını sorduk, ama bir şey çıkmadı. Zaten çıksa şaşardım, adamlar "Hayır bulamadık" deyip duruyor olmalarına rağmen biz söylemeden xray cihazının içine takılmış ya da düşmüş olabilir diye bakmayı akıl edememişlerdi.

Limandan çıkıp arabanın yanına gittiğimizde saat 6.15'ti. Araba üreticisi arandı, ama araba elektronik kilitli olduğu için bir şekilde kapıyı açsalar bile motorun kilitli kalacağını o yüzden arabayı İzmir'e çekmek gerektiğini söylediler. Onlara sinir olunup baya bir bağırdıktan sonra sigorta şirketini aradık. Neredesiniz sorusuna "Çeşme Liman" cevabını verdiğimizde "Çeşme nerede ama?" dendiğine ilk kez rastladık. Çeşme'nin İzmir'e 70-80km uzaklıkta bir yer olduğunu anlattıktan sonra sigorta şirketi bize bir çekici göndereceklerini, başka bir alternatif olmadığını söyledi. Bir saat sonra gelen ilk çekici gelmeden önce "Arabanızın önünde arkasında araç var mı" diye sormayı düşünememiş olduğundan biraz uğraşıp geri gitti. Arabayı yukarıdan kaldırabilecek 2. bir çekicinin geleceği söylendi. 2 saat daha geçti, 2. çekiciyi aradığımızda sürekli "Alaçatı'dan çıkıyorum şimdi 10 dakikaya oradayım" deyip duruyordu. Ona da biraz bağırdık, sonra aslında Urla'dan geldiğini itiraf etti. Sonunda bizi "ödemeli arayarak" -evet, yok artık- nerede olduğumuzu 204829 kez söylememize rağmen bir daha sorduktan sonra saat 9.15 gibi geldi. Araba çok ağır geldiği için o da işe yaramadı. Çeşme'de en ağır arabaları bile kaldırabilen tek çekici polise ait olduğundan polis arandı. Polis arabayı çekiciye yüklemeyi başardı, saat 10 gibi İzmir'e doğru yola çıktık. Böyle de fena bir Cumartesi gecesiydi kısacası.

Araba İzmir'de serviste duruyor şu anda, bu hafta içinde İstanbul'dan yeni programlanmış anahtar gelecekmiş. Araba üreticisinin yeni bir anahtar çıkarmayı 1 haftada halledebilmesi ve arabanın kapısını bile açamaması, üstelik anahtar gelene kadar kullanılması için bir araba bile vermemesi inanılmaz gerçekten.

İşin en kötü kısmı telefonumun şarj aletinin arabada kalmış olması. Şarjım da sıfırdı, yani yeni anahtar gelsin de araba açılsın diye bekleyecek zamanım yok. Kartımı başka telefona taksam Blackberry Internet Service'im yanmış oluyor. Ne yapsam diye düşünürken aklıma Turkcell'in hızlı telefon şarj etme üniteleriyle ilgili reklamları geldi. Turkcell internet sitesinden baktım nerede varmış İzmir'de diye, en yakın olanına gittim. "Cihazlar şu anda çalışmıyor" yanıtını aldım. Madem çalışmıyor, insan internet sitesine çalışmıyor diye not düşer de millet boşuna gitmez, değil mi? Bunun için de bir şikayet emaili yazmayı planlıyorum üşenmediğim bir zaman. Neyse, Turkcell'den 50TL verip bir adet Blackberry şarj aleti aldım. Eve geldim, şarja taktıktan 10 dakika geçmesine rağmen şarj ışığı yanmayıp telefon hala açılmayınca orijinal diye sahte ürün sattıklarına karar verip geri götürdüm. Paramı iade ettiler. Yanda Vodafone vardı, oraya sordum. Orijinalinin olmadığını, İzmir'de orijinal Blackberry şarj aleti bulamayacağımı söyleyip sahtesini almamı önerdiler. "Elimizde orijinali yok" desene, "Buralarda bulamazsınız" diye niye yalan söylüyorsun modunda sinir olup çıktım. Sonunda Avea'da 45TL'ye orijinal olduğu iddia edilen bir şarj aleti buldum. Ama normalde 2 saatin biraz altında bir sürede tamamen şarj olan telefonumun şarj olması 4 saat sürdü. Nasıl olsa bu şarjım bitene kadar arabanın kapısı açılıp eski şarj aletime kavuşabileceğim için "Şarj süresi normalden çok uzun sürdü" diyerek bunu iade mi etsem diye düşünüyorum. Orijinal bir şarj aletiyle o kadar uzun süreceğine inanmıyorum çünkü tamamen dolmasının.

Bu arada Sakız'da Turkcell çekiyordu hep, çok ilginç. Rodos'ta çekmiyordu.

Ayrıca annem yaşında kadınlar Marc by Marc Jacobs aksesuarları kullanınca çok garipsiyorum. MbMJ o kadar gençlere yönelik bir marka ki, gözüm yadırgıyor.

Son olarak da biz evlerinin önünde 4 saate yakın bir süre yerde otururken balkonda yiyip içen ve "Sorun ne, bir şey içer misiniz" falan demeyi akıl edemeyen görgüsüz insanları kınıyorum buradan. Benim yazlığımın önünde birisi saatlerce otursa, çekiciler gidip gelse en azından gidip bir sorarım gelip evde beklemek isterler mi diye. Bir de Türk misafirperverliği falan diyorlar...

Thursday, 2 September 2010

this is not london

Sözlükte İngiltere başlığına yazdığım entry'le ilgili bir mesaj aldım bugün. "Atıyorsunuz" şeklinde. Entry şöyle:

"yes ya da no yerine her zaman yes please ya da no thank you denilen, bardan içki alırken bile pipeti için ayrı buzu için ayrı 5 kere teşekkür edilen, otobüsten inerken şoföre ve biri siz geçin diye çekildiğinde thank you demenin adet olduğu, otobüs tren ve türevlerinin her zaman vaktinde geldiği, polise en saçma ve ufacık şikayetle bile gittiğinizde son derece ciddiye alındığınız, kimsenin farklı görünüşlü insanlara dönüp ikinci bir kez bakmadığı, herkesin istediği gibi olduğu/istediği gibi yaşadığı ve buna insanların saygı duyduğu ülke. daha sonra türkiye'ye dönüldüğünde de kültür şoku yaşanır. ayrıca ingiltere'de sağlık sistemi* son derece dandik bir şekilde işlemektedir, hastanelerde randevular genelde haftalar sonrasına verilir."

Burada attığım ya da abarttığım bir şey yok. İngiltere'de kaç yıldır yaşarken ve ondan önce turist olarak gittiğimde gözlemlediğim şeyler bu yönde. Ha İngiltere'de kaba insan yok mu, tabii ki var, ama böyle insan yılda 2 bilemedin 3 kere çıkar karşıma. Trenler hiç mi gecikmez, tabii ki gecikir, ama çok nadir. O yüzden o gözlemlerimin tamamen arkasındayım.

Sözlüğe bugün İngiltere başlığına yazılanlardan anladığım kadarıyla "Çok medeni diye övdüğünüz bu İngilizler öyle sömürgeciler böyle bilmemneler" falan gibi bir hava var bazılarında. Birleşik Krallık'ın sömürgeci tarihi ya da ülkenin genel ruh haline istisnai davranan az sayıda insan İngilizler'in son derece medeni bir topluluk olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bizim Türk toplumu olarak en ufak bir laf etmeye bile hakkımız yok bu konuda. Neden?

-İzmir'de bir kere çantam çalındığı için, bir kere de kızın teki bana sokak ortasında tokat attığı için polise gittim. Her iki seferinde de gittiğim karakoldaki polisler bana daha önemli işlerinin olduğunu, böyle şeylerle uğraşamayacaklarını söylediler. Çantam çalındığında içindeki şeylerin değeri 2500TL civarındaydı. Ne çantam, ne içindeki şeyler, ne de kimliklerim bulundu. Polisin olayı araştırdığını bile sanmıyorum, zaten "Bulunmaz bunlar" türü bir şey söylemişlerdi.

İngiltere'de kimlik kartlarımın bulunduğu minik kart şeyini -ne deniyor buna?- kaybettiğimde polise başvurdum. İçinde maddi değeri olan bir şey yoktu; okul kartlarım, öğrenci kimliklerim falan vardı. Polis olayın gerçekleştiği yeri ve saati sorup güvenlik kameralarını inceledikten sonra beni arayacaklarını söyledi. 2 gün sonra birisi aradı, bir şey bulamadıklarını ama şikayetimin open case olarak duracağını ve bir gün bir şey bulunursa aranacağımı söyledi. Ertesi gün evime "Londra'da bir suçun mağduru olduğunuz için çok üzgünüz, eğer ücretsiz danışmanlık hizmeti almak isterseniz şu numarayı arayabilirsiniz" şeklinde polisten bir mektup geldi. Ondan sonraki hafta ise bir suça hedef olduktan sonra hissedebilecekleriniz ve bu konuda yapabilecekleriniz konseptli bir broşür yolladılar. Bu kadar ufak bir olayı bile çok ciddiye aldılar kısacası.

-Türkiye'de trenleri bilmiyorum ama otobüs vaktinde kalkmadığında değil, kalktığında şaşırırım. İzmir'de 121'le Alsancak'a gitmek istediğimde normalde 20 dakikada bir gelmesi gereken otobüsü yaz sıcağında 45 dakika beklediğim olurdu. Otobüs geldiğinde "Neden geç kaldınız" diye sorduğumda da önceki otobüsün iptal olduğu cevabını alırdım her seferinde. Şoförler kafalarına esince seferlerini iptal ediyordu kısacası.

İngiltere'de otobüslerle pek deneyimim olmadı ama bana hiç geç kalan otobüs denk gelmedi. Trene çok biniyorum, nadiren 1-2 dakika dışında geç kalmazlar pek. Abartı geç kalırlarsa da biletinizi saklayıp inince tren şirketine yollarsanız paranızı iade ederler. Trenin önceden belirtilmeden iptal olmasına bir kez denk geldim. Onda da evim yarım saat uzaklıkta olmasına rağmen tren şirketi görevlisi beni kapıma kadar ücretsiz götürecek bir taksi ayarladı gecenin 2'sinde.

-Geçen post'larımın birinde garsonlara, kasiyerlere, barmenlere sen diye hitap eden ve teşekkür etmeyenlere sinir olduğumdan bahsetmiştim. Türkiye'de çoğunluk böyle yapıyor. Masalarına yemek getiren adamı görmezden geliyor, hiç gelmemiş gibi muhabbetlerine devam ediyor insanlar. Barmen içkiyi uzatıyor, alıp gidiyorlar.

İngiltere'de aynen yukarıda bahsettiğim gibi içki alırken bile defalarca teşekkür ediyor insanlar. İçkisi için teşekkür ediyor, "Buzlu olsun" dediğinde barmen buz koyunca ayrı teşekkür ediyor, "Pipet alabilir miyim" deyince verilen pipet için ayrı teşekkür ediyor, para üstünü alınca yine teşekkür ediyor. Ülkem insanı bir kere ederse iyi.

İngiltere'de insanlar otobüsten inerken şoföre teşekkür ediyor onlarca yolcudan biri olduğu halde, Türk insanı tek başına bindiği taksiden inerken şoföre "İyi akşamlar" bile demiyor ve bunu yaparken kendinden utanmıyor. Asansöre birlikte bindiği komşusuna bile inerken "İyi günler" demeyi akıl edemeyenler var. Migros, Carrefour türü yerlere gittiğimde bana poşet uzattığı için teşekkür ettiğimde yüzüme boş boş bakan ve karşılık bile vermeyen kasiyerleri saymam mümkün değil.

İngiltere'de insanlar yürürken biri yol verince teşekkür ediyorlar, ülkemde insanlar birbirine yol vermek yerine omuz atıp özür bile dilemeden geçmeyi tercih ediyorlar.

İngiltere'de ister Pamuk Prenses gibi giyinip gezin, ister yeşil saçlı olun; kimse dönüp bakmıyor. Türkiye'de insanların "normal" anlayışından farklı görünen herkese bakılır, hatta kişi parmakla arkadaşlara gösterilip "Tipe baksana" denir.

İngiltere'de homofobiklerdir istisna olanlar, toplumun geri kalanı onlara ayıplayarak bakar. Türkiye'de eşcinsellere ayıplayarak bakılır.

Burada amacım İngiltere propagandası yapmak değil, medeniyet propagandası yapmak. İngiltere'de de medeniyetten nasibini almamış insanlar vardır elbet, ama "İngilizler medeni değiller" diyenler kendilerini kandırıyorlar. İnsanlar bok atacak şey arayacaklarına biraz örnek almayı deneseler keşke.

Wednesday, 1 September 2010

i want it all

Karar vermekten nefret ediyorum. Şu anda hayatımın en çok karar vermemi gerektiren dönemlerinden birini yaşıyorum. Hangi okula gitsem, hangi şehirde yaşasam, nasıl bir ev tutsam, yeni vizeye başvursam mı, bu sene çalışsam mı yoksa gönüllü mü olsam gibi konular yetmezmiş gibi bir de banka problemi çıktı.

Son 2 yıldır İngiliz bir banka hesabı açtırmadan idare ettim. Hesap açtırmamamın nedeni ilk başlarda 1039 tane belge toplayıp bankaya gitmeye üşeniyor olmamdı. Ayrıca zaten bütün alışverişlerimi kredi kartıyla yaptığımdan ve 2 pound'luk kahveyi bile kredi kartıyla ödediğimden nakit gereksinimim pek olmuyordu. 3 ayda bir Türkiye'ye geldiğimde beni bir dahaki gelişime kadar idare edecek kadar pound'la İngiltere'ye gidiyor ve yarısını harcamamış olarak dönüyordum. Evde tek başıma yaşadığımdan ve Canterbury çantanızı kendiniz birine uzatsanız çalınmayacak kadar güvenli bir şehir olduğundan parayı evde saklamakta bir sakınca görmüyordum.

Buraya kadar iyi güzeldi, ama artık banka hesabı açmayı düşündüren bazı faktörler işin içine girdi:

-Bundan sonra nerede yaşarım bilmiyorum, ama büyük ihtimalle tek başıma yaşamıyor olacağım. Kilitli bir kapının ardında bile olsa başkalarının yaşadığı bir yerde nakit saklamak istemiyorum.

-Türkiye'den İngiltere'deki ev sahibime her kira yollanışında oldukça fazla bir komisyon ödemem gerekiyordu. Komisyon normalde çok yüksek değil aslında, ama yüksek meblağlar söz konusu olunca baya tuzlu bir hal alıyor iş (her okul ücreti ödediğimde 500TL komisyon ödüyorum mesela).

-Bazı şeyler sadece debit card'larla yapılabiliyor İngiltere'de (eve telefon hattı bağlatırken alınan depozitonun ödenmesi gibi). Türkiye'deki hiç bir banka yurtdışında kullanılabilen bir debit card vermiyor.

-Eğer Birkbeck'de okuyacak olursam debit card'la ödemem durumunda okul ücretini 9 takside bölüyorlar. Bu da okulun yıllık £13,000 falan olduğunu düşünürsek iyi bir fırsat.

Peki neden gidip kendime İngiltere'de bir banka hesabı açtırıp debit card almıyorum?

-Normal banka hesapları için en az 3 yıldır İngiltere'de resident olmuş olmak gerekiyor. Yabancılar için olan hesaplar var, onlar için de bankalar ücret alıyor (HSBC yılda £96 alıyor). Eğer HSBC'ye o parayı verecek olsam ve her şey hallolacak olsa neyse, ama HSBC Türkiye HSBC İngiltere'ye para yollarken yine komisyon alıyor. Ayrıca bankaya hem milyarlarca para verip hem de üstüne tutsun diye para vermek bana çok ters geliyor.

-HSBC'nin Postgraduate Bank Account diye bir hesabı var, eligibility kısmına "3 yıldır yaşıyor olmak bla bla ya da HSBC Group'un herhangi bir üyesinde bir banka hesabı sahibi olmak" yazmışlar. HSBC Türkiye'de banka hesabım olduğu için 3 yıldır orada yaşamıyor olduğum halde alabiliyorum anladığım kadarıyla yani. Bu hesap ücretsizse, HSBC Türkiye'nin yollama komisyonuna rağmen olabilitesi var. Ama zeki insanlar oraya bir tane email adresi koymamışlar, illa İngiltere'ye telefon mu etmem gerek bilgi almak için? Hiç uğraşamam, telefon sevmiyorum.

-Citibank'ın global bir hesap servisi varmış. Sanırım 80 dolar karşılığında hesabı tüm dünyaya açtırabiliyor, dünya çapındaki bütün Citibank şubelerinden ücretsiz para çekebiliyormuşum. O global hesaba para aktarımı da komisyonsuz bildiğim kadarıyla. Ama bana orada bir hesap ya da debit card vermiyorlar. Yani ben ev sahibime nasıl kira ödeyeceğim bu durumda? Aradığımda telefondaki yetkilinin cevabı "Gidip ATM'den nakit çekip öyle verirsiniz" oldu, ama ya ev sahibim başka bir şehirde yaşıyorsa yani yüz yüze eline nakit verip makbuz alma imkanım yoksa? Ya nakit kabul etmek istemiyorsa? Onu geçtim, Brighton'da yaşayacak olursam her para çekmek istediğimde Londra'ya 1 saat yol mu gideceğim?

-Bazı insanlar Paypal'le kira ödüyorlarmış. Aynı ülke sınırları içinde para yollamak için Paypal mantıklı, ama ülkelerarası yollayınca deli gibi komisyon alıyor.

-TurkishBank, Garanti, Ziraat ve İş Bankası'nın Londra'da şubeleri varmış; onlara da soracağım bu hafta ama pek umutlu değilim.

Aylık ücret ödemeden açabileceğim ve bana debit card veren bir banka hesabı istiyorum sadece. Bu kadar mı zor? Sinir oldum buna bütün gün.

Bana HSBC İngiltere'nin email adresini bulabilene içki ısmarlıyorum.

Günün şarkısı: Depeche Mode-I Want It All

Tuesday, 31 August 2010

it's a jungle out there



Bunu neden dün koymadım bilmiyorum, ama Marion Cotillard'nın Oscar aldıktan sonraki konuşmasından sonra favori ödül konuşmam bu. Heyecandan ne diyeceğini şaşırıyor falan Jane Lynch, inanılmaz şirin. Bayılıyorum.

"Economists credit Jane Lynch’s character on Glee with creating over 62,000 new jobs in the polyester tracksuit industry."

Mükemmel.

destroy everything you touch

3 aydır British Vogue okuyamadığımdan ilk kez Vogue Türkiye aldım dün. Sadece bu ayın sayısı mı böyle, yoksa hep mi böyleydi bilemiyorum; ama moda ve stilden çok "kadın dergisi" tadında. Erkeğinizi Mutlu Etmenin Yolları başlıklı bir yazı ve 1-2 yatakta-uyumlu-musunuz konseptli test eklense tam Cosmopolitan olacak yani, o derece.

Kapak article'larından biri Feminenlik Rehberi diye bir şey. "Ofiste, davette, gece, gündüz, zamansız feminen olmanın yolları"nı öğrenelim diyeymiş. Kadının gece gündüz feminen olması gerekiyor çünkü, ofiste de profesyonel değil kadınsı olmaya çalışmalı anladığım kadarıyla.

İlk sayfalarda insanlara sorulan "Sizce kadın gibi kadın nedir" sorusu. Kadın gibi kadın. Kadını nesneleştiren, "feminenlik/kadınsılık" kavramına tıkılıp kalmaya zorlayan, seksist bir ifade daha.

İlerleyen sayfalarda Arçelik ve Molped reklamları. Vogue "kadın dergisi" ve kadın gibi kadınlar ev işi yapar ya, kadınlara beyaz eşya reklamı yapmak lazım o yüzden.

Korkunç.

PS. The September Issue açılışında Ladytron-Destroy Everything You Touch çalan bölümün videosunu nerede bulabileceğimi bilen var mı?