Wednesday, 17 October 2012

asshats

Bloguma rastgele ulaşan abazan erkek modellerine hedef olmaması için adını vermek istemediğim, Türkiye'deki eşcinsel kadınların sosyalleştiği bir site var. Oraya bakınırken üyelerden birinin "Pasif, birlikteliğin pembe yani 'dişi' tarafını simgeliyor" şeklinde bir yazısına denk geldim. Kendi de eşcinsel olduğu halde iki kadının ilişkisini pasif-aktif, pembe-mavi, dişi-eril gibi heteronormatif/ataerkil kavramlar üzerinden tanımlayacak kadar asimile olmuş tiplere gerçekten tepem atıyor; o yüzden yazıyı yazan kişiye yönelik ilk düşüncem "Sen neyin kafasını yaşıyorsun" oldu. Daha sonra yazının altına yazılan yorumlara baktım, aklımdan geçenleri dile getiren tek kişinin de diğer tüm üyelerden "Geç bu feminizm muhabbetlerini" tepkisi aldığını gördüm.

Maalesef bu sitede ve Türkiye'deki eşcinsel ortamlarda bu zihniyet çoğunlukta. Ve Türkiye eşcinsel altkültürüne hakim olan muhafazakarlık burada sona ermiyor. Daha az önce profiline seks aradığını yazan bir kadının "Sitemiz 'sex' değil arkadaşlık sitesidir, bu tarz arayışlarınız özeldir ve özelinizde yapmalısınız" bahanesiyle siteden atıldığını gördüm (seks'in Türkçe'de sex olarak yazılmasına ne kadar uyuz olduğuma girmiyorum bile). Kadına cinselliğini yaşama izni verilmemesi, cinselliğin (ya da kadınların hayatlarının) "özel" olarak nitelendirilerek tabulaştırılması gibi ataerkil düşünce biçimlerinin kadınlar tarafından diğer kadınlara dayatılmasını bir problem olarak görmüyor mu kimse? Seks arayanlara aşk propagandası yapan bu kafadaki insanlar, mevsimde bir üç gündür tanıdıkları insanlara "hayatımın aşkı" diye hitap edip Facebook'ta soyadlarını değiştirerek aşk kavramını çocuk oyuncağı haline getiren tipler aynı zamanda.

Muhafazakar eşcinsel modelinden gerçekten hiç hazzetmiyorum.

Tuesday, 16 October 2012

antiviral

En son Kanada'ya tatile giden arkadaşlarımın evlerine ve kedilerine baktığımdan bahsetmiştim. Başkasının evinin ve en kaprisli insanlarla yarışacak derecede el bebek gül bebek büyütülen kedilerinin sorumluluğunu almak omuzlarıma çok ağır geldi. Beş gün boyunca üşenmeden her gün yarım saat uzaklıktaki evlerine gidip geldim, evlerinin temizliğine ve kedilerinin bakımına kendi evime ya da kedime göstermediğim derecede özen gösterdim. Kendi kedimin mama ve su tası her zaman dolu olur, canı istediğinde gidip yer içer, dışarı çıkmaz, kumundan başka yere tuvaletini yapmaz. Bu baktığım kedilere her sabah 8'de ve her akşam 7'de 40'ar gram kuru mama + üzerine 10 adet kuru mama serpiştirilmiş yarımşar paket ıslak mama verilmesi gerekiyordu. Bir de bir tanesi ev kedisi değil, işin yoksa akşam akşam dışarıda onu ara. Diğeri de günde üç kez salonun orta yerine iğrenç kokulu bir hediye bırakıyor. Özetle beni aşan bir şey oldu bu hayvan/ev bakma deneyimi.

Tüm bunlara rağmen kedilere o kadar bağlandım ki, anahtarı teslim ederken içim bir fena oldu. Cumartesi gecesini arkadaşlarımın parti davetini geri çevirerek yatakta elektrikli battaniye ve kucağımda kıvrılıp uyuyan kediler eşliğinde kitap okuyarak geçirmek gerçekten çok, çok güzeldi. Ve böyle huzurlu bir ev yaşantısını ne kadar özlediğimi fark ettim. Her sene yeni bir eve taşınmaktan, yaşadığım hiçbir eve kök salamamaktan çok bıktım. Bana aitmiş gibi hissettiren bir ev bulayım, sene sonunda taşınma korkusu olmadan içini istediğim kadar ıvır zıvırla döşeyeyim ve eve gittiğimde beni bekleyen bir sevgilim ve kedilerim olsun istiyorum. Severek gittiğim bir işim olsun istiyorum. Keşke isteyince olsa.

**

56. Londra Film Festivali geçen hafta başladı. Gittiğim ilk film Beyond the Hills adıyla gösterilen Dupa Dealuri oldu. Uzun ve kasvetli, ama etkileyici ve izlenmeye değer bir filmdi. Daha sonra yönetmen Cristian Mungiu ile yapılan söyleşi de bana iyi ki gelmişim dedirtti. Ekşi Sözlük'te gördüğüm kadarıyla Filmekimi'nde de gösterilmiş ve gişe filmi izleyicileri kategorisinde olduklarını tahmin ettiğim insanlar sıkıcı bulmuşlar. Anlam veremedim. Ahlaki ikilemleri işleyen filmleri seviyorum.

Cumartesi günü festivale ara verdikten sonra Pazar günü Marion Cotillard söyleşisine gittim. Jeux d'Enfants'dan beri kariyerini takip ettiğim ve hastası olduğum Cotillard'ı dünya gözüyle o kadar yakından görmek hayatımın en unutulmaz anları listemde kesinlikle üst sıralara oturdu.



Dün akşam David Cronenberg'in oğlu Brandon Cronenberg'in debut filmi Antiviral gösterimi ve daha sonra Cronenberg'le söyleşi vardı. Bende tekrar tekrar izlenecek bir film izlenimi yaratmamış olmasına rağmen çok görsel ve celebrity kültürünü mükemmel bir şekilde eleştiren bir filmdi.

Film festivallerine bayılıyorum. Hem gelen izleyici ve sinemadaki atmosfer bir başka oluyor, hem de film sonrası söyleşiler sinema deneyimine ayrı bir boyut katıyor. Keşke ayda bir falan film festivaline gidebilsem.

**

Kolları bana çok uzun gelen Burberry trençkotum için günlerce terzi aradım. Ucuz olan terzilere güvenemedim, gözüme güvenilir görünen terzilerin de bir kol kısaltmak için neredeyse 150TL istemesi kazıklanmama prensibime çok ters düştü. Sonuç olarak trençkotu Burberry'nin Regent Street'teki ana mağazasına götürdüm. Normalde terzileri bedava çalışıyormuş, outlet mağazasından alınan ürünler için 25 pound (75TL) gibi cüzi bir ücret alıyorlarmış. Londra'da bulabileceğiniz en ucuz mahalle terzisinin en az 20 pound isteyeceğini düşünürseniz çok ucuz bir rakam. Hem kollarda değişiklik yapıldığı hiç belli olmuyor, hem de yanında çok şirin bir taşıma kılıfı verdiler. Böylece 1000 pound'luk bir trençkotu sadece geçen senenin modeli olduğu için 274 pound'a almış oldum. Londra'ya alışveriş için gelen ve Burberry outlet mağazasına uğramak isteyenlerin aklında bulunsun. Türkiye'ye dönecekseniz vergi iade formu doldurarak daha da ucuza getirebilirsiniz.

 **

Bu aralar Facebook listemde gözüme çarpan bir trend var: İstanbul'da yaşadığım dönemde gay olarak tanıdığım kadınlar erkeklerle evlenerek çoluk çocuğa karışıyorlar. Mahalle baskısına hedef olmama çabası mı, başka türlü çocuk sahibi olamayacaklarını düşünmeleri mi, kendilerini şartlaya şartlaya gerçekten aşık olduklarına mı inandırıyorlar, bilmiyorum. Ama gerçekten çok iç acıtıcı bir şey. Hem mutsuz/tatminsiz bir hayat yaşayacak olan kendilerine, hem bilerek ya da bilmeden böyle bir duruma düşen erkeklere, hem de dünyaya gelen çocuklara yazık.

Gerçekten ailesinden ya da toplumdan kabul görmek için böyle yalan hayatlar sürenler için en ufak bir sempati ya da saygı yok içimde. Hayatını dürüst ve açık bir şekilde sürdüren eşcinsellerin başına ne geliyorsa homofobiklerden geldiği kadar böyle karaktersiz insanlardan geliyor.

Friday, 5 October 2012

prorsum

Çok acayip bir hafta geçirdim. Geçen Perşembe gecenin 2'sinde kalkarak Polonya'ya doğru yola çıktım. Babamla buluştuk, Cuma ve Pazar Varşova'yı, Cumartesi ise Krakow ile Auschwitz ve Birkenau toplama kamplarını gezdik. Özellikle Auschwitz'i gezmek ömrümden birkaç sene götürdü, rehberle neyin ne olduğu bilinerek gezildiğinde gerçekten insanın ruhuna işleyen bir yer. Böyle şeylerden kolay etkilenen biri değilim, ama gaz odalarına girmek ve insanların yakıldığı fırınları görmek gerçekten beni düşüncelere sürükledi. Herkes hayatında bir kez bu kampları ziyaret etseydi, şu an dünyada var olan sebepsiz nefret duygularının çoğu olmazdı diye düşünüyorum. Mutlaka gidin görün.

Onun dışında her şey acayip ucuzdu, yerel yemekler çok lezzetliydi, kadınlar çok güzeldi ve konuştuğum herkes çok güleryüzlü ve yardımseverdi. Çok düşük beklentilerle gitmiştim, beni şaşırtan bir haftasonu oldu.

**

Pazartesi D ile birlikte Burberry'nin Hackney'deki outlet mağazasına gittik. İçerisi yabancı turist kaynıyordu. İndirimde olan ürünler dışında outletin fiyatları normal yaz ya da Boxing Day indiriminde göreceğiniz fiyatlardan pek farklı değildi. Üstelik 10'un üzerinde beden bulmak imkansız gibiydi. D ile birlikte bir saat boyunca mağazadaki yaklaşık 30 model trençkotun hepsine teker teker baktık, tam 525 pound'a kıyıp "Zayıflamam için motivasyon olur" diyerek düğmeleri zar zor kapanan bir trençkot alıyordum ki, D bana erkekler bölümünden hayallerimin trençkotunu buldu. Hem de 249 pound! Outlet'e gelince 995'ten 600 küsür pound'a düşmüş, sonra daha da inmiş. Eğer bir terzi bulup kollarını kısaltabilirsem hayat süper olacak.


**

Bu hafta Kanada'ya tatile giden arkadaşlarımın kedilerine bakıyorum. Evde cat flap var, kediler dışarı çıkabiliyorlar, ama geceyi evde geçirmeleri gerekiyor. Dün akşam yemeklerini vermek ve o sırada cat flap'i kapatmak için kedilerden birini ararken yok oldu diye nasıl korkulu dakikalar geçirdim anlatamam. Birazdan yanlarına gideceğim, şimdiden kediler iyidir umarım diye içim içimi yiyor. Kendi kedime bile "Sabah şu kadar gram yiyecek, akşam ıslak mamanın üzerine 10 tane kuru mama konacak" hesabı yapmıyorum, başkasınınkinin sorumluluğunu almak çok daha fena gerçekten. Bir daha asla yapmak istemiyorum.

Sunday, 23 September 2012

a luta continua

Perşembe akşamı hayatımın en fena date'lerinden birini yaşadım. Geçen hafta biriyle tanıştığımdan bahsetmiştim ve o biri görüşmek için ısrar ediyordu. Perşembe günü buralarda bir açık hava tiyatrosunda Asif Kapadia'nın bir filmi gösterilecekti, hem ona yalnız gitmemiş olurum hem de bu insanla görüşme işi aradan çıkar diye onu da davet ettim. Filmden önce bir şeyler içmek için buluştuk ve fena halde sarhoş olan date'im saçma sapan muhabbetler yapmaya başladı. Yani kendi de sosyal açıdan biraz acayip olan biri olarak toplumun genelinin "garip" kabul edeceği pek çok insana açık bir zihinle yaklaşabiliyorum, ama benim de tolere edebildiğim muhabbetlerin bir sınırı var. Zoofili muhabbetlerine girmeye başlayınca filmi falan siktir edip kalktım geri döndüm.

D'den ayrıldıktan sonra gittiğim ilk date'in böyle kamera şakamsı bir deneyime dönüşmesi moralimi çok fena bozdu. Bir anda onun gerçekten beni yüzüstü bırakıp gittiği jetonu kafamda tamamen düştü, kendimi gece gece Thames nehri kenarındaki bankların birinde oturup iPod'umdaki Bright Eyes eşliğinde hüngür hüngür ağlarken ve tüm gücümle D'nin geri gelmesi için inanmadığım bir şeylere dua ederken buldum. Tam o sırada ayaklarımın dibinde dolaşan minicik bir tarla faresi gördüm. Farecik gayet hızlı bir şekilde duvara tırmanıp gitti ve farelerin düz duvara tırmanabildiği gerçeği nedense bana o kafamla çok komik göründü. Eve geldim, D ile ayrıldığımızdan beri ilk kez her şeyin yoluna gireceğine inanarak uykuya daldım.

Sabah uyandığımda D'nin bana Balenciaga ile ilgili bir promosyon emailini forward ettiğini gördüm. Mail için teşekkür ettim, iki hafta sonra ilk kez yeniden konuştuk. Neden bilmiyorum, iki gündür yine yok oldu. Sanırım annesi gerçekten gitti gidecek durumda.

**

Perşembe akşamının kötü geçmesi ve Senna'yı izleyemeden eve gelmemin pozitif yanı, Showfilmfirst'ün Jesus Christ Superstar biletlerine bitmeden yetişmem oldu. Böylece Cuma akşamı bilet fiyatları 50 pound'dan başlayan bir müzikali bedava izlemiş oldum. Çok keyifliydi, bir diğer bonus ise "Aman Tanrım, o sahnedeki Mel C değil mi" şeklinde yaşadığım şok anıydı. Neymiş, bundan sonra böyle şeylere gitmeden kimler rol alıyor bakmak gerekiyormuş.

**

Dün British Museum'da LGBT film günü vardı. Gösterilen filmler arasında öldürülen Ugandalı aktivist David Kato'yla ilgili olan Call Me Kuchu adlı bir belgesel yer alıyordu. LGBT bireylerin sorunlarıyla ya da insan haklarıyla ilgileniyor olmasanız bile mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Ugandalı eşcinsellerin ve onlara insan gibi muamele yapılmasını savunanların başına gelenleri gördükçe bana "Millet neler yaşıyor, ben ne saçma sapan şeyleri dert ediyorum" dedirten, ne kadar şanslı olduğumu hissettiren bir film oldu çünkü.

**

Londra Film Festivali biletlerimi aldım. Bu sene Antiviral ve Beyond The Hills'i izleyeceğim. Bir de Marion Cotillard'nın söyleşisi var, ona bilet aldım. Daha izlemek istediğim çok film vardı ama çoğu gala filmi olduğu için  biletler çılgın pahalıydı, daha sonra sinemalara gelince izlerim diye düşündüm.

Bu aralar haftada 3-4 kere sinemaya gider oldum, kendime film yetiştiremiyorum.

Aralık'ta Prince Charles sinemasında Mean Girls'ün quote-along versiyonu varmış. Birlikte gidecek, Mean Girls repliklerini ezbere bilen insan aranıyor.

Tuesday, 18 September 2012

everybody needs a place to think



Ne zaman canım sıkkın olsa kendimi nehir kenarına atıyorum. Hem suyun varlığı, hem de South Bank'in canlılığı bana kendimi biraz da olsa iyi hissettiriyor. London Eye'ın altındaki bankların birine oturup Big Ben'in fotoğraflarını çeken, sokak sanatçılarını izleyen, sinemaya ya da işine gücüne koşuşturan insanları izlemek, bana içime dert olan şeylerin geçeceğini hatırlatıyor. "Yakında her şey yoluna girecek, ben de bu insanlar gibi iş çıkışı bir şeyler içmeye buraya gelecek ya da başka bir şehrin turistik yerlerinde sevgilimle fotoğraf çektiriyor olacağım" gibi hayallere kapılıyorum.

Türkiye'den döndüğümden beri hem aylardır iş arayıp bulamama, hem yine ailemden ayrı kalma, hem de D'nin artık olmaması sebepli bir türlü geçmez bir iç sıkıntısı içindeyim. Her gün Starbucks'tan filtre kahvemi alıp South Bank'teki banklara gidiyor, hayatımı gözden geçiriyor, bazen saatlerce düşünüyor ve çevremdeki turistlerin mutluluğunun birazının bana bulaşmasını diliyorum. Dün yine her zamanki gibi bunu yaparken oturduğum bankta "Everybody needs a place to think" yazdığını fark ettim. Tam da düşünmek için oturduğum bir bankta bu yazıyı görmek beni gülümsetti. 

Lütfen, lütfen, lütfen, en kısa zamanda yeniden huzur sahibi olmak istiyorum.

Sunday, 16 September 2012

bizarre love triangle

Evde oturup depresyon büyütmeyeceğime dair verdiğim karar sonucu bütün haftasonu dışarıdaydım. Cuma akşamı arkadaşlarım sayesinde biriyle tanıştım. Birilerinden ilgi görmek şu ayrılık sonrası içine sıçılan özgüvenime çok iyi geldi. Kalsam belki aramızda bir şeyler olurdu, ama çok sarhoş olduğumdan ve aceleye getirmek istemediğimden erken eve dönmeye karar verdim. Oturduğumuz mekandan çıkarken arkadaşımla karşılaştım, birlikte otobüs durağına yürüdük. D'nin bana ilk kez beni sevdiğini söylediği günün akşamı o arkadaşımla o pub'a gitmiştik, ve aynı otobüs durağında arkadaşımın bana sürpriz bir öpücük kondurması üzerine D ile başkalarıyla birlikte olmayacağımız kararı vermiştik. Aynı zamanda bahsettiğim otobüs durağı D'yi ilk kez gördüğüm barın hemen karşısındaydı. Gece boyunca içtiğim bir sürü cinin de etkisiyle tüm bunların geçmişte kaldığı bir kez daha kafama dank etti ve ağlamaktan makyajım akmış bir halde eve gelerek sızdım.

Dün sabah uyandığımda geçen hafta boyunca olduğu gibi ilk aklıma gelen şey D ile ayrılmış olmamızdı, ama bu kez önceki gece tanıştığım kızın varlığı içimi mutlulukla doldurdu. Akşam da bu bahsettiğim insan ve bizi tanıştıran arkadaşlarımla dışarı çıktık. Yeni insan benden çok hoşlandığını ve beni tekrar görmek istediğini söyleyince neden bilmiyorum, birden bir acayip oldum. Yeni birinin hayatıma girmesi iyi geldi, ama bu kadar erken yeni ufuklara yelken açmak ve özellikle de bunu D'den etkilendiğimin yarısı kadar etkilenmediğim biriyle yapmak ayık kafayla düşününce doğru gelmiyor.

İçimde hala bu D işinin yüzde 100 bittiğine inanmak istemeyen ve gerçekten iddia ettiği kadar aşık olan insanların "Bu aralar çok derdim var, single olmam lazım" gerekçesiyle ilişki bitirmeyeceğinin günde birkaç kez hatırlatılmasına ihtiyaç duyan bir yer var. O yüzden kendime not: D ve sen dış etkenler yüzünden ayrılmadınız, ilişkinizin bitmesini gerektiren en ufak bir sebep yoktu. Tartışmadınız bile, bu tamamen onun kararıydı. Böyle birinin (i.e. asshole) sana ettiği lafların gerçek olduğuna inanmaya devam etmen ve kendini yiyip bitirmen gerçekten içimde saçlarımı yolma isteği uyandırıyor.

**

Bugün Intouchables adlı bir film izledim, şu ruh halimle bile beni çok güldürdü. Sonundan ise o kadar etkilendim ki, sinemadan çıktıktan sonra eve gidemedim, kendimi en yakın Starbucks'a atıp bir kahve eşliğinde düşüncelerimi process etme ihtiyacı duydum. Bence izleyin.

Friday, 14 September 2012

b3
















I refuse to remain in regret
To pander like a slave to your wants

I refuse to remain in regret
I refuse to be left behind.

Thursday, 13 September 2012

break this bittersweet spell on me

Günlük hayatıma devam etme çabalarıma rağmen depresif ruh halim devam ediyor. Günün büyük kısmında D'yi düşünüyor, saat başı kendimi ezik Emrah bakışlı gözlerle camdan dışarı bakıp tüm gücümle onun gelmesini diler halde buluyorum. Tam kendime geldim derken onu hatırlatan bir şey karşıma çıkıyor ve yatağa girip önümüzdeki 6 ayı uyuyarak geçirme isteği duymaya başlıyorum. Londra'ya döndüğümden beri annemle ve yakın bile olmadığım bir arkadaşımla günde birkaç kez mesajlaşmak dışında hiçbir insanla iletişimim yok. Hayatımda hiç bu kadar yalnız ve umutsuz hissetmemiştim. Ve daha depresif kış ayları gelmedi bile.

Kafama da şu şarkı takıldı, senelerdir dinlemediğim.


Wednesday, 12 September 2012

i knew better, still you said forever

10 saatlik uyku sonrası bu sabah gözlerimi Londra'da açtım. Yatağımın yanındaki pencereden baktığımda gördüğüm masmavi, bulutsuz gökyüzü, bana hala yaz ruh halinde olduğumu ve şu anda vücudumdaki tek bir hücrenin bile Londra'da olmak istemediğini fark ettirdi. Her Londra'ya dönüşümde ilk gün biraz acayip hissederdim, ama bu kadar yabancı hissettiğim hiç olmamıştı, hiç böyle "Her şeyimi toplayıp eve dönmek istiyorum" diye düşünmemiştim. İki yıl önce Lisa'yla yine dönmeme birkaç gün kala ayrıldığımızda dört gün içinde yeni bir ev bulma ve taşınma gereğinin verdiği strese rağmen bu kadar umutsuz ve kötü hissetmemiştim,   kafamda "En iyisi neyse o oldu, bunu kısa sürede atlatacak ve yeni bir hayata başlayacağım" diyen bir yer vardı. Ve hissettiğim azıcık moral bozukluğunun neredeyse tamamı Lisa'yı kaybetmiş olmaktan değil, alışkanlığa dönüşmüş uzun süreli bir ilişkinin bitmesinin getireceği değişimden çekinmemden kaynaklanıyordu. Bu kez öyle değil. Beş gündür hem çok yalnız kalamadığımdan, hem de kendimi "Bu insan için bir daha gözyaşı dökmeyeceğim" diye kastığımdan, bir kez olsun oturup ağlamadım. Ama içimde 20'li yaşlarıma gelip ergenliğin duygu yoğunluğunda yaşanan ilişkileri geride bıraktığımdan beri deneyimlemediğim, çok fena bir ağırlık hissi var ve yakın zamanda bir yere gidecek gibi görünmüyor. Bana saçmalamayı bırakmamı, hak etmeyen insanlar için üzülmenin enayilik olduğunu ve bunun değerimi bilecek biriyle karşılaşma yolunda bir adım olduğunu söyleyip duran mantıklı iç sesimi dinlemek, hatta o ses olmak istiyorum. Yani içimde duyguları kenara bırakıp mantıklı düşünebilen böyle bir yan varsa, o ses zihnimin tamamını oluşturuyormuş gibi davranıp tamamen olaylara o çerçeveden bakabilmeliyim, değil mi? Ama yapamıyorum. Hala "Bugün öğleden sonra yanıma gelmek için işten izin alacaktı, belki yine de gelir" diye saçma sapan şeyler peşinde olan kalbimin sesini dinliyorum. Ve mantıklı sesimi dinlemeye dair telkinlerimin hiçbiri işe yaramıyor. Yaramadığı gibi, bir yandan da mantıklı sesimin kalp sesime loser işareti yaptığını görür gibiyim.

Sinir bozucu.

Monday, 10 September 2012

again i go unnoticed

En son post'umdan beri olanlar sonrasında post'uma tamamen alakasız bir nedenle verdiğim "all sparks will burn out" isminin ne kadar öngörülü olduğunu anladım.

Takip ediyorsanız son 6 ayda biriyle tanışıp hayatımda ilk kez head over heels bir şekilde aşık olduğumdan, sonra ayrıldığımızdan ve birkaç gün sonra dayanamayıp barıştığımızdan bahsetmiştim. Cuma günü o ilişki kesin olarak bitti.

Ayda bir kavga edip "ayrılan" ve tekrar barışan insan modeli bana çok uzak gerçekten. Biriyle tartıştığımda ayrılığı bir tehdit ya da istediğimi elde etme aracı olarak kullanan biri değilim; ayrılık benim için kesin, son ve geri dönüşü olmayan bir şeydir. Zaten şu ana kadar kendi ayrıldığım biriyle barıştığım olmadı, ayrılıp barıştığım ilişkilerde ayrılık ilk başta hep karşı taraftan kaynaklanmıştı. Bu durumda da ayrılmak D'nin fikriydi. Cuma günü bana şu anda kafasının çok meşgul olduğunu, arkadaşlıktan başka bir şey veremeyecek kadar stres içinde olduğu bir dönemden geçtiğini söyleyen bir mesaj attı. Şu anda benim tekiyle bile zor baş edeceğim büyüklükte iki ciddi ailevi problem yaşıyor, o yüzden böyle hissetmesini anlayabiliyorum. Ve benim bir derdim olduğunda sevdiklerine daha da bağlanan, insan desteğine ihtiyaç duyan biri olmam, bazı insanların tam tersine uzaklaşma ihtiyacı duymasını daha az geçerli kılmıyor. Ama bu işin artık yoyo gibi bir öyle bir böyle bir oyuna dönüştüğünü, benim hislerimi hiç dikkate almadığını; ya benim için böyle kolay bir şekilde kenara atabilecek kadar az şey hissettiğini, ya da hayatı biraz yoluna girince onu bekliyor olacağımı varsaydığını düşündüm ve çok sinirlendim. Bütün eski sevgilileriyle şu anda yakın arkadaş olan biri olarak benimle de arkadaş kalmak istiyordu, ama ona bunu istemediğimi ve en az birkaç yıl benimle iletişim kurmamasını söyledim. İlk kez ayrıldığım biriyle, belki aşık olduğum tek insan olduğu için, belki de aşık olduğum tek insan olmasına rağmen, ayrıldıktan sonra arkadaş kalma denemesinde bulunmadan onu tamamen hayatımdan silme kararı verdim. Bir yanım gerçekten kullanılmış ve bıkmış hissediyor, benim tüm bu yaptıklarına rağmen hayatında kalacağımı varsaymasına kızgın ve ona bu tatmini vermek istemiyor; diğer yanım ise o günden beri her yarım saatte bir "Acaba doğru kararı mı verdim" diye aramızdan geçen diyalogu tekrar tekrar canlandırarak kendini sorguluyor. Mantıklı düşündüğümde hayatında onun benim için olduğu kadar vazgeçilmez olmadığım, beni mutlu ettiği kadar mutsuz da eden birinin hayatımdan çıkmış olmasının uzun dönemde olabilecek en iyi sonuç olduğunun farkındayım. Ama yine de nadir görülecek güzellikte bir şeye yazık olduğunu hissediyorum.

Her biten ilişki sonrası zamanımı boşa harcamamak için bir savunma mekanizması olarak belki de, kendime bir ders çıkarıyorum. Bunun dersi de söyledikleri ne kadar hoşuma gitmiyor olsa da asla içimdeki sesi susturmamak. Gitmeden önceki son haftamda çok uzak davranıyordu, ama annesiyle ilgili aldığı kötü haber yüzünden olduğunu söylediğinde ona inanmış ve içimdeki aksini söyleyen sesi paranoya yapıyorum diye susturmuştum. Demek ki başkalarından önce her zaman kendi iç sesimi dinlemem gerekiyor.

İngiltere'ye gittiğimden beri yaşadığım iki ilişkinin de Türkiye'ye ilk uzun gelişimden sonra içine edildiğini, tam iki yıl önce de Eylül ayında yaz tatilimi yapıp Londra'ya dönmeme 2-3 gün kala sevgilimin mesajla benden ayrıldığını fark etmek de sanırım bundan sonra benim için ayrı bir endişe kaynağı olacak. Daha önce böyle bir şey yaşadığım için bu kez giderken içimde "Gittiğimde kötü bir şeyler olacak" türü bir endişe vardı, demek ki bir şeylerin yolunda gitmediğini sezmiş ve bunu kabullenmek istememişim. Ama geçmişe bakınca görmesi kolay tabii.