Monday, 7 May 2012

my best friends are all listening to crunk

Bu aralar Facebook listemdeki Türkiye insanlarının yarısı yurtdışında yaşıyor. Bunlar içinde bir grup insanın "Ülkemi özledim, ah gurbet" temalı update'lerine denk geliyorum sık sık. Ve bu insanlar gittikleri ülkede sürekli Türkler'le takılan, Türk mekanlarına giden, Türk yemekleri yiyen, internetten Türk gazeteleri okuyup Türk televizyonu izleyen, Türk müziği dinleyen, siyasetinden futbol maçı skorlarına kadar ülkede olan biten her şeyi takip eden tipler.

Ben bu seneki ev arkadaşımın tesadüfen Türk olması dışında Londra'da en ufak bir Türk çevresi olmayan, Türk mekanlarına gitmeyen, ülkede olan biteni pek takip etmeyen ve Türkiye'deki arkadaşlarıyla ancak onlar istediğinde ya da Türkiye'ye gideceği zaman konuşan biriyim. Haftada bir falan buradaki gazetelerde Türkiye'yle ilgili bir haber var mı diye bakıyorum, onun dışında çok çılgın bir şey olursa zaten ekşi sözlük'te sol frame'de görürüm zihniyetindeyim. Düzenli olarak Türkiye'den sadece annemle ve babamla konuşuyorum, her hafta mail'leştiğim biri var, birkaç arkadaşımla Facebook'ta arada konuşuyoruz, onun dışında Türkiye'yle pek bağım yok orada olmadığım zaman. Ve İngiltere'de yaşadığım dört yıl boyunca bir kez olsun "aaahhhh gurbet" türü bir şey hissetmedim.

Bu ülke özlemine yol açan şeyin ülkeyle bağlarını koparmama olduğunu düşünüyorum. Eğer insan herhangi bir sebepten uzun süreli olarak yurtdışında yaşamayı planlıyorsa, o bağların kısmen kopması, ya da en azından fena halde esnemesi gerekiyor. İnsanın enerjisini ve dikkatini taşındığı ülkedeki hayata, insanlara, kültüre uyum sağlamaya vermesi gerekiyor. Yoksa Amerika'nın bilmem ne kentinde "Küçük Türkiye" arayan, orada yaşamın tadını çıkarmak yerine evde oturup "Ah İstanbul İstanbul olalı" diye Sezen şarkılarına ağlayan tipler oluyorsunuz.

Benim bağlarım hiçbir zaman güçlü değildi, belki o yüzden zorluk yaşamadım ve bana söylemesi kolay geliyor. Bilmiyorum. Oluşundan günler sonra öğrendiğime göre Sibel Kekilli "Yüzde 10 Türk hissediyorum" demiş ve çılgın, gözü kapalı milliyetçiler sinirden kendilerinden geçmişler. O lafa katılmadan edemedim, yüzde 10 bile benim için şüpheli hatta.

**

Londra'da süper sample sale'ler oluyor. Kısa süreli olarak ünlü markaların eski sezon, gelecek sezon ya da vitrin ürünleri %70'i bulan indirimlerle satılıyor. Sadece aksesuar ve ayakkabılardan oluşan ve Balenciaga, Miu Miu, Marc by Marc Jacobs gibi markaların yer aldığı bir sample sale'e davetiye bulmayı başardım geçen hafta. Çanta fiyatları gittiğim diğer indirimlere göre yine de tuzluydu, ama aşağıda görmekte olduğunuz £80 değerindeki Marc by Marc Jacobs flip flop'ları 25 pound'a almayı başardım. Bir tane vardı, pembeydi ve ayağıma tam oldu. Mutlu oldum.


Camden'daki sample sale sonrası nasıl olsa Kuzey Londra'dayım diyerek sevgilim ve çocuğuyla buluştum. Çocuklardan pek hazzetmeyen ve hayatında hiç çoluk çocuklarla iletişimi olmamış biri olarak fena halde stres yapmıştım nasıl olacak diye. Ama gayet iyi anlaştık. Kendimi Nando's'un aile bölümünde oturup bebek beslerken buldum. Çok acayipti. İyi acayip ama, kötü acayip değil.

Thursday, 3 May 2012

kiss me and comfort me, my sweet

Bugün aklıma 4-5 yıl öncesinden kalma, bir o kadardır dinlemediğim bir şarkı takıldı. Akşam gideceğim sauna partisi için oje sürdüğüm sırada arka arkaya milyon kere dinledim.

O kadar güzel ki.

Wednesday, 2 May 2012

let me kiss you hard in the pouring rain

Geçen hafta Norveç'e gittim. Döneli birkaç gün olmasına rağmen günlerim fena halde koşuşturmaca geçti, ancak  yazacak zaman bulabiliyorum.

Norveç ilginç bir deneyimdi. "Yaşasın deniz ürünleri!!" şeklinde bir heyecanla gitmiştim, ülkedeki yeme-içme fiyatlarını görünce nasıl bir şoka girdim anlatamam. Ülkenin en büyük dördüncü şehrinde olmamıza rağmen her şey Londra fiyatlarının üç, Türkiye fiyatlarının ise beş katıydı. Marketlerde bir kutu kola 12TL'ye satılıyordu. En sıradan ve ucuz restoranlarda içecekler ve bahşiş dahil olmadan bir akşam yemeği kişi başı 150TL civarındaydı. Son derece salaş barlarda bile bira fiyatları 30TL'den başlıyordu, yüksek alkollü bir biranın şişesinin 120TL olduğuna denk geldim. Stavanger bile böyleyse Oslo'yu düşünmek dahi istemiyorum. Yurtdışına çıkınca yerel yemekleri olabildiğince tatmak isteyen, oturup uzun uzun yemek yemeyi turist deneyiminin en önemli kısımlarından sayan biriyimdir. Hayatımda ilk kez yabancı bir ülkede yerel yemek falan demeyip öğle yemeklerini tamamen açlık giderme amacıyla marketlerden olabildiğince ucuz şeyler alarak geçiştirmek zorunda kaldım. İnanılmaz cidden.

Bir de birlikte yemek yediğimiz insanların bazıları Londra'da yaşadığımı duyunca "Londra da amma pahalı şehir" türü yorumlar yaptılar. Şaka gibi gerçekten. Londra'da kişi başı 150TL'ye Michelin yıldızlı restoranlarda başlangıç + ana yemek + tatlı yeniyor.

Astronomik fiyatlar dışında Norveç gördüğüm kadarıyla inanılmaz bir ülkeydi. Tekneyle bütün gün fiyordları gezdim, 1 km yürümeye üşenmeyip dünyanın en güzel kumsallarından biri seçilen bir plaja gittim; kanımı donduran soğuk ve rüzgara, her tarafıma kaçan kumlara aldırmadan Londra'dan getirdiğim dandik Evening Standard gazetesini serip üzerine oturdum. Görünürde tek bir insan olmamasının tadını çıkararak o inanılmaz manzaraya karşı oturdum, hayatımın aldığı yönü düşündüm.

Karşınıza gitme fırsatı çıkarsa Güneybatı Norveç tarafına mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Mümkünse yaz sezonunun başlamadığı, havanın size kuzeyde olduğunuzu hissettirecek kadar soğuk olduğu ve bölgenin doğa harikalarını ziyarete gittiğinizde etrafın turistlerle kaynamadığı bir zamanda.

Hayatta güzelim bir kumsala kışın kimse yokken gitmek kadar huzur verici çok az şey biliyorum.

**

Yarın sevgilim akşam yemeğine gelecek. İngiliz sevgililere Türk mutfağını tanıtmayı kendine görev bilen, ancak hayatında Türk yemeği taş çatlasa 2-3 kere pişirmiş biri olarak üşenmedim, ona kalamar dolması ve yalancı mantı yapmaya karar verdim. Kalamarlarımı ricotta ve pesto ile dolduracak, nette bulduğum tüm tariflere ters düşen babamın tarifiyle pişireceğim. Yapabilmek için internetten yufka siparişi vermemi gerektiren yalancı mantının ise nasıl olacağı merak konusu.

Umarım her şey yolunda gider ve bu işin altından kalkabilirim.


Monday, 23 April 2012

you fit me better than my favourite sweater

Aylardır arada sırada aklıma gelen bir şey var:

Ben "garage sale" söz öbeğinin Türkçe'de kullanılmasından fena halde nefret ediyorum. 

Kesinlikle Türkçe'ye-İngilizce-karıştırıp-dilimizin-içine-ediyorlar-bik-bik-bik insanı değilim. Ama bazen insanlar öyle laflar seçiyorlar ve onların öyle çok bokunu çıkarıyorlar ki, duymaktan bana sıkıntı geliyor.

Garage sale deyişinin kökeni insanların ıvır zıvır eşyalarını isimden de belli olduğu üzere genelde garajlarında satmalarına dayanıyor. Türkiye nüfusunun yüzde ikisinin falan garajı vardır herhalde. O yüzden bu lafın kullanımına sinir oluyorum. "Bahar temizliği" deseniz ve yaz-kış o lafı kullansanız bile daha iyi. 

"Garage sale" yerine kullanılabilecek bir laf öneremiyor olsam da, artık bunu görmek istemiyorum.

Bir diğer uyuz olduğum ithal deyiş:

"Nom nom nom"

İşte bu içimde tam anlamıyla kusma isteği yaratıyor. Garage sale x 1000.

**

İlk görüşmemizin üzerinden 8 hafta 2 gün, St. Patrick's Day'e denk gelen ilk date'imizin üzerinden ise 6 hafta 2 gün geçti. Hala çılgınlar gibi aşık bir ruh halindeyim. 

İki ay benim için kritik bir dönem. Şu ana kadar kime aşık olduğumu sandıysam, iki ay içinde mutlaka o heyecan ve aşkımsı hisler yok oldu. O kadar ki, şu ana kadar hiç gerçekten aşık olmadığım sonucuna ulaşmamın sebebi bu: Bu kadar kısa zamanda yok olan, bu kadar dayanıksız hisler bütünü aşk olamaz, olsa olsa infatuation (yoğun, ancak kısa süreli, aşık olduğunu sanma hali). 

Ayrıca şu ana kadar birlikte olduğum tüm insanların istisnasız hepsinin uyuz olduğum ufak özellikleri vardı: Saçlarını her gün yıkamamaları, ellerine bakmamaları, sinirime dokunan bir şekilde yürümeleri, garip kelimeler kullanmaları, aksanları, bilmem neleri. Bu özellikleri görmezden gelmeye çalışmak ilk günlerin heyecanı geçtikçe daha da zorlaşırdı ve iki ay sınırına dayandıktan sonra o minik şeylere de dayanamaz hale gelirdim. Şu anki sevgilimin içten içe değiştirmek istediğim en ufak bir özelliği yok. En ufak detayına kadar her şeyine bayılıyorum, her yönüyle benim için mükemmel. Ve hislerim zamanla azalacağına, onu daha çok tanıdıkça ve onunla daha çok zaman geçirdikçe artıyor. Geçen gün ona aşık olmaya başladığımı anladığım günkü hislerimi düşünüyordum, şu anki hislerimle kıyaslanamaz bile.

Mutluluk.

Friday, 20 April 2012

she's a king, i want to be her queen

Bugünlerde kendimi eBay'e verdim. Beş yıl kadar önce eBay'e ilk kez üye olduğumdan beri orada bu kadar çok zaman geçirmemiştim (günde 5-6 saatimi eBay'de geçirmekten bahsediyorum). Önümüzdeki 2 ay içinde katılacağım ve her seferinde farklı bir kostüm giymemi gerektiren 4-5 tane etkinlik var. Onların hepsi için ayrı ayrı uğraşıyorum.


Bu partilerin birine prenses olarak gitmeye karar verdim. Kostüm partilerine giyilen dandik, hazır fancy dress tipi şeylerden istemediğim için kostümü tamamen kendim hazırlıyorum. Yukarıda görmekte olduğunuz toz pembe saten korseye aşık oldum. Altına ASOS'tan süper bir beyaz, hafif kabarık uzun tül etek aldım. Uzun beyaz saten eldivenler ve taşlarla süslü birer gerdanlık, bileklik ve taçla her şey tam istediğim gibi olacak.

Onun dışında iki hafta sonrasına gecelik temalı bir şeyler, bir ay sonraki bir partiye de military konseptli bir üniforma bulmam gerekiyor. Geriye giyecek şey bulmak zorunda olduğum iki parti kalıyor. Sokağa çıkarken giymeyeceğim, giysem insanların garipseyerek bakacağı her türlü abartılı/kinky/kostümvari şey olabilir. Önerilerinize açığım.

Thursday, 19 April 2012

hit me and tell me you're mine

Sözlükte herkesi ağlatan, anneliğin kıymeti temalı bir reklamın başlığına denk geldim az önce. Reklamı izledim, duygulandım, gözlerim doldu. Sonra başlıkta şöyle bir entry gördüm:


Diyecek laf bulamıyorum gerçekten. Adam "Annelik dünyanın en zor işidir" mesajı veren bir reklam izliyor, "duygulanıyor" ve hislerini "Ananızı sikeyim orospu çocukları" diyerek belirtiyor. O mesaj belli ki bir kulaktan girip diğerinden çıkmış. Anlamayana sivrisinek saz misali.

Bunun gibi şeyler karşıma çıktıkça Türkiye'de yaşamadığım için ve böylesi seksist domuzlara daha az maruz kaldığım için evrene teşekkür ediyorum.

**

Daha yeni bir Marc by Marc Jacobs çanta almamın üzerinden bir hafta geçmişti ki, eBay'de MbMJ'in yıllardır istediğim bir modeli olan Mevie'ye denk geldim. Hem de inanılmaz derecede ucuz bir fiyata. Açık artırmada belirsiz ve düşük kaliteli iki fotoğraf vardı, çantanın içi görülmüyordu. Bitişine birkaç saat kala gördüğümden satıcıdan ekstra fotoğraf isteme fırsatım da olmadı. Birkaç yıl önce sezon fiyatı 300 küsür pound olan ve hayatta çılgıncasına istediğim üç modelden biri olan MbMJ Mevie'yi 48 pound gibi komik bir rakama görünce kendimi tutamadım. Çantanın parasını Pazar ödedim, Salı elime geçti. Açık artırmada çok az kullanıldığı ve kullanılmadığında da dustbag'inde saklandığı yazıyordu. Ama satıcı dustbag falan göndermemişti. Onu geçtim, çantayı açınca şoka uğradım. İçi ne kadar pisti, anlatamam. Çantanın her bir gözü pislik içindeydi. 15 dakika boyunca falan en zor ulaşılan köşelerine kadar her yerini elektrik süpürgesiyle temizlemek zorunda kaldım. Yine de içime sinmedi, çantanın içini antibakteriyel sabunla yıkayıp bir sürü Febreze sıktım. Zavallıcık ancak kendine geldi.



Salonumuzun manzarasına karşı Mevie:



Şu ana kadar sahip olduğum en dandik çantalar bile asla bu kadar pis olmadı. Hadi insan pis kullanabilir, keyfi bilir de, sattığı bir şeyi başkasına göndermeden önce içini en azından bir silkelemez mi? Ne leş tipler var.

Beş yıldır falan düzenli olarak eBay kullanıyorum. Sattığım çantaları içini elektrik süpürgesiyle süpürmeden asla göndermem, içi pisse de bunu mutlaka açık artırmamda belirtirim. Alıcı olarak da şu ana kadar yaptığım yüz küsür alışverişte tek bir kez bile negatif ya da nötr feedback bıraktığım olmadı. Ancak bu satıcının yaptığına cidden uyuz oldum. Nötr feedback bırakmam gerektiğini düşünüyorum.

**

Salı günü gittiğim barda böyle bir performans vardı. Çok, çok eğlendim izlerken. Özellikle Nigella hayranlarına tavsiye edilir:



**

Baya bir önceden Lovebox'un Cuma gününe bilet almıştım. Fiyatlar diğer festivallere göre daha bir uygundu, ancak yine de az değildi, o yüzden Pazar gününe bilet alıp almama konusunda tereddütlüydüm. En sonunda Tiga, Mika, The Rapture, Patrick Wolf ve Lana del Rey'i aynı gün izleme fikri cimri tarafıma ağır bastı ve biletimi aldım.


Tuesday, 10 April 2012

i want to be the clay in your hands

15-16 yaşından beri dinlemediğim şarkılardan oluşan en emo playlist'imi arşivimin tozlu köşelerinden çıkarıp sabahtan akşama dinler oldum bugünlerde. Türkçe'ye çevrilse arabesk ötesi olacak olan o acıklı, duygu seli kıvamındaki şarkı sözlerini tüm ruhumda hissediyorum. Emo neden sadece ergenlere hitap eden bir şey değil, o sözleri nasıl 30 küsür yaşında koskoca adamlar yazıyor anlayabiliyorum artık. Aşk böyle bir şey.

Üyesi olduğum forumların birinde birilerinin 2009 tarihli evlilik fotoğraflarına denk geldim dün. Daha sonra evlenmelerinden 5 ay sonra taraflardan birinin eşinin en yakın arkadaşıyla birlikte olmaya başladığını ve bu yüzden ayrıldıklarını öğrendim. Aldatılan tarafın "Filmlerin, kitapların, şarkıların bizi var olduğuna inandırmak istediği o masalsı, mutlu sonla biten aşk aslında yok" yazdığı bir post'u okudum. Birkaç hafta önce olsa kendisine tüm kalbimle katılırdım. Ama şu anda demek istiyorum ki, "Yanılıyorsun."

Ergenliğim sona erdiğinden beri öyle bir aşkın olmayabileceğine ya da benim o kadar korkusuzca onu hissetme yeteneğim olmadığına inanmaya başlamıştım. Ne ona yakın bir şeyler hissetmiştim, ne de çevremde öyle bir aşk görmüştüm. Kıskançlıkla ya da sahiplenmeyle en ufak bir alakası olmayan; tamamen saf olan bir aşk. Karşınızdaki insana konuşmasına ihtiyaç duymayacağınız kadar, ne kadar klişe gibi görünse de bakışlarınızla anlaştığınız kadar bağlı olduğunuz, bir ay sonra bile istisnasız her görüşünüzde ilk kez gördüğünüz andaki gibi midenizde kelebeklerin uçuştuğu, dudaklarından hafifçe öperken bile içinizin heyecandan taklalar attığı, yüzüne her baktığınızda "O kadar güzelsin ki" diye düşündüğünüz, hayatınızın abartısız her anını ele geçiren ve sizi başka şey düşünemez hale getiren bir aşk gerçekten var. O yüzden, evet, sen, yanılıyorsun.

Bir insanla en ufak bir utanç ya da korku duymadan en sevdiğiniz reality şovlardan mum ışığında yemeklere, cinselliğinizin en karanlık köşelerinden çocukluğunuzun unutulmuş anılarına kadar *her şeyi* paylaşabilmek ne kadar güzel bir şey anlatamam. Şahsen bir kadeh Gewürztraminer ve Mineral-Gloria eşliğinde şu post'u yazdığım sırada mutluluktan kendimden geçer haldeyim. Böyle bir şeyi hak etmek için ne yaptım bilmiyorum, ama hayatımın bu kadar erken bir döneminde karşıma son derece emin bir şekilde ruh eşlerimden biri diyebileceğim bir insan çıktığı için çok şanslı ve kutsanmış hissediyorum.

İçim dışarı fışkırmak istiyor şu anda, o kadar çok şey hissediyorum desem, would it make sense?




Glory is a silent thing.

Friday, 6 April 2012

oh how deep is your love



Paskalya tatili yüzünden postaneler kapalı olduğu ve satıcının 15 pound gönderi ücreti istemesine sinir olduğum için dün eBay'de kazandığım Marc by Marc Jacobs Quinn'i almaya gittim bugün. Asıl fiyatı £338 olan kullanılmamış bir çantayı £69'a almanın ve elime geçmesi için yalnızca £2.60 metro gidiş dönüşü ödemiş olmanın sevinci içerisindeyim. Ancak korkarım ki dün güzel şeyler kapışılmasın diye o sample sale'e 1 saat erken gidip kapıda beklemek bünyeme iyi gelmedi. Geçen hafta t-shirt'le gezilesi, "Yaz geldi" dedirten bir hava vardı, bu hafta Londra'nın 2 saat kuzeyinde kar yağıyor. Dün benim götüm donarken herkes eldivenli falandı, o derece.

Boğazım ağrıyor, çok halsizim ve fena halde uyumak istiyorum. Bir de üstüne gayet hormonal, huysuz bir haldeyim.

D'yi ancak ailesinden bana zaman ayırabildiğinde görebilmek sinirime dokunmaya başladı. Başka biriyle birlikte olmasını kıskanmıyorum, ama o insan onu her gün görürken benim haftada 1-2 görebiliyor olmam içimde resentment benzeri hisler uyandırıyor. Benim olsun istemiyorum, sadece bana daha çok zaman ayırsın istiyorum. Kötü hissettiğimde yanıma gelebilsin, ilişkimiz önceden belirlenen günlerle sınırlı olmasın istiyorum. Çok şey mi istiyorum?

Thursday, 5 April 2012

the greatest peace i've ever known

Bugün çok bereketli bir gündü. Halston Heritage, Marc by Marc Jacobs, House of Holland, Antipodium, Sonia Rykiel gibi markaların eski sezon ürünlerini %70-90 arası indirimle satan bir sample sale vardı. Erkenden gidip sıraya girdiğime inanılmaz memnun oldum, aklınızın almayacağı fiyatlara süper şeyler satılıyordu.

150 pound'dan 10 pound'a düşen bu Antipodium Blissin Out Chicfaced yeleğe denk geldim. 10 pound! Antipodium favori markalarımdan, kumaşın deseni de çok hoşuma gitti, o yüzden bana 4 beden falan küçük olmasına rağmen yine de aldım. Yelek olarak içine sığabilmem mümkün değil, şifon olduğu için kesip fulara dönüştürmeyi planlıyorum.





Bir de House of Holland'ın 65 poundluk Kiss My Teeth t-shirt'üne denk geldim, 15 pound. Ve üstüme tam oldu. İnanılmaz mutlu oldum.



İndirimin başlamasını beklediğim sırada eBay'de takılıyordum. Marc by Marc Jacobs'un birkaç yıl önceki süper koyu pembesi Cranberry Field hep istediğim renklerden biriydi. Gayet yeni ve etiketli, Cranberry Field rengi bir Quinn'e teklif yaptım ve 69 pound gibi inanılmaz bir fiyata çanta benim oldu.



Evet, bugün güzel bir gün. Hem de Paskalya tatili falan.

Tuesday, 3 April 2012

when love is not madness, it is not love

Son yazdığımdan beri o kadar çok şey oldu ki...

Kronolojik değil, aklıma geliş sırasına göre gideyim.

Türkiye'de otomatik vites için ehliyet çıkıyormuş. Yıllardır düz vites kullanamadığı için ehliyet alamayan biri olarak bunu duyduğuma çok sevindim. Ancak yasa teklifinde gerekçe olarak "kadın ve yaşlı sürücülerin düz vitesle eğitim görmek zorunda bırakılmasının zaman zaman sıkıntı yaratması"nın gösterilmesi beni fena halde uyuz etti. Merhaba, seksizm.

Cumartesi günü Londra'da 80'lerden beri ilk kez eşcinsel kadınlar için bir yürüyüş düzenlendi, Dyke March adı altında. Ancak yürüyüşün adından başka hiçbir şeyi 'dyke' değildi. Hayatımda ilk kez böyle bir yürüyüşe katılma fırsatı yakaladığım için çok heyecanlı bir şekilde gittim yürüyüşün başladığı Soho Meydanı'na. Yürüyüşün Facebook sayfasında bazı insanların yaptığı yorumlar ve organizatörlerin verdikleri tepkiler beni organizatörlerin tam birer göt deliği oldukları konusunda ikna etmişti. Ama yine de 'dyke' kimliğini üç beş götü boklu insana bırakmayı reddederek katılmak istiyordum. Organizatörler en baştan "Ne olursan gel" türü bir politika izleyeceklerini söylemişlerdi, en başta uyuz olduğum şey buydu (Dünyanın hiçbir yerinde Dyke March'lara erkekler davet edilmiyor, Londra bu konuda bir ilke imza attı). Ve tanıdığım çoğu dyke buna uyuz olup gitmediğinden, gerçekten de meydanda toplanan kalabalığın çoğu erkeklerden oluşuyordu. Biz de katılmaktan vazgeçip BFI'a doğru yol aldık.

Madem adında dyke kelimesi geçen bir yürüyüş düzenliyorsunuz, bu yürüyüşte erkeklerin/heteroların/bilmem nelerin ne işi var? Erkeler/hetero kadınlar/diğer lezbiyen kimlikli olmayan kişiler neden illa her şeye maydanoz olmak ve böyle bir yürüyüşe dahil olmak ister? Organizatörler madem asıl lezbiyenleri kaçırma pahasına böyle salak bir politika uygulayarak Dyke March'ı bir LGBTQIAbıdıbıdıbıdı yürüyüşüne dönüştüreceklerdi, neden adını Queer March koymadılar? Çok gerizekalılar ve hepsini tokatlamak istiyorum. Size de edeyim, yürüyüşünüze de. Ne hakla eşcinsel kadınların kimliklerini bu şekilde çalarsınız? Göt zekalılar.

Aşık olma sürecim son hızla devam ediyor. Cuma hayatımın en ilginç anlarından birini yaşadım. Ben, sevgilim, sevgilimin eşi ve sevgilimin eşinin sevgilisi buluşup birlikte bir şeyler içtik. Sonra sevgilim ve ben bütün haftasonunu birlikte geçirdik. Baştan sona her dakikası mükemmeldi. Kelimelere dökemiyorum. Hayatımda hiç kimse için böyle hissetmedim. İlk kez birinin yanında tamamen kendim olabileceğimi, en salak hallerimi bile ona gösterebileceğimi hissediyorum. İlk kez günde milyon kere biriyle mesajlaşmazsam içim bir fena oluyor. İlk kez birini 2 gün göremeyecek olmak bile içimde ağlama isteği uyandırıyor. İlk kez *her* konuda benimle aynı frekansta olan, aklımdan geçenleri o anda onun da düşündüğünü bildiğim için söyleme gereği duymadığım biriyle birlikteyim. İlk kez biriyle Starbucks'ta oturup bir kahve içmek ya da bir süpermarket otoparkında müzik dinleyip konuşmak hayatımın en güzel anları kategorisine dahil oluyor. Deli gibi aşık olmak bu mu?

BFI Londra Lezbiyen ve Gay Film Festivali Pazar günü sona erdi. 10 gün boyunca 14 film izledim, yine de doyamadım, "Keşke bitmeseydi" diye üzülüyorum iki gündür. Binlerce eşcinsel ile aynı çatı altında olmak ve birlikte süper filmler izlemek gibisi yok.

Bu seneki favorim Cheryl Dunye'nin Mommy is Coming'iydi. Bir sürü tabuya değinen ve bunu çok eğlenceli bir şekilde yapan bir film. Denk gelirseniz tavsiye ederim.