Monday, 17 February 2014

stranger, make me remember you

Londra'daki favori mekanım ve nam-ı diğer ikinci evim BFI'da üyelere özel her ay ünlü film ve sanat insanlarının gelip kendilerine ilham veren filmleri sunduğu gösterimler oluyor. Bu ayın konuğu Alison Goldfrapp ve sevgilisi Lisa Gunning idi. İlham aldıkları film Persona'dan önce Goldfrapp'in Tales of Us albümüne eşlik etmesi için yaptıkları aynı adlı filmi sundular. Her şarkı için başka bir kısa film vardı. Normalde dinlediğim şeylerden çok uzak olmasına rağmen albümün masalsı havasını çok beğendim, tam arka fonda çalınacak güzellikte. En kısa zamanda edinmek istiyorum.



Stranger'a eşlik eden kısa filmi çok aradım ama maalesef bulamadım. Bulabilene kocaman bir hug (spoiler vermemek için plajda yürüyen iki kadınla başlıyordu diyeyim).

Saturday, 15 February 2014

blue v day

Dün Blue is the Warmest Colour'u ikinci evim BFI'da yedinci kez izledim. Sinemaya giderken yolda çok çok sevdiğim bir filmi tekrar izlemenin bana hissettirdiklerini düşündüm.

Çok sevdiğim bir şeyi yerken yavaş yavaş yeme ve en sevdiğim kısmı en sona bırakma huyum vardır (ya da belki herkes öyle yapıyor, bilmiyorum). Sevdiğim bir filmi izlerken de böyle her anını sindire sindire izleyeyim ve hiç bitmesin istiyorum. Film başlarken heyecandan midem sıkışıyor, yüzüme salak bir gülümseme oturuyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Her izlediğimde yeni bir minik detay görmek beni çok mutlu ediyor.

Bu yedinci izleyişten sonra sanırım Directors Cut ortaya çıkana kadar Blue is the Warmest Colour'un zihnimde kendini marine etmesine izin vereceğim.

lambda

Lambdaistanbul'un Facebook sayfasında sevgili/seks/bilmem ne arayışı ilanları üzerindeki yasağın kalkmasıyla son bir aydır falan sayfa bu tür ilanlardan geçilmez oldu. Uzuv fotoğraflarının eşlik ettiği "Benimki şu kadar cm, Bostancı'da yalnız yaşıyorum, pasifleri beklerim" ilanlarından iş yerinde Facebook'umu açmaya korkuyorum artık. O kadar boku çıktı ki, müşteri arayan hetero kadınları geçtim, bugün kız kardeşinin kullanılmış iş çamaşırlarını satmaya çalışan dingilin tekine denk geldim sayfada.

İşin en acayip kısmı ise sayfa admin'lerinin bu duruma tepki gösterenleri "ahlakçılık" ile suçlaması. Bu bahsettiğim külot satma muhabbetinin altında admin olduğunu varsaydığım kişinin "Kardeşi yetişkin ve haberi varmış. Bize ne o zaman." dediğini ve Lambda üyesi ya da gönüllüsü olmayanların görüş bildirme hakkına sahip olmadığını belirttiğini gördükten sonra sinirlerim tepeme fırladı.

Ahlakçılıktan ve tutuculuktan benim kadar uzak çok az insan olabilir; eşcinsel camiası da dahil olmak üzere pek çok insanın "sapıklık" olarak tanımlayacağı pek çok cinsel eylemi yargılamam, rıza sahibi yetişkinlerin diğer rıza gösteren yetişkinlerle yaptıkları her türlü şey kendilerini ilgilendirir. Burada insanların tepki göstermesinin sebebi ahlakçılık değil.

Cinsel organının ya da yarı çıplak vücudunun fotoğraflarını internette paylaşarak arayışlara giren insan modeli olmamama rağmen bunu yapmayı seçenleri anlayabiliyorum. Ama bunun yeri LGBT hakları derneklerinin sayfaları değil. Bu tür arayışlar için pek çok site var zaten.

Bunu da geçtim, yasallığı tartışılır ticari "arayışların" reklamının yapıldığı bir sayfa haline geldi Lambda sayfası. Ve sayfa admin'leriyle müritleri bozuk plak gibi her eleştiriye ahlakçılık damgası vuruyorlar, sanki bunlar cinsel bir devrimin işaretleriymiş ve biz geri kafalılar partinin keyfini kaçırıyormuşuz gibi. Aferin size, o kadar modern ve aydınlanmış insanlarsınız ki.

İstanbul'daki tek örgütlü LGBT oluşumun bu kafadaki insanlar tarafından yönetiliyor olması gerçekten içimi acıtıyor.

Wednesday, 5 February 2014

tube strike

Bugün Londra'daki metro istasyonlarındaki bilet gişelerinin kapatılıp yerlerine makine konması teklifini protesto amacıyla metro çalışanları greve başladı. Bu hafta 48 saat, haftaya 48 saat olmak üzere toplam 4 gün grev yapacaklar.

İşe metroyla gitmeyen bir insan olarak bunun beni pek etkileyeceğini düşünmemiştim, hatta grevi tamamen unutmuşum. Her zamanki gibi otobüs durağına gittiğimde normalde 10 kişinin olduğu durakta 100 kişi görünce aklım başıma geldi. Ortama tam bir kaos hakimdi: zaten ağzına kadar dolu olan otobüsler durduğunda 100 kişinin hepsi birden kapıya akın ediyor, şoför sadece inen kişi sayısı kadar insanı içeri alacağını işaret ediyor, insanlar buna rağmen itişe kakışa binmeye çalışıyorlar, şoför daha fazla insan binmesin diye kapıyı kapatıyor, insanların sağı solu kapıya sıkışıyor, acı içinde bağırıyorlar. Binmeye teşebbüs ettiğim dört otobüsün hiçbirine binemiyorum, kimisi o kadar dolu ki durmadan geçiyor.

Sonunda beşinci otobüse binmeyi başarıp sardalya konservesi modunda bir yolculuk sonrası otobüsten indiğimde ofise yürümek mümkün değil, yine durakta ne yapacağını şaşırmış bir halde bekleyen, gelen otobüslere hücum eden bir insan kitlesi.

Zaten işe geç kalmışım, uzakta oturan çoğu insan işe gelememiş, bütün Londra metro grevini konuşuyor. Bazı insanlar evden sabah 5.30'da çıkmışlar. Dönüşte belki sabah olduğu kadar zorlanmam, iş yerimin olduğu otobüs durağı o kadar merkezi bir durak değil diye düşünerek işten çıkıyorum. Normalde taş çatlasa 2-3 kişinin olduğu durakta 50 kişi bekliyor. Otobüs geliyor, yine hepimiz akın ediyoruz. Herkes sinirli, herkes gergin. Yanımda ayakta duran herif 5 yaşındaki çocuklar gibi çat çat sakız patlatıyor, iyice geriliyorum. Otobüs duraklarında oluşan kızgın kalabalığın olay çıkarmasını önlemek ve insanların kazasız belasız otobüse binmesini sağlamak için her durakta polisler bekliyor. Otobüse binip bize arkaya doğru ilerlememiz ve insanlara yer açmamız için bağırıyorlar. Herkes kafayı yemiş bir durumda. Ve bu dört günün daha birincisi.

Her ne kadar insanların yerini makinelerin almasına karşı olsam da böyle oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi her sinir olduklarında greve giden ve koca şehri perişan eden metro çalışanlarına en ufak bir sempati duyamıyorum. İngiltere'de çoğumuz bütçe kesintileriyle karşı karşıyayız, çoğumuzun işi tehlikede. Kaçımızın greve gitme lüksü var, hem de metro gibi şehir hayatının işleyişi için büyük önem taşıyan bir yerde çalışırken? Kendileri zor durumda diye milyonlarca insanı zor durumda bırakmaya ne hakkı var bu insanların? Anlamaya çalışıyorum ama maalesef ne tarafından bakarsam bakayım hak veremiyorum.

Tuesday, 28 January 2014

only lovers left alive

Bu aralar haftada birkaç kez Chinatown'a gider oldum. Hem evime yürüme mesafesinde oluşu, hem kafayı dim sum'la bozmuş olmam, hem de en sevdiğim sinemalardan biri olan Prince Charles'ın dibinde oluşu sebebiyle Chinatown hızla Londra'daki favori destinasyonlarımdan biri haline geliyor.

**

Pazar günü uzun zamandır deneyimlediğim en güzel günlerden biriydi. Yeni tanıştığım bir arkadaşımla Chinatown'da bir dim sum restoranında öğle yemeği yedikten sonra kendimizi Haagen Dazs'ın kafesine attık. Güzel bir kahve sonrası buluşmamızın asıl amacı olan Prince Charles'daki Mean Girls quote-along etkinliğine gittik. Bilmeyenler için quote-along sinema gösterimleri izleyicinin film boyunca bir ağızdan replikleri söylediği, çılgın eğlenceli etkinlikler oluyor.

Arkadaşım Blue is the Warmest Colour'u uzun zamandır izlemek istediğini, ama evinin yakınlarında gösterimde olmadığı için DVD'sini beklediğini söylemişti. Mean Girls çıkışı bir de baktık ki diğer salonda Blue is the Warmest Colour başlamak üzere. Tabii ki kendimizi tutamadık ve girdik. Böylece filmi Ekim ayından beri sinemada altıncı kez izlemiş oldum.

Sevgililer Günü'nde BFI'da yedinci kez izlemiş olacağım. Hiç de Sevgililer Günü filmi değil, ama olsun.

**

Az önce Only Lovers Left Alive izledim. İlk anından itibaren fena halde kült esintiler taşıyan bir filmdi. İzlenesi.

Thursday, 9 January 2014

saint laurent sl/02h

Zaman yine indirim zamanı. Eskiden Noel'de başlayan indirimleri yıl boyunca heyecanla beklerdim, ama hem dolaplarımda iki fazladan kazak dahi alacak yer kalmaması sebebiyle, hem de "Olur da Türkiye'ye dönmek zorunda kalırsam bu kadar eşyayı ne yapacağım" düşüncesiyle bu sene indirimlere pek ilgi göstermedim. Ama yine de dün akşam bir Selfridges'e uğrayayım dedim. Zamanlamam mükemmelmiş gerçekten, tam %50 indirimli olan şeylerin daha da düştüğü güne denk gelmişim. 99 pound'a Alexander McQueen babetler, 100 küsür pounda Balenciaga ve Burberry ayakkabılar, 50 pound'a Michael Kors elbiseler vardı. İki saat kararsız kaldıktan sonra 425 pound'dan 125 pound'a düşen bir çift Saint Lauren spor ayakkabı ile evin yolunu tuttum. Çok da rahatlar.

Bu kadar ucuza Saint Laurent ayakkabı alabildiğime hala inanamıyorum.


Sunday, 5 January 2014

post-izmir blues

18 Aralık'ta öğleden sonra 2'de başlayan sınırsız alkolle gecenin geç saatlerine kadar devam eden iş yeri Noel partisinde fena yamulduktan sonra iş ortamından uzaklaşmak bana süper geldi. On günlüğüne İzmir'e geldim.

**

Ilıca'da denize girme denemesinde bulunmak için Çeşme'ye giderken şunu fark ettim ki, ben İzmir'i çok seviyorum. İnsanlarına ya da başka bir şeyine değil de, İzmir denen toprak parçasına, şehrin havasına suyuna hiçbir yere olmadığım kadar bağlıyım.

İzmir'imi o kadar çok seviyorum ki; kokusu ve pelikanlarıyla güzelim körfezi, Çeşme'ye giderken otobanın kıvrımları arasında birden görünen muhteşem deniz manzarasını ve yeşil tepeleri, İzmir'den gelenlere merhaba diyen Alaçatı rüzgar türbinlerini, kışın ıssız bir sessizliğe bürünen Ilıca'nın bembeyaz kumlarını, yatak odamdaki camdan baktığımda gördüğüm derenin körfeze karıştığı yerde yüzen karabatakları, Karşıyaka-Alsancak vapuruna bindiğimde bütün şehrin çevremde ışıl ışıl oluşunu her gördüğümde kalbim sevgiden patlayacakmış gibi oluyor. İzmir'in en sıradan köşesine bile aşkla bakar oldum Londra'ya taşındığımdan beri, doğma büyüme İzmirli olduğum halde yıllardır gözümün önünde duran pek çok güzelliği yeni yeni fark ediyorum. Ve o kadar güzel şeyler var ki İzmir'de, baktıkça içim acıyor, kalbim sıkışıyor.

Genelde benim için duygulanıma sebep olan şeyler sanattan çok film ve müzik olduğundan Stendhal sendromu konseptini aklım almazdı. Artık insanı ağlatacak kadar ezici bir güzelliğin varlığını anlayabiliyorum.

Türkiye'ye döndüğümde asla İzmir'den başka yerde yaşamak istemem.

**

1 Ocak'ta İstanbul aktarmalı olarak Londra'ya dönecektim. Havaalanına gittiğimde İzmir-İstanbul uçuşunun 35 dakika gecikmeli olduğunu öğrenmem, o 35 dakikanın 1.5 saatlik bir gecikmeye dönüşmesi ve sonuç olarak daha İzmir'den uçağa binemeden Londra uçağını kaçırmam sebebiyle havayolunun yaptığı "İstanbul'da sizi otele götüreceğiz, ertesi gün uçarsınız" teklifini kabul etmeyerek birkaç gün daha İzmir'de kaldım ve dün direk uçuşla Londra'ya döndüm.

Londra'ya geri dönüşler her seferinde benim için zor oluyor. İzmir'de annemin, kedimin ve süper yemeklerin olduğu kocaman evimden ve "Armut piş ağzıma düş" usulü yaşantımdan buradaki yalnızlığıma, "odacık" boyutundaki evime ve hayatımla ilgili her şeyden tek başıma sorumlu olmaya dönüş kolay değil. Birkaç gün ve birkaç hafta arasında değişen bir alışma ve özlem sürecini atlatmam gerekiyor her seferinde. Bu sefer bir de vizemin bitmesine 2 hafta falan kaldığı için ve  yeni vizeye başvurmam gerektiği için iyice stresliyim. Türkiye'deyken ailemin de desteğiyle her zorluğu aşabileceğime olan inancımın verdiği güvenlik hissi yok buradayken, her şey tamamen benim sorumluluğumda. Büyümenin gereği bu olsa da, kolay bir şey değil.

Saturday, 14 December 2013

vroulidia

Dün Murat'ın öldüğünü öğrendiğimden beri çok sarsılmış durumdayım. Akşam kafamdaki rahatsız edici düşüncelerden sonra geç saatlere kadar uyuyamadım, sonunda uykuya dalabildiğimde de sabaha kadar kabus gördüm.

Sabah telefon alarmım beni uyandırdığında Sakız Adası'nın en güney ucundaki Vroulidia plajındaydım. Annem ve teyzemler birlikte tatile gitmiştik, ama nedense ada terk edilmiş görünüyordu. Plaja inip oturduğumuzda şnorkelimi evde unuttuğumu fark edişim, bunun beni uyanık kafayla tarif edemeyeceğim kadar sinir edişi ve denize gireceğim anda gördüğüm korkunç su canlıları zaten başından beri bir acayiplik hissi taşıyan rüyamı tam bir kabusa dönüştürdü.

Vroulidia dünyadaki en sevdiğim yerdir. Ne zaman bir şeye canım sıkılsa orada olduğumu hayal ederim. Kindle kılıfımın cebinde taşıdığım Vroulidia kartpostalı bana güç verir. Benim için huzur ve moral kaynağı olan bir yerin rüyamda böyle rahatsız edici hisler uyandırması sabah sabah sinirlerimi bozdu baya.

:(


Friday, 13 December 2013

bye for now

İşten keyfim yerinde bir şekilde eve gelip bilgisayarımı açtığım gibi Fadime Ayvalıtaş'ın aramızdan ayrıldığını öğrendim. İçim acıdı. Facebook feed'imde biraz daha aşağı indikten sonra İzmir'de lise yıllarımda Alsancak'taki arkadaş çevremden tanıdığım birinin ölüm haberini gördüm. Yaklaşık 40 gün önce mide kanseri teşhisi konduktan sonra çok genç bir yaşta hayata veda etmiş bugün.

Arkadaşım değildi,  yıllarca sağda solda karşıma çıkmasına ve zaman zaman aynı arkadaş ortamında bulunmamıza rağmen en fazla 3-4 kere selamlaşmışızdır herhalde. O zamanlar hiç hazzetmediğim insanlar listesinde üst sıralarda bulunan biriyle yakın arkadaş olduğundan belki, o karşılaşmalarımızda da hep bana soğuk davrandığı izlenimini edinmiştim. Ya da belki iyi tanımadığı herkese öyleydi, bilemiyorum. Ama yine de ölümüne çok üzüldüm. Kimse bu yaşta, bu kadar aniden ölmemeli.

Huzur içinde yatsın.

Wednesday, 11 December 2013

blue has become the warmest colour

Cumartesi günü Blue is the Warmest Colour'ı dördüncü kez izledim.

Bu Pazar beşinci kez izlemeyi çok ciddi olarak düşünüyorum.

Hala her sabah işe giderken iPod'umda filmin soundtrack'i çalıyor. Başka şey dinleyesim gelmiyor. Bu filmi izlediğimden beri başka film beğenemiyorum.

Filmi izlemiş olan arkadaşlarımla hala oturup uzun uzun filmi tartışabiliyoruz ilk izlememizin üzerinden neredeyse iki ay geçmiş olmasına rağmen.

Blue is the Warmest Colour dövmemi nereye yaptırsam düşüncesi günlerdir kafamdan çıkmıyor.

Gerçekten psikolojim bozuldu, kafayı yedim. Filmdeki gibi çılgınca aşık olasım var. Karakter olarak pek sevmediğim biri de olsa kendimi Adele sanmaya başlıyorum bazen ciddi ciddi.

Bu film gerçekten hayatımı değiştirdi. İzlediğimden beri ne sinemaya, ne hayata, ne de kendime bakışım eskisi gibi.